Translate

28 Ekim 2018 Pazar


İNANMAK ASLI BİR EYLEMDİR♥

Çoğu zaman başkalarının dayattığı kurallara ve değerlere göre yaşıyoruz. Yalanları, oyun bozanları, sorgulamadan kabul ettikçe içimizdeki sızı ve yalnızlık daha da arttı.
Her şeye sahip olmak için uğraştıkça, hayatlarımıza sahip olundu.
Düşlerimize birer birer el koydular.
Her şeyin ucuz bir metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı bir ortamda;
Sevgiyi, dostluğu, bilgiyi, güveni, içtenliği parayla satın almaya ve mutlu olmaya çalışıyoruz. Oysa yerini bulmamış içtenliğin, yerine getirilmemiş vaatlerin hükmü yok...
Konuşmaktan yorulduk... Yerine getirilmeyen öyle çok söz var ki, bunlar kalbimizi yaralıyor.
Sade yaşamlar aranır oldu.
Bir koza ördük kendimize. Bir türlü kırıp çıkamıyoruz içinden. Adına lüks yaşam adına kapitalizm dedik. Bitecek bu zenginliğin şamatası, kalben inanıyorum.

Hırsların kirlettiği
Kibirlerin körlettiği
Binlerce canın düş kırığı haykırıyor
Dar bir inancın
Ağır bir aldanışın coğrafyasında
Türkülerin ateşini kurutanlar
Kökünden sökemezsiniz umudu
Bütünlüklü bir sevgiyle
Mavi eller tırpan olsun zulüme
Hiç bir şey insandan daha kutsal değil
Ara Güler 'Yağ iskelesinde iş bekleyen hamallar' 1954
Ateş Oymuş


Bir zamanlar 4 kelebek ateşin sırrını çözmeye karar vermişler,
sonra hep beraber yanan bir ateşin yanına gitmişler...

Aralarında konuşurlarken 1.kelebek:
- "Önce ben gideceğim ve ateşin sırrını çözüp size de söyleyceğim." demiş ve gitmiş...
Şöyle bir ateşin etrafında dolanmış, gelmiş. Arkadaşlarına:
- "Ben ateşin sırrını çözdüm: Ateş ışık yayan bir şey." demiş...
Kelebekler buna ikna olmamışlar. Ateşin bundan daha büyük bir sırrının olduğunu düşünmüşler.

Sonra 2.kelebek:
- "Ben gideceğim, ateşin sırrını çözeceğim ve size söyleyeceğim." demiş ve gitmiş...
Ateşe biraz daha yaklaşarak bir tur atmış ve gelmiş. Arkadaşlarına:
- "Ben çözdüm ateşin sırrını: Ateş ısı veren bir şey" demiş...
Kelebekler buna da ikna olmamışlar.

3.kelebek:
- "Ben gideceğim ve ben ateşin sırrını çözeceğim." demiş ve gitmiş...
3. kelebek biraz daha cesaretliymiş. Ateşe yaklaşmış, o kadar yaklaşmış ki ateşin yalımı kelebeğin kanatlarını yalayıp geçmiş. Kelebek döndüğünde arkadaşlarına:
- "Asıl ben, ben çözdüm ateşin esrarını" demiş büyük bir heyecanla...
- "Ateş, yakıcı bir şey." demiş.

4. kelebek ikna olmamış bir türlü. Ateşin asıl sırrının bu olmadığını düşünmüş inatla. Birden arkadaşlarının yanından ayrılmış ve ateşe doğru gitmeye başlamış. Arkadaşları ne olduğunu anlayamamışlar bile. Sadece izlemeye başlamışlar. 4. kelebek önce ateşin etrafında bir tur atmış. Sonra bir tur daha ve bir tur daha. Her seferinde ateşe daha çok yaklaşıyormuş. Artık o kadar çok yaklaşmış ki alevler kanatlarını kavurmaya başlamış. Ateşin etrafında son bir kez daha dönmüş ve ateşin içine kendisini bırakmış. Küçük bir parıltı yanıp sönmüş ateşin içinde...

Ateşin hakikatte ne olduğunu sadece bu kelebek anlıyor tabiki. Geri gelip arkadaşlarına ateşin ne olduğunu anlatamıyor, zaten anlatması da gerekmiyor...

Çünkü; ateş aşkdır ve anlatılmaz, sadece yaşanır...

Böyle Buyurdu Zerdust



*İlişkilerinizde...*

Gidene kal demeyeceksin..
Gidenlere kal demek zavallılara,
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene dön demek acizlere,
Hak edene git demek asillere yakışır ..
Kimseye hak ettiğinden fazla değer verme,
Yoksa değersiz olan hep sen olursun..

*Kendinize...
*
Düşün...
Kim üzebilir seni senden başka??
Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni ?
Sen hazır değilsen?
Kim yıkar yıpratır sen izin vermezsen?
Kim sever seni sen kendini sevmezsen?
Her şey senle başlar senlede biter..

*Yaşantınızda...*

Tükettirme içindeki yaşama sevgisini
Ya çare sizsinizdir yada çaresizsiniz
Öyle bir hayat yaşadım ki,cennetide gördüm cehennemide..
Öyle bir aşk yaşadım ki, tutkuyuda gördüm pes etmeyide
Bazıları seyrederken hayatı en önden, kendimi sahnede buldum..
Oynadım..
Öyle bir rol vermişler ki , okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime...

*Söz ver...*

Sonra dedim ki söz ver kendine..
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan sevmeyide bileceksin,
Uçmayı biliyorsan düşmeyide bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan yanlızca hayatı seyredeceksin...
Öyle bir hayat yaşadım ki ,son yolculuklarıe erken tanıdım..
Öyle değerliymiş ki , zaman acelle etmem bundan anladım..

NIETZSCHE'den hayatta dair.... [alıntı]

Ya canım ellerini tutmak isterse


''Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.
O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.
Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.
Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.
Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.
Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.
Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.
Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.
Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.
O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.
O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.
Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.
Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.
Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.
Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.
Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.
Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.
İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de,
kartvizitinde 'onca ayrılığın birinci dereceden failidir' denmeseydi eğer.
Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.
Issızlığa teslim olmazdı sahiller,
Kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.
Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse...
Evet Sevgili,
Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer!!''
Sen benim şarkılarımsın



Ay yüzlüm
İnsan güneşim
Rüzgar gülüm
Sensiz ateşten bir denizim

Karanlıkta bir fısıltı gibi
Külümün içinde külün
Sustuğum yerden
Mahcup bir duruşla bakarsın
Biliyorum
Bir sen saklarsın
Beni derinliklerinde
Biliyorum geçecek hepsi
Geçecek
Bir sevda masalı gibi
Şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek

Olcay KASIMOĞLU

Bir sen saklarsın


"Dilsiz ve bitkindi benim kahkaham; ağlamak özlemini taşıyordu.
 ''Deminki kadınla yüzyüze geldim, gözlerine diktim gözlerimi. hemen oracıkta, evvelce hiç duymadığım bir isim uydurdum kafamda; ahenkli, titreşimli bir isim: aşk layık olanda kalmalıydı...''


Ay yüzlüm
İnsan güneşim
Rüzgar gülüm
Sensiz ateşten bir denizim
Karanlıkta bir fısıltı gibi
Külümün içinde külün
Sustuğum yerden
Mahcup bir duruşla bakarsın
Biliyorum
Bir sen saklarsın
Beni derinliklerinde
Biliyorum geçecek hepsi
Geçecek
Bir sevda masalı gibi
Şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek....

Olcay Kasımoğlu
YOLUNA YOL OLMAYA GELDİM...



Yüreğime eğilsen ve desen ki ben sende seni bulmaya geldim.
Sana geldim onca dertleri,sensiz yaşanan bütün kederleri arkamda bıraktım da geldim.
Ardıma bakarsam namerdim ben yoluna toprak olmaya geldim.
Gönülden yüreğimi yoluna sermeye geldim.
Ben geldim bendeki beni sana katmaya geldim.
Bu gönül gözyaşımı sana ışık yapmaya geldi.
Aç kollarını engelleri muradsız bırakmaya geldim.
Geldim volkan gibi.
Yanardağlar neki ben senin bastığın yere kul olmaya geldim.
Arkamda ne varsa hepsini attımda geldim.
Ömrümü ömrüne katmaya geldim.
Çınarım ben senin yolunda yol olmaya geldim.
Gözlerindeki ışığa nur olmaya geldim.
Yüreğindeki bahara çiçek açmaya geldim.
Dallarım kırılmıştı gülüm senin dalınla budak salmaya geldim.
Dünya kedermiş olsun ben sende umut olmaya geldim.
Gel ahu güzeli gel yüreğim sende çiçeklere durmuş dünya zindan olsa ne çıkar.
Benim mumum sende aydınlığa durmuş.
Sen benim ellerim sen gözlerim sen harelerimsin yoluna yol olmaya geldim.
Gülüşlerin düşsün yüzüme.
Deryada sana ümman olmaya geldim.
Gece karanlığından korkma bütün yıldızları yorgan yapıp üstüne örtmeye geldim.
Gül yüzüne güneşi sürmeye geldim.
Ne mutlu bana sende açan gonca gül olmaya geldim.


Olcay Kasımoğlu.
İçimde mekan tutan sevdiğim...


Kitap olsam diyorum hani her sayfayı çevirdiğin gibi
benimde içimi çevirsen kendi yüreğine
Uykusuz gecelerimde uyku olup sürsen kendini gözlerime
Ben düşsem senin ateşine
Kalbimi okşayan elini versen elime
Farzet olmuşum bir kapı
Birde o kapıyı iyilere açsam kötülere kapasam
Pencereme perdeler takmasam
Kuşların kanadı gibi olsa

 ve tüm özgürlükleri toplayıp soksam penceremden odama
şehirde gelip uykusuna bende dalsa ve tüm sokaklar ışıldasa
olsam perdesiz ve iki kanadı açık bir pencere ve şehri soksam odama
Gökyüzündeki yıldızlar Ayla dansa dursa
Söze dursam haklıya,doğruya çıksa
Söze kelam olsam, sevdayı da işlesem nakişa
Ve söz olsam dünyanın yüreğine düşsem
Başka türlü yaşanmış olmaz mı dünya
Sende beni başka türlü almaz mısın koynuna...


Olcay Kasımoğlu

Ben yandım...

Herkesin her şeyi kolayca konuştuğu, arkasını döner dönmez unuttuğu zamanlardayız.
'Yıllar yılı sevmediğimiz bir işe gidip gelirken; istemediğimiz okullarda okuyup, “evlen”, “askere git”, “çocuk doğur”, “kenara para at”, “büyüklerini ara” gibi her türlü toplumsal zorunluluğa boyun eğerken bazılarımız bir kaçış hayalini kuramayacak kadar şanssız, belki de yorgun olduğumuz yerde sayıp dururken;
Bu hayali kurabilenler, kaçmak isteyenler için ise hayat daha zor. Bitmeyen bir arada kalmışlık hali. Halbuki insan olmanın en saf haline dönmeyi istemek kadar doğalı var mı ?

Hüznüme gelip yapışan,kurumuş dallarında düşen yapraklar gibi ömrüm. Çıplak dalda üşüyen serçeler gibi yüreğim.sahi ben bu yalnızlığa ne zamandan beri sahibim? 

Kır böcekleri gibi saklanır derimin altındaki sevinçlerim.Yazdan kalmış bir demetin kuruyan ama içine sinmiş kokuları gibiyim.hani tohum açmak için bekler ya yazı bende açmak için başka bir beni beklerim.Sahi ben ne zamandan beri bu kadar yalnızım.Sonbahar gelişini haber verir kuşuyla, rüzgarıyla,ağaca durmuş yaprağiyla....ya insana duran yalnızlık nasıl haber verir,nasil oynar oyununu, nasıl haberdar eder ? İnsanin yalnızlığı dünyaya düşüşüyle başlar,başlar mı ? 

başlıyor işte, insan yalnızlığı hayalete benzer.İsyana dönüştürür sevgisizliği.Yaşam ceylan ürkekliğiyle gelir.Tenlere vurması rüzgarın ayazına benzemez.
Bir tokadın yüze inmesi gibidir alır,biçer gider.Düşlere papatyaların kokularında dalan ben bu yalnızlığa ne zaman yenildim.Yağmura hapis edilmiş serinliklerim var.
Fidanların kollarında bir umut çağırır acıyı gölgeye...işte onlar benim yalnızlığımın insanla barışık fidanları.Sahi ben ne zaman şahitlik edeceğim geldiği zamanı bilmeyen hüzün yanıma. Bir muhabbet kuşunun özleminde kurumuş çiçek kokuları gibi karışacağim hayata...

Olcay
Bu yangına ne yazılır ki?


Kolyeni bende unutmuşsun, akşam gel al.
Yangında düşürdüm sanıyordum. 
Yangın sayılır...

SEVGİ HER ŞEYİ KAPSIYOR..


Bütün yaşamlar değerli, bütün yaşayanların önemli olduğu gibi.
Kalplere inmeyen her şey zamanla unutulur, unutulmayanlar eylemlerdir.
Hoş gelmişler, hoş gelişler ola !
Sevgili ablamın ve değerli arkadaşlarının buluşmalarına tanıklık ettim. Yıllar öncesinin... Yıl 1978-1979' mezunları. Harikaydılar. Çok mutlu oldum. Ortamlarında bulunma onurunu bana da verdikleri için özellikle teşekkür ediyorum.
Bende, vefalı dostların içtenliğini hissettim. Birbiriyle konuşurken ağızlardan dökülen kelimelerin neşesini, geçen yılların ve bir sürü şeyin tanıklığında günün ve gecenin yakınında içime değen çok şeyin hem hüznünü hem sevincini yaşadım. Özellikle bu çağın en çok yoksunluğunun hissedildiği ''DOSTLUK'' kelimesi geldi aklıma.
Bir şeyler yazmak istedim;
''Fani dünyanın baki padişahı değiliz. Biz parçalanmış gönül hırkalarını yamar dikeriz. Biz dostlarla ağlar dostlarla güleriz.''
Dostluk değerdendir 
Koşullar ve imkanlar her zaman yer değiştirir, değiştirebilir.
Vefalı dostlar hayatta en çok ihtiyacımız olduğu anlarda en güzel gülüşleri,en samimi bakışlarıyla ışık tutarlar yolumuza.
Zaten dostluğun iyi yada kötü günü olması şartı yoktur, olmamalı.
Ne zaman, neye ihtiyacın varsa o yanındadır.
Bunun yanında, dostluklar vardır gönülden gönüle, güneşle gölgenin dostluğu gibi, nasıl gölge güneşsiz yerini bilmez, onsuz düşmez hiç bir yere samimi ve içten insanların dostluğu da öyledir.
Birde uzak görünen dostluklar vardır hiç görmesen de hayatının içinde olmasalar da, histen köprüler kurarsın, mesafelerin anlamı kalmaz, yüreğin konuşur gözlerin görmese de dostluğunun mesafesi yoktur.
Bazı dostlar da denizlerin yosun tutan taşlarıyla, dağların üzerine düşen karlar gibidirler. Dostluklarını gündüz kuşlarla, gece yıldızlarla iletirler birbirlerine.
Yine dile gelmeyen dostluklar vardır; Dokunmanın sessizliğine bırakılmış, sadece yüreğin hissettiğine yazılmış, her şeyden konuşur sessizce.
Birde kopmak istesen de kopamadığın dostluklar vardır. Gecenin sabaha mecburiyeti gibi, birbirine benzemeyen ama terk saati değişmeyen dostluklar.
Ayak uyduramazlar birbirlerine ama günün devranında, dönüşü birlikte tamamlayan...
Sonra, mevsimlere benzeyen dostluklar vardır, günü gelince bir bahçede açan gülün, kış gelince cemalini saklaması gibi..
Yada kocaman ellerin kopardığı güllerin bahçeden ayrılması gibi, vakitsiz gelen dostluklar vardır.
Elimize bırakılan, emeksiz sahip olduğumuz ama en küçük fırtınada sahip çıkamadığımız, geldiği gibi vakitsiz biten dostluklar vardır.
Dedik ya ''dostluk değerdendir'. O zaman yaşamımıza mana katanları, her şeye rağmen gitmeyenlerin sadakatini ve sarılıp bırakmayanların sıcaklığını, içtenliğini, samimiyetinin ve vefasını hiç unutmayalım (!)
''Söyle dostum değil misin
Benim yüreğim senin olduğun yer
Neredeysen oraya yüreğimi sermek isterim''
Teşekkür ederim güzel insanlar, sevginin diliyle bize günü anlamlı kılan dostlar.
Kutlu Olsun Cumhuriyet Bayramımız.

Herkesin her şeyi kolayca konuştuğu, arkasını döner dönmez unuttuğu zamanlardayız.
Herkes kendi sanıklığıyla kör, tanıklığıyla yargıç.
Anlayabilene, sorgulayabilene, doğrudan yana yaşamını düzenleyebilene, tercihini demokrasi, adalet hak-hukuk ve özgürlükten yana kullanabilenlere ne güzel seslenmiş ;
''Özgürlüğün de, eşitliğin de adaletin de dayanağı, ulusal egemenliktir''.
Mustafa Kemal Atatürk
Tarih bilincimizin her gün biraz daha önemsizleştiği, toplumsal değerlerin yozlaştırıldığı, bana değmeyen yılan bin yaşasın anlayışının bencilce toplumlara lanse edildiği, insanların kafalarını kuma gömdüğü, komşusundan haberdar olmayan, selamsız, sabahsız bir toplum olma yolunda bütün hızımızla yürürken, kapitalist ülkelerin çıkarlarına el pençe kullar olduk.
Unuttuk bu günlere nasıl geldiğimizi, balık hafızalı, bencil, tutarsız insanlar olmaya başladık, ahde vefayı çok çabuk unuttuk.
''Egemenlik Kayıtsız şartsız Milletindir'' diyen anlayış, yeni dünya düzeninde kendine yer bulamıyor.
Kapitalist insan egosu buzdan dağ gibi; önüne gelen her şeyi, hiç düşünmeden ezip geçiyor.
Her kuşak kendisinden sonraki kuşaklara daha iyi bir ülke bırakmak sorumluluğundadır.
Bu ülkemize ve yarının büyükleri olan çocuklarımıza karşı temel sorumluluğumuzdur.
Bir ülkenin yönetim biçimi; milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır ya da esaret ve sefalete terk eder.
Bunun için, toplum yaşayışımızın gereksinimlerine uygun düşmesi ve çağımızın getirdiği ve gerektirdiği gerçeklere uygun düşmesi gerekir.
Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya düzeninde bütün insanların, düşünceyi adam yerine koyduğu ''İnsan düşünceyle değerlenir'' anlayışla insanca yaşanır, buna yürekten inanırım...
Düşünceyi, adam yerine koyalım; düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikeli olur...
İnsanları sınırlara bölmeden, bunun farkındalığına vararak, sahip olduğumuz değerlere, ilkelere sahip çıkmak, insan olma sorumluluğumuzdur.
Egemenlik; bir ulusun onurudur, dik duruşudur, insanca yaşamından ödün vermemektir, sömürüye kapalıdır.
Ulusal egemenliğin karşısında saltanatlar, haramiler, tahtlar yok olur gider.
Yaşasın Kayıtsız Şartsız Milletin Egemenliği..
Vicdanı Hür insanlara selam olsun..
29 Ekim Cumhuriyet Bayramını sevgiyle, saygıyla, vefayla kutluyorum.
Olcay Kasımoğlu
Bağnazlık cahilliğe dayanır.


Cehalet; yaşamın her alanın da toplumu pençesine aldı.
Burada ‘’bilgisizlik" anlamında bir cehaletten değil, öğrenilen cehaletten bahsediyoruz.
İnsanlar bir şeyi anlamadıkları anda onu yanlış anlamaya, farklı yorumlamaya başlarlar. Buda cehaletin yer değiştirmesinden ve haksızlığa davetiye çıkarmasından başka bir şey değildir.
İnsanlar, cahil olmayı ve cahilce davranmayı sonradan "eğitim alarak öğreniyorlar" desek kabartı olmaz.
Eğitim sistemimiz, ezberciliğe, hazırcılığa, araştırmanın ve düşünmenin ne kadar önemli olduğu düşüncesi üzerinden değil kolaycılık ve kısa yoldan kazanımlara zemin hazırladığından "resmi eğitim düzenimiz bu" cehalet eğitiminin" ayrılmaz bir parçası haline gelmekte ve koyunlar sürüsü yaratılmakta.
Kulun kula kulluğu da bura da başlamakta.
Cehalet; aydınlanmanın ışığını yok sayıp, toplumun birey olamamış kişilerini arkasına alıp bireye yürü kulum seni kim tutar anlayışıyla kişinin kendine olan güvenini yapay olarak artırır. Sorgulama nedeni olmayan, itaate dayanan, öz güvenden eksik kulluğun birey de yarattığı cahil cesaretiyle istediğin her şeyi yaptırabilirsin. İtaat ettiren için bilgi değil, kıymetli olan sorgusuz, sualsiz kulluktur.
Düşünsenize böyle adamların nasıl gözü kara olabileceklerini. Sorgusuz, sualsiz ipe götürürler. Menfaatçi Sistem böyle insanların cehaletini hep desteklemiştir. Koyun sürüsüne bir koyun daha ilavesinde hiçbir sakınca görmez.
İşini çok iyi yaptığına inanan yetersiz kişi kendini olsun, yaptıklarını olsun övmekten, öne çıkmaktan, ben demekten hiç rahatsız olmaz. Bilgisi, birikimi olmadığı işlere talip olmaktan sakınca görmez, her şeyin hakkı olduğunu ve başkalarına haksızlık edip etmediğini bile düşünmez.
Bu ''cahillik ve cahil cesareti''mesleki açıdan olsun insanı ilişkiler açısından olsun tehlikeli bir ortam oluşturur. Bu tarz insanlar yetenekli ve bilgili insanların çalışma hayatında tabiri caizse yalaka ve okumuş cahiller oldukları için donanımlı, bilgisinden emin olmanın getirdiği mütevazı, alçak gönüllü, yerini haddini bilen insanların önün kesmekte hiç bir sakınca görmezler. Hatta birçoğu amirleri tarafından cesur, aktif ve girişimci olarak desteklenir.
Toplum yaşamın da işini doğru yapandan ziyade işine yarayan, günü kurtaran adamlar, adam olmayanlar tarafından hep desteklenmişlerdir. Buda''örgütlü cehaletin'' oluşmasında rehber olmuştur. Maalesef cehaletin sınırları yoktur, oluşmasın da kitaplara ihtiyaç duymaz. Eylem haline geçen bucehalet büyük tehlikedir...
Belki bu "öğrenilmiş cehalet kısır döngüsünü kırmaya" cahillerin en cahili" olan eğitimli cahillerin lisanlarını kalplerine bağlamak için, onlara "kişisel kültür" yerine "kurum kültürü" kavramını öğreterek, olumlu anlamda bir adım atmış oluruz.
Öyle ki; niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan aciz ve bir o kadar da art niyetli ve kafaları sürekli olumsuzluğa, kötülüğe çalışan, her şeye de muhalefet olan insanlardır.
Bu tarz insanların yanın da fazilet aramak tamamen zaman kaybıdır.
Cahili ikna etmek zordur ama cehaletle, aydınlanmanın farkında lığını fark ettirmek imkânsız değildir. Bunu fark etmeye başladığı an cehalet cahilin tekelinden çıkar birey olma sorumluluğu, bilinci başlar. Buda cehaletin eğitimli olsun, eğitimsiz olsun, cahilliği cehalete kadermiş gibi mahkûm kılmaz.
Zamanın birinde bir padişah; suç işleyen âlimlere, cahillerle birlikte aynı odada kalma cezası verirmiş. Artık fazla söze hacet bırakmayan bu eylemin içeriği bile yeter.
Anlayabilene, sorgulayabilene, doğrudan yana yaşamını düzenleyebilene...

Olcay Kasımoğlu.

27 Ekim 2018 Cumartesi

Dostluklar;

Gönülden gönüle dostluklar vardır;
Güneşle gölgenin dostluğu gibi
Gölge güneşsiz yerini bilmez,onsuz düşmez bir yere
Gölgenin ihaneti hiç bilinmez, güneşin peşinde pervane

Uzak görünen dostluklar vardır;
Denizlerin yosun tutan taşlarıyla, dağların üzerine düşen karlar gibi
Dostluklarını gündüz kuşlarla, gece yıldızlarla iletirler birbirlerine

Dile gelmeyen dostluklar vardır;
Dokunmanın sesizliğine birakılmış, sadece yüreğin hissettiğine yazılmış
Her şeyden konuşur sessizce, gözce

Birde kopmak istesende, kopamadığın dostluklar vardır;
Gecenin sabaha mecburiyeti gibi, nar kızılı yeri öpen
Birbirine benzemeyen ama terk saati değişmeyen
Ayak uyduramazlar birbirlerine, birinin doğuşu diğerinin gidişi
Ama günün devranında, yine dönüşü birlikte tamamlayan...

Günü gelince zamana yenilen dostluklar vardır;
Bir bahçede açan gülün, kış gelince cemalini saklaması gibi
Yada kocaman ellerin kopardığı güllerin bahçeden ayrılması gibi
Mevsimlerle gelen, mevsimlerle giden leylekler gibi, tutamazsın…

Vakitsiz gelen dostluklar vardır;
Elimize bırakılan, emeksiz sahip olduğumuz
Gülüşünün içinde ne sakladığını bilmediğimiz
En küçük fırtınada sahip çıkamadığımız
Geldiği gibi vakitsiz biten dostluklar vardır
Giderken bize kendinden hiç bir şey bırakmayan...

Olcay KASIMOĞLU
Ah anılar
Fotoğraf bize eski yaşama şekillerimizi hatırlattı. 46 yıl önce, bir esnaf lokantasında elinden geldiğince şık bir şekilde yemek yiyen Anadolu vatandaşları… Öndeki masada sanırım bir şarap şişesi var, yani öğlen yemeğinizi yerken isterseniz bir bardak şarap da içersiniz, kimse sizi günahkârlıkla suçlamaz. Garsonda bile bir François Truffaut edası. Suretler kendine ait, kimse kopya değil, her şey gerçek.

Hatırlıyorum, ben çocukken Değirmendere’ye ilk taşındığımızda-depremde sulara karışan- sahildeki çay bahçesinde biz kola içerdik babam bira… Bir orta sınıf aileye mensuptum, bir ara Gümüşhacıköy adında bir yerde yaşadık, Amasya’nın bir kazası… Orada annemle yılbaşı alışverişine çıktığımızı ve pazardan canlı Hindi alarak eve döndüğümüzü hatırlıyorum. Birkaç gün biz hayvanla oynar beslerdik, yılbaşı akşamı ise sofraya bir tabak daha koyardık ama Hindi kardeşimiz o tabakta olurdu (hayvan severler espriyi mazur görsün, o yıllarda bu kadar abartılı bir politik doğruculuk da yoktu).

Aslına bakarsanız, mesele yılbaşı, hindi, öğlen esnaf lokantasında şarap falan içmek değil, mesele; renklerimizi ve tahammülümüzü yitiriyor olmak. Ve bu fotoğrafın uyandırdığı hayranlıktan anlıyorum ki; bu tek tip ve boğucu hayata, cep telefonu, akıllı TV ve bilmem kaç hava yastıklı otomobillerden ibaret modern yaşama isyan var.

Bu fotoğraf yaşadığımız hayatı alıp suratımıza çarpıyor! Biz artık çok fakiriz. Neden mi? İstediğin kadar çok paran olsun, bir esnaf lokantasında artık içebileceğin şeyler belli; ayran-kola-su… Hayatı yaşamayı unuttuk, öğretilmiş keyifler peşinde koşan sosyal medya yüzsüzleriyiz ve yine aynı fotoğraftan öğreniyor insan; bu ülke istese çok başka bir yere gidebilirmiş. Şimdi ne oldu? Şarap içen elitler ve onlardan nefret eden halk. Al sana şarap, bir esnaf lokantasının öğle yemeği menüsünde alelade bir içki… O normallik nerede?

Kendime soruyorum bazen; ben bir Arap gibi mi yaşamak istiyorum yoksa hani bize –bir zamanlar- çok benzeyen İtalyanlar, Fransızlar ya da başka Akdeniz ülkelerindekiler gibi mi? Cevabını da hiç düşünmeden veriyorum ancak geçen yıllar bu hevesimi söndürdü. Artık eminim; gözümüzün içine baka baka "yaşam tarzlarına karışmayacağız" denerek bize dayatılan bir yaşam tarzı var ve bu benim yaşamak istediğim şey değil. Bundan utanacak değilim; "batılı" gibi yaşamak istiyorum, tıpkı botlara atlayıp Ege'ye, Akdeniz'e açılan mülteciler gibi ben de kaçmak istiyorum bu bağnazlıktan.

ve kurulmuş olanı yıkıp yerine yeni ve mükemmel bir ülke kuracaklarını söyleyenlere de artık inanmıyorum (hiç inanmadım da bazıları aptallığında yalnız kalmasın diye cümleyi böyle kurdum). Sanat, bilim ve kültürle dolu, açık görüşlü insanların yaşadığı bir ülke hayal ediyorum. Eminim 46 yıl önce Bill Ray'in objektifine bakan o yüzlerin de böyle bir hayali vardı.

Eskisi bizimdi, güzeldi, bir sürü hatası vardı ama düzeltebilecekmişiz gibi geliyordu. 23 Nisan’ı falan sevinçle kutluyordum ben, kendimi basbayağı Avrupalı bir çocuk sanıyordum. Dünya ülkelerinden kardeşler geliyordu, babamı sıkıştırıyordum sırf birini misafir edebilmek için Ankara’ya taşınalım diye.

Uzun lafın kısası; ben yeni bir ülke-rejim falan istemiyorum. Sizin o Arap çöllerinin kumlarıyla dolmuş kafanızdakini anladım. Delikleriyle de olsa eskisini geri verin yeter, biz yamayıp devam ederiz!

Not: Bazı şeyler hiç değişmez. Bill Ray yazısında, Türkiye’ye gidenleri trafik konusunda uyarmış, o hala aynı ve hatta daha beter.

MURAT TOLGA ŞEN
Bekleyişler Bulur Sahibini !

" Seni fark eden sevecektir, şaşırma...
Buğday tarlasına ekmek anlatılmaz."

Süreyya Berfe
İnsan ilişkilerini bir ağacın dallarına benzetirim.
Dikkatli baktığında aynı kök üzerine kurulu bu dalların hiç biri, yön olarak, ebat olarak birbirine benzemezler. Bir kısmı gölgede,bir kısmı güneşe doğru, bir kısmı da yere yakındır.
İnsan yaşamının koşullara ve imkanlara göre nasıl çeşitlendiğini hatırlatır bana.
Hepimiz insanız, lakin hayatın içinde düştüğümüz kareler bile aynı rüzgarın yönüyle esmez..Kimimiz hayata 1/0 yenik başlar kimi el bebek gül bebek, kimine sokaklar kimine de hayatı sadece seyretmek düşer ve insan, en çok kendisinden korkar.
Kendi duygularından, güçsüzlüklerinden, zaaflarından, acılarından, coşkularından ürker.
Onun için kaçar yaşamdan, aşktan, öfkeden, sevinçten, kendisinden kaçar.
Ve sonra yaşam, hepimizi kendi sofrasında ağırlar.
İnsan; hayatı keşif etmeye, değişmeye başlar.
Hayatın özü değişimken değişmemek, dönüşmemek için direnmek bir çiçek tohumunun hayır ben büyümeyeceğim böyle kalmak istiyorum demesine benzer.
Değişmek, gelişmek insan olmanın anlamıdır, beyinde başlar; düşün karar ver ve uygula.
Hayat mazeretlere kurban edilemeyecek kadar kısa, öyle ise durma, geçmişinle barış, kendinle barış, korkularınla yüzleş ve değiştikçe geliş.
Hayatın özü değişimken değişmemek, dönüşmemek sadece yerinde sayanlara göredir. Yoksa anlamlı yaşamak isteyenler değişimin ve gelişimin, yeni şeyleri keşif etmenin ve yaşamın en büyük macera olduğunu, yaşama verdiği enerjinin önemini bilirler.
Hayat bir maceradır derken burada devam eden bir macera, bilinmeyene doğru sürekli bir serüven var.
İnsanlar, mevsimler gibidir; yaşamadığımız sürece anlamayız nedir, neye kadirdirler...
Eğer bir fırtınada, çıkan fırtınaya teslim olursan arkasından açacak güneşten nasiplenemezsin yada sağanak yağan bir yağmurun ardından doğan yediveren gök kuşağını göremezsin...
Tıpkı kasvetli ve bulutlu bir havanın ardından kendini gösteren güneş gibi olabiliriz...
Mevsimler gibiyiz, hayatın bütünlüğünden vazgeçemeyiz, her mevsimin hakkını vereceğiz...
Düşe kalka,yana yana, gülerek,ağlayarak,insan yanımızla !
Değişimi inkar insanın kendini inkarıdır, kendine yapacağı en büyük haksızlıktır. Fiziksel, biyolojik, psikolojik değişimler hayatımızın dizgileridir.
Önemli olan her değişimin dönüşümünü, yaşantımıza faydalı eylemlere dönüştürebilmektir.
Her şeyin bir bedeli var derken şarkılar...değmez mi ''yaşamın'' yaşamak gibi bir anlamı varken, yaşamı kucaklamaya, kendin için, herkes için iyi bir şeyler yapmaya ve direngen bir umutla sevgiye sarılmaya, değmez mi?
Sevelim, sevilelim herkesin elbisesi kendi boyuna !


KASIMOĞLU
İçimize güneşi salmalıyız...


Gelirsen; 
Güneşe demlenmiş, gözlerinle gel
Ve mutluluğu koymalısın sol omuzuna
Bakışlarında hayat olmalı, canım diyen
Kinden, nefretten, her tülü koşullu sevimsiz tuzaklardan
Arınarak gelmelisin bana
Hayatı benimle taşıyacak kadar yürekli olmalı yüreğin
Asla çıkarlar üzerine sözleşmemeli
Avuçlarının içi her dem emeğin çizgileriyle dolmalı
Gelirsen;
küçük hesaplardan arınmış, kocaman hesapsız yüreğinle gel
Getirmelisin; almalısın yanına
Bakmaya doyamayacağım umut dolu göz bebeklerini
Yüreğimi yüreğine katan, gülüşlerini de almalısın yanına
Gelirsen;
Ardında bıraktığın
Bütün o aydınlıkları gölgeleyen basma kalıp, sevgisiz
Bilinçsiz iç yakınmaları silerek hafızandan akmalısın yüreğime
Bütün yaşanmış acılara, çaresizliklere inat
Umudun, aşkın, emeğin suladığı gül goncalarını getir bana
Hayatla başa çıkabilecek kadar yürekli
En küçük yalanda parçalanacak kadar yumuşak bir yüreğin sahibi sevdiğim
İnanmalıyız sevginin gücüne ve içimize güneşi salmalıyız
Gelirsen;
Bir ceylanın yavrusu kadar masun, bir aslan kadar yırtıcı olmalısın
Yola çıktığın andan itibaren
Seni anlamam için, sesini de bana getirmelisin
Yüreğinden diline gelen her sözcüğü içmeliyim
İçmeliyim ki yüreğine acı söz değmesin
Dallarda zerdali çiçekleri savrulup gitmeden
Yüreğinden dökülen nehirler karışmadan bilinmezlere
Göğsünün kafesinden çıkart yüreğini
Yanına alarak gel, bütün yaşanmamış hasretlerin aşkına
Duy kalbimin sesini duy, yüreğini yüreğime ilmekle
Gecenin karanlığında yıldızlara tutun, tutunda gel
Gel de; yüreğimin bahçesi seninle açsın sevdiğim...



Olcay Kasımoğlu
Farklılıklara Saygı


''Hangi çiçek diğerini sarı açtı diye ayıplar
Hangi kuş farklı ötünce diğerine yasak koyar
Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar
Ah insanlar, her şeyi bulup kendini bulamayanlar.''
Şerafettin Taş

İnsanların; fikirlerine, yasam tarzına, hayata bakış açısına saygı göstermek ''farkındalık'' duygusundan kaynaklanan ''olgun davranışların'' toplamıdır.
İnsanları; sırf kendi tercihlerinden, seçimlerinden dolayı yargılamamak, ön yargılı ve kişisel yaklaşmamak gerekir. Çünkü saygı bir davranış biçimidir, dar bir görüş değildir.
Bizim sorguladığımız saygı; değer vermektir, güvenmektir, samimi olmaktır.
Farklılıklara saygılı olmak ve bunları zenginlik olarak görmek önemlidir.
Her şeyden önce; her birey saygıya değer bir varlıktır bu nedenle hiç kimse kendinden faklı olanı hor görmeye ve ötelemeye hakkı yoktur.
Hangi dinden, dilden, coğrafyadan, düşünce ve fikirden olursa olsun her kesin, yaşama, kendini tanımlama ve değerli kılma hakkı vardır.
İnsanların; değerleri, yaşam tarzları, olaylara bakış açısı, inançları, beklentileri inançları, zevkleri ve dünyayı algılama ve yorumlama şekilleri farklı olabilir.
Bunlar, dünya hayatının zenginlikleridir. Siyahla-beyazın dışında ara renklerdir. Bunlar hayatın lunaparklarıdır. Ne kadar çeşit o kadar yaşamı renkli ve anlamlı kılmak...
Bu nedenle olsa gerek; toplum yaşamında olsun, ikili ilişkilerde olsun
olaylara bakış açıları farklı farklı olabilir. Bu farklılık bir ayrışma sebebi olmamalı, farklılıklar zenginliğimiz olmalı.
Bu kilim desenlerine benzer her ilmek nakış nakış işlenirken ara renkler serpiştirilir. Hepsinde ayrı bir görsellik ve emek vardır, bu emeğe saygı duyarız, değer veririz, anlamlı kılarız.. İnsana saygıda budur...görmemezlikten gelemezsin yada senin farklılığın beni rahatsız ediyor dediğin an dünya senin tekelindeymiş gibi olur.
Ne sevgi ne saygı, hiç biri hiç kimsenin tekelinde değildir.

Farklılıklara tahammülü olmayan insanların muhakkak kişilik problemleri vardır. Bencil olurlar, paylaşım duygusundan yoksun ve sevgi anlayışları kısırdır. Birey olamamışlardır ben merkezli yaşarlar, cesur değillerdir.
En küçük çatışmada çirkinleşirler ve korkaktırlar. Yenilikten, bilimden,ilimden korkarlar.
Bu korkular, yaşamın zenginliğini durduran perdeler değil midir.
Biz ancak ''kendimizin, insanlığın, çevremizin fakındalığına'' vardığımızda bu perdeler içeriden açılır.
O zaman ''gönlümüz, aklımız'' insanların ''değerini'' renkleriyle, dilleriyle, cinsiyetleriyle ve maddi güçleriyle ölçmekten vazgeçtiğinde bu dünya yaşanılası bir yer olacaktır.
İnsanların yaşam tarzlarına müdahale etmenin, dışlamanın insan onuruna yakışmadığını, insana saygının bir erdem olduğunu anlayan, algılayan insanlar, hayatın içinde ''saygının'' bir ''kültür'' olduğunu benimsemişlerdir.
Buda; onlara empatı yapmayı ve bunun üzerinden insanlara ulaşmanın kapılarını açar...ne güzel değil mi !
Saygı; toplum yaşamı için, aile yaşamı için çok önemlidir ve yaşamın, insan olmanın onurudur, olmazsa olmazıdır...
Öyle ki; bizim ilişkilerimizi, sosyal ve dini ritüelleimizi, cinsel tercihlerimizi, kendimize saygımızı, durduğumuz yerin farkındalığını, konuşma yetkinliğimizi, insanlara verdiğimiz değeri düzenleyen çok önemli bir ''yaşam anahtardır'' saygı...
Saygı bir erdemdir ve erdemin olduğu her yerde bizi güzelliğe yönelten davranışlar olur.
Korkudan kaynaklanan, göstermelik bir saygı da erdem yoktur.
En önemlisi; karşıdakini tanımak ve anlamak onu kendi değer yargıları içerisinde ''muhasebe etmek'' söz konusu değildir.
Saygı aynı zaman da; karşında ki insanı değerli kılmaktır, önemsemek, dinlemeyi bilmek gibi ve anlamaya niyetli olmak !
Kendine saygı duymayan bir insanın, başkasına saygı duyması mümkün değildir.
Yaşamı anlamlı kılan her birey kendine ve yaşama saygılıdır.
Otorite ya da korku karşında ceket ilikleme tutumunu saygı olarak algılayamıyorum.
Bu bana hep saygı konusun da çelişkiler sunmuştur ve bu konuda kendimi de çok eleştirmişimdir.
Çocukken olsun yetişkin olduğumuz dönemler olsun bize her kese saygı göstereceksin, her kesin düşüncesine saygılı olacaksın denildi, öğretildi.
Çoğu zaman bu saygı kavramı bende çelişkiler yarattı...

Büyüğe saygı deniliyordu, bana, her büyüğe saygı duymam gerektiği anlayışını empoze eden zihniyeti zamanla sorguladım. Bir insanın yaşama hakkına saygı gösterebilirsin lakin topluma ve kendine faydalı olmayan bir insana saygı duymanın nasıl bir izahı olabilirdi ?
İyi bir insan olmadığı bilindiği halde sırf büyük olduğu için saygı duymam isteniyordu.
Saygı duymuyordum o zaman nasıl saygı gösterecektim, burada bir belirsizlik vardı. Saygı karşındaki insanın varlığını kabul etmekse ben bu çelişkiyi samimi bulmuyordum.
Bir şeyin yada kişinin varlığını kabul ettiğinizde ona yok muamelesi yapamazsınız.
Yaşamla birlikte ''saygının'' hiç bir zaman yanlışa toleranslı davranmak, görmemezlikten gelmek, katlanmak demek olmadığının öğreniyorsun.

Ve saygının; insanın, gerek ruhsal dünyasında gerekse çevresinde sevgi ile barışık yaşadığı ''farkındalık'' duygusu olduğunun ayrımına varıyorsun.
Bu nedenle ''erdemli saygı'' bir korku imparatoru yaratmaz.
Faklılıkları anlamaya çalışır, ön yargısız tutum sergiler.
Hümanist ve evrensel insanların en büyük özelliğidir saygıyı kendilerine ilim olarak seçmeleri çünkü karşılarında ki insanlara ''ölçülü, seviyeli ve kibar davranırlar'' ön yargılı ve yargılayıcı değildirler. Farklılıklara saygıyı, toplum yaşamın en önemli bağı olarak görürler. Kendi düşünce ve yaşam tarzını her şeyin üstünde tutan insanlarla gönül bağı kuramazlar...

Otoriteye bağlı olan saygının hiç bir zaman samimi ve içten olmadığını bilirler.
Ne olursa olsun; karşımızda ki insanın fikri, düşüncesi, tercihleri bir başkasının yaşamını yok etmeye yönelik olmadığı sürece bir arada yaşamanın muhakkak yolu vardır yeter ki önce insan olalım. İnsan olmak onurlu olmaktır. Şayet ''Yolumuz birbirimizi anlamaktan geçmiyorsa, hiçbir yere varamayacağız demektir..

Olcay Kasımoğlu

Fotoğraf / Kevin Shu-Kei Fung
Çin''de emekçiler ..

Fotoğraflar; Ara Güler

26 Ekim 2018 Cuma

Kinin olduğu yerde insanlık olmaz.


İnsanlar yanlışa kılıf uydurmayı çok severler;yanlış bir şey yaptıklarında mutlaka bir çok mazeret bulurlar.
Mutlaka vicdanlarını susturacak türlü bahaneler üretirler.
Efendim işte bu sebepten dolayı gibi liste uzar gider....
İstediği kadar uzasın,gitsin.
Yanlışın hiç bir haklı nedeni olamaz olsa olsa bedeli olur.
Mazlumun üzerinden ranta hiç bir kılıf giydirilemez, uydurulamaz.
Bazen öyle diplomalı insanlar görüyorum ki,
içimden bu kadar cehalet ancak eğitimle mümkündür gibi garip şüphelere düşüyorum.!...
Başkalarının kayıpları üzerinden çıkar sağlamaya çalışan insanlar, bende; yeryüzünde pis kokan leşleri hatırlatır. Hani bir leşin üzerinde dönüp duran hayvanlar vardır ya ! sırtlan yada akbaba gibi...
Benim için bu kuru sofraların softası şebeklerle bu hayvanlar arasın da hiç bir fark yoktur...
Anlarsın ki; insanlar içinde insan olamayanlar her zaman sürü mantığıyla başkalarının kayıplarından besleneceklerdir...

İnsan olmanın temel değerlerinden biri olan ''vicdan ve merhamet'' İnsanı geliştirir, olgunlaştırır, daha geniş bakış açıları kazandırır.
Bencilliği yok eder, şiddeti ve kabalığı giderir, insanları daha "duygusal" daha "sorumlu" yapar..!
Dürüst insan cesur ve merhametlidir, vicdanın sesini dinler, bencil değildir.
Bütün bunlara rağmen halen vicdanınız susuyorsa, merhametiniz sizi çoktan terk etmiştir..!
Çoğunluğun ortasında, sorgulayan kimliğinizle vicdan ve merhamet duyguları içinde yaşam savaşınızı vermeye çalışabiliyor sanız, ülkenizin değerlerini koruyorsanız, insanlık adına insan olduğunuzu unutmuyorsanız doğru yoldasınız demektir.

Olcay Kasımoğlu.
                                                  Tarafsız kalanlara ne demeli ?

'Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır.'
Dan Brown
Yüreğim konuşurken, ben susamam; susarsam, bir ölüden ne farkım var ?
''Tarafsız davranmak; olaylar karşısında adil olmaktır ''adil olmak''eşit olmak demek değildir.''
Haklıyla haksızı, menfaat gözetmeden; mülkiyet telaşına düşmeden ayırt edebilmek ''körleri,sağırları oynamadan'' doğruyu bulabilmektir, tarafsız davranmak...
''Tarafsız kalmak ise bambaşka bir şey; yanlışları ''görmezden gelmek'' demektir.
Haklının hakkı yenilirken ''susmak'' haksıza prim vermekten başka nedir ki
Tarafsız kalmaya çalışırken aslında taraflı davranmak değil midir ?
Adil insanda; toplumsal adalet ve sorumluluk duygusu olmalı.
Bunu taşıyan, bu olgunluğa sahip insanlar, hiç bir zaman yanlışı gördüğünde tarafsız kalmayı seçmez.
Adil olmak; haklıyla haksızı, iyiyle kötüyü ayırt edebilmek, herkese hak ettiğini verebilmek her şeyden önce gelmelidir.
Şimdi biri, birileri acı çekerken ''bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın'' anlayışı insanı kendine ne kadar adil kılar. Yada şöyle diyelim böyle bir insanın topluma ve insanlığa nasıl bir faydası olabilir ?
Sadece kendi ihtiyaçları için çalışan ve kendi dünyasına hizmet eden bir insanın topluma nasıl bir faydası olabilir?
Bana göre yaşamanın da, insan olmanın da bir anlamı bir demokratik ülküsü olmalı..
Herkes saygı görmeli lakin saygıyı da hak etmeli.
İnsanlık için çalışanlara saygılı olunmalı fakat ''kul olmanın''kişi ve kişilere tapınmanın ayrımın da olarak.
Her zaman zorbalığa dayanan otokrat bir düzen kısa ömürlüdür.
Zorbalığın, yasakların, yasakçı zihniyetin olduğu bütün kurum ve kuruluşlar er geç kendi içinde kokuşmaya başlar.
İnsan zafiyeti hiç bir şeye benzemez...
Herhangi bir konuda tarafsız değerlendirme yaparken özellikle ''kişisel görüşümüzü'' değerlendirmenin dışında tutmak çok önemlidir.
Bir çok insan; hiç kimsenin ya da hiçbir görüşün etkisi altında kalmadan, olayları olması gerektiği gibi objektif değerlendirmek ve yorumlamak olgunluğuna, bilgeliğine sahip değildir.
Özellikle kendi düşüncesi konusunda fanatik, eleştiriyi kaldıramayan, insanlara zarar veren, em-pati yoksunu insanların verdiği zarar tahminler ötesidir.
Ne olursa olsun, kendi kişiliğimiz ve değer yargılarımız olsun.
Vicdanlı ve dürüst olmak, çıkarcı olmaktan iyidir.
Durduğumuz yerin ve yaptığımız eylemlerin farkındalığında olalım. Rengimiz belli olsun; açık, anlaşılır ve net olalım.
Neyi savunduğumuz, neyin yanında yer aldığımız ve nasıl bir dünya görüşüne ve inancına sahip olduğumuz, eylemlerimiz bizim nasıl bir insan olduğumuzu ortaya koyar.
Kapalı kutular içinde yaşayarak engin olunmaz.
Sadece büyümüş bedenlerin içinde kendimize gizli saklı yaşıyoruz, yüreğimiz üşüyor, ne garip değil mi ?
Etliye - sütlüye karışmadan, her iki tarafa da dokunmamak gayreti içerisinde, çizgi üstünde yürümenin, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın bencilliğinde sığ sularda yüzmenin; nasıl, insanı bir izahı olabilir ?
Her ortamın abisi/ablası havalarında gezip caka satan kimselerin ''sergiledikleri oyun'' olsa olsa bir sirk palyaçosunun oynadığı oyun kadar sürer...Er yada geç o kaleler yerle bir oluyor olmasına, olana kadar da bir çok insan zarar görüyor.
Tarafsızlığın, renksizliğin, vurdumduymazlığın, neme lazımcılığın kurbanı yüz binlerce insan var.
İbrahim aleyhisselam ateşe atılırken; kuş ateşi söndürmek için ağzıyla su taşıyor (Bu suyla ateş söner mi) diyorlar (Sönmese de, ben tarafımı belli etmeliyim, kimden yana olduğumu göstermeliyim) diyor.
Olaylarda tarafsız kalmak değil; doğrunun, iyinin tarafında olmak gerekir.
Yaşadığımız bunca şeye rağmen; hiç bir şekilde yanlışıyla doğrusuyla fikir ve görüşünü belli etmeyen insanların duyarsızlığına da sadece ''PES'' doğrusu diyebiliyorum...
Fikirlerin, ilimin, bilimin ''müzakeresini, rekabetini'' değil ''sen ben'' davasının küçük adamları gibi hesapçı yaşıyoruz, yazık !
Bu mülkiyet telaşından başka ne ola (?)
Olcay Kasımoğlu