Translate

12 Haziran 2018 Salı



                                                     NADİDE NİLÜFER ÇİÇEĞİ




Lise yıllarında hatıra defteri tutardık. Okul arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz duygu ve düşüncelerini yazardı.

Anılara sörf yaparken, o nadide, eşsiz defterim elime geçti. Duygulandım, gözlerim doldu. Özellikle, matematik öğretmenimin ''Aydın Bakkal'' yazdığı bir bölüm;
Sen ''Bataklıklarda açan nadide bir Nilüfer(Lotus) çiçeğisin sevgili Kasımoğlu'' demiş...

Hadi bakalım yıllar sonra, gecenin bir yarısı elimde yeniden hayat bulan bu ani defteriyle birlikte Nilüfer çiçeğinin yurduna bir gezi yapalım, dedim. Hiç bir şey nedensiz çalmaz insanın kapısını.

Araştırdıkça bir çok kaynağa ulaştım. Hepsi çok özel ve anlamlıydı.
Teşekkür ederim sevgili öğretmenim. Bazen bir söz, bir sözcük insani nereden nereye taşıyor.

Okuyalım bakalım;

''Lotus Çiçeğinin Anlamı: Ruhsal olgunlaşma, Aydınlanma ve Diriliş..

Lotus çiçeği başka dünyalardan aramıza katılmış bir canlı gibi. Toprak değil de göl üzerinde arzı endam etmesi bu hissi verse de, tek neden bu değil. 
Binlerce yıllık Budizm ve Hinduizm geleneklerinin önemli bir parçası olması da dünya literatüründe özel bir yere koyuyor.

Lotus çiçeğinin en önemli özelliği, bataklıkta kök salmasına rağmen harika çiçekler açması. İnancı ve dirayeti ile suyu yarıp geçerek nefes alabileceği yere kadar yükselip güzelliklerini döker. Aslında çoğu anlamı bu karakterinden doğuyor. Özellikle Budizm öğretilerinde verimsiz ortamlarda bile kendini tanıyıp huzura erişmek, lotus çiçeği metaforu ile ifade ediliyor.

Budizm’de Bodhi isimli bir felsefe var. Tek kelime ile çevrilecek olursa “aydınlanma” diyebileceğimiz Bodhi, varlıkların asıl doğalarını ve anlamlarını kavrama anlamına geliyor. Bodhi felsefesinde de Lotus çiçeğinden yoğun ilham alınıyor.

Lotus çiçeği köklerini bataklığa salar, oradaki güzellikleri toplar, suyun geçit vermez görüntüsüne rağmen yarıp geçer ve aldığı güzellikleri su üzerine; gözler önüne serer. Kişinin neşet ettiği ortam ne olursa olsun, zorluklara rağmen iç güzelliğini yakalayıp olgunlaşarak ortaya güzellikler saçması gerektiği gibi.

Konfüçyüs öğretilerinden ilham alan Zhou Dunyi’nin lotus çiçeğini sevmesinin nedeni de tam olarak budur.

Buda Efsaneleri ve Lotus Çiçeği
Efsaneye göre Buda’nın annesi kraliçe Maya, Buda doğmadan önce bir rüya görüyor. Rüyasında beyaz erkek bir filin, hortumunda beyaz lotus çiçeği tuttuğunu görmüş. Akabinde Buda doğar doğmaz yürümeye başlamış ve ayak bastığı her yerde lotus çiçek açmış.

Buda’nın birçok farklı heykeli lotus çiçeği üzerinde oturur şekilde yapılmıştır. Bazılarında ise elinde lotus çiçeği tutmaktadır.

Buda’ya tanrı olup olmadığı sorulunca şu yanıtı vermiş1:

“Aynı kırmızı, mavi veya beyaz lotus çiçeğinin bataklıkta doğup, büyüyüp, su üzerine çıkması ve bataklığın onu kirletememesi gibi ben de dünyada doğdum, büyüdüm ve dünyanın üstesinden geldim; ama dünya beni kirletemedi. Ey brahman (din adamı), beni aydınlanmış olarak hatırla.”


Lotus Çiçeğinin Budizm’deki Diğer Anlamları
Çok yoğun bir sembol olduğu için lotus çiçeği bu kültür içinde aşağıdaki gibi anlam zeminlerine de yayılmıştır:

Sabır
Saflık, ezeli temizlik
Mistisizm
Doğrudan ruhsal iletişim
Arzulardan ve hırslardan arınmışlık
Bağımlılıklardan kurtulmak
Varlıkları derinlemesine sevme ve onlara tutkuyla bağlanma
Kendini bilme
Ruhsal gelişim esnasında inancın tam olması
Çile ve sıkıntılardan sıyrılarak yücelme
Bu maddelere baktığımız zaman her birinin ruhsal olgunluğa erişme ve aydınlanmanın basamaklarını teşkil edeceği görülür.

Lotus çiçeği nefes alabilmek için zor kullanmaz. Nazenin yapısı ile barış ve huzur içinde suyu yarıp yükselir. Sıkıntılardan kurtuluşa ermek için mega güçlere gerek olmadığını hatırlatır. Bu amaç uğrunda önemli olan kendi iç huzurunu yakalamaktır.

Diriliş ve Güneş
Antik Mısır Medeniyetinde lotusun yaratılan ilk çiçek olduğuna inanılırdı. İlk Su’dan (Nun) yükselerek güneşe selam veren çiçek. Onlar için diriliş temsillerinden biriydi Lotus çiçeği. Her gece yapraklarını çekerek suyun altına girdiği, güneşle birlikte tekrar çiçek açtığı zannedildiği için böyle inanılmış. Bu nedenle yeniden doğuş ile birlikte güneşi de sembolize eder.

Her ne kadar lotus çiçeği üç gün süre ile suyu yarıp yükselip dördüncü günün sabahında çiçek açsa da, çıkarımın tamamen yanlış olmadığını söyleyebiliriz.

Mısır’ın kadim kitaplarında, ölen kişiyi lotusa dönüştüren ve reenkarnasyona fırsat sağlayan büyüler olduğuna da inanılırdı.

Hiyeroglif ve Duvar Resimleri
Mısır hiyerogliflerinde mavi lotus sık kullanılmıştır. Pembe ve beyaz olanları da medeniyetlerinin bir parçası idi. Mavi lotus çiçeğinin resmedildiği bir çizimi buradan görebilirsiniz.

Hinduizm Sembolleri ile İç İçe
Lotus çiçeğinin Hint dilindeki karşılıklarından biri de Padma. Bu kelime içerisinde kutsallık anlamı da barındırıyor. Hinduizm’in o kadar fazla tanrı ve tanrıçası lotus çiçeği ile bağlantılı ki, onlar için en önemli çiçek olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin lotusun ilk önce Brahma’yı (üstün yaratıcıyı) çiçek açtığına inanılıyor.

Hinduizm’e inananlar aşağıdaki gibi tanrılarına saygı sunarken lotus çiçeği verirler:

Lotus Oturuşu ve Saygı
Özellikle yoga yapanların aşina olduğu bir pozisyon lotus oturuşu. Aynı lotus taç yapraklarının iç içe geçmesi gibi bacaklar iç içe geçirildiği için bu isim verilmiştir. Hem Hindu hem de Budist öğretilerinde ayak tabanının karşıya gösterilmesi ayıp karşılandığı için, tapınaklarda ve meditasyonlarda lotus pozisyonu kullanılır. Bu açıdan, lotus çiçeğinin saygı anlamına da geldiğini söyleyebiliriz.

Dövmede Lotus Çiçeği Anlamı
Lotus çiçeği dövmesi genellikle Hinduizm’e veya Budizm’e gönül veren kişilerce yaptırılıyor. Genel olarak mütevaziliği ve kibirden sıyrılmayı, iç huzuru bulmayı simgeliyor.

Renklerine lotus çiçeği dövmesinde aşağıdaki anlamlar da yüklüdür:

Beyaz: Zihinsel ve ruhsal aydınlanma,
Mavi: Ruhun beş duyu organı üzerindeki hakimiyeti, bilgelik ve zeka
Mor: Budist dini ritüellerine saygı
Pembe: Doğrudan Buda’yı temsil eder
Kırmızı: Kalbin en ilkel ve doğal hali, aşk, tutku, ve diğer kalbi duygular..''

Lotus çiçeği hakkında ki bu bilgilere ulaşırken değerli öğretmenimin bana Nilüfer(Lotus) çiçeği demesi, şu an ki bilinç ve irademle, hem durduğum yerden, hemde geçmişe ve bugüne kadar yaşadıklarımdan deneyimlediklerimle, inişlerim, çıkışlarımla, kırgınlıklarım, hayal kırıklıklarım, umutlarım, sevinçlerim, kazanımlarım hepsi ve hepsi bir sinema şeridi gibi geçince gözümün önünden, dedim ki; ''Öğretmen olmak sadece bir kelime değil, değilmiş... '' 
Yine bir şeyler öğrettiniz, dokundunuz dünden bugüne değerli öğretmenim.

Sevgimle, saygımla selamlıyorum. İyi ki varsınız, iyi ki hayatımıza dokunmuş, dokumuşsunuz...

Olcay Kasımoğlu
                                            
                                        Zaman, hakiki aşkların çeyiz sandiğiydi.

                                 https://tr.awirek.com/yarim-ay-izle-niwemang-izle-halfmoon…/

"Ölümden korkmuyorum. Çünkü ben varken o yok, o varken de ben yokum. Ne kâr ne de zarar ölümden daha önemli değildir" diye başlıyor Bahman Ghobadi'nin yönetmenliğini yaptığı film.
"Yol" filmidir Yarım Ay. Adı gibi yarım kalmış bir hikayenin tamamlanması umudunu taşır. Güldürür, hüzünlendirir hatta korkutur.
Yaşlı Mamo ünlü müzisyendir. Saddam Hüseyin'in devrilmesinden sonra, 37 yıldır gidemediği ülkesi Irak'a gitme şansı yakalamıştır. Hayali, orada oğulları ile eşsiz bir konser vermektir. O gün gelip çattığında devreye Kako girer.
Irak'a alınmış vizenin sevinci ile yol hazırlığına başlar. Otobüs hazırlanır, oğullar toplanır, enstrümanlar yerleştirilir ve yola çıkılır. Vize alınmış olsa da ne hayal kolaydır ne de sınırı geçmek. Umuda yolculuk ölüm yolculuğuna dönüşecek, yorgun ve yaşlı bedenin azmine tanık olacağız.
Ölüm hep aklındadır Mamo'nun. Hep olması gerektiği gibi. Ruh bedende iken hala, gökyüzü izlenir o son mekandan.
Hayalin gerçekleşmesinde tek eksik kalmıştır artık. "Eşlik edecek ruhani bir ses, katledilmiş bir ses, nesli tükenmiş bir ses" diye tanımlar Mamo, Haşo'dan bahsederken. Onsuz eksik olacaklarını söyleyip tehlikeye atar bu yolculuğu. Haşo, 1334 kadının sürgün edildiği köyde yaşamaktadır ve köyden çıkması yasaktır. Bu köy de, tek ses olmuş köyün kadınları da filmi büyüleyici yapar.
Vazgeçsen de yaşamaktan, istediğinde gelmez ölüm. Her şeyi geride bırakmak zamanıdır artık, zaman dönmek zamanıdır. Ama sen pes etsen de, gökten baş ucuna düşen yarım ay tutar elinden. "Hadi" der, ölü ya da diri o alkışları duyması için söz verir. Papoola'dır (Kelebek) gökyüzünden düşen. Niwemang da derler bu tek günlük ömre sahip olan kadına. Mamo'yu, yaşam savaşı vereceği karlı dağlardan geçirir. Soğuktur kar. Beyazdır kar. Ölüm gibi, sonsuzluk gibi, tüm renklerin varlığı gibi. Gücü yetmez insanın karşı koymaya ve vazgeçer ruh bu bedende yaşamaya. "Ölüm bile kötü şans değildir". diye anlatıilan filmin ruhuna aşına olmamak mümkün değil.
Filmi izlerken 1334 kadın şarkıcının sürgün edildiği yerde binlerce kadın sesinin tek vücut olmuş hali beni büyüledi.
Ve insan; gezgin, göçebe, yolların yolcusu olmayı seçebilir.
Eğer;
Gördüklerini, duyduklarını, hissettiklerini, dokunduklarini sezgilere dönüşen bir senfoniye çevirmişse; daha bir soylu, daha bir özlem uyandırıcı bakar soylu tepelere, ağaçlara, kuşlara, çiçeklere ve insanlara…
Her şey alabildiğine yumuşak bir atmosfer içinde, ahenk dolu ve doğal uyumun eşsiz devingenliğinde süzülür hücrelerimize.
Kendi içimize doğru derinleşmenin, neye dönüşmek istiyorsak ona karar vermenin ve yenilenmenin zamanı olmadığını; yeniden, bir kez daha; umutla, dirençle fısıldadi yüreğime..
Işığınızın ve sevginizin önce sizi, sonra yaşamınızı ve tüm evreni aydınlatması dileğiyle iyi seyirler.


2 Haziran 2018 Cumartesi


                             https://unutulmazfilmler.co/three-colors-blue-uc-renk-mavi.html




Trois Couleurs: Bleu
Yönetmen Krzysztof Kieślowski
Oyuncular Juliette Binoche
Benoît Régent
Film müzikleri Zbigniew Preisner
Yapım yılı, ülkesi 1993 Fransa, Polonya ve İsviçre

Krzysztof Kieslowski
Kimilerine göre insan doğası ve modern yaşam fikri üzerine fikir yürüten bir filozof Kieslowski. Bazıları içinse sinema tarihinin en iyi hikaye anlatıcısı. Onun görüntülerle düşünmenin doruk noktasında bir dahi ve duygularla resim yapma sanatını çok iyi kullanan bir şair-yönetmen olduğunu düşünmemek elde değil. İnsanı daha ilk kareden ele geçiren yoğun duygular silsilesi içinde müziği, kurgusu ve zekice örülmüş senaryolarıyla adeta büyüleyen bir yönetmen.Onun filmleri herkeste farklı bir tat bırakıyor şüphesiz. Rastlantılar ile biçimlenen yaşamlar, eş ruhların oyunları, kendilerini alışılmadık durumlar içinde bulan sıradan insanlarla ve bir gün ben de yaşayabilirim dediğiniz durumlarla karşımızı çıkarıyor yönetmen. Ahlaki ikilemlere değinen senaryolarıyla hiç bitmeyen, aksine filmin yaşamımızdaki kalıcılığını artıran sorularla baş başa bırakıyor.
Yaşamın bir yanılsamadan ibaret olduğunu düşünen ama bu yanılsamanın içinde bile kendisine yürüyecek sağlam bir yol bulmayı sürdüren yönetmen, mesafeli fakat bir o kadar da duyarlı üslubu ile benzersizliğini korumakta...
Polonyalı yönetmenin doğum ve ölüm yıllarının pek bir önemi olduğunu sanmıyorum benim anlatımım açısından. Ha, şu an neden Polonyalı olduğu ayrıntısını verdin o zaman öyleyse derseniz, yönetmenin 3 renk filmine değineceğim. Bu 3 renk olan mavi-kırmızı ve beyaz, Fransız bayrağının renkleridir. Polonya’da sinema, 2.dünya savaşı’nın bitiminde itibaren Sovyet modelini benimseyen bir propaganda aracı olarak algılanmış, yönetim sanatsal çıkışlara fazla prim vermemiş, daha çok konularını tarihten ve gündelik yaşamdan alan “sosyal-gerçekçi” filmlerin yapımı desteklenmişti. Daha sonraları Kieslowski’nin yanı sıra birkaç genç yönetmenle birlikte sinema sahnelerinde kendilerine yer edinmeye başladıkları dönem içinde ahlaki sorunları ele alan, birey ve toplum ilişkilerini irdeleyen ve sansür baskısının etkisiyle simgesel bir anlatım üslubunu benimseyen filmler üretmeye başlamışlardır. En azından bu anlatımın sansür baskısından geçebilmesi için filmin isimlerine verilen renkler ülke propagandasını alenen ilgilendirmektedir.
Üç Renk: Mavi
Üçlemenin ilk filmi olan “Mavi”, özgürlük ilkesi üzerinde düşünmeye çağırıyor biz izleyicileri. Diğer iki film ise Üç renk: Beyaz ve son film de Üç Renk: Kırmızı’dır.
Ünlü bir besteci olan kocasını ve beş yaşındaki kızı Anna’yı bir trafik kazasında yitiren Julie, içine düştüğü bunalımı tüm geçmişinden kurtularak aşmaya çalışmaktadır. Önce ölüm acısını ölümle dizginlemek ister ama intihar etmeyi başaramamıştır. Öyleyse tek yapması gereken “yaşayan bir ölü” ye dönüşmektir. Evindeki tüm eşyaları satan, aşkını ilan eden Olivier’ı kendinden uzaklaştıran, “çocuksuz” bir apartmanda tuttuğu yeni dairesinde, hiçbir iş yapmadan yaşamayı tercih eden Julie; aşkı, sevgiyi, arkadaşlığı birer aldatmaca olarak görmekte, tüm bunları günü geldiğinde acı çekmesine sebebiyet verecek bir tuzak olarak düşünmek istemektedir. Bu yeni ve basit hayatında tamamen soyutlanmış bir şekilde “özgür” ve yalnız olmayı arzular.
Ama hep derler ya kurtulmak istese de insan geçmişinden kurtulabilir mi diye.Yaşadığı acının kuvvetiyle hissizleşen genç kadının geçmişe sünger çekmek deyiminin ne kadar da aptalca olduğunu fark etmesi de uzun sürmez. Tamamen özgür olmak, hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü, bizi biz yapan şeyin ta kendisidir yaşadıklarımız. Eğer aksi doğru olsaydı, Julie’ nin geçmişi büyük oranda silinmiş olurdu. Bir yandan da, bunu yapmayı gerçekten istemedi Julie, evini boşaltırken o mavi rüzgar çanını yanına alışı, dahası onu yeni yaşamına dahil etmek isteyişi ve yeni evinin salonunun tam ortasına asarak her bakışında o eşsiz müzik ziyafetiyle eski anılarını hatırlatışını isteseydi yok edebilirdi. Unutmanın imkansızlığı, bu denli güzel bir anlatımın yanı sıra müzikleriyle de yeterince vurgulanıyor filmde.

“Mavi” rengin yarattığı o mesafeli soğukluk, duygularla örülen resimler tek kelimeyle mükemmeldir. Ayrıca sahnelerin kurgulanması konusunda da büyük bir titizlik arz eden çalışmasıyla karşımıza çıkan Kieslowski, açılışta yer alan trafik kazasının yakın planlara ağırlık veren sert stilinden, bir kelebeğin kozasından çıkışları anımsatan final bölümüne dek, Julie nin zaman zaman maviden siyaha doğru ekran kararmalarına yol açacak unutma çabaları içerisinde mavinin her tonu ile birbirine bağlanmış sahne efektleri ile filmin renginin ve doğadaki ne çok mavi ışığın var olduğunu bir keşfe çıkmamıza sebebiyet veriyor diyebilirim.
Zbigniew Preisner imzalı müzikler, sadece fonda yer alan bir besleyici öğe olmaktan çok, adeta film ile bütünleşmiş durumda ve filmin en önemli kahramanlığına soyunmuş konumdadır.

“Mavi”nin senaryosunu yazarken, gençlik yıllarına ait bir anısından yola çıkmıştır yönetmen.Yol kenarında otostop çekerken yanından hızla geçip giden bir arabanın ardından “cehenneme git!” diye bağıran ve arabanın bir anda devrilip, şoförünün ölmesine tanık olan Kieslowski, yaşadığı bu olayı hiç unutmamış, sadece “Mavi” nin senaryosunda değil, ”Sonsuz” filminin de bir sahnesinde aynı durumu kullanmıştır.
Kapanış sekansında koro ile söylenen bestenin sözleri aşağıdaki gibidir.
Zbigniew Preisner - Song for the Unification of Europe (Julie's Version)

''Eğer meleklerin diliyle konuşsam,
Ama sevgim olmasa,
Ses çıkaran bir bakırdan farkım olmaz.
Eğer peygamberlikte bulunabilsem,
Bütün sırları bilsem ve bütün bilgiye sahip olsam,
Eğer dağları yerinden oynatacak kadar
Büyük bir imanım olsa
Ama sevgim olmasa,
Bir hiçim.
Sevgi sabırlıdır
Sevgi şevkatlidir
Sevgi her şeye dayanır,
Her şeye inanır.
Sevgi asla son bulmaz
Ama peygamberlikler ortadan kalkacak,
Diller sona erecek,
Bilgi ortadan kalkacaktır
Peygamberlikler ortadan kalkacak,
Diller sona erecek,
Bilgi ortadan kalkacaktır
İşte böylece Kalıcı olan,
İman,ümit ve sevgidir
Bunlardan en üstün olanı da
“Sevgi”dir.''
Bu sözlerin eşliğinde dolan gözlerle “mavi son”u bulur film... İzlemediyseniz bir güzel ve yorucu bir seyir dilerim; izlediyseniz, biliyorum benimle hemfikirsiniz: “bu filmi unutmak mümkün değil...”
                                                "Ruhunu tanıyınca gözlerini çizeceğim"



''Yağmur yağıyor yüreğime
Kentin üzerine yağar gibi
Şu bitkinlik neyin nesi
İşlemekte yüreğime."

Modigliani, Paris’e gelmiş bir İtalyan göçmenidir. İlkeli, gururlu ve vicdanlı bir insandır.
Özellikle insanların gözlerine çok duyarlıdır. Gözlerin ruhun aynası olduğunu düşünür. Resimlerinde de özellikle buna dikkat eder.
Modigliani’yenin unutulmaz repliği;
’''Ruhunu tanıyınca gözlerini çizeceğim’''
Sadece bu sözleri bile sanatçının ruhundaki derinliği sezmemiz de yeterli olacaktır.
Genç yaşta trajik bir biçimde yaşama veda eden Amedeo Modigliani’nin öyküsünü anlatan bu film özellikle sanatçı oluşun duygusal boyutları açısından düşündürücü bir örnek teşkil etsede insan zaaflarının diğer yakasını da gözler önüne seriyor.
Yine filmden repliklerle devam edelim.
''Gerçek aşkın ne olduğunu biliyor musunuz? Gerçek aşkın !
Hiç kendinizi cehennemin sonsuzluğuna mahkum ettiğiniz güçlü bir aşk yaşadınız mı? Ben yaşadım...
Aşkın bütün yükünü paylaştım fakat paylaşan kimse yok ve sonra seni düşündüm. Senin ve her şeyin.''
Modiglian öldükten sonra karısının Paplo'ya söyledikleri, kalbin gerçek sahibine ait oluşunu bir kez daha hissettirir.
“Ne hissediyorum biliyor musun Pablo sana söyleyeyim mi? Hiçbir şey hissetmiyorum, karnımda bir çocuk var. Bir başka kalp atışı bir başka arzulayan ruh.. ve ben bomboşum bir bardak gibi.. eve gideceksin dopdolu ve zengin bir yaşam süreceksin fakat tanrıya yemin ediyorum zamanı geldiğinde ölüm döşeğine yattığında Modiglian'in ismi dudaklarından ayrılmayacak bu geceden sonra bir daha resim yapamayacaksın.''
Kayıtlara geçtiği gibi Picasso ölürken son sözü Modigliani olmuştur. Bir daha resim yapamamiştir.”
Ve en sevdiğim repliklerden bir;
''Bir keresinde onu dans ederken gördüm Balzac heykelinin önünde. Yüzü çok güzeldi ve dansı harikaydı… Kuğunun ölmeden önceki son şarkısı gibi, gülümsedi. Bir zamanlar olduğum her şeydi. O anı çaldım ve zihnime kilitledim...''

Bende bulduklarını başkasında arasan işte o zaman üzülürüm !!!
İnsan nereye giderse gitsin yüreği de ona eşlik eder.
Daima ve sonsuza kadar...

Sevgi sanattır, sanat sevmeyi onurlandırır.
Bütün ruhuyla sevmemişler anlayamaz bunu...