Translate

29 Kasım 2019 Cuma

Bu Evrenin İyi Yetişmiş Çocuklara İhtiyacı Var

Ardahan Göle Yatılı Bölge Okulu' na niçin geldiğimizi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Ardahan Kültür ve Sanat Platformu olarak ülkemizin her karesinde geleceğin ebeveynleri olacak gençlerimize dokunmak, onları sanatın yetkin diliyle tanıştırmak ve sanatın yapıcı, birleştirici gücüyle ortak değerlerimize sahip çıkmak öncelikli hedeflerimiz arasındadır.
Ardahan/ Göle yatılı bölge okulunda eğitim ve öğretim gören bütün köy çocuklarının eğitiminde hepimizin sorumluluğu vardır. Bu sorumlulukta üzerimize düşen bir pay varsa biz buna gönüllü talibiz.
Bunun için de bir şiir şenliği etkinliği düzenlemek ve ilk adımı atmış olmaktan son derece mesut ve bahtiyarız. Bu ilk adım geleceğe bir köprü görevini başlatmış olup bundan sonra ki süreçlerde işbirliğimiz ve dayanışmamız devam edecektir.
İlk kez okulunuzda düzenlemiş olduğumuz bu şiir yarışmasını önümüzde ki yıllarda daha profosyenelce yapmanın gayretinde olup bu etkinliği gelenekselleştirip her yıl tekrarlamayı hedeflemekteyiz.
Geleceğin aydınları, sanatçıları ve bilim adamları neden bu okuldan çıkmasın?
Şiirler yazalım, özümüzü süzelim, düşürelim yazın dünyasına.
Şiir, insanlar ile öyle bir bağ kuruyor ki herkesin oluyor ama en çok ihtiyacı olana bağlanıyor.
Postacı filminde Paplo Neruda sorar ''Neden şiirlerimi çalıp sevgiline kendi şiirlerinmiş gibi okudun postacı?
Üstad cevap verir. ‘Şiir yazanın değil ihtiyacı olanındır.’’
‘Şiiri sözcüklerle sınırlamayın..
Gökyüzü veya bir kızın gülüşü, konu ne olursa olsun yazın ve sonunda şiirinizin kurtuluş gününü, kıyamet gününü ya da herhangi bir günü anımsatmasını sağlayın.
Önemli olan yazdığınız şiirin bizi aydınlatması, bizi heyecanlandırması, bir esin kaynağı olması ve bu dünyaya sizden de bir iz kalması, cesaretinizden dolayı sizi kutluyorum. Farkımız yok birbirimizden.
Dağdaki çoban, süt sağan köylü kızı tek başına yaşama sanatıdır.
Bunu sezgilerimizle bilince çıkarmak, bakış açımızı güncellemek için sanatın bütün dallarına ihtiyacımız var. Eğitim ve öğretimin sadece okuma yazma öğretmek olmadığını çocuklara en yakın olan siz değerli öğretmenlerimizden daha iyi kim bilebilir.
Hiç kimse yerinde sayarak başarıya ulaşamaz. İnanlar, vazgeçmeyenler harekete geçenler başarır. Bunun en önemli işlevsel boyutlarından biri hiç kuşkusuz sanattır.
Sanatın yetkin dilidir. Burada sizlerle şiirin ortak diliyle bir arada biz olduk. Bu evrenin size ihtiyacı var.
Bizler masalların anlatıldığı, arkası yarınların dinlendiği rüya zamanının çocuklarıydık. Teknolojiyle geç tanıştık.
Herkes bilgiye ulaşma şansına sahip yeter ki kendimizi sağlıklı bir şekilde ve doğru yöntemlerle besleyip olgunlaştıralım.
Ülkemizin; aydın gençlere, ülkesine ve tüm insanlığa faydalı, kendi ayakları üzerinde duran vicdanlı ve çalışkan çocuklara ihtiyacı var.
Geleceğin anneleri kızlarımızın aydın, vicdanlı kendi toplumunun sosyal yapısının tanıyan ve kendi varlığının bilincinde olan saygın bir nesilin devamı için iyi yetişmelerine ziyadesiyle ihtiyacımız var. Bu bağlamada YİBO’nun varlığını çok önemsiyor ve değerli buluyoruz.
Bu etkinliğin oluşmasında emeği geçen Okul Müdürü Bülent Aşçı’ya, Rehberlik öğretmeni Şeniz Kasımoğlu’na, Türkçe Öğretmeni Semih Zorlu’ya ve emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz.
Ardahan Kültür ve Sanat platformunun düzenlemiş olduğu şiir yarışmasında dereceye giren şiirleri değerlendiren, değer katan değerli şair ve yazarlarımızdan sayın Erdal Çakıcıoğlu, Metin Kaya, Tuncer Avcı, Raif Zor, Murat Kasımoğlu, Gülsen Dede, Deniz Çelik, Güven Kahramanoğlu, Derya Avşar, Öner Kina'ya emeklerinden dolayı teşekkür ediyorum.
Ne mutlu bize payımıza düşen sosyal sorumluluk projesinde farkındalık oluşturmak adına sanatın yoldaşlığında çocuklarımızın yüreklerine derya da bir damla da olsak dokunabildiysek!
Ardahan Kültür ve Sanat Platformu Başkanı
Olcay Kasımoğlu

28 Kasım 2019 Perşembe

Yorgun Çürümüş Yalanlardan

''Kalemler mi kırıldı
Canlar mı bu kadar ürkek
Ne hayattan
Ne sanattan bir haber
Varsa yoksa bir magazin -bir spor
Siyaset kapalı kapılar ardında
Ötesini ne sen söyle
Ne de bana sor.''
Kumda balık olmak gibidir, yasakçı zihniyetin olduğu ülkelerde gazeteci olmak..!
Peki; insan yaşamını, ifade özgürlüğünü,hürriyetini, sadece yasayla korumak mümkün müdür?
Değildir elbet, bunun için insan olma erdemlerine sahip olmak gerekir her şeyden önce.
Gazetecilerin olmadığı, özgürce çalıştırılmadığı, yasaklanıp, sansürlendiği toplumlarda, demokrasiden söz etmek mümkün değildir.
Gazetecilerin, gazete çalışanlarının susturulduğu toplumlarda, sokaktaki insan "kör, dilsiz, sağır" demektir.
Basın özgürlüğünün olmadığı yerde; vicdandan, eğitimden, konuşma ve yaşama hürriyetinden bahsedilemez.
Devlet, vatandaşına; yasaların yürürlüğü ve koruyuculuğu hakkında olsun, çıkan kanun,yasa ve tüzükler hakkında olsun, vatandaşını basın yoluyla bilgilendirmek zorundadır.
Bunun içinde, basının; düşünce ve ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, halkın haber alma hakkını, bilgi edinme hakkını, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünü, sendikal hak ve özgürlüklerini güvence altına alarak vatandaşına, sorma sorgulama hakkını verecektir.
Demokrasi ile yönetilen ülkeler vatandaşına bu sosyal adalet anlayışını sunar. Haber alma ve yorumlama hakkına saygı duyar.
Adalet herkes içindir. Bu bilinçle hareket eder.
Bir ülkede; zenginler, iş birleştiriciler ve işini bilenler; basına müdahale etmeye başladığında, orada “gerçek olanı” derin uykulara gömdüğümüz noktasına geliriz, geliyoruz buda akla zarar, yüreğe zarar.
Ahmet Selçuk İlhan'ın şiirin de dediği gibi;

''Yorgun çürümüş yalanlardan
Suya yazılmış yazılardan
Üzerindeki yıllanmış tozlardan
Ve gündelik yaz- bozlardan
Üç günlük aşklar
Keyifli mekanlar
Yemek tarifleri
Gece kulüpleri
Ziyafetler
Kıyafetler
Rezaletler
Ve en acısı
Faili meçhul cinayetler
Katil kim
Suçlu kim
Günahkar kim
Yok mu bu izi sürecek bir yürek''
İnsan, akıl, yürek, vicdan bütünselidir, gerçek ve erdemli basını aradan kaldırmak, aklın tutulmasıdır ?
Sadece bunu devlete yüklemekle işin içinden çıkılmaz aksine kurdu besleyen gerçek bahçeye, gazete patronlarına da öz eleştiri getirmeliyiz.
Hangi hükumet iş başına gelirse rüzgarın yönünü oraya tayin eden gazete patronlarına.
Tek düşündüğü gazetesinin tirajıdır.
Özellikle, gazeteye ''kalemiyle emek verenle, gazete patronluğu'' bana göre çok ince bir nokta, bu bölümü asla ve asla göz ardı etmemek gerekir.
Sırf bu nedenden dolayı bir sürü gazeteci işsiz kalmıştır, gazete patronun desteklediği siyası ve politik görüşe karşı çıktığı için. Villalarını, şatolarını, lüks yaşamlarını kaybetme korkusuyla, gündemin ve günün adamlarının gazetesi olurlar. Kendi çalışanlarından bir gazete muhabirinin gerçekleri yazmasının nasıl bir akıbeti olabilir, artık siz düşünün ?
Bu demek değildir, gazeteci istediği gibi hareket eder bundan da bu anlaşılmasın.
Gazeteci istediği gibi hareket edemez,sorumlulukları vardır,erdemli insandır,dürüst ve adildir,günün adamı olmaz her daim doğrunun ve haklının yanında olur. Kendi siyası düşüncesine ters bir insanı, sırf farklı bir görüşte diye zindana göndermez, haklı olduğunu bildiği konuda susmaz. Benim ekmeğim sadece bal görsün demez,bencil değildir.
İyi bir basın emekçisi olmak ''ruhsal olgunluk ve sağlam karakter'' ister, buda büyük resmi net görmesini sağlar.
Basın emekçisi; empati yapmamıza, kişiler arası iletişim de diyalog kurmamıza vesile olur. Diyaloğun kurulduğu iletişimlerde ise sorunlar daha kolay hal olur.
Gazetecisine, çalışanına sahip çıkmayan nice ''gazete patronları'' varken, her şeyi devlete yükleyip, diğer gerçekleri göz ardı edemeyiz.
Arkadaşları hapse gönderilirken, hangi gazete sahipleri sendikal eylemini yaptı ? Hiçbiri...kendi çalışanına sahip çıkmayan,işten atılan,hapse giren bu kalem emekçilerinin, mağduriyetini anlatmanın tek yolu basın iken bu çelişkiye vatandaş ne desin ?
Herkes mektepli değil ki,herkes ilim ve bilim yolunda ömür tüketmemiş ki ! Bir kısım duyduğuna inanır, bir kısım da karnını doyurana !
Bu noktada senin vatandaşı aydınlatma, bilgilendirme gibi insanı bir sorumluluğun varken; kendi çalışanını bile, doğruyu yazıyor diye kapı dışarı edersen vay vatandaşın haline !
Gazeteci; kendinden farklı olanları kabullenmeyi, farklılıklardan doğan zenginliği fark ettiğinde ''kalemi'' siyahı, beyaz diye yazmaz.
Medya holdinglerinin, tekelci medyanın; basın emekçileri üzerindeki baskısı artıkça, basın özgürlüğünden bahsetmek mümkün olmayacaktır.
Kötü çalışma koşulları, işten atmalar, kapitalizmin etkileri, sansürün, oto sansürün, basın emekçilerinin başlıca gündemi olmaya devam edecektir.
İşsiz, yasaklı, susturulmuş gazeteciler günü olmaması temennisi ile Bir ülkede; zenginler, iş birleştiriciler ve işini bilenler; basına müdahale etmeye başladığında, orada “gerçek olanı” derin uykulara gömdüğümüz noktasına geliriz, geliyoruz buda akla zarar, yüreğe zarar.


"okuyanlar, okuduklarını bize söyleyenler
kitap sayfalarını haşur huşur çevirenler
kırmızı ve siyah mürekkebin ve resimlerin sırrını çözenler
işte onlardır bize önderlik eden
rehberlik eden, yol gösterenler" (Aztek el yazmalarından)


olcay kasımoğlu

Uzun Uzun Yağmuru Okuyorum

Allı telli bir bulut olup olup ta
Sökülsem kırılan yerlerimden..
İnsanlar gerçeklerden uzaklaştıkça, gerçeği hatırlatanlardan nefret eder oldu.
Eteklerimizde taşlar ve ruhumuzda yaralar var oldukça kanayacak hep bir yerler.
O zaman taşlarımızı ayaklarımıza düşürmeden, kanamadan geçebilir miyiz bu hayatın içinden ve kimseler incinmeden geçmişin acılarını çıkarabilir miyiz gün yüzüne ?
Yaşanan toplumsal olayları incelemeden, irdelemeden, sorgulamadan, sağlam gerekçelere dayandırmadan suçlamak ve yargılamak sağduyudan, öngörüden uzak insanların işidir.
Hiç kimse, yaşanan toplumsal olayların üzerinde durup düşünmüyor. . Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes bencilce kendini düşünüyor.
Peki, hangimiz özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya, yada kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
Arınmanın olduğu yerde, yeni tomurcuklar filizlenir, öfke kin nefret fışkırmaz..
Herkes yüzleşmeli ve silkelenmeli tarihin küf kokan odalarından, çıkarmalı yalanı-dolanı,kıyımı...
Ancak o zaman demokrasiden, insan haklarından, korkmadan,ürkmeden,sancılı rüyalar görmeden bahsedebiliriz..
İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
Gönül gözüm açılıp, ufkum genişledikçe*
Unutup yaşamanın hor türküsünü
Ovada
Dağda saklı bir mavi için
Uzun uzun yağmuru okuyorum
Uzun uzun ıslığını taşıyorum rüzgarın

22 Kasım 2019 Cuma

Zaman Kanatlı

Hayatımız; savaşlarla, dünyayı yağmalamakla, birbirimizi boğazlamakla geçiyor.
Sevgimiz olmadıktan sonra; daha çok paramız olsa, daha üstün olsak, daha çok toprağımız, evimiz arabamız, malımız olsa ne olur?
Sevgimiz yok, hiç bir şeyimiz yok.
Belki de yeniden öğrenmemiz gereken budur...
Bize sunulan basmakalıp hayatı yaşamaya o kadar çok heveslenmişiz ki bir türlü yırtıp çıkamıyoruz...
Yırtıp çıkmak çoğu zaman külfet gibi geliyor.
Hepimiz bir kıskacın halkalarında dönüp duruyoruz.
Birbirlerini kandıran ve mutsuz hale getiren bizler değil miyiz ?
Anlamıyorum ne düşmanlığımız var birbirimize, nedir yeryüzünde paylaşılmayan ?
Farklı görünüşlere sahip olmaktan başka üstünlüğümüz de yok.
Eksik bedenlerin içinde bilge bir ruh olmayı başaramadık.
Dilimiz yüreğiyle konuşmuyor, kimi zaman riyakar kimi zaman samimiyetsiz!
Adam gibi sevmesini de, sahip çıkmasını da beceremedik.
Birbirine en yakın insanlar bile birbirlerini anlamaya çalışmıyor.
Oysa zaman safir, zaman kanatlı, kimseye torpilde yapmıyor.
Unutmayalım her gönül başka bir gönülde ışığa durur ve ışığıyla dünyayı aydınlatır.
Ve zenginlik, güç talihin verdiği hediye olabilir ama iyi ve doğru dürüst olmak ''MUTLULUĞU VE SEVGİYİ'' sanata dönüştürmek tamamen kişinin kendi erdemlerinin sonucudur...
Olcay KASIMOĞLU

Bir İnce İştir Yaşamak Dediğin

Duymazdım önceleri durgun suların türkülerini/ oysa; yüreğimi gün ışığına çıkardığım dan beri/ bütün türküler sesimin rengi
BİR İNCE İŞTİR Yaşamak dediğin!
Mal-mülk yormasın yaşam keyfini, arzular nefsin kölesi olunca bükülür insan beli.
Iskalamamak için yaşamı; hayatın her zaman planlandığı gibi olmasında ısrar etmeyip, yüreğimizi o anda “olanlara” açık tutmak düşüncesi de olmalı.
Hayatın bize çelme takmasının, iç motorlarımızın arıza yapmasının en büyük nedeni; çoğu zaman istek ve arzularımızın çıtasını yüksek tutma ve gerçekte olduğundan farklı hale getirme ısrarından kaynaklanmaktadır.
Hayat her zaman istediğimiz gibi gitmez; virajları vardır, dipleri yaşarsın, üst katlarda alt katlarda dolaşırsın.
Bütün mesele bunları nasıl karşılayıp, yaşamımıza nasıl uyarladığımız ve o anın gerçeğini ne kadar kabul edebildiğimizdir.
Bunun içinde; ruhsal olgunluk ve sağlıklı bir sevgi anlayışına sahip olmak gerekir.
Yüreğinizi bu şeklide açarken amacınız yakınmalardan, reddedilmekten, ya da, başarısızlıktan hoşlanıyormuş gibi görünmek olmamalı sadece hayat umduğunuz gibi gitmediğinde iç motorlarımızı çalıştırıp, ben ne yapabilirim, bana düşen ne, nasıl başa çıkabilirim ?
Yoksa ben bittim, lanet olsun, ''neden ben'' gibi serzenişlerin hiç kimseye faydası yok.
Hayat hiç kimseyi kayırmaz, torpil yapmaz.
Yaşamın içinde, hayatın her zaman aynı çizgide gitmeyeceği bilincine sahip olduğumuzda perspektifimiz derinleşir.
Hayat anlaşılır ve eğlenceli olur. Her şeyine rağmen !!

ey sevgili
mavi kokulu karanfillerden güzelsin
fakat ne gelir elden
yırtık ama mavi
bir çığlık şehrinden geldim
çocuklar kadar beyaz
çocuklar kadar mavi değilim
Olcay KASIMOĞLU

19 Kasım 2019 Salı

Anlatılamayanın Sessizliği...

"Bir suskunluksun cevabı olmayan," dedi Yabancı Adam kadına.
"Evet" dedi Kadın." İnsanlar kendilerini riske atmalı, Ağaçlar için, dağlar için, aşk için, kuşlar, yaylalar....Sevgi sadece insanlar demek değildir, ayrıca ağaçlar, hayvanlar ve çiçekler demektir. Ve de kadınlara kıymamalı hoyratça erkekler... Bu haksızlık giderilmediği sürece ağlamayı, konuşmayı erteliyorum."
''İnsan değiştirmek istediklerini değiştiremediğinde, umuttan çok umutsuzluğa mahkum hissettiğinde, kederi artık varlık nedeni haline geldiğinde yani kendisini değersizleştirdiğinde bir “hiç” gibi hisseder. Ve bu doğaldır ancak bize “hiç” gibi hissettirenleri de göz ardı etmemek gerekir belki de.''
İnsan, çoğu zaman kendine bile susa biliyor. Canının yandığı yerleri bile bile,yüzüne gülüşler yerleştiriyor. Bazen kelimeler bile yetmiyor,dil susuyor, sözler dolanıyor. O zaman geriye anlatılamayanın sessizliği kalıyor.
Bazen daha fazladır her şey.Hepimizin su alan, incinen duvarları var. Yeter ki kalbimizde ki sağanaklara hayat vereni, verenleri fark edelim.
Işığa ve akışa gizemli bir geçiş sağlayan, bütün mışlardan, muşlardan arınmış olarak...
Bırakalım girsin içeri ışık..Yaşam bir nefes...

Olcay Kasımoğlu

17 Kasım 2019 Pazar

HABABAM SINIFI

Sahi "Hababam sınıfı" neden bu kadar sevildi?
Filmini izlerken öğrenci öğretmen bağlamında görünmez bir bağ, iyileştirici bir şefkat film boyunca kendini bize hissettirir.
Müzeye çevrilen "Hababam sınıfı"nın çekildiği yeri
ziyarete giderken birine, birilerine kavuşmanın heyecanını hissettim.
Dokunduğum kapı tokmağı, pencereler, merdivenler izlediğim bir film karesinden çok öte bir anlama bürünmüştü.
Hababam sınıfı filmi öylesine içselleşmiş ki ruhumda gerçekten yaşanmış mıydı, film miydi noktasında kendimi buldum.
Özlediğim insanları görmeye gelmişim gibi hissettim.
Anlatımın yeteriz kaldığı bir andayım desem abartmış olmam.
Bütün bu hissiyatlarla birlikte;
Her sinema filmi bir anlamda çekildiği dönemin sosyal,
ekonomik yapısına ilişkin önemli kanıtlar sunmaktadır.
Bu yapısı ile hem toplumun aynası olabilmekte hem de bu boyutlarda bireylerin algılarını etkileyebilmektedir.
''Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı Cervantes’in “Don Kişot”u gibi kendi çağının toplumsal eleştirisi olduğu kadar, Rıfat Ilgaz da çağının tanığı... Hababam Sınıfı da çağının toplumsal eleştirisini çırılçıplak gözler önüne seren aynasıdır.
Cervantes’in romanında Don Kişot karakteri ne ise, Ilgaz’ın “Hababam Sınıfında ki Kel Mahmut karakteri de o!'
Bizi izlerken gülümseten bu film asıl gücünü, Rıfat Ilgaz’ın;
Bir sosyal antropolog, toplumbilimci, eğitimci, öğretmen ve büyük bir mizah ustası olmasına borçludur.
İnsanların eğitim ve okul yaşantıları her dönem de sinema sektörünün önemli bir malzemesi olmuştur.
Bir insanın yaşamının önemli boyutlarından bir tanesi de hiç kuşkusuz eğitim yaşantısıdır.
Rıfat Ilgaz, “Hababam Sınıfı” romanındaki tipleri, birer sanatsal, edebi gerçekliğe dönüştürerek, mizahın çarpıcı diliyle verirken hem eğlendiren hem düşündüren bir mizah dili örgüsüyle yapmıştır.
Sanatın insan algısını nasıl yönettiğini gözler önüne seren, haylazların anılarına yolculuk başlatan bu renkli yer muhakkak gezilmeli, görülmeli.
Köşe başı bana göz kırpıyorlardı.
Kim buna yalan diye bilir ki😊🌹

ŞİİRLERİN YURDUNA GEZİNTİ

''Sanat eseri, ustalığını işlevi için göstermeli bence...''
Yaşama sevinci ve direnç vermeli ya da öfkeyi tazelemeli. Ayrıca tutanağı olmalı yaşanılanların.
Hayatımızdaki tüm insanlar ve eylemler bir özelliğimize ayna tutmaktadır. Bu bakış açısıyla bakıldığında şairin ve şiirin farkındalığı olmalı.
Şair;
Sadece kendi yaşamını, yaşadıklarını kaleme almaz, yaşama bir bütünlük içerisinde bakar. Bu bütünün içinde her şey, herkes vardır.
Başkalarının gözünde yüreklere inmenin ince duyarlılığıdır, anlamaktır, anladığını yorumlamak ve sezgilerini, anlatabileceklerini biçimlendirebilmektir.
Şiirse;
Hayatın kendisi ve hayat kadar örgütlüdür ve evrensel bir değerdir.
Şairse olgun insandır ve bu olgunluğun yansımasında, haksızlıklara karşı çıkabiliyorsa, duyarlıysa, eşitliğe, adalete, özgürlüğe önem veriyorsa iyi bir okurda, şair duyarlılığına sahip olabilir.
Şiirin içinde ki yolculuklarımda kimi zaman yüklenip bulutu yağdım toprağa, kimi zaman asi bir rüzgar oldum savruldum diyar diyar.
Düşman kalelerini yerle bir ettim, ihtiyarladı silahlar, hiç bir değer parayla satın alınamadı dizelerimde...
Zaman oldu yalanın, talanın, onursuzun, fesattın üzerine dizelerimle baş kaldırdım.
Kiminin gözlerinde içtim güneşi kiminin mavi saçlarında yıldız oldum kimi zaman da anılar bahçesinde yaşsız bir kalple hayata gülümseyen bir albümün yüzü.
Diyar diyar sevda üfledim dizelerime, üfledikçe sevdadan başka bir şeye inanmıyorum.
Toprak kokusu olmayan yağmur, tuzsuz bir yemek, yolu olmayan bir dağ, mavisiz gökyüzü, çocuksuz anne, dalgasız deniz, aşksız hayat nasılsa ‘’şiirsiz bir hayatta’’ bana öyledir.
Zincirleri yok, ülkesi yok, yıkandığı nehir benim ruhum ve o ruh hiç kimseye kul değil.
Yaşamın içinde gürül gürül akan dingin bir nehir.
Ve şiir, imgesi ve duyarlığıyla insana yer değiştirtmelidir.
Şairin bilinç ve vicdan yurduna iyi bir okurda şair duyarlılığıyla şiirin direngen ruhuna minnetle sarılıyor şiir emekçilerini kutluyorum...

YAŞADIKÇA

İnsan yaşadıkça; sır yerkürenin içinde ki mananın sırrına tam muaffak olamasa da, bir çok şeyi doğru yerden görmeyi ''ÖĞRENİYOR'' sonunda !
Yaşadıkça; yaşamın içine aktıkça, içinde ki öz söyleşir, gönül penceresi açar kapılarını.
Zamanla birlikte; sorular doğruysa hangi duvar yıkılmaz, hangi gönül penceresinden tülü kaldırmaz !
İnsanların içinde; iyiler ve kötüler olduğunu, her insanin içinde,
iyilik ve kötülük bulunduğunu görürsün.
Bu ikilemi, kişinin nasıl yontabildiğini ve hangısını öne çıkarabildiğini etkileşime geçtikçe, yaşadıkça anlarsın.
Sonra insan tenini o tenin altında bir ruh bulunduğunu, ruhun tenin üstünde olduğunu görürsün.
Aydınlanmanın yollarını ararsın; görürsün ki aydınlanmadan, karanlığın yırtılmayacağını görürsün.
Birlikte yaşamanın önemli olduğunu, bunun için ''bölüşmeyi,hakkaniyeti,sosyal adaleti'' öğrenmenin yaşı olmadığını ve insanca yaşamak için elzem olduğunu öğrenirsin.
İnsanların; kendilerine rağmen, gidecek yol bulabildiklerini görür, şaşırırsın.
Kalıplar içinde düşünmenin, düşünce boyutlarını nasıl örselediğinin farkına varırsın...
Gerçeklerin; kimine göre gerçek, kimine göre değil bunu öğrenirsin.
Baktığın yerle, durduğun yer arasında nasıl ince ayarlar olduğunu anlarsın.
Senin doğrunla benim doğrumun, aynı evren de, farklı olabileceğinin şaşkınlığını yaşarsın.
Kapalı pencerelerin ardından hayata bakmakla, gökyüzünde uçan bir kuşun bakışıyla bakmanın farkına, farkındalığına yaşadıkça varırsın.
İnsanın insana üstünlüğü nedir diyen sorular içerisinde bulursun kendini.
Sonra; üstünlüğün kıstaslarında kendine bir yol bulmaya çalışırsın, kendi yüzünü aynada görmeye başlarsın, gördüğün seni yanıltmaz, kendine aydın, kendine adıl kendine insaflı olmayı öğrenirsin.
Kendine yolculuklar başlar...olgunlukla birlikte, kendine saygısı olmayanın yanında saygı aramazsın, mücadele etmekle, gereksiz kavgaları birbirinden ayırırsın...Ve sabrın,değenler için bir mücevher olduğunu, gereksizlere harcandığında ise yerini keşkelere bıraktığını anlarsın....
Vicdan sahibi olmak, vefa...bunlar var ise diğerleri zaten eşlik eder...farkına varırsın.
Namusun ''insan vicdanı'' olduğunu anlarsın ve yalanın ocağı olmadığını, iyiliğe duran hiç bir yerde yeşermediğini VE sevmenin yazılı hiç bir kuralı olmadığını, sevmenin yaşamanın ruh kapısı olduğunu anlarsın.
Anlarsın ''CESARET'' edip yaşamadan, hiç bir gerçekliğin farkına tam olarak varamazsın....
Olcay KASIMOĞLU

15 Kasım 2019 Cuma

Neden Yalan Söyleriz

İnsan neden yalan söyler? Neden buna ihtiyaç duyar ?
Hepimiz, yalanın kötü bir şey olduğunu öğrenmişizdir buna rağmen hepimiz hayatımızda mutlaka bu yola başvurmuşuzdur.
Bazen çok güçsüz kalırız sorumluluk yüklenmemek için yalandan bir şeyler söyleriz. Egomuzu tatmin etmek, acizliğimizi saklamak adına, sevdiklerimizden acı olayları saklamak adına yalan söyleriz…
İnsanlar, yalan ve yalancılık üzerine bir çok görüş ileri sürer, yalanın ne kadar kötü olduğu anlatılır bu konuda örnekler verilir.
Sahi yalan nedir, neden yalan söyleriz?
Karşımızda ki insana, bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylediğimiz her söz bir aldatmaca değil midir?
Böyle bir dürtünün içinde olmak sadece çıkar amaçlımı kullanılır yoksa içinde başka dürtüler varmıdır ?
Mesela; eğlenme, intikam, kötülük yapma isteği listeyi uzatmak mümkün. Bunların hepsi kişinin içsel dürtüleri tarafından tetiklenir.
Korktuğumuz için yalan söyleriz, başımızdan savmak için yalan söyleriz, köşeye sıkıştığımızı hissettiğimizde yalan söyleriz.
Yalan söylemek ve doğruyu söylememek arasında çok ince bir çizgi var.
Doğru söylediğimizde doğacak sonuçların etkileri, karşılayabileceğimiz kadar hafif değildir.
Şuna yürekten inanıyorum; doğru olanı kabul ettiğimizde kendimizle ilgili eksik bir yönümüzün açığa çıkacak olması, yalanı savunma mekanizması olarak kullanmamıza neden olabilir. Yalanın olduğu, yaşandığı bir dünyada kendin olarak kalmak, yalan söylememek gerçekten zor lakin imkansız değil, bunların da bir bedeli var.
Doğru olduğunda ve eyleme geçirdiğinde önünde zorlu bir süreç başlar, kendinden çok yalan söyleyen insanlarla mücadele edersin, yalanın doğurduğu sonuçlar seninde yaşamını dolaylı etkiler.
Doğru olmak o kadar da basit bir tercih değildir. Doğru söylediğimiz de doğacak sonuçların etkileri, karşılayabileceğimiz kadar hafif de değildir.
Doğru olmak her durumda ve olay karşısında olanı olduğu gibi ifşa etmek sorumluluğunu gerektirir.
Doğru oldukça, doğruları savundukça toplumda her zaman güvenilir ve istenen insan olman, yalan söyleyen için seni potansiyel tehlike yapar. Sen onun için bir engelsin ve yok edilmen gerekir o ne kadar yalansa senin o kadar doğru olman onu yolundan alı koyabilir. Doğru olmak emek ister, sabır ister.
İnsanlaşmak, derinliğine aydınlanmak demektir, yalan ise kolaydır emek istemez, sabır istemez hep yolları kısa, kolaydır, zayıf ve mağdur insanların acılarından faydalanmaya açıktır, yüzsüzdür, erdemli olmadığı içinde her yol onun için mubahtır.
Bazen uğranılan haksızlıklar sonucu birikmiş öfke de yalanın nedeni olabilir. Bazen de yalana neden olan zihin karışıklığıdır.
İkili ilişkilerde sık sık yalan söyleniyor olmasının nedeni genellikle çıkarlar için kullanılan en doğru yöntemin yalan olduğunu tecrübe etmiş olmakla birlikte en kolay yol olduğu için maalesef en sıkta başvurulan iletişim tarzı olmuştur. Söyle kurtul, ne kadar basit değil mi !
Düşünsenize ; etrafımızdaki herkes bunu yapıyorsa ya da doğruluk konusunda edinmiş olduğumuz hassasiyet ilişkilerimizi zorlaştırmaya başlıyorsa, yalnız kalmaktan korktuğumuz için geliştirilmiş bir alışkanlığa dönüşmüş olabilir yalanlarımız.
Aslında yalan söylemekten çok yalan söyleten durumları incelememiz gerekir.
Bir insan neden yalana ihtiyaç duymak zorunda bırakılır, bunu da sorgulamamız gerekir. Biri bize yalan söylediğinde oturup bunu düşünmemiz gerekir. Onu, "neden yalan söylemek zorunda bıraktığımızı"...
Elbette bize yalan söylendiğinde kendimizi kötü hisseder ve tek suçlunun yalan söyleyen kişi olduğuna yürekten inanırız. Ama çoğu zaman bu doğru değildir.

Kişilerin özel alanlarını ihlal etmemek gerekiyor. Söylemek istemediği bir konuda ısrar edersen, susma hakkını elinden alıyorsun o zamanda zorla söylettiğiniz sözcükler ürkütülmüş gerçekler halini alır, sizde azmettiren olursunuz ne kadar düşündürücü bir sonuç değil mi!
Bazen sırf kendi merakımızdan dolayı insanları zor durumlarda bırakıyoruz.
“Bilimsel olmayan merak maraz doğurur” Evet hayatımızda yalanlar olmasın, yalan söylememek için kullandığımız susma hakkı da ihlal edilmesin bu çok önemli...

İnsanlar yalan söylemek zorunda kaldıkları insanlardan uzak durmak isterler, buda zamanla köprülerin yıkılmasına ve aşılmaz duvarların oluşmasına neden olur.
Her ne olursa olsun yalanın mazereti, yalanı meşru yapmıyor.

Yunus Emre’nin şu sözünü severim; derler ki ''ey yunus, ormanda başka ağaç yok mu hep dosdoğru odunlar getirmedesin'' soran Taptuk emredir ve Yunus Emre derki bu kapıdan odununda eğrisi giremez...Bu kadar, kalben inandığın gibi yaşarsın...

Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalanın olduğu yer bataklık gibidir, inandıkça içine çeker. Doğru yalnızdır, çamurla sıvanamaz.

Yalanın geleneği var, takipçisi var, kolayına kaçmanın emeksiz sığınağı var. Oya senin doğrunun her gün emeğe durması var, her gün doğan gün gibi arınması gerek.
Doğru bilenmeli, sınava çekilmeli, yenilmeyen doğru yenmiş sayılmaz ki !
Yalana karşı, içinde sabrı işleye işleye, emeği bileye bileye…
Olcay Kasımoğlu

14 Kasım 2019 Perşembe

Üretmeyenlerin Değerinden Söz Edemeyiz.

''Her başarılı, zengin insan mutlu insan demek değildir. Mutlu olmak bazen küçük bir dokunuşta, içten bir gülüşün hüznümüzü dağıtmasında, bazen de içten bir sarılmanın enerjisinde saklı. Maalesef kalıplar içerisinde veriliyor hayatın dinamikleri.
Oysa sağlıklı geçirilen bir çocukluk ne kadar önemliyse yetiştiğimiz çevre, aldığımız eğitim, içerisinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik durum ve bununla birlikte yaşamı birlikte paylaştığımız insanların bize yansımaları da bir o kadar önemlidir. Burada kişinin öz yeterliliği devreye giriyor. Eyer insan kendi yetkinliğine ulaşmamışsa her zaman çevresinin etkisi altında kalıp yaşam pratiğini oluşturamaz. İpotekli bir kişilikle, başkalarının kendi üzerinde söz sahibi olmasına sesini çıkarmaz. Çoğu zaman unutur kendini. Gün gelir yaşam kayınca ellerimizden, kaldırıp baktığımızda kaçırdığı zamanlara bir ah çekeriz. Geçmiş zamana, kaçırılmış fırsatlara hayıflanmak insana hiç bir şey kazandırmıyor. Yaşarken anların kıymetini bilmek, kişisel kaynaklarımızı da seferber etmemiz gerekir. Herhangi bir işi yaparken ortaya koyduğumuz tavır ve davranışlar kişiliğimizle ilgili önemli ipuçları verir. Bir işi nasıl yaptığımız karakterimizi yansıtır. İnsanların işlerini nasıl yaptığına dikkat edin. Duygularını ifade ederken kullandığı kelimelere, olaylara bakış açılarına, çocuklar ve yaşlılar hakkında ki düşüncelerine dikkat edin… İnsan sevmediği hiç bir şeye değer katmaz sadece vazife bilir. Kuralına uygun yapar, İçinde nezaket, hoşgörü, içtenlik olmadan sunulan her şey yavan ve gösterişten ibarettir.. Teknolojik bir rehberden hiç bir farkı yoktur aynı zamanda. İnsan hayati olumlu-olumsuz, küçük ya da büyük başarısızlıklarla doludur. Fakat yaşadığımız başarısızlıkların bizi daha güçlü kıldığı zamanlar da olur. Karşılaştığımız engeller yeteneklerimizi biler; hiç farkında olmadığımız yeteneklerimizi keşfetmemizi sağlar. Karmaşık ilişkiler içinde var olmaya çalışmak bize hayat dersleri verir. Başarısız insanlar, genelde yeteneksiz oldukları için değil, hayat onları zorluklara hazırlamadığı için başarısız olurlar. Sorunlar ve zorluklar bu anlamda en değerli öğretmenlerdir. Birçok başarılı insanın mutlu olmaması bundandır. Önemli olan sadece hedefe varmak değil, vardığımız yerde kendimizle barışık olmak ve gerçekte ne yaptığımız, ne söylediğimizin farkında olmak daha önemlidir. Yaşamımız karmaşık ve ne istediğimizi bilmiyorsak her zaman mutsuz olup mutsuz edeceğiz. Önce kendimize karşı dürüst olalım. Dürüstlük ve erdem, kişiler ve kişisel çıkarlar değil değerler üzerinden verilen mücadeleyle gerçekleşir. Hırsların ve ihtirasların başladığı yerde saf duygular sona erer. Doğal yapıya ters olduğundan, dünyadaki nüfusun büyük çoğunluğu, açıktan yalan söylemez. Onun yerine dolaylı yollardan yalan söylemeyi seçerler.Hiçbir zaman özgür iradeleriyle yaşam üretemezler. Üretmeyenlerin değerinden söz edemeyiz. Doğal yaşamakla ve yaşamsal hakka saygı duymakla, kendini bilmekle başlar anlamlı yaşamak…Harika bir dünya sahnesi var ve herkese yetecek kadar görev dağılımı. İster seyirci ol, ister yönetmen veya oyuncu, yeter ki insan olalım. 'İnsan olmak' en mühimi ve sevmek, sevgiyi seçmek en güzeli... Yeter ki öze dokunsun ve candan olsun, hakka, adalete, sevgiye ve demokrasiye inanalım. Hayat bizi yargılamaz, kendi içinde ki öze ulaştırmak için, bütün evreni kalbimizle dinlemeye davet eder. Yeter ki kendin ol. Kendi hikayenin kahramanı ol ve başkalarını ışığınla aydınlat. Olman gereken değil, olmak istediğin şey ol.''

Tutkulardan Arınmış Bir Zihin Kale Gibidir

İnsan hayattaki amacını bilmezse en küçük sapmada umutsuzluğa düşer, yol ayrımlarında karar veremez. Verdiği kararlara hep keşkeler, amalar karışır. Hayattan ne beklediğini bilmeyenler ne yaparlarsa yapsınlar doyuma ulaşamazlar.
Yazık, güzellikten dem vurup ama'ların üstüne çıkamayan kişilere!
Her insan hayata başlarken hamdır ve hepimizin incinen, su alan yerleri var. Ne olursa olsun hiç kimse meyveler gibi bekleyerek olgunlaşmaz. İnsanın olgunlaşması için emek vermesi, çaba göstermesi gerekir. Yaşantı insana deneyim katar katmasına lakin tek başına olgunlaşmaya yetmez. Yaşlanan ama hiç olgunlaşmayan insanlar vardır. Eğer kişi farkında-lığını geliştirip kendine emek vermezse, olgunlaştırmazsa gönlünü, aklını sadece başkalarının ona biçtiği rol modeli oynar. Oysa; ''Hangi masa üstündür insandan, muhabbeti koyultmamışsa ırmak gibi''
Yaşam sürprizlere gebedir. Aynı zamanda hareketi sever. Hiç bir şey kendiliğinden oluşmaz. Her şeyin kendi içinde bir anlamı ve işlevselliği vardır. Bu işlevselliği harekete geçiren kendi kişisel deneyimlerimiz, beklentilerimiz, hedeflerimiz ve yaşamdan ne beklediğimizle yakından alakalıdır. Sadece oturduğumuz yerden yaşamın döngüsüne hizmet edemeyiz yada sadece seyrederek içimizin akışına bir yol çizemeyiz.
İnsan son nefesine kadar yaşamına yön verecek bilgeliği önce kendi istem ve iradesiyle harekete geçirebilir. Ondan sonrası zaten enerji ve arzuların, isteklerin doğrultusunda kendine akacak yolu muhakkak oluşturur. Değil mi ki hayat okulu bir ömür boyu devam eder.
Buna rağmen insan yaşamı yerleşik düzene geçtiğinden beri sistemli şekilde eğitim kurumları ile insan eğitimi ve gelişim psikolojisi üzerine tez ve anti tezlerle insan yaşamını anlamlı kılmak için bir çok program geliştiriyor. Bütün bu çaba ve verilen emekler yine gelip insanın kendisinde anlam buluyor. Çünkü insan kendi yaşamından sorumludur. Bu sorumluluk bilincini oluşturmak her ne kadar toplumsal sosyolojinin görevi gibi kabul edilse de insan anlayan, sorgulayan bir varlıktır.
Varlık bilincinin fakında değilse farkındalik oluşturması zor oluyor. O zaman değişen, gelişen dünyayı ve toplum yaşantısını anlamaktan uzak kalıyor. Hazır verilen toplum yasalarını peşinen kabulleniyor.
Yaşadığı toplumun ortak kazanımlarına, kayıplarına duyarsız kalıyor. Bencil, peksimet kişiler yetişiyor. Kendini dev aynasında gören cüceler memleketinde ayaklar baş oluyor...
Hiç bir yanlış devam etmek zorunda değildir zira insanlar ölümlü ve toplumsal hiyerarşi ise devam eder. Önemli olan yaşarken yaşamı anlaşılır ve anlamlı kılmak. Başkalarının bize biçtiği elbiseler beden ölçülerimize uymuyor.
Gün geliyor kopçası bir yerden kopuyor. Koptuğu yerde keder bırakıyor. İnsan en çok kendine haksızlık ediyor, en çok da kendinden ürküyor. Yaşamla yüzleşmekten ödü kopuyor. Bir can işte ve yaşam sınırlı. O zaman bu kadar kasıntı, bu gözü açlık, oburluk niye?
Sonuçta yaşam veresiye verilmiş her haliyle o zaman taksitlere bölünmüş bu ömrü, her mevsimin hakkını vererek yaşamak varken neden sığ sularda yüzmeyi seçeriz?
Başkalarının kayıplarından kendimize pay çıkarır en çok da kendimizde eksik bulduğumuzu başkalarının gözlerinde arar, kendimizi unutmaya çalışırız. İnsanız işte. Ağlayan, seven,acı çeken, soran, sorgulayan ve her zaman insan insana gerek anlayışıyla insan sıcaklığına ihtiyaç duyan ölümlü varlıklarız. Ömür sonsuz değil ki?
O zaman niye bu kadar acıyı ve gözyaşını kutsayıp, insan kanından gelecek inşa etmeye çalışıyoruz?.
Herkes umutsuzca başkalarının gözlerinde onay, hayranlık yada sevgi arıyor. Tutkulardan arınmış bir zihin kale gibidir, insanların sığınabileceği daha güçlü bir yer yoktur.

Maalesef bunları okullar da bize öğretmiyorlar. Bu gerçeğin farkına varmamız da zaman alıyor. Birey olarak bu farkında-lığa erişip hassas dengeyi yakaladığımız zaman, hayatın bize sunduğu fırsatları daha iyi değerlendirebiliriz. Yaşamı sadece kitaplarda okuyarak inşa etmeye çalışanlara yaşam çok da bir şey katmıyor eyer derinliğine aydınlanmamış-sa, egolarından sıyrılmamış-sa.... Yaşam, hareketin içinde olan insanlara bir şeyler katar. Boşuna demiyoruz seyirci değiliz yaşamın ta kendisiyiz. Yazanlar, çizenler sadece hayal gücünü kullanarak bir ürün ortaya çıkaramazlar. Kuru, işlevsiz bilgi yüklemesinden öteye gitmez. Yaşantıyla birlikte hayal gücünü harekete geçirerek yaşama kalıcı izler bırakabilirler. Yaşamı tüy döşeklerde istirahat yeri görenler yaşamı ıskalarlar.
Olcay Kasımoğlu

Bazı Hikayeler Yarımdır


Anlamadıysan yeniden yaşarsın
Fark ettiysen yenisini yaşarsın.

Mevsim sonbahar, göçmen kuşlar çekildi yuvalarına. Tomurcuklar başını gömdü toprağın karnına ve her şey bir o kadar suskun bahara..!

Ya insan, insan kendiyle boğuşuyor, çelişiyor unutuyor insan olduğunu.
Her şey yaşamak üzerine kurgulanmışken, tüm şarkılar, türküler buram buram yaşam ve sevda kokarken, insanlar da bir dünya, bir mal mülk edinme telaşı!

Yaşarken mi öldürüyoruz sevdiklerimizi, yada gülde dikeni unutan biz miyiz ?
Dokundukça ''Ah'' diyen sese kulaklarımız sağır, yüreğimiz kör, kapılarımız kilitli, ruhlarımız sakat.
Bir dünya telaşına kapılmışız, bir ben bilirim, bir ben haklıyım nidalarıyla kendi içimize yuvalanır dururuz.
Telaş dediğinde, maldan mülkten, mevkiden, diplomalardan, başkalarının gözünde değerli olma, onanma sancılarıyla etrafımıza örülmüş bir cendere.
Sevmiyoruz kendimizi.
Yaşamı kutlamak değil, ölümü kutsamak öğretiliyor bize.

Ölüme dair, Seneca’nın seslenişi oldukça etkileyicidir;

“Ölümün olduğunu öğrenir öğrenmez, hayattan çekilmeye karar vermemişsek, burada bulunmamızın tek nedeni var mutlu olmaktır.
O zaman, üçgenin ille de üç kenarı olacak diye bir kural koymaya biliriz…” Ama insanoğlu kural koyar, insan oğlu nefsinin kölesidir, çok azı nefsini terbiye eder. ben ben diye bağırır durur, bencildir.
Kendimize adil, kendimize namuslu, kendi egolarımız tavan oldukça , aramızdan usul usul kayanları göremeyeceğiz, sessiz çığlıkları duyamayacağız.

Ozanın dediği gibi, “Hayat sunulmuş bir armağandır insana.” ama ne kadarımız bu armağanın değerini biliyor, ona hakkını veriyoruz?
Yoksa, hoşumuza gitmeyen bir armağan gibi, onu bir kenara koyup, eskimesini, yok olmasını mı bekliyoruz?

Ya da kaybetmek midir ölüm?
Varlığın esas olan huzura, serbestliğe kavuşması mıdır?
Her ölüm, erkendir diyen şair yanıldı mı bir yerde?
Esas olan, yaşamın ne manaya geldiğini çözemeden ayrılmanın garip yoksulluğu mu, yoksa sonsuzluk dediğimiz, aslında yaşamdaki sonsuzluk değerinde bir an mıdır?

"Çoğumuz ömürlerimizi sadece minik bir "kelebek etkisi" için yaşıyoruz belki de. Ama o etkiyi yaratacak dönüşümlerden ya da çabadan fersah fersah uzağız. Haliyle dünya bir bumerang gibi bize geri dönüyor bu durumda, hiç değişmeden... İşte bizim trajedimiz bu, içten dışa büyüyen bir kısır döngü."
Oysa, insanın huzur ve memnuniyeti dışarıda değil içindedir.

Ve bizler ölümlü dünyaya, bitimli hayatlar almaya çalışıyoruz, birde bakıyoruz ki;
“Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrümüz, vakit gelip, sandıktan çıkarttığımızda bakıyoruz tedavülden kalkmış.

Evren bile tamamlanmamış hiç bir şey bırakmazken, eksiğe müsemma gösterir mi yaşam sizce?

Bitmemiş aşklardan düğümlere, yaşanmamış duygulardan tatmin olunmamış ilişkiye, dengesi şaşan terazinin eksik kalan kefesine, gizliye saklıya, arkadan iş çevirene, hırsından delirene, tutkusuna yenik düşene, can yakana, can alana, dönüşüme direnene, dönüştüremeyene, ben deyip bize geçemeyene yaşam bir şey verir mi sizce?

Bir insanın yaşama kattıkları, kültürü, ahlak anlayışı, ait olma bilinci kendine namuslulardan olmamalı.

Yaşama kırgın, kendimize küs, umutları ayağından vurup, bir ipe dolayıp boynumuzu yada kör bir kurşunla hoş çakal diyenler kadar, yaşarken kendini bulamayanlarda beni bir o kadar üzer...

Olcay Kasımoğlu


13 Kasım 2019 Çarşamba

Neyin Ne Olduğunu Anlamak İnsanı Besler.

İnsan önce kendinden başlamalı.
Kendini bulmayan, kendi olmayan kendine ait bir yaşam oluşturamaz.
Bilgi ve eylem insanı değiştiren iki temel araçtır. Ne sırf bilgi, ne de sırf eylemle köklü bir değişim gerçekleştirilemez.
Bu çağ sığ adamların, paranın tanrısını yaratanların, gözümüzün içine baka baka yalan söyleyenlerin çağı olsa da halen inanıyoruz doğrunun haklının kazanacağına.
Üreten insanların saygısını ve başkalarındaki en iyiyi bulabilmek ve dünyayı olduğundan biraz daha iyi bırakarak terk etmek, sırf siz yaşadınız diye bir insanın daha rahat soluk almış olduğunu bilmek… İşte, başarmış olmak budur.
Bakın;
Anetta Inselberg'in dediği gibi bir karga boku kadar bu hayata bir katkımız var mı?
Okuyalım bakalım;
''Köy yerinde ikindi vakti.
Çıt yok.
Herkes susmuş, sessizlik konuşuyor.
Zaman durdu sanki.
Birden bir damlama sesi.
“Şıp…Şıp!.”
Alt mahalledeki çeşmenin musluğu bu.
Tamir edilmeli.
O arada yan arsaya bir karga kondu.
Tedirgin ama ürkek değil.
“Gakk!”
Biraz etrafı kolaçan etti.
Sağa sola baktı, yere pisledi.
Sonra kanatlandı, gitti.
Gece bir domuz girdi o arsaya.
Karganın pislediği yeri eşeledi.
Domuz eşeledikçe toprağın üstündekiler alta indi.
Aylar sonra bir fidan bitti orada.
Karganın pislediği yerde.
Yavaş yavaş büyüdü.
Dal oldu, yaprak oldu.
Ve bir ağaç oldu..
İncir ağacı.
Önce karıncalar sardı ağacı.
Sonra sinekler, sonra börtü böcekler.
En son da kuşlar.
Böcekler ağacın filizlerini, meyvalarını yedi, kuşlar böcekleri.
Alakargalar da incirleri.
Hayvanlar alemi o ağacın çevresinde bir dünya kurmuşlardı kendilerine.
Karganın pisliğiyle harcı karılan, domuzun eşelemesiyle temeli atılan bir dünya.
O yan arsada yaşam böyle süregiderken, bir insan çıktı ortaya.
Arsayı satın almış.
Önce duvarlarla çevirdi dört tarafını.
Üstünü tel örgülerle sardı.
Böylece domuzlar gelmez oldu.
Sonra börtü böcekten şikayet etti.
Etrafı zehire boğdu.
Karıncalar, sinekler, böcekler bir bir öldü.
Ardından onları yiyen kuşlar.
Sadece bir ağaç kaldı ayakta.
Hayvan mezarlığında bir incir ağacı.
Tek başına.
En son onu da kesti adam.
Oradaki hayatı bitirdi.
Bir çuval inciri bok etti!
İnsan denilen yaşam türünün bilimsel adı, Homo Sapiens.
“Düşündüğünün üstüne düşünebilen insan” demek.
O zaman düşünelim.
Herkes kendisine sorsun.
Çevreye, doğaya bir karga boku kadar katkım var mı?''
Yaşam bir bütündür. Her şeyin özüne gitmeli insan görünene değil.
Bazen bildiklerimiz, gördüğümüz kadardır. Gördüğümüz baktığımız kadar ve baktığımız düşündüğümüz kadardır. Baktığımızı görmez, gördüğümüzü düşünmezsek eğer, gördüğümüzün bildiğimize sığmadığını da göremeyiz

12 Kasım 2019 Salı

Çözümü Olan Her Sorun Küçük Sorundur.

yürek bahar yeridir ey can
tohumla gövdene beni
yazgısı türkülere yoldaş bir atlastan geldim...
kalbimizde ki direngen düşleri
aşıla çiçeklenmenin yurduna
başlayanım yeniden...

Yaşamımız boyunca hepimizin yaşadığı sorunlar olmuştur, çözümsüz görünen, bizi yaşamın bitim noktasına getiren...
Oysa belli bir zaman sonra aslında hiçbir şeyin durağan olmadığının, acının, sevincin, kederin zamanla yer değiştirdiğine kendimiz şahit olur ve deriz ki aman Allah'ım ben nasıl bu kadar dayanabildim yada ne kadar mutluymuşum da kıymetini bilmemişim.
Bu ve bunun gibi bir çok şeye hayatımızın belirli dönemlerinde zaman, kendimizi şahit kılar.
Aslında ölüm dışındaki tüm sorunlar küçüktür!
Bunu gerçekten büyük ve çözümü zor problemlerle karşılaştığımız zaman anlarız.
Telafisi imkansız tek şey var: oda ölüm.
Yaşıyorsak sorun yok! Nasılsa çözeriz, nasılsa bir telafisi olur ama iyi ama kötü.
Önemli olan problemlerin üstesinde gelebilmek, hayata olumlu yaklaşmak ve umudumuzun tükendiği anlarda bile yeniden umutlanmak, olumlu yaklaşmak, umut insana moral verir, yaşama gücü verir, en kötü olaylara bile olumlu bakış açıları geliştirir.
Hayat birilerine, birilerinin sırtına dayanarak kendini sana adil kılmaz, kendi kanatlarıyla uçmanın bedelini bir dönem için ödemeyen insanlar, kendi kafeslerinde kalmanın, kendi farkındalığının yaşamamanın bedelini bir ömür boyu öderler…
Bizler yaşamımızı kolaylaştırmak adına öyle kurallar, öyle ilkeler koyar ve kabul ederiz ki sonuçlar sebepleri unutturur ve kaderimiz olur.
Bunlar genellikle biri söylediği için inandığımız ve asla üzerinde düşünme ve araştırma zahmetinde bulunmadığımız şeylerdir.
Yöresel adetler, gelenekler, töreler, dinler, felsefeler, efsaneler, hepsi dogmatik inanç biçimleri olarak bizi yönetiyor. Kan davaları, dinsel ritüeller ve daha birçok şey.
Bir deli Kuyuya bir taş atıyor, kırk akıllı çıkarmaya çalışıyoruz.
Biz aklı hep cebimizde saklıyoruz.
Düşünmek ve araştırmak ve daha iyisini ortaya çıkarmak yerine, bir başkasının düşündüğüne, hazırladığına ve ortaya çıkardığına peşin kabul veriyor ve üzerine atlıyoruz.
Oysa güç beynimizde, akla hayale gelmeyecek kadar mucizevi bir çark dönümü bedenimiz.
Her karesi hayata göre kurgulanmış. Bize kalan ise bu senfoni orkestrasına iyi bir şef olmak.
Hangi notanın hangi tuşuna nasıl basmamız gerektiğini bilmek; ondan sonrası tamamen bizim irademizle, dış dünyamız da bizimle gönüllü duygudaşımız olacak.
Belli mi olur bir tek kelime yeniden yeşertir umutları, bir kökün bin dala durması gibidir hayat...
Hayata olumlu bakan insan, olumlu bakıştan üreyen umut ve cesaretle, daha cesur ve sevgi dolu oluyor.
Olcay KASIMOĞLU

11 Kasım 2019 Pazartesi

SANAT İFADE ÖZGÜRLÜĞÜDÜR

Gerçek sanatçılar halkın sesine kulak verenler, toplumun yapısını tanıyanlar ve beklentilerinin farkında olan insanlardır.
Diyor ki Mevlâna: “Senin kabın küçükse deryanın bunda suçu ne?''
Dünyayı, evreni anlamlı, anlaşılır hale getirmek için bütün sanatın dallarına ihtiyaç var.
38. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, bu yıl "Edebiyatımızda 50 Kuşağı" ana temasıyla TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi-Büyükçekmece' de ziyaretçilerini ağırladı.
Yurt içinden ve yurt dışından 800'ün üzerinde yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katıldığı fuarda, panel, resim sergisi söyleşi, şiir dinletisi ve kültür etkinlikleriyle yüzlerce yazar okurlarıyla buluştu.
Kitapların kokusu fuarın her tarafına sinmişti.
Özellikle insanların yüzünde öfkeye, nefrete, endişeye yer vermeyen cıvıl cıvıl bir ortam vardı.😊
Kitap raflarına uzanan eller, yazarla sohbet, sonra göğsüne bastırdığı kitaplarla yüzünün içi gülen insanlar gördüm.
O insanlardan biri olmak, okurla buluşmak beni onurlandırdı.
Emek verdiğim, önemsediğim, değerli bulduğum sanata olan inancım bir kez daha yenilendi.
Gelerek, değerli zamanlarını bana ayıran dostlarıma, arkadaşlarıma, kıymetli okurlarıma çok teşekkür ediyorum.
İlkeli olmak bir ''YAŞAM'' biçimidir, kirlenmişliğe karşı bir duruş sergilemektir...
Yerelden evrensele sanatın bütün dallarıyla, daha çok halkın ve hayatın sesini dinleyen bir aydın kuşağına fazlasıyla ihtiyacımızın olduğu bu günlerde;
Yeniden sorgulanmalı, yeniden barışın ve sevginin dili hakim olmalı dünyaya....
Herhangi bir konuda tarafsız değerlendirme yaparken, özellikle kişisel görüşümüzü değerlendirmenin dışında tutmak çok önemlidir.
Bir çok insan hiç kimsenin ya da hiçbir görüşün etkisi altında kalmadan, olayları olması gerektiği gibi objektif değerlendirmek ve yorumlamak olgunluğuna, bilgeliğine sahip değildir.
Özellikle kendi düşüncesi konusunda fanatik, eleştiriyi kaldıramayan, insanlara zarar veren, em-pati yoksunu insanların verdiği zarar tahminler ötesidir.
Ne olursa olsun, kendi kişiliğimiz ve değer yargılarımız olsun.Vicdanlı ve dürüst olmak, çıkarcı olmaktan iyidir.
Durduğumuz yerin ve yaptığımız eylemlerin bilincinde olalım.
Rengimiz belli olsun; açık, anlaşılır ve net olalım.
Neyi savunduğumuz, neyin yanında yer aldığımız ve nasıl bir dünya görüşüne ve inancına sahip olduğumuz, eylemlerimiz bizim nasıl bir insan olduğumuzu ortaya koyar.
Kapalı kutular içinde yaşayarak engin olunmaz. Sadece büyümüş bedenlerin içinde kendimize gizli saklı yaşıyoruz, yüreğimiz üşüyor, ne garip değil mi?
Kendimize göre bakarsak hayata, sadece kendimize ait tarafını görürüz.
Genele bakmak için ise evrensel olanı düşünmeliyiz.
Ancak o zaman dünya vatandaşı oluruz.
Ancak o zaman üreten, sorgulayan, yaşama anlam katan bireyler oluruz.
Ancak o zaman başkalarının acılarına kör, sağır olmayız....
Her evrim gibi insan sanata muhtaçtır.
Böylesine öfke ve nefret dolu bir dünyada sanatın ve bilimin iradesini hakim kılarsak yeryüzüne, bizi bir arada tutan ortak değer yargılarını koruyabiliriz.
Yeryüzünün tüm bu uğultusuna rağmen; çağının ve içinde yaşadığı toplumun problemlerine çözümler getiren gerçek bir aydın ve gönül adamı olan herkes ön yargıların, haksızlıkların karşında bir duruş sergilemeli.
Bu bizim kendimize ve insanlığa karşı sorumluluğumuzdur.
Bu ister yerel, ister büyük medya kuruluşları olsun, emeğin önünde ki en büyük engeli; çıkar ilişkileri, egoları, küçük hesapların kabaran adamlarını artık atmalıyız üstümüzden.
Bütün hizmet birimleri değerlidir, önemsenmeli, imkan verilmeli.
Sanatın olduğu yerde nefret, kin, kan olmaz.
Üreten ve yaşama incecik dokunuşlar bırakan bütün edebi paylaşımların gerçek sahiplerini saygıyla selamlıyorum.
Sanatı ve bilimi yaşam felsefesi yapanlara minnetle…
Olcay Kasımoğlu

Bir Zevk Ve Duygu İşi

Tüyap Fuarının bir bahçesi var ki, ruhumun kendine ayna kabul ettiği o incelikli derinliğe dokunmadan geçmek resim sanatına haksızlık olurdu.
Dolaşırken ressam Mehmet ALBAYRAK' la yolumuz kesişti.
Yüreğimin yurduna bağdaş kurmuş resimlerinize bakmaktan gözlerimi alamıyorum, dedim.
Gülümsedi.
'Sanırım sizde sözcüklerin yurdusunuz', dedi.
Gülümsedim.
Bizim oralardan, kadınlardan, çocuklardan ve şimdiki zamandan sohbet ettik.
Oldukça keyifli ve hoş bir sohbetten sonra iyilik dilekleriyle ayrıldık.
Ruhumda esintisi kaldı.
Ne güzel insanlar var, güzelliği bulduğum her insana minnetle teşekkür ediyorum...
Teşekkür ederim insanların görünmeyen kırk kilitli dert odasını fırçasıyla havalandıran güzel insan.
Sonra yayın evimin bulunduğu bölüme geçtim, kendi kendime gülümsedim. İyi ki varsın sanat ve iyi ki varsın zaanatkarlar dedim kendi kendime...
Baktığım her resimin içine daldım. Yoksa cemalim olsa ne olur olmasa ne olur. Ruhuma hissettiklerini içtim, dokundum gözlerimle...

Sonra;
Resimle ilgili şimdiye kadar çok az yazı yazdığımı fark ettim.
Resim nedir yada resim yapan insanların nasıl bir düş gücü ve doğayı algılama gücü vardır ?
Bunları düşünürken ''resim yapmanın'' renklerin dansı olduğu ve bir zevk, duygu işi olduğunu,özellikle resim yapan insanların, gözlerinin ne kadar keskin olabileceğini düşündüm.
Her mesleğin kendi içinde incelikleri var.Şiire;
El, göz, ruh olmayı seven aklım ve beynim 'içimdekilerin sahiciliğini inandırmak için dünyaya resimler çizeceğim diyor...

Evet, insan en içten yerinden hareket ederek bir şeyi iyiye doğru geliştirmeli, gerekli olan budur bize.
Özellikle resimleri işleyen ressamları düşündükçe; resim sanatının bir hesap ya da bir usa vurma işi olmadığını düşünüyorum.
Özellikle son günlerde ziyaret ettiğim müze ve resim sergileri; yaşanmış uygarlıkların bize bıraktığı esintiye kendimi bıraktıkça düş dünyamın nasıl zenginleştiğinin farkına varıyorum.
Özellikle resim sanatında dile düşmeyen sözcüklerin katar katar olup, renklere bulanıp tablolarda inci gibi dizilip bize gülümsemesini görüyorum.
Bununla birlikte, ihanetin, açlığın, adaletsizliğin ve savaşın olduğu dünyaya baş kaldıran fırçalarını renklere batırıp tabloların bağrına sürenleri görünce, bir kez daha sanatın önünde saygıyla eğildim.
Sanat var oldukça ve bilim sanatla beslendikçe; doğanın ve insanın yoldaşlığı daim olacak...
Olcay KASIMOĞLU