Translate

30 Nisan 2019 Salı

YAŞASIN TARTIYA, KEFEYE GELMEYEN 1. MAYIS İŞÇİ BAYRAMI

1.Mayıs, Emekçinin İşçinin Bayramı
''İnsanım diyorum titreyerek
Gözyaşlarımız gibi kardeşiz
Yıllara, çağlara inat
Döl tuttuğundan beri yaşam
Kardeşiz- Güneş babadan Su anadan
Gelin bizim yok birbirimizden derdimiz
haramilerdir bizi birbirine düşüren.''

Bugün 1 Mayıs; işçinin haksızlıklara baş kaldırdığı bir uyanış baharı, bugün Enternasyonal işçi bayramı.
Köle zihniyetiyle tezgahları çalıştıran patronlara karşı verilen hak mücadelesinin zaferi.
Emeğin en büyük nimet olduğu, birlik ve dayanışma inancıyla emek, barış ve özgürlük mücadelesinde tüm ezilenlerin tek yürek olduğu gündür.
Barış ve demokrasiyle emeğin korunacağına inanan bir bilinçle gelecek günlere, özelde emekçilerimizin, genelde dünya emekçilerinin birlik, mücadele ve dayanışma günü olan hakların bayramı 1 Mayıs işçi bayramını kutluyorum.
1.mayısın tarihçesi;
''1856 yılında Avustralya'nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri günde 8 saat çalışmak için Melbourne Üniversite’sinden Parlamento Evi’ne kadar yürüyüş düzenledi. 1 Mayıs 1886′da ise Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde toplanan işçiler, günde 12 saat ve haftada 6 gün olan çalışma koşullarına karşı eylemde bulundular. Günde 8 saatlik çalışma isteğiyle işlerini bıraktılar.
Chicago’da bu doğrultuda yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı ve Luizvil’de sayısı 6 bini geçen siyah ve beyaz işçi yan yana yürüdü. O dönemde ırkçılık politikalarıyla Luizvil’deki parklar siyahlara kapatılmıştı. İşçiler sokaklarda yan yana yürüdükten sonra siyah ve beyaz karışık bir şekilde Ulusal Park’a girdiler
Bu eylem gazeteler tarafından ön yargının yıkıldığı şeklinde yorumlanmıştı.
1Mayıs 1889′da ise İkinci Enternasyonel toplandı. Fransız bir işçi temsilcisinin getirdiği öneri ile 1 Mayıs günü tüm dünyada Birlik Mücadele ve Dayanışma Günü olarak kutlanmaya başlandı.''

Yaşasın Hakların Bayramı;


Yeryüzü
Gökyüzü
Süzüldü mavisiyle sokaklara
Sokaklar ayaklarımızı baş tacı yaptı alnına
Başımızda güvercinler takla atıyor bu sevince
Tüm yürekler avuç içinde

Öyle muzaffer bir inanç ki
Yolunu dünle bugüne taşımış
Gümbür gümbür inliyor meydanlar
 Tek yumruk, tüm insanlar kardeş
Bildiğim bilmediğim her dilden
Dini, dili, beyazı, siyahı yok
Hepsinin yürekleri güneşe akın ediyor
Eller... yoktan var eden eller, nasırlı eller
Eller ellerimizde, özgürlük şarkıları dillerimizde
 Daha güzel bir dünya için
Yaşamak özgürlükten  geçer diyerek...

Uzatsam elimi tutacağım ellerini
Ben uzatmasam da onlar vermişler ellerini
Kalabalığın içindeler mayıs çiçekleri gibi
Nereye baksam görüyorum gülüşlerini
Bu yaşamdan hiç gitmemiş gibiler...

Düşündükçe sömürüyü
ölüm onlara biçildi  kuş kafesin de  
''Yarın yanağından gayrı paylaşmak
her şeyi derken'' bile biliyorlardı
Dünya emeğe düşmanları bağrında tuttukça
Sefaletin ziyafeti bitmedi bitmeyecek...

Aydınlık ağırdı sessizliğin çuvalında
Emperyalist sömürücüleri adam olmayanları
Toplayıp bir kefeye koysan
Bir karıncanın yüreği eder değildiler...

 Emeğin ederi olmayacağını bilenler
Koydular yüreklerini titremedi  yürekleri
Ete, kana, paraya o sefil doymazlıkla
Kendini paraya satan bu kadar iblis varken
Satmadılar emeğin teri onuru bu kısacık konuklukta

Yaşasın emeğin dayanışmanın gücü 
Yaşasın tartıya kefeye gelmeyen emek...

Olcay Kasımoğlu

Geceyi Sana Yazdım

Sesin, neşeli bir şarkı/Yüzün, sevdalı  bir orman/Gülüşün, aklımın köşesine resimler çizen/Görmese seni bu gözler/ Gönül yurduma şivan düşer..!

Sevmek eylemdir;
Yüreğine sevda değmişse gözün gibi koru, avucunun içinde tut.
Sevgi içinde kin barındırmaz,yanlışa durmaz,çiçekler burcu burcu açar.
Bir ülke gibi sev, fetih edilmesi gereken, yaşanılası bir yer gibi suya damla gibi,
başın üstünde maviye bezenmiş gökyüzü gibi sev...

Sevgini doyasıya yaşa, yoluna çıkacak tüm sevgi kırıntılarını da al, onlarla karış ummana, sevgi azla başlar, kırıntılarla emek olur karışır hayata...
Sevdiğine dokun, her yürek sevmek ister..


 Olcay Kasımoğlu

Sağır dilsiz yarınlar yarattık

 Keşke olmasaydı dediğimiz zamanlar, kaçırılmış hayatlar, kaçırılmış fırsatlar,
dönüşü mümkün olmayan kayıplar, zamana yenilen günler, saatler
telafisi olmayan keşkeler, harcanan hayatlar, harcanan duygular,boşa geçen bir ömür.
Neresinden bakarsan bak hüzün,neresinden bakarsan bak yenilen bir hayat.
Keşke olmasaydı dediğimizde, gecikmiş itirafın acısı..

Keşkesiz bir umut ,keşkesiz bir hayat, keşkesiz bir aşk, keşkesiz bir yaşanmışlık var mıdır ?
Keşkesiz bir hayatı yaşamak ne kadar zor görünse de ''keşkeleri azaltmak mümkünken'' hiç yapmadım, denemedim, risk almadım, savaşmadım demek de yaşamda bir kayıp değil midir? 
Hayat dediğin suda akan, yaprakta yeşile duran, kimi zaman da zorlu bir patika...
Hiç ummadığımız bir yerde eser, eserde kırar kolumuzu, kanadımızı.
Hiç beklenmeyen bir zamanda alır sevdiklerimizi.
Bizi aşksız, sevdasız, korunaksız koyar..!

Vardır herkesin bir kusuru; kimi sırtında kimide ruhunda taşır.
Hayat geçer, her şey geçer, biter zamanla, silinir gider. Zaman kimseyi beklemez...bir tek sevda kalır..!

bu çağ 
dipsiz kuyunun karanlığı
görünmüyor sakladıkları
maviler hanidir küskün
ortalık kara
gözlerde yırtıcı hüzünler
ölüm ki
neşterin ucuna takılı

hak
haktan yana
sürgün yemiş
her taraf tuzak
dünya denen
şu garip evrende
hak
yamyamın midesinde
hakka uzak
rivayetlerle avunurken
bilmediği ise kader
aydınlanmanın ışığında
kendim olmayı
seçtiğimden beri
düşle
gerçeğin
kesiştiği o an
ilk ateşte
ellerini ısıtan insanlar
düştü aklıma
aklım ellerinde
oysa şimdi
mermere işlenen geçmiş
güneşi kırılgan
ay ışığını
küskün kılmış
sabahına güneş
içimizi ısıtmıyor
kızıl gün
akşama varmıyor
denizlerin ötesi
maviye çalmıyor
gökyüzü
turnaları ağırlamıyor
mutluluk
vurgun yemiş
kıldan ince
hesaplı
kitaplı
aştığımız çağlar
teknolojiyi özgürleştirirken
sınırları kaldırırken
dünya içinde
kendimiz olan duygularımızı
kendi ateşimizde yaktık
bir damla suda bitirdik
yaralı
güvensiz
sevgisiz
tutuk
kör
sağır
dilsiz
yarınlar yarattık..!
Olcay kasımoğlu

Hey Özgürlük

Biz, bizler önce düşlerimizin içinde büyütürüz isteklerimizi, yaşama dair arzularımızı. .Aslında her şeyde burada başlar. Sonra yıllarla birlikte bilinçli seçimlerin hayatın kalbi olduğunu görürüz. Hayata önce istemlerle yelken açarız ama istemek başlangıçsa varışa giden yol tamamen emek,mücadele ister. Emek verilmeden,mücadele edilmeden kazanılan her şey zamanla kendi kısır döngüsüne dönüyor. Ve hayatın içinde mışlı yaşama durmuş insanlarla,hayatın kazanımların da emeğe durmuş,sorgulayan,eğitimi en büyük değer kabul eden insanlar;ülkemiz için, bütün insanlık için fikri hür, vicdanı hür, üreten,düşünen ve sorgulayan insanlar yetiştirir. Yoksa çocukları sadece okutmak önemli değildir. okumak isteyen çocuk okur bir şekilde.

Hayatın sorumluluğunu yüklenmemek, hiç bir şey yapmadan seyretmek en büyük tehlikedir. Bir insanın düşünme gücü satın alınırsa bütünlüğünü yitirir, ya korkak ya da kaçınılmaz nankör olur...Ruhsal olgunluk ve sağlam karakter her şeyin özüdür. Karakteri zayıf, donanımı yetersiz insanların yargılama gücü zayıftır. İçsel derinlikleri öngörüden yoksundur her duyduklarına inanırlar. Bu nedenle baş eğen bireylerin oluşturdukları toplumlar içtenlikten yoksun büyük saygı göstermeye, korkuya daha açıktırlar.
Ne yaptığını bilmeyen,karasız insandan daha korkağı yoktur.
Oysa bütünlüğün içsel boyutların da kendini aşmış insanlar akılla birlikte kavrayışın önemini bilir, bananecilik ile korkaklık arasında gidip gelmezler, çare arayışına girerler. Özgürlüğün gerçek mutluluk, cesaretinde insanca yaşamak için elzem olduğunu bilirler.
Cesaretin ve özgürlüğün olmadığı yerlerde insanlar da sürüye uyma bilinci öncelik kazanır, buda korkunun,esaretin en sevdiği adrestir.
Bazen ayarı düşük ruhlar dünyasın da en sağlam kaleler yerle yeksan olur...hiç şüphe duymadan bırakmak isteriz kendimizi.
Oysa insan bitip tükenmek bilmeyen bencil arzularına yenik düşünce, zaaflarının esaretinde bir köle olarak yaşadığını fark edemez bile.
O zaman; eteğimiz de birikmişleri dökmek o kör düğümlerden, inceldiği yerden vazgeçmek gerekir.
Kendisi ile savaşı bitmemiş, kendi olma olgunluğuna erişmemiş insanın kimseye faydası yoktur.
Unutmayalım; güzel olan her şey sevmekten ve yenilenmekten geçer...
Ülkemiz için, bütün insanlık için gelin fikri hür vicdanı hür, üreten, düşünen,sorgulayan insanlar olarak hayatı sevelim, sahip çıkalım...
İnsanda ağaca benzer ‘’sevgisini işleyeni’’ severim

Olcay Kasımoğlu.

29 Nisan 2019 Pazartesi

Severim küçük insan koylarını

Acı duygusu; hepimizin bildiği gibi, çok hakim ve etkili bir duygudur. En önemli etkisi de insanı çevresinden soyutlayarak kendisine döndürmesidir. Hayatında acı yaşamamış insanların, acı üzerine konuşabileceği her sözün ''sözde'' olacağına inanırım, sözde kalan yüreğe düşmeyen, hissedilmeyen.
Acıdan öğrenilecek çok şey vardır...Ama her insan ''elmas'' değildir ki yontula bilsin.
Bazıları acıyla tuz-buz olur, bazıları duyarsızlaşıp acı verene dönüşür...
Tabii ki olgunlaşmak sadece ''acı'' çekmekle olmaz, olmamalı.
Acıyla tanışmak acıyı yaşamak insanları eğitir doğrudur ama tek başına ''yaşam olgunluğu için elzem değildir.
Ders alabiliyorsak yaşadığımız şeylerden, o zaman olgunlaşırız..Bunu acı- tatlı diye sınıflamak yersiz...ancak ikisini de birlikte yaşarsan olgunlaşırsın..

ben severim küçük insan koylarını
severim doğanın gizeminde kendime yol bulmayı
kardelenlerin kışın toprağın koynunda sabırla bekleyişlerini
her nevi baharda güneşe kafa tutuşlarını severim
gözlerimin içi güler nerede bir mutluluk görsem
nerede insan paylaşmasına şahit olsam dünya düşer içime
hiç gocunmam açmamış goncaların zülfü tele değmesinden
ben severim sevginin olduğu diyarlara bağdaş kurmasını
sevenin sevdiği için bütün dağ başlarını kır çiçekleriyle bezemesini
küçük ama mutlu eder beni içinde sevgiye duran bütün tılsımlar...
Olcay Kasımoğlu

Yaşam demişken!

Her an bir umutla
Her an bir ışıkla
Ve her son bir hüzünle perçinlenirken
Binlerce kök salarak kavramalıyız hayatı yeniden...
''Simurg olmak zamanı'' kitabımdan...
''Gençken bağ kurabileceğin birçok insan olacak sanıyorsun. Sonra bunun hayatta sadece bir-kaç kez olduğunu anlıyorsun.''
Yıllar boyu gerek özel yaşamımda, gerek arkadaş çevremde, geçmişe takılmak yerine, olumsuz koşulları aşmayı bilen, bireysel gelişimlerine önem ve öncelik veren insanlar tanıdım. Bu insanlara saygı, sevgi ve hayranlık duydum.
Bu insanların ortak noktası; kültürlerini arttırmak ve bilinçlerini geliştirmek için verdikleri çaba ve emek ile ezberci eğitimin dışında kazanılan bir yaşam deneyimiydi. Bu sadece diplomayla, etiketlerle yada parayla kazanılacak bir şey değildi. Kültür, insanın ve yaşamın kalitesini arttıran en önemli unsur ve bir yaşam manifestosudur.
Yaşamı anlamak ve kendiyle barışık yaşamak isteyen her insan da mutlaka belli bir kültür birikimine sahip olmalıdır.
Birikim yollarından aklımıza ilk gelenler gözlemek, dinlemek, okumak ve yaşamaktır.
Bu dört ana unsur birbirlerini tamamlayıcı etkiye sahiptirler. Bu etkiler aynı zamanda kendiyle barışık bireyin portresinin nasıl olabileceği üzerine bize farklı bakış açıları sunar.
Öncelikle birey olmak nedir ?
”Kendinin farkında olmak, kendi değerlerinin bilincinde olmak, olumlu ve olumsuz yanlarını, davranışlarını değerlendirebilmek, çevresi ile ilişkilerinde kendi varlığını duyumsamak, yanlışlarını kabul edebilmek, sorumluluk alabilmek, aldığı sorumluluğu taşıyabilmek, çevresiyle ilişkilerine doğru mesafeler koyabilmek, başkalarıyla ortak çalışmalarda yapıcı bir verimliliği paylaşabilmek, kendini kontrol edebilmek, demektir.”
Yaşamdan heyecan duyup, ondan alabileceği her şeye istek duyarak yaşamak ve yaşamın her yönünü yaşamaya çalışarak, ondan alınabilecek her şeyi almaya çalışmak, sağlıklı bireyin portresini oluşturur.
Belirli koşulların değiştirilmesi gerekiyorsa hemen işe koyulur ve yaptıklarından hoşlanır… Hastalık, dedikodu, mal-mülk, şan, şöhret vb… bunlardan sürekli şikayet ederek ya da “keşke böyle olmasaydı” diyerek zamanını boşa harcamaz… Yaşanmış ve bitmiş olan olaylar ve kötü duyguların geçmişi değiştiremeyeceğini bilir.. Geçmişten pişmanlık duymaz: “neden bu işi şöyle yapmadım” veya “utanmıyor musun?” gibi aptalca sorularla başkalarının suçluluğu seçmesine çabalamaz. Geçmişten ders almanın, ondan şikayet etmekten daha yararlı olduğunu bilir….
Kendiyle barışık birey;
Ailesine karşı güçlü bir sevgi bağı olmasına rağmen tüm ilişkilerinde bağımsız olmaya özen gösterir. Özel yaşamına değer verir. Sürekli sevgili değiştirmez, aşk konusunda seçicidir aynı zamanda derin ve duyarlı aşk yaşar.
Sevdiği insanların bağımsız, kendi tercihlerini yapan, kendilerine güvenen insanlar olmalarını ister. Olgun bir ilişkide bağımlı olmayı kesinlikle reddeder, dürüst konuşur, üsluba önem verir, nezaket ve incelik dolu bir ruha sahiptir. Bütün ilişkilerin özen ve itina ile; hoşgörü ve samimiyetle, gönül tokluğuyla beslendiğinin farkındadır. Başkalarının gözünde aramaz değerini..Toplum yaşamının önemli bir parçası olduğunu bilir ve buna rağmen onun tarafından yönetilmeye ya da kölesi olmaya karşı çıkar. İnsan olduğunu ve bunun belirli nitelikler getirdiğini bilir. Kendine saygısı vardır, anlamsız ve öylesine yaşamaz. Ne istediğini bilmeyen, daldan dala sıçrayan, görünüşleri ayrı, içsel dünyaları farklı insanlardan mümkün mertebe uzak durur.
Özellikle:
”Bir dönem, psikolojide “duygularını serbest bırak, istediğin gibi yaşa, hoşlandığın şey iyidir, hoşlanmadığın şey kötüdür, zincirleri kır, duvarları yık, özgür yaşa” gibi süslü sözler çok itibar kazanmıştı.
Çağa hakim olan görüş; kişinin duygularını serbest bırakmasını öğütlüyordu. Bunun sonucunda bencil, kendini beğenmiş, tüketici genç tipi ortaya çıktı. Sorumluluk istemeyen, zevki kutsallaştırmış bu insan tiplemesine çözüm olarak, duyguları dengeleme yöntemi gerekliydi.”
Duyguların özgür olmasından önemlisi, duygulardan özgür olmaktı. Çünkü insanda kötülük yapmaya da müsait bir genetik altyapı var. O nedenle insanın duygularının denetimine girmesi değil, duygularını denetim altına alması gerekiyordu. Vahşi güdü ve dürtülerini bir atı ıslah eder gibi eğitmeliydi.
Kişisel gelişimde; kişiliğin yönetilmesi, dengeli tutum ve davranışlar büyük önem taşır. Ancak duyguların kontrolünde de denge gerekli. Fazla bastırılmış duygular kişiyi depresif yaparken, denetlenmeyip kontrolden çıkan duygular, hem kişilikte hem çevre ile ilişkide hasar oluşturur. İnsanın her zaman mutlu olmasını beklemek mümkün değil, bu doğru da değil zaten.”
İşte tamda bu nokta da, ne istediğini bilmeyen, daldan dala sıçrayan, görünüşleri ayrı, içsel dünyaları farklı insanlardan mümkün mertebe uzak durur, duruyorum.
Kendiyle barışık insan;
Olumsuz iklim koşullarından şikayet etmez. Doğayı ve doğal yaşamı sever. Kendisinin ve başka insanların duygu ve davranışlarını çok iyi anlar, anlayışla ve incelikle yaklaşır. Çoğu insanı yoran, üzen bir çok olaya gülüp geçer.
Bu onu duyarsız yapmaz aksine insanların kendilerine verilen zamanı boşa harcamalarına karşıdır. Gereksiz kavgalarda asla taraf olmaz. Başkalarının söyledikleriyle dolduruşa gelen insan değildir, gereksiz kavgalara asla girmez. Kavga etmekle, bir konu üzerinde tartışmanın farkındalığını bilecek kadar derinliği olan bir insandır. İnsanları görünümleriyle, makamlarıyla, statüleriyle yargılayan yüzeysel insan değildir. Bilir, özde güzel olanın, yüreğinin kısır ve yavan olmayacağını! Ve anlamak ile yargılamak arasında çok ince bir çizgi olduğunun.
Kendiyle barışık insanın;
”Kişilik şekillenmeleri içseldir ve sorumluluklarını başkalarına yüklemez. İnsanlar hakkında değil, insanlarla konuşur. Öz disiplinleri vardır, olay ve insanların kendi yargılarına oturması için bir takıntıya sahip değildir. Etkisiz olduğuna asla inanmaz: çocuk, büyük, hayvan, bitki, her şeyden ve herkesten öğrenir. Öğretmen değil, öğrencidir, ukalalık yapıp üstünlük taslamaz. Buna da ihtiyaç duymaz, sade ve anlaşılırdır.
Kendisini her şeyden önce insan olarak niteler. Kahramanları ya da putlaştırdıkları insanları yoktur. Herkesi insan olarak görür. Duygularınıza önem verirler, yanlarında kendinizi güvende hissedersiniz.”
Elbette ki herkesin sorunları vardır. Önemli olan bu sorunların bizi aşağıya çekmesine izin vermemek.
Ve mutluluğun, insanın değiştiremeyeceği şeyleri kabul etmesinde, değiştirebileceği şeyler için harekete geçmesinde ve ikisinin arasındaki farkı görebilmesinde yatıyor.
Görmeden bakan, duymadan dinleyen, hissetmeden dokunan, düşünmeden konuşan insanlardan uzaklaşarak;
Tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek, herkesten daha çok daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak, dünyanın en büyük hazinelerinden daha değerlidir.
Böyle dostlarınız varsa tutkular ten olur, düşünce tenleşir/ Ruhlar özgürleşir, yok olur prangalar..
Yaşam demişken… yaşama ait olan bir pasajla bitirmek istiyorum:
“Biz,bizler sadece hoş olduğu için şiir okuyup yazmıyoruz. ''İnsan ırkının bir ferdi olduğumuz için şiir okuyup yazıyoruz; çünkü insan ırkının içinde coşkular vardır. Tıp, hukuk, ticaret, mühendislik yaşamak için gerekli olan asil birer meslektir; ama şiir, güzellik, aşk, sevgi…'' Biz bunlar için hayattayız.
''Hayatın anlamını arayan sorular, inançsızların sonsuz sırası, aptallarla dolu şehirler… Bunlar arasında yaşamanın anlamı nedir ki hayat?”
Cevap ver bana, cevap!
İşte cevap:
Siz buradasınız!
Hayat var ve hep olacak.
Basitçe “Her şey yolunda, biz yalnızca farklıyız, anlaşmak zorunda değiliz” der, hayat !''
Sokrates´ de der ki;
''İnsanlar barışır, deniz durulur,
Rüzgar diner,
Bir uykudur iner dertler üstüne..
Peki ya, sizin dizeniz ne olacak?''
Hayat, kirpiklerin birbirine değmesinden daha kısa, inanın bana.
Ben deneyimledim. Hamdim, piştim, pişmeye devam…ama yanmadan, kırmadan, dökmeden... Kendimizle barışık birey olmada, yaşamla birlikte hepsini gerçekleştiremeyebiliriz ama denemeye değer, kendimize inanalım yeter !
Kaldı ki konuşmak; her zaman iletişim kurmak demek değildir.
Hayatta asıl önemli olan; hala yaşıyorken ,asla geç olmadığına inanmaktır.
Okuduklarımdan bana kalan;
Hiç bir kitap bize ne düşünmemiz gerektiğini söyleyemez.
Düşünmek, anlamak anladığını yorumlamak önemlidir.
Hoşlukla, dostlukla kalın...
Sevgimdesiniz♥
  

25 Nisan 2019 Perşembe

Çıplak anın içinde ki düşünceyim


''Parantez içerisine alınmış bir ünlem işareti değildir yaşam...''
Nice anılardan, hüzünlerden, acılardan
süzülmüş gelmiş bir ömrün haritası duruyor önümde...
Dağ çiçeklerinin kokusu sinmiş tenine, umudu bereketli gözleri ışık deryası. Direncin, bilincin tarlası aklı kır çiçeklerinin serinliğiyle, rüzgarın kanadına vermiş umudu,!
Karanfil kokulu bir özgürlüğün zincirlere vurulmuş diyarlarında zulme yoldaş olmak bizim işimiz değil
Her şey bu kadar direngen ve sesliyken yüreğimizin dehlizlerinde sevdaya kör olanları bırakın gitsinler, sevgisiz bir ruhun içtenliği kuru bir çölden farksızdır.
Ne yaşanırsa yaşansın öze inmemişse yürekler, kolaydır gitmeler.
Cesaretin, içtenliğin dehlizlerinde insanlığın ekmeğini damıtmaya yeminli bir yürek taşıyanlar bilirler inci aranmaz sığ derinliklerde.
Bıkkınlığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, sığ suların, kısır döngülerin yamaçlarında değil; al atların kişnediği dağların eteklerinde soluklanan bir yüreğin savaşçısı olanlar bilir; vazgeçmek mümkün mü gülün kokusundan, dikeni var diye !
Hangi yorgun düşün kurbanı olursan ol, hangi vedaların rüzgarıyla savrulursan savrul yaşam her zaman yeniliğe gebe.
Ve sen vazgeçmediğin de daha güzelsin.
Bir satıra, kuru bir söze tav olmamışsa yürek, bırakır mı tuttuğu eli ?
Takım tutar gibi, dudağında ki ruju siler gibi tutulmuşsa bir sevgiye, bir şimşek bir gök gürültüsüyle ufalır gider adına sevda dediği her ne ise !
İnsan sevdiği eli yüz bin kere parmak uçlarına sarar.
Korunmasız gözleri alır uyutur koynunda. Sevdaya tutulmuşsa savrulmaz fırtınalarda, tutulmuşsa gönül köküyle budanmaz seyri zamanda sessiz koylarda, susmak da sevdaya dair.

Mahcup bir duruşla
Çıplak anın içinde ki düşünceyim
Çorak bir söze tav olup da yüreğimi incitme
Sen benim aşık olduğum hayat eşimsin
Söyle;
Hangi cambaz düşün kumarı bu
Kınayan gözlerin gölgesinde
kırılganlıklarla
umutsuz bekleyişlerle çürüyor her şey
Canımın yeşeren köşesi
İnsan gülün kokusundan
dikeni var diye vazgeçer mi
Sen beni bu dünya eşiğinde bekletme
Olcay kasımoğlu

Hüznün her tonu

Ne zaman iki insan sevse, başkalaşır dünya, tutkular ten olur, düşünce tenleşir; ruhlar özgürleşir, yok olur prangalar. Dünya penceresiz, gönül tülsüzdür artık.
Koşulsuz sevgi, insana kendi olma özgürlüğü tanır. Kişiyi, kendi hayatıyla ilgili seçimlerinde özgür bırakır.
Aynı zamanda içinde umut vardır, düşlere tohumlar eker. İnsanın seçimlerine ambargo koymaz.
Kalmak yada gitmek için nedenin olmadığında, kalmana yada gitmene neden olan seçme Farkında-lığını, kendinin sorumluluğunu, görüş ve hissediştir, aynı zamanda koşulsuz sevgi.
Sevgi özverilidir, özden vermeyi bilir ama asla fedakar değildir. Fedakarlık katlanmayı gerektirir.
Özveri besleyicidir. Özveri gösterene de gösterilene de keyif verir. Özveride bulunmak kişinin içinden gelir. Çünkü kaynağı öz’dedir.
Fedakarlık tüketicidir, fedakarlık gösterende de, yapılanda da, öfke biriktirir. Çünkü fedakarlık katlanmayı ve takdir beklentisini, fedakarlık yapılan kişi için de, hiç de hoş olmayan minnet borcunu içerir.
Katlanmak da, minnet duygusu da öfke biriktirir. Fedakarlığın kaynağı nevrotik ego’dur.
Çoğu insan tarafından öyle olduğuna inanılsa da, fedakarlık sevginin özelliklerinden biri değildir.
Anlamlı ve değer bilinci içeren sevgi anlayışında açlık yoktur.
Şimdiye kadar okuduğum bir çok şair ve yazarın kendi öz yaşamlarında, beni en çok etkileyenlerden biride Frida Kahlo'dur. 
Bütün bir ömre, acıyı ve sevgiyi iç içe sığdırıp yaşayanlardan biri olmuş.
İyi bir ressam olmanın yanında, düşün dünyasını fırçasına yansıtırken, hüznün her tonunu, sevginin her boyutunu da görmek mümkün.
''Yaşamın mimarıdır sevgi; kendi inşaatını,yurdunu; evrenini yaratan; bütün değişimlere rağmen hiçbir zaman değişmeden saf halinde kalıp, her daim aranacak olan soylu şey.''
Bu soylu şey, korunmayı hak eden yüce bir değerdir ve sevgi koşullara bağlı değildir.
Yunus Emre’nin “Sevelim sevilelim” sözündeki sırrını kuşanarak; yollara-yolculuklara, sevgilere, tadını bütün bunlardan alan hakiki sevmelere ''Hiç'' olunmanın koşulsuzluğuyla, tartıya- kefeye gelmeyen saf sevdalara minnetle..

Olcay Kasımoğlu

Şiddetin Dili

İspanyol Sineması'nın başarılı yönetmenlerinden Jose Luis Cuerda'nın "La Lengua de Las Mariposas" (Kelebeklerin Dili) 1999 yapımı bir film.
Filmin hikayesi; sekiz yaşındaki Moncho, okula başladığı gün, yaşlı öğretmeninden korkarak kaçar.
Fakat ertesi gün, öğretmeni küçük Moncho'yu kürsünün yanında oturtur ve aralarında dostlukla pekişen bir ilişki başlar. Bahar gelince, öğretmen sınıfını kırlara taşır. Moncho'ya, kuşların, bitkilerin, özellikle de kelebeklerin dilini öğretir.
Fakat bir süre sonra, Franko rejimi ülkeyi kasıp kavurmaya başlar.
Halkın "Yaşasın cumhuriyet" bağırışları, "Yaşasın İspanya" sloganına dönüşmeye başlar ve yaşananlardan küçük kasaba da payını alır.
Film 'Kelebeğin Dili'ni öğrenemeyen Moncho’nun yani diğer adıyla 'Serçe'nin'' şiddetin dili'ni öğrenmesi temasını ele alır.
Filmde anlatılanlar ile ülkemizin yakın tarihinde yaşananlar o kadar birbirine benziyor ki, insan izlerken tarihin tekerrürden ibaret olduğunu düşünüyor.
Filmde, cumhuriyetçilere taşları atanlar, daha önceleri beraber oldukları insanlar.
Tıpkı, Pir Sultan’a dostunun gül atması gibi…
OlcayKasımoğlu

''Güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim''

"Seni sevemediğim için ağlıyorum"
Yönetmenin diğer filmlerinden haberdar olanların bileceği gibi, "sınırlar" Angelopulos'un filmlerinde özel bir yer tutar.
Bu filmde de "Sınırı geçtik ama hâlâ buradayız.
Kaç sınır geçmesi gerek insanın evine ulaşması için?'' sorusuyla yönetmen, devletlerin çizdiği sınırların insan hayatında yol açtığı işkencelere dikkat çekerek, sürekli bir gurbet hissi uyandırıyor..
Tarihin ve günümüzün dünyasına baktığımızda:
Görmeyi, hissetmeyi, aydınlanmayı bilmeyen insanların elinde yanlış anlaşıldı bütün bilgiler ve insan izdüşümleri.
Oysa, yaşamın yaşatmakla anlam kazanması ne büyük lütuftur.
Savaşı, savaşın getirdiği acıları en iyi anlatan şiirlerden biri olan Aragon'un "Mutlu Aşk Yoktur" şiirini; insanlık dışı yaşamlara karşı onurlu bir duruş sergileyen güzel insanlarla baş başa bırakıyorum..
MUTLU AŞK YOKTUR
İnsan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman
Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini
Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi
Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi
Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an
Mutlu aşk yoktur
Hayatı bu, silahsız askerlere benzer
Bir başka kader için giyinip kuşanan
Ne yarar var onlara sabah erken kalkmaktan
Onlar ki akşamları aylak kararsız insan
Söyle bunları hayatım ve bunca gözyaşı yeter
Mutlu aşk yoktur
Güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim
İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi
Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri
Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri
Ve hemen can verdiler iri gözlerin için
Mutlu aşk yoktur
Vakit çok geç artık hayatı öğrenmeye
Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek
En küçük şarkı için nice mutsuzluk gerek
Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek
Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine
Mutlu aşk yoktur
Bir tek aşk yoktur acıya gark etmesin
Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara
Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda
Ve senden daha fazla değil vatan aşkı da
Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin
Mutlu aşk yoktur ama
Böyledir ikimizin aşkı da
LOUIS ARAGON
Dünyayı tekelinde sananlar, bize seçim hakkı vermiyor, özgür iradeyi yok sayıyor ‘birey’i kabul etmiyor. ‘Farklı olan’ı, ‘ayrı olan’ı, ‘bildiğinden başka olan’ı içine almıyor, hoşgörmüyor, dışlıyor.

Güzel insanlar geçsin bu dünyadan

Neden herkes güzel olmaz, yaşamak bu kadar güzelken !
Şebnem Ferah’ın ‘Sil Baştan’ dizelerinde dediği gibi:
''Hayatı sıfırlamak…
Sanki bugün son günmüş gibi,
Dolu dolu yaşamak istiyorum ben.''
Yıllar ilerledikçe zevklerimiz, hoşlandığımız şeyler değişir!
O zaman, insanı özel kılan nedir?
Sadece bedeni mi?
Hangi sınıftan olduğunu söyleyen giysileri mi?
Parası mı, gücü mü?
Yoksa içinde çalkalanıp duran, kartal olmak için bazen karanlıkta yarasalar arasında, kimi sürüngenlerle nemli iklimlerde, bazen de semanın ötesinde devinen ruhu mu?
Ne olursa olsun, yolu nereden geçerse geçsin;
İnsan, önce kendine engin olmalı.
Başkalarının yaşamlarına saygılı değilse, kendi varlığını sadece yüce görüyorsa, henüz tamamlanmamış demektir..
İnsan, kendi hayatından sorumlu olduğu zaman, kendini disipline eder. Kişi kendine egemen oldukça hayata ve içindekilere de egemen olur.
Sevginin, paylaşmanın, koşulsuz sevmenin diliyle kendine yürür.
Kendini bulmuş, kendiyle barışık insandan kimseye zarar gelmez.
Güzel insanlar geçsin bu dünyadan, sevgiyle, adaletle dokunsunlar dünyanın dokusuna.
İnsanca yaşamak ve yaşatmak en büyük sanattır bence..

Kökünden sökemezsiniz umudu

Yerini bulmamış içtenliğin, yerine getirilmemiş vaatlerin hükmü yok !

Kızılderili Nez Perce ulusunun lideri Şef Joseph'in tarihe geçen sözleri gibi.!

"Bir çok söz duydum ama hiçbiri yapılmadı..
..Güzel sözler uzun sürmedikçe bir şey ifade etmezler...
...Sözler benim ölülerimi geri getiremez...
Beyaz adam istila ettiği ülkemin de karşılığını ödeyemez...
...Onlar babalarımızın mezarlarını korumaz...
..Atlarımız ve hayvanlarımızın değerini ödemez...
Güzel sözler bana çocuklarımı geri vermeyecek ve onlar ölümleri durdurmayacak...
...Güzel sözler halkıma istedikleri yerlerde özgür ve mutlu yaşamaları için bir vatan vermeyecek...
....Konuşmaktan yoruldum ve bunlar kalbimi yaraladı..
...Bir çok güzel söz ve yerine getirilmeyen söz hatırlıyorum.
.......Bunlar konuşmaya layık olmadıkları halde konuşanların sözleriydi."


Çoğu zaman, başkalarının dayattığı kurallara ve değerlere göre yaşıyoruz. Yalanları, oyun bozanları, sorgulamadan kabul ettikçe içimizdeki sızı ve yalnızlık daha da arttı.
Her şeye sahip olmak için uğraştıkça, hayatlarımıza sahip olundu.
Düşlerimize birer birer el koydular.Her şeyin ucuz bir metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı bir ortamda; sevgiyi, dostluğu, bilgiyi, güveni, içtenliği parayla satın almaya ve mutlu olmaya çalışıyoruz.
Kimse yuvasında değil, herkes başkasının kapısını çalmakta, başka hayatlarla avunmakta, hazıra konmayı amaç edinmekte. hazır söylemlerle yaşama sarılmakta, ne olduğunu bilmeden kendine sunulan yaşam tarzlarını benimsemekte.


Hırsların kirlettiği,

 kibirlerin körlettiği binlerce canın düş kırığı haykırıyor..
Dar bir inancın
Ağır bir aldanışın coğrafyasında
Türkülerin ateşini kurutanlar
Kökünden sökemezsiniz umudu
Bütünlüklü bir sevgiyle
Mavi eller tırpan olsun zulme
Hiç bir şey insandan daha kutsal değil


Olcay Kasımoğlu
 

Bir Aldanış Çağı Yaşadığımız;

Dünyaya hakim olmaya çalışan insan zihniyetine bakıyorum, susuyor *insan onurlu bir kelimedir* diyen sözcükler.
*Görmeyi, hissetmeyi, aydınlanmayı bilmeyen insanların elinde yanlış anlaşıldı bütün bilgiler* ne kadar doğru bir tesbit.

Hayat: düşünceye, duyguya dayalı olduğu oranda; sağlam, doğru, yaşanılası olur.
Bunun yanin da duyudan yoksun olan kimse, ister yargı nitelikli, ister tasarım nitelikli olsun duyuya dayanan bütün bilimlerden yoksun olur.
Hayatın içinde duyularımızın çoğunu kaybettik, kalanlarda yaralı.
Baktığımız her şeyde bir ikilem yaşar olduk.
Acabalarımız, kuşkularımız amansız bir hastalık gibi yayılıyor.
Baktığımız,gördüğümüz her şeye karşı negatif enerjiyle doldurulmuşuz gibiyiz.
Yüzümüzde ki gülüşün ifadesinden bile şüphe duyar olduk.
Haklının ''haksızlığa'' sesini yükselttiği yerde kulaklarımızı tıkayıp, körleri oynuyoruz..
Bir bahanecilik aldı başını gidiyor. Hani bana dokunmayan yılan sonsuz yaşasın der gibi.
Yanımızda ki adam gibi adamlardan bile şüphe duymaya başladık, yok canim bir insan bu kadar iyi olamaz, diye.!
Yaşadığımız çağa ve yaşanılan bunca vahşete bakınca: sözcüklerin arasında çöl rüzgarları esiyor.
Olmuyor, hangi diyara bağdaş kurarsak kuralım, sapa kalıyor çorak düşlerin eksik umutları.
Olmuyor, söz dolanıyor boğazımıza; sanki yüzyıllık sessizlik.
Ve tarih kendi sahnesini yeniden kuruyor, yaşam kendi döngüsünü tamamlıyor.
Bir aykırı duruş gibi, sesimizde şiir, düşsel rüzgarlardan geçip, geleceği yeniden bahara teslim edeceğiz.
Dönüp, dünya tarihine bir yolculuk başlattığımızda bunu görmek mümkün.
İnsanoğlu dersini ezber ediyor lakin ezber bozmuyor.
Sahne yine aynı sahne, sadece oyuncular değişmiş.
Alkışlayan zihniyet yine aynı, ezber bozan zihniyet yine aynı.
Göğüslemek için karanlık yarınları... teknolojiyi geliştirirken, önce insandan başlamalı (!)
Olcay Kasımoğlu

Sevgiyle Çalkalanmadıkça Dünya

Yaşam, avuçlarımız da sıcacık dururken, uzaklarda aramak ne hazin..
Bunu ancak ölümün kıyısında bir nefes soluklanıp dönenler bilir..
Broch' da böyle seslendirmiş;
''Birlikteliği, aşkı, uzaklıkları ancak ölümün eşiğine ulaşmış olanlar bilebilir..''
'Sevgiyle çalkalanmadıkça dünya;
Huzur da, rüya mutluluk da'
Olaylara, insanlara bakış açımız;
Seçenekleri görmemize, değişmemiz gerektiğinde kendimizi güncellememize yardım edecektir.
Kendimizi tanımadan, birey olmadan özgür olamayız.
Kendimize karşı ''açık, sade, duru olmak'' her zaman kendimizi ''İFADE'' etmemizde, gereksiz olanların elenmesine yardım edecektir...
İçsel motorlarımızın çalışması için, zihin kıyaslamalardan tamamen özgür olmalı ( ben hiç kimseyim, ben kimim) arınmalı kendini bulmalı.
Çalışan iç motorlar; zamanı, zamanları, zamansız kılıyor, kaldırıyor aradan tülleri.
Ancak o zaman; içimizde gömülü olan yaşamı gözlemleyebilir, kendimizi öğrenebiliriz.
Kendimizi bilmek, başkalarını da anlamamızı kolaylaştırır.
Yaşamı anlamlı ve üretken kılar.
Başkalarının üzerinden yaşama tutunmakla, başkasını oynamakla olmuyor.
Dar döngülerden kurtulmak için, kendimizi sorgulamalıyız!
Ve inandığımız, kalbimizin götürdüğü yere gidelim, kalbimizin sesini dinleyelim.
''Gün olur güneşler doğar
Gün olur karanlıklar parçalanır
Yeter ki sen yaşama sevgili
Sevgiliye can ol
Ol ki “kendin” ol
Ol ki yaşamın kendisi ol''...

Şiire gazele

Büyülü bir yaz yeli gibi, nisan gecesi perdelerin arasından yüzün görünüyor.
Kendi payıma düşenle, camın önünde durup, ilkbaharın; ay ışığında çok güzel, çok gizemli duruşunu seyrediyorum.
Bir şairin; izlenimleriyle, hissettikleriyle, zihnimde ki etkisini düşünürken, günün kabuğunu dürüp ay ışığını avuçlarımın arasına alıyorum..
Gökyüzünün mavi boşluğunda binlerce yıldız göz kırpıyor. Gizemli bir toplulukla baş başa gibiyim.
Ve insanlar, insanların çoğu uyuyor. Dil anlaşmazlıklarının ve beden karmaşasının dışına çıkmış, evrenin koynunda, kimi mışıl mışıl, kimi horlayarak uyuyor...
Gece ve ben uyumadık... diz dize verip uzun bir yolculuk başlattık kendimize...
Ya kalbim, kalbim şakıyan bir kuş gibi ''Şiire gazale'' şarkısını söylüyor. Tatlı bir sonbahar esintisiyle, çıplak ruhumun içinde bin bir gece masalı gibi; her seslenişi bir aşk, her aşkı bir tohum, her tohumu bir yaşam, her yaşamı bir umut gibi koylarima taşıyor..
Yürek kabartan şeylerden uzak tutarak, bir asmanın taşlan sevgisiyle kucaklıyor.
Anlamsız kavgalardan, kirli siyasetten, gösterişten uzak; akıldan öte giden, akıldan daha derinlere varan bütünlüklü bir sevgiyle, ilkbaharın  serin esintileriyle birlikte yüreğime derinlik ekleyerek, alıp yorgun başımı usulca omzuna koyuyor.
Ay ışıltısıyla parlayan ilkbahar gecesinde, çığlık çığlığa yeşile boyanmış  olan ağaçların arasına bir kaç tane yıldız takılmış, heyecanlandım.
İşte bu dedim kendi kendime;
Bende var olan şey umutsuzluk değil, sadece bir parça sükunet ve huzur aradığım..
Baştan ayağa sade, avuç içi kadar temel güzellik yeter bana.

Yeryüzü yürümeyi bilene

YAŞAMAK, İNCE İŞTİR♥
Güzelliği, yaşamı, insanları sevmiyoruz, biz acıyı seviyoruz.
Yeraltından Notlar'da Dostoyevski'nin dediği gibi
''Biz sevgiyiyi acıya boğarak severiz.”

Albert Camus'da çok sevdiği dostuna bir mektup yazıyor ve diyor ki;
''Yaşlandıkça insanın ancak kendisini özgürleştiren; taşımaya gelince hafif olduğu gibi, duymaya gelince güçlü bir sevgiyle sevenlerle yaşayabileceğini anlıyorum.
Bugün yaşam zaten aşırı çetin, aşırı acı, aşırı yorucu, bir de sevdiklerimizden yeni külfetler gelmesin. Yoksa sonunda gerçek anlamıyla üzüntüden ölür gideriz.
Oysa yaşamamız, sevinç yaratacak sözcükleri, atılımı, düşünceyi bulmamız gerek. Ama işte ben sizin öyle bir arkadaşınızım, mutluluğunuzu, özgürlüğünüzü, kısacası serüveninizi seviyor, sizin de her zaman emin olacağınız arkadaşınız olmak istiyorum.''
Yüreğimizi bu şeklide açarken, amacımız yakınmalardan, reddedilmekten, ya da başarısızlıktan hoşlanıyormuş gibi görünmek olmamalı !
Her şeye, her şeyine rağmen yaşamalı ve sevmeli insana güç verir.
Olcay KASIMOĞLU

22 Nisan 2019 Pazartesi

SEVGİYE İMAN

Parantez içine alınmış bir noktalama işareti değil yaşam.
Nice acılardan anılardan hüzünlerden süzülmüş gelmiş bir ömrün haritası duruyor önümde.
Dağ çiçeklerinin kokusu sinmiş tenine, umudu bereketli, gözleri ışık deryası. Direncin, bilincin tarlası aklımı kır çiçeklerinin serinliğiyle rüzgarın kanadına verdim, götürsün umuda hasret yüreklere.
Karanfil kokulu bir özgürlüğün zincirlere vurulmuş diyarlarında zulme yoldaş olmak benim işim değil
Her şey bu kadar direngen ve sesliyken yüreğimin dehlizlerinde bırak gitsin nereye isterse gitsin, sevgisiz bir ruhun içtenliği kuru bir çölden farksızdır.
Ben cesaretin, içtenliğin dehlizlerinde insanlığın ekmeğini damıtmaya yeminli bir yürek taşıyorum.
Bıkkınlığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, sığ suların, kısır döngülerin yamaçlarında değil doru atların kişnediği dağların eteklerinde soluklanan bir yüreğin savaşçısıyım.
Düşünün gül kokusunu, yaprağını, dikeninin, vazgeçmek mümkün mü gülün kokusundan, dikeni var diye !
Hangi yorgun düşün kurbanı olursan ol, hangi vedaların rüzgarıyla savrulursan savrul yaşam her zaman yeniliğe gebe.
Ve sen vazgeçmediğinde daha güzelsin. ne yaşarsak yaşayalım, öze inmemişsek kolaydır gitmeler.
Bir satıra, kuru bir söze tav olmamışsa yürek, bırakırmı tuttuğu eli ?
Takım tutar gibi, dudağında ki ruju siler gibi tutulmuşsa sevgiye, bir şimşek bir gök gürültüsüyle ufalır gider adına sevda dediği her ne ise !
kasırgalardan, yüreğin depreminden topuklamışsa hemen yürek, bırak gitsin.
İnsan sevdiği eli yüz bin kere parmak uçlarına dolar.
Korunmasız gözleri alır uyutur koynunda. Sevdaya tutulmuşsa savrulmaz fırtınalarda, tutulmuşsa gönül köküyle budanmaz seyri zamanda sessiz koylarda, susmak da sevdaya dair,

Değişim ve Dönüşüm

İnsanlar yaşamla birlikte inandığı şeyleri sorgulayabilir, yaşadıkları; aldığı kararları bozdurabilir, kaldı ki gerekçe sağlamsa bu ayıp da değildir.
Zaten mantığı ve gerekçeleri açıklanamayan bir değişimin içinde ne samimiyet nede içtenlik olur çünkü değişim bir süreçtir, sağlam gerekçeleri ve mantığı vardır, sabahtan , akşama veya akşamdan sabaha olmaz.
Değişim; başkalarının yaşam hakkına daha hoş görülü, daha insancıl bakış açıları getiriyorsa, bu gelişime kim dur diyebilir.
Yeter ki “insan hayatına saygı, doğaya ve içinde ki bütün canlıların yaşamak hakkına saygı olsun.
Vahşi hayat; zincirlere vurulmayan, basmakalıp düşünceleri olmayan, doğal yaşamın koynunda insanın en yalın haliyle kapitalist düzeni ret edip komin yaşamı tercih olarak kullanan bir insanın kendi iradesiyle seçtiği yaşamın izleri sürülüyor.
Bu izler beraberinde ''gelişen,değişen,yenilenen'' dünyayı da ötelemeden anlamamız gerektiği gerçeğini gösteriyor.
Yapılan seçimler ve seçimlerin çizdiği yollar kişinin kendi iradesiyle yön bulsa da başka insanların tercihlerini de göz ardı etmememiz gerektiğini '' kaybedilen zamanlar'' hanesinde acı bir şekilde görüyoruz.
İnsan şehir yaşamını, doğal yaşamdan koparmadan, yada doğal yaşamı tercih ederken modern yaşamdan kopmadan da hayatı anlamlı yaşayabilir.
Hep bu algı oluşturuldu ''ya şehirli,ya köylüsün'' bana hep eksik bir tanımlama gibi geldi. İnsan, tüketim çılgınlığını ret ederek, kendi öz iradesiyle bilinçli tercihler yaparak, yaşamdan kopmadan yapabileceğinin en iyisini yapmak için çaba harcamalı yoksa doğanın ve şehir yaşantılarının insanla alıp veremediği hiç bir şey yok.
Sınırları koyanda insan,yıkan da insan.
Vahşi Hayat Filmi; bunu çok net ve açık sunmuş ebeveynlere. Katı ve toleranslı olmayan kararlar, öngörüden uzak tercihler ve
Evrensel değerler dışında; benim için değişmeyecek şey yoktur.
Sığ düşünce, katı anlayış, insana ve evrene bir şey katmaz.
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
İnsan yaşamına gereken özeni göstermeyen, sadece kendi varlığına hizmet eden, saygı göstermeyen, doğal ve sosyal çevreyi kirleten; her türlü düşünce faydacı değildir. İster değişmeden kalsınlar, isterlerse her gün değişsinler ne fark eder.
Dünyaya bir güzellik bırakmadıktan sonra, , başkasının canı yanarken sesin çıkmıyorsa, ateşi sana gelene kadar kapını kapatıyorsan, hangi düşünceden olursan ol, hangi değişimin içinde bulunursan bulun, benim için hiç bir anlam ifade etmez.
Ne kadar çok bizi destekleyen olumlu, yararlı ve güçlü düşüncemiz varsa, o kadar başarılı seçimler yaparız. Buda; yeni değişimlere bizi açık kılar ve olumlu gelişmeyi sağlar.
Olumsuz, yararsız düşüncelerse, bizi yeterince güçlü bir halde tutamadığı için yaşamımızda başarılı seçimler yapamaz ve yaşamımızın sorumluluğunu alamayız.
Konfüçyüs ise *sadece en akıllı ve en aptal insanlar hiç bir zaman değişmez.* diyor, ne güzel özetlemiş...Algıda seçicilik yoksa değişim olmaz...

Olcay Kasımoğlu

Eleştiri yapmak ve eleştiriye açık olmak...

Eleştirilere açık olmak, insanın kendisini geliştirmesinin yolunu açar.
Her kes kendine bir öz eleştiri yapmalı zaman zaman. Doğru bildiğimiz o kadar çok yanlış olduğunu zamanla öğreniyoruz ki, kendimiz bile şaşırıyoruz. Eleştiri her zaman, insan gelişiminin bir parçasıdır. Önemli olan doğru zamanda,doğru kişiye ve doğru olay ve gidişata eleştiri yapmak.
Bunun yanında eleştirinin dozu ve niteliği çok önemlidir. Eleştirdiğimiz konu yada insan her kim olursa olsun yıkıcı değil yapıcı eleştirilerin yanındayız.
Özellikle öz eleştiri, kişinin çıktığı her merdiven basamağında, dönüp ardına bakmasıdır. Bir önceki basamakta bıraktığı fotoğrafını; işleri, halleri, sözleri, duyguları şöyle bir ölçüp tartmasıdır. Açık yüreklilikle, hatalarını, noksanlarını kendine hatırlatmasıdır. Yanlışlarını ve hatalarını açık yüreklilikle kendine söyleyebilmesidir.
Kendini eleştire bilenler, sağlıklı bir kişi olma yolunda ilerlerler. Kişi,kendine bir eleştiri ile karşı karşıya kaldığında; takınacağı tavır, söyleyeceği sözler onun kişiliği hakkında ip uçları verir. İnsanın egosu yoksa, kendini görmesi o kadar şeffaftır.
Kesin konuşanlardan, konuşurken yaptığı herşeyin yüzde yüz doğruluğundan emin olanlar bana korkutucu gelir. Yanılabilecekleri, akıllarının ucundan bile geçmez. Cümlelerinin arasından "ben, ben" sesleri duyulur. Bu tarz kişiliklere eleştiri getirmek tabiri caizse ateşi ateşle söndürmeye benzer. Öz eleştiriye açık olmak, kendini,yerini, haddini bilen ve gerçek bilgiye sahip olan kamil kişilere aittir. Karşınızdaki insan öz eleştiriye kapalıysa, yada özeleştiriyi kaldıramıyorsa, bütün iletişim kanalları sakattır.
Bunun yanında, eleştiriyi kimin, ne amaçla yaptığı da çok önemlidir. Yapıcı, birde yıkıcı eleştiriler vardır. İnsan ve yaşam gelişimine olumlu her türlü eleştiriye açık olmak,bizi sağlıklı kılar. Egosu tavan, bireysel yaşayan, yaşadığı dünyaya ait bir sorumluluk hissetmeyen insanların eleştirileri çığırtkanlık kokar. Bunuda yine en iyi, kendini bilen ve kendini aşmış, gönül gözü açık olan insanlar bilir. Çok mütevazı yaşayan bir insanda o inceliğe sahip olabilir. Bu tamamen insanın kendini bilmesiyle alakalı bir şeydir.
Eleştirilmekten korkan kişi ve kişiler, kurumlar, her zaman bir eksiği barındırır içinde. Kendini, çevresini, toplumunu sorgulamak yerine, olup biteni örtmeyi, görmezden gelip kulağı üstüne yatmayı yeğler çoğu kimse. Kurumlar, hatta ideolojiler ve devletler de yapabilir bunu. Eleştiri süzgecinden geçmeyen, kendini sorgulamadan yürüyen kişiler, gruplar, topluluklar ve toplumlar, kendilerini bekleyen çözümsüzlüğü, kokuşmayı görmezler. farkına vardıklarında ise artık çok geçtir, geçten daha kötüsüde işe yaramayan pişmanlıklar ve yaşamın anlamını kaybetmektir.
Yapıcı eleştiri, her zaman,insan gelişiminde bir laboratuvar görevi görür. Ve olası yanlışlarımızı düzeltmemizde olumlu etki yapar.
Çoğunluğun her zaman haklı olmadığı bilinen bir konudur. Çoğunluk psikolojisine göre, sırf onları mutlu etmek yada sürüden ayrılanı kurt kapar psikolojisiyle çoğunluğa tabi olmak akıl ve ruh sağlığı aydınlanmış insanlara göre değildir. Kol kırılır yen içinde kalır anlayışından tamamen uzağım. İnsanlar, benim için yanlış bir kanıya sahip olmasın diye, doğru bulmadığım bir olay,kişi karşısında sessiz kalmam mümkün değil. Varsın insanlar, başkalarının hayatını yaşasınlar, gösteriş budalası olsunlar, kul köle olarak çürüsünler. Bu onların tercihiyse, bana yollarından çekilmek düşer düşmesine zira bunuda seslendirmeden çekilmem yollarından. Bu akrabam olsun, en yakınlarım olsun yada hiç tanımadığım insanlar olsun hiç fark etme. Yanlış heryerde yanlıştır. Kişi ve kişilere göre değişmez.
Önemli olan , eleştirinin ne olduğunun farkında olmak ve farkındalık yaratmak yoksa insanın ağzından zehirde balda akar. Önemli olan her türlü fikir ve duyumları zehirden süzüp, çiçek kokularıyla, insan yamacına nakışlamak.
Yaşam tekdüze değil, insanlarda gelişir, kendini bir şekilde ifade etmek ihtiyacında hisseder.
''Kimisi slogan üretir, şiir yazar. Kimisi sadece slogan atar, şiir okur. Kimisi attığı sloganı ve okuduğu şiiri yaşar.
Bunun yanında, insanların eleştiri karşısındaki tepkisini belirleyen bir sürü parametre var. O anki koşullar, ruh hali, yaşadıkları, genel tahammül sınırı, gelen eleştirinin üslubu vs.. Dolayısıyla, eleştiriyi yapan kişinin ve eleştirilen kişinin mizacı önemli.
Eleştiri yapmak ve eleştiriye açık olmak...
Bu iki nitelik, ahenk içinde bir araya geldiği zamandır ki, az bulunur insanlar yüz yüze gelebilir.
Toplum içinde, aktif bir görüntü çizen, aydın, kültürlü, birikim sahibi bir yığın insan var. Bunlar çok güzel konuşuyor, önemli konulardaçalışmalar/araştırmalar yapıyor. Sözüm ona iletişim koşulları da kendilerine göre mükemmel. Ancak, büyük bir zaafları var. Bu da eleştiriye hemen hemen hiç açık olmamaları. Çünkü eleştirilere yanıt vermiyorlar. Ortaya koydukları tezlerin kökenine inilmesi, bazı şeylerin araştırılması, işlerine gelmediği, kendilerini pek mutlu etmediği için pek başarılı oldukları da söylenemez.
Bu nedenle arzuladıkları halde, hedefe varmaları da mümkün olmuyor. Uyarılara tahammül edemeyenlerin en bariz özelliği ise, eleştiri nihayetinde suskun kalmaları, hatayı kabul eden bir işareti vermemeleri ve teşekkürü hiç düşünmemeleri.
.
Uzun lafın kısası, eleştiriye açık olabilme felsefesi henüz bireylerde oturmadı, olgunlaşmadı. Belki teorik olarak kabul ediliyor; ama fiiliyatta bunu aynı hoşgörü ile karşılayan pek yok.
Ayrıca ‘bana dokunma da ne yaparsan yap’ mantığı bir çözüm değil.
İnsan bu durumda kendisini de devreye sokabilmeli.
Bilinmeli ki, bazı taşlar yavaş yavaş ve bu şekilde yerine oturuyor.
  

olcay kasımoğlu

Niçin okuduğumuzun farkında olmak ve okuduğumuzu anlamak

Yaşam bir bütündür. Her şeyin özüne gitmeli insan, görünene değil. Bazen bildiklerimiz, gördüğümüz kadardır. Gördüğümüz baktığımız kadar ve baktığımız düşündüğümüz kadardır. Baktığımızı görmez, gördüğümüzü düşünmezsek eğer, gördüğümüzün bildiğimize sığmadığını da göremeyiz.
Bunun içinde;
Bilinen en tanıdık tanımıyla, kültürümüzü geliştirmek, olaylara farklı açılardan bakabilmek için aydın bir kimsenin iyi bir okuma alışkanlığına ve okuma bilincine sahip olması gerektiğini söyleyebiliriz.
Peki, doğru ve düzgün bir düşünce yapısına sadece kitap okumakla varabilir miyiz ?
Yaşadığı topluma duyarsız olan, inisiyatif alması gereken yerde mazeret üreten, kendi yaşamı dışında ki yaşamların yaşama hakkına saygı duymayan, kendi rahatını her şeyden üstün gören insanlar sadece kitap okuyarak yaşama bir zenginlik katabilirler mi ?
Bilgilenmek, bilgi sahibi olmak için şüphesiz temeli sağlam bir düşünce gereklidir.
Bunun içinde, neden okumamız gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Seçici, tarafsız, bilim yolunda ufkumuzu açan, bizi daha iyiye ve doğruya götüren yazın dünyasına uzanmak için sadece okumak tek başına yetmiyor.
Niçin okuduğumuzun farkında olmak ve okuduğumuzu anlamak, bize sunulan bakış açılarını iyi sorgulamak gerekiyor.
Buda ancak düşünce sürecini iyi analiz etmekle mümkün görünüyor.
‘’Düşünce süreci, bir sorun ile karşılaşma, sorunun sınırlarını belirleme ve netleştirme, muhtemel bir çözüm bulma, çözümü mantıksal olarak uygulama ve sonuçları elde etme gibi, önyargılardan uzak olma, açık fikirli olma ve şüpheci olma aşamalarını içerir.’’ Bu içeriğiyle de meramımızı net ve duru anlatmaya yetiyor.
O zaman can alıcı bir soru sorabiliriz ? Okumasak nasıl bu bilgilere ulaşabiliriz ?
Yaşamın bütün dinamikleri, insana ‘Oku ve Manaya ulaş” diye sunulmuştur. Bunu sadece kitap okumaktan ibaret sayanlara yaşam bir şey katmaz.
Doğanın senfonisi, hayvanlar, çocuklar, savaşlar, toplumsal ve sosyal olaylar, bilimsel çalışmalar, sanatın bütün dalları ve daha bir çok şey evrende varlığının anlam ve tanımını bilen insana ”Gördüklerinden ibaret sayma bizi, içindeki mesajı oku,” diyen evrenin orkestra şefleriyle birlikte yaşamın bütün kanallarından kendini göstermektedir.
Galaksiden bi haber yaşayan, kafa yormayan, istişarede bulunmayan, kendine ve yaşadığı hayata hiçbir sorumluluk duymayan insan, sadece kitap okumakla doğru-düzgün bir düşünce ve temeli sağlam düşünmeye sahip olamaz.
Bu durumda, düşüncenin insan varoluşunun en önemli boyutlarından birisi olduğu gerçeğini yadsıyamayız.

Bu haliyle bakıldığında düşünme nedir diye bir sorgulamayla karşı karşıya kalıyoruz?
İncelemek, kıyaslama yapmak, muhakeme etmek, öngörüde bulunmak, tasarlamak, gözlemlemek, bunların hepsi düşünmeyi tanımlayabilir.
O zaman düşünme bir eylem ise düşünce de bu eylemin bir sonucudur.
Bu konuda beni en çok etkileyen Arthur Schopenhauer‘in düşüncesidir.
”Okunan şeyler ancak derin bir düşünmeyle hazmedilebilir, nasıl ki aldığımız gıdalar bizi yemekle değil sindirimle beslerse, eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa, okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur.”
O zaman şunu diyebilir miyiz?
Sağlıklı sorgulamak, okuduklarımızı anlamak ve yorumlamak için;
Düşüncenin insan varoluşunun en önemli boyutlarından birisi olduğu gerçeğini yadsıyamayız.
Bu açıdan bakıldığında, sağlıklı düşünceyle beraber sağlam düşünme devreye giriyor.
Bu durumda da düşünme boyutunda analitik ve kritik düşünme önem kazanıyor. Analitik ve kritik düşünme bir beceri ve bilinç işidir. Aynı zamanda bir tutumdur ve bilişsel bir aktivitedir
Bu durumda, analitik ve kritik düşünme bireyin karar verirken akla uygun ve derinlemesine düşünebilme sürecidir diyebiliriz.
Analitik ve kritik düşünmeyi bilen bir insan, iyi bir kitabın kendine ne kazandıracağını yada hangi kitabi seçeceğini, bir yerde doğru soruları sora bilmesinden geçtiğini de bilmesi demektir.
Doğru sorular bizi sağlam ve doğru sonuca götürür. Kendimizi tanımayı ve zamanı etkin kullanmayı öğreniriz.
Düşünce boyutumuz genişledikçe, düşünme boyutumuz zenginleşir.
Genişledikçe doğru sorular sormaya başlarız. Hayatımıza yeni soluklar, yeni bakış açıları getiririz.
Neyi neden, niçin, niye yaptığımızın farkına varmaya başlarız.
Özellikle kritik (eleştirel) sorular yol gösterir bize.
Daha iyi seçenekler, ön yargıdan uzak doğru kararlar ve yargılar için bizi teşvik eder.
Bir kitabı okurken, bir filmi sorgularken, kendi özel yaşantımıza ait kararlar alırken, alışveriş yaparken, siyası ve politik tercihlerimizi belirlerken doğru sorular sorabilmeli ve doğru ve düzgün düşünebilmeliyiz.
İşte o zaman kitap okumak olsun, hayatı okumak olsun, insanı okumak olsun bir değer ve anlam ifade eder.
İnsan sorgulayan, yenilenen ve sonra yeniden yenilenen bir varlıktır.
Kendine değer ve mana katan her şeyi kucaklamalı. Döngünün bizden istediği de budur.

Olcay Kasımoğlu