Translate

21 Nisan 2019 Pazar

HAYAT YÜKÜNÜ TAŞIYANA BIRAKIR♥


Daha önce yazdığım konu başlıklarından, özetlerden, yazılarımda kullandığım alıntılardan bir derleme yaptım.

''Dostlar içinde dostum; dost sanatım... Yollar içinde yolum; yol sanatım...''
Bakışlarında berraklık, bilincinde dayanışma, kokusunda sıcaklık, yüreğinde sevgiyi gördüğüm yürekli dostum..!

Bir şey, bir şeyler eksik bu insan dünyasında. Bu eksik olan, ne parayla, ne diplomayla satın alınan bir şey.
Eksik olan, insanın özündeki incelik, gün ışığına çıkmayan zaaflar, terbiye edilmemiş nefisler.

'Sevdiğim, yaşamın içinde yaşamım; yaşama sanatım. Renkler içinde rengim; renk sanatım... Sesler içinde sesim; ses sanatım..''

Aşk eğer gerçekse, ancak o zaman bir çözüm olur...

Ve insanın kendini bulması... kendi ruhunu bilmesi en büyük zaferdir...

Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman ''evren'' bizi dinler.

Başkalarını incelediğimizde; deneyim ve tecrübelerimizle birlikte BİLGİN, Kendimizi incelediğimizde AYDINLANMIŞ insanlar oluruz.

Nefsin arzularından arınıp, inandıklarını sorgulayabilmek,sorgulayarak inanmak, YÜREK ister...

Bu dünyada; sadece kendi için değil herkes için adaleti korumak, sahip çıkmak, GÜÇLÜ BİR İRADE ister.

Anlamak, paylaşmak, düşünmek, inandığı gibi yaşamak, ilkelerinin arkasında olmak, RUHSAL OLGUNLUK ister.

Ne güzel demiş şair Yusuf Hayaloğlu:

"Bildiklerini dedi; yüzleştir hayatla ve sınamaktan korkma.
Doğru ile yanlışı ancak o zaman ayırt edebilirsin"

Düşünceler, sadece düşünce işlevinin sürmesini sağlayan soyut varoluşlar değildirler.

Anlamak ile görmek de aynı şey değildir, anlamak değişimdir...

Gerçek şahsiyet, olgunluk, insana yakışacak durum, tutum ve davranış insanın kendinde bulunmalıdır.

İnsan, ömrünün sonuna ya da zaman onu azat edinceye kadar, kendi koyduğu geçersiz kanunların kölesi olarak kalabilir mi?

Hamlet' in seslenişinde olduğu gibi ''Zamanın görkemi, yalanın maskesini düşürür, gerçeği ortaya çıkarır.''

''Yaşadığımız devrin aynasını geleceğe taşımak için hepimiz bir şeyler bırakmalıyız, insanlık adına, tarih adına..''

Bir şeyler yapmak, bir şeyleri değiştirir diyorum...

Gerçek olan öğrenmektir. Nereden, nasıl öğrenirsen öğren. Nereden, nasıl öğrendiğin,hatta neler bildiğin de önemli değil, ne yaptığın önemlidir.

Çok severim, hayata özet geçen bu cümleyi ”Beğeni; hem ağırlık. hemde tartandır.”

İnsan kendi dar sınırlarından çıkıp daha zengin bir yaşam deneyimine ulaştıkça. bakış açısı da değişiyor.

Değil mi ki, ”Kuşlar gibi özgür ama beraber olabilmek,” yaşamı bilimle, bilinçle ve sanatla anlamaya çalışmak akıllı insan işidir.

''İyi insanların ömrü başlarındaki çiçeklerden önce geçiyor, çiçekler solmadan onlar ölüyor.''
O zaman;
Neye sahip olduğumuz değil, neyin keyfine varabildiğimizdir mutluluğu yaratan.

Hazzın ötesinde sevginin bütün evreni kuşatacağına inanıyorum.
Evet, kalben inanıyorum... Sevginin gücüne sahip olmayana, hiç bir şey güç vermez...

Ve sevmeyi başarmak, aşkın yarattığı her şey ile anlaşmaktır.

Olcay Kasımoğlu

Sadakat

Sadakat; onu taşıyacak gücü olmayana çok ağır gelebilir.
Ölüm gibidir SADAKAT, pazarlığı olmaz.
Bazen hayat öyle zorlar ki; unutursun kim olduğunu, nereden geldiğini..
Öyle acır ki için, değiştin sanırsın oysa bazı acılar hiç kapanmaz...
Ve herkes doğasının gereğini yapar.
Masalımızda olduğu gibi;
Göçmen kuşun adı İhanet, serçenin ki ise sadakat.
Aşk bu; yazın alevi sarmış iki sevgiliyi, gözleri yüreklerinin sözcüsü…
Masallarını yazacaklar tarihe.
Söz vermişler, böyle aşkta ayrılmak yakışmaz ama ah biri tutsa şu zamanı…
Yaz bitmiş sonbahar kışın habercisi.
Kış sanki aşkın celladı. İhanet, gitmem gerek kalırsam ölürüm dedikçe;
Sadakat:
- Gitme, kuytu bir köşede bekleyelim baharı!
Diye yalvarırmış.
Yüzünüzde ki tebessümü görür gibiyim.
Hepimiz fedakârlığı sadakat yapmalı der gibiyiz. Öyle de olmuş. Sadakat sevgiyi seçmiş.
Göçmem kuş güçlü, uzun yolculuklara dayanıklı, serçe ise sadık ama gücü yok kanatlarının ve bilmez uzun yolculukların derdini tasasını.
Sevgi var ya sevgi işte gücü onda.
Demiş ki:
- Dayanırım, yeter ki sevgilim olsun yanımda.
Başlamış zorlu yolculuk.
İhanet ve sadakat çıkmışlar yola. Yavaşladıkça sadakat ihanete sesleniyormuş:
-Ha gayret, kışı geçip varmalıyız bahara.
Demiştik ya güçlü kanatları yırtıp geçerken kuvvetli rüzgârları ihanetin, yoruluyormuş sadakat. Yine de inanırmış ihanetin onu yarı yolda bırakmayacağına.
Çok bitkin düşmüş, artık, son gayretlerini verip ayrılmazken sevdiğinin peşinden seslenmiş:
- Biraz dinlenelim, zaman tanı bana.
Göçmen kuş bilirmiş ki durmak yok olmak demek!
- Durursak fırtına yutar bizi, hadi biraz daha gayret. Bak okyanus yakında .
Güç, derman kalmamış kanatlarında serçenin…
Seslenmiş:
- Sen uç kendini kurtar. Sonra ben yük olurum sana.
Fedakârlık yakışır adı sevgiyse yaşanan sadakate.
İhanet son bir kez bakıp gözlerine sevdiğinin uçmuş uçmuş uçmuş…
Kaybolmuş
Sadakat düşerken okyanusun derin mavi sularına, aklında sevdiği, dilinde ise şu sözler varmış.
“ Ben okyanusun mavi sularında minik bir sadakat, sense yeni baharının koynunda koca bir ihanet…”
Velhasıl İHANET VARSA hayat doğru yaşanmaz...
Olcay KASIMOĞLU

Bir insan neden cehalette ısrar eder?


Cehalet psikolojisi:

Aristo, “Her insan doğası gereği bilmeyi ister” der. Yani bilme isteği varoluşsal bir dürtüdür. Ancak her insanda bu dürtünün şiddeti farklıdır. Neleri bilebileceğimizi büyük oranda içinde yaşadığımız kültür belirliyor.
Cehalet psikolojisi: Bir insan neden cehalette ısrar eder?
Bizim kültürümüzde ise atalarımızın çok güzel bir sözü vardır: “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp”. Benim kanaatime göre bu söz günümüzde geçerliliğini yitirmiş durumda. Çünkü artık internet ve diğer bilgi ulaştırıcıları sayesinde öğrenmekle ilgili bir problemimiz kalmadı. Hatta ortalıkta öyle bir bilgi bombardımanı var ki öğrenmek istemesek bile sürekli yeni bir şeyler öğrenmek zorunda kalıyoruz. Hayat artık neredeyse öğrenmek üzerine kurulu ve bu, sosyal hayatımızın da bir parçası haline geldi.

Sosyal medyada geçirdiğimiz süre boyunca bir teflon tavanın nasıl kullanılması gerektiğinden tutun da limonla güzelleşme sırlarına kadar bütün bilgiler ekranımızdaki yayın akışında bir parmak darbesiyle gözümün önünden geçiveriyor. Youtube başlangıçtaki öncelikli amacı olan müzik yayını yapmaktan ziyade bize sürekli bir şeyler öğretmeye çalışan vloggerlar(video bloggerları) ile dolu artık.
Öğrenmek nefes alıp vermek gibi hayatımızın bir parçası haline geldi ve farkına varmasak dahi sürekli yeni bir şeyler öğreniyoruz. Dolayısıyla öğrenmek artık bizler için kaçınılmaz bir yaşam tarzı oldu dersek abartmış olacağımızı sanmıyorum(İronik bir şekilde şu anda siz bile bu yazıyı okurken yeni bir şeyler öğreniyorsunuz). Öğrenmek artık bir problem değilse peki nedir problem? Aslında bir değil iki tane çok büyük problemle karşı karşıyayız: Cehalet külliyatı ve cehalette ısrar etmek.
Birinci büyük problem; Cehalet Külliyatı
Öğrenilmiş cehalet
Cehaletin de artık bir külliyatı oluştu. Bir sürü kitap okumuş olabiliriz. Ama önemli olan kitapların sayısından ziyade hangi kitapları okuduğumuzdur. Eskiden az sayıda kitap vardı ama onlar doğru bilgileri içeriyordu. En azından o kitapları yazanlar doğruyu arıyorlardı. Günümüzdeyse çok sayıda kitap, internette milyonlarca bilgi var ve hangisinin doğru ve faydalı bilgiyi içerdiği şüpheli durumda. Kendisini bombayla patlatan intihar komandosu da o aşamaya gelene kadar pek çok kitap okumamış mıydı?
Günümüzün sorunu bilgiye ulaşamamak değil, doğru bilgiye ulaşamamak. Maalesef kitaplarda, videolarda ve diğer bilgi yayma araçlarında zararlı bilgilerin sayısı son derece fazla. Peki neden böyle oldu? Eskiden kitaplar bilgi aktarmak için yazılırken günümüzde propaganda aracı ya da reklam amacıyla da yazılabiliyorlar. Kapitalizmin geldiği bu son noktada en iyi “eser”in değil en iyi reklam yapan “ürün”ün satın alındığı bir gerçek. Kapitalizm sayesinde kitaplar “eser”den “ürün”e terfi etti. Böylece ürünlerimizi daha efektif pazarlayabiliyor, onlara daha karlı fiyatlar koyabiliyoruz.
Tolstoy ya da Dostoyevski çağımızda yaşıyor olsalardı ve aynı eserleri şimdi yazmış olsalardı hiç reklam vermeden bu yoğun rekabet ortamında yine geniş okuyucu kitlelerine ulaşabilirler miydi acaba? Eseri ya da bilgiyi geniş halk kitlelerine ulaştıran en önemli kriter reklam olduğuna göre doğruluğu herkes tarafından kabul edilen bilgilerin en doğru bilgi olamayacağı aşikar. Çünkü burada kriter bilginin doğruluğu değil reklam bütçesinin çokluğu.
Piyasada var olan arz talep döngüsü doğal olarak bilgi talep edeni bilgilendirmek değil, mutlu etmek üzerine kurulu. Bu yüzden sadece kitap değil, tüm bilgi ulaştırma araçları kişileri aydınlatmayı değil mutlu etmeyi amaçlıyor. İğneyi şimdi kendime batırıyorum; Bir kurumsal eğitimci olarak itiraf etmem gerekir ki kurumsal eğitimlerde eğitimcinin amacı katılımcıyı bilgilendirmekten ziyade öncelikli olarak mutlu etmektir. Çünkü katılımcı o eğitimden bir şeyler öğrense dahi, eğer mutlu değilse memnun olmuyor ve tekrar gelmiyor. O yüzden eğitim piyasası da tıpkı yayıncılık, internet ve klasik medya gibi egolara hitap eden, kişileri mutlu eden ama çoğu zaman aslında pek de bilgilendirmeyen eğitimlerle dolu.
Gerçekten bir şeyler öğretmeyi çoğunlukla kimse göze alamıyor çünkü öğrenmek acı verici bir süreçtir. Kişi yeni bir şey öğrendiğinde beyninde ekstra nöronlar çalışır. Yeni bir bilgi öğrenen kişi eski bilgiyi bırakmak zorunda kalabilir. Bu bazen alışkanlıkları bırakmayı da gerektirebilir. Bu çoğumuz için zordur. Hal böyle olunca ironik bir şekilde cehalet sistem tarafından teşvik edilmekte. Çünkü haz ve mutluluk sağlayan uyuşturucular vermek bilgiyi vermekten daha karlı.
İkinci büyük problem: Cehalette Israr.
Gerçek bütün bıçaklardan daha çok acıtır…
İkinci büyük problem ise kişinin doğru bilgiyi öğrendiği halde cehaletinde ısrar etmesidir. Çünkü eski alışkanlıklarını bırakmak, konfor alanından ayrılmak ona zor gelmektedir. Bir insan bilmeyebilir. Ancak bilmediği şeyi öğrendiği halde hala cehalette ısrar ediyorsa büyük hata yapıyor demektir. Öyleyse yazının başındaki atasözünü şöyle değiştirebiliriz: ‘Bilmemek ayıp değil, cehalette ısrar etmek ayıp…’
İnsanda beş tane bilme hali vardır:
1- İnsan bir şeyi bilebilir.
2- İnsan bir şeyi bilmeyebilir.
3- İnsan bir şeyi bilmediğini bilebilir.
4- İnsan bir şeyi bilmediğini bilmeyebilir.
5- İnsan bir şeyi bilmediğini bilmediği halde o şeyi bildiğini zannedebilir.
Bu hallerin hepsini zaman zaman yaşarız. Bilmediğini bilmeyen kişi gaflet halindedir. Bu kişi bir gün bilmediğini farkedebilir. Bu durumda bilmediğini bilmeyen kişinin o şeyi öğrenmesiyle yaşadığı duruma ise ‘hayret’ denilir. Hayret etmek, bilmediğini bilmeyen kişinin o şeyi öğrendiğinde içine düştüğü durumdur. Çünkü kişinin bu konuyla ilgili en ufak bir bilgisi olmadığı için öğrenince hayrete düşer. Platon’a göre de felsefe yapmanın arkhesi(başlangıcı) hayrettir(pathos). Bilmek insanı insan yapan en önemli erdemlerden biridir. Bilmediğini bilmek ise daha büyük bir erdemdir. Bir kişi bilmediğini de bilmeyebilir. Amma ve lakin kişi hem bilmez hem de bilmediği konuda ahkam keser ve bilene de muhalefet ederse işte o en cahil kişidir. Yukarıdaki beşinci durum en vahim durumdur.
Kişi bilmediğini bilmiyor ve bilgi geldiği halde öğrenmemekte ısrar ediyor ve burnunun dikine gidiyorsa eskiler buna cehli mukaab derler. –Ki cehaletin en tehlikeli hali de budur. Akıllı insan bilmediğini bilmediği bir şeyi öğrendiğinde hayret ederken, ahmak insan inat etme yolunu seçer.
Peki cehallette ısrar etmenin arka planında yatan etki nedir?
Cehalet külliyatı, kişinin cehalette ısrar etmesinde kendisine oldukça yardımcı oluyor. Çünkü bu tarafta kendi verilerini destekleyen, kendi içlerinde tutarlı ama aslında doğru olmayan pek çok bilgi kaynağı var. Örneğin; şu anda piyasada dünyanın düz olduğuyla ilgili bazı yazılar ve videolar dönüyor. Bu yazı ve videolar birbirilerini destekler nitelikte olsalar bile bu onların doğru olduğu anlamına gelmiyor. Ama dünyanın düz olduğuna inanmak isteyen bir kişi kendisini bu cehalet külliyatına hapsederek onlarca videonun arasında dünyanın düz olduğuna inanarak ömrünü geçirebilir.
Bir sosyal psikolog olan Leon Festinger 1957 yılında bilişsel uyumsuzluk teorisini ortaya atmıştır. Bu teori bugüne kadar henüz yanlışlanmadı. Teoriye göre insan beyni birbiriyle çatışan düşüncelerle karşılaştığında ekstra nöronların çalışmasıyla beyin zorlayıcı bir sürece girmektedir(Yukarıda kısmen bahsetmiştik). Doğal olarak düşünme ve bilgileri karşılaştırma eylemi esnasında beyinde pek çok nöron aktif hale gelir ve bu da kişiyi rahatsız eder.
Bu yüzden insanlar yeni bilgiyi almamak ve kendi düşüncelerinde tutarlı olmaya çalışırlar. Düşüncelerde tutarlı olma isteği toplumun geneline yayılmıştır. Tutarlı davranışlar sergileyen insanlar doğal olarak bize daha güvenilir gelir. Ama bir bilim insanının tutarlı olmaya değil tutarsızlığa ihtiyacı vardır. Çünkü bilim tutarsızlık sayesinde ilerler. Günlük hayatta ise işler böyle yürümez. Eğer herhangi bir zıt fikirle karşılaşırsak tutarlı ve dengeli bir hale gelebilmek için kendimizi kandırabilir ve karşılaştığımız yeni fikri gerçek olmasına rağmen kabul etmeyebiliriz.
İnsanların büyük bir kısmının yıkılmaz inançlar geliştirmesi bu sebeptendir. Ne kadar inançlı bir hayat yaşarsak kafamız o kadar rahat eder. Beyin her zaman tutarlı olmaya çalışır ama diğer taraftan bizi ilerletecek olan şey ise tutarsızlıktır. Tutarlı olmaya çalışmak yaratıcı zihinlerin katlanamayacağı bir şeydir. Bilim insanları ise her zaman tutarsızlığın peşinde olmuştur.
Yanlışlanabilen teoriler bilimi ilerletir.
Bireysel anlamda ise tutarsızlık kişiyi ilerletmekle birlikte konfor alanından çıkartır. İnsanların büyük kısmı bu konfor alanından çıkmak istemez ve inançlarını sorgulamadan yaşamaya devam ederler. Kişilerin özellikle inanç boyutundaki fikirlerini değiştirmeleri çok zordur. Peki günün birinde inançlarına ters düşen bir bilgiyle karşılaşırlarsa ne olur? Burada da geri tepme etkisi (backfire effect) devreye giriyor.
Geri tepme etkisi Brendan Nyhan ve Jason Reifler tarafından öne sürülen bir sosyal psikoloji kuramıdır. Buna göre insanlar inançlarına ters düşen bir bilgiyle karşılaştıklarında beyinleri otomatik olarak bunu reddediyor. Yeni gelen bilgi ne kadar gerçek ve eskisini yıkıcı ise kişi eski inancına o kadar sıkı sarılmaktadır. Halbuki bilmeyi bilgelik düzeyinde arzulayan kişi inanmaya değil anlamaya çalışmalıdır. Ama pek çoğumuz anlamaya çalışmak yerine önceki fikre ne kadar çok emek vermişsek onu o kadar çok savunma ihtiyacı hissediyoruz.
Sırf o emekler boşa gitmesin diye gerçeğe gözümüzü kapatabiliyoruz. Hele ki söz konusu olan yıllardır savunduğumuz bir düşünceyse savunma tepkimiz de yıkılmaz dağlar kadar güçlü oluyor. Bu hiç mantıklı olmasa bile! Çünkü pek çoğumuz için rahat etmek gerçeği bilmekten daha iyidir. İşte bu yüzden toplumu az sayıda insan değiştirir. Konfor alanlarından çıkabilen cesur insanlardır onlar.
Beyin yapısı gereği her zaman basit olan şeye doğru kaymaktadır. Bu yüzden pek çoğumuz doğru bildiklerimizi destekleyen verilerle karşılaşırken beyin bunu otomatik olarak hafızaya alma eğilimi gösterirken, doğru bildiğimiz şeyleri desteklemeyen verilerle karşılaştığında bu yeni bilgiyi hafıza almıyor ve unutma eğilimi gösteriyor.
Mesela Alman ırkının üstün ırk olduğunu düşünen bir neonazi, bir zencinin atletizmde tüm beyazları geçerek şampiyon olmasını ya da matematik olimpiyatlarında şampiyon olmasını görmezden gelebilir. Buna karşılık bir Alman aynı başarıyı gösterdiğinde neonazi bunu uzun süre hatırlayacaktır. Bunu bilen pek çok bilim insanı yanında not defteriyle gezer. Çünkü doğada öne sürdükleri teze ters bir bilgiyle karşılaşırsa beynin bunu unutacaklarını bilirler. Böylece unutmamak ve laboratuvarda bu zıt veriyi araştırmak için not alırlar.
Bilge kişi hiçbir fikre sıkı sıkıya tutunmaz. Çünkü bilir ki yarın daha iyisi gelebilir.
Sokrates, “Tek bir şey biliyorum o da hiçbir şey bilmediğimdir.” demiş. Hepimiz bu sözü zaman zaman duymuşuzdur. Halbuki Sokrates’in sözünün orijinali şöyledir: “Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir ama isteğim araştırmaya devam etmektir.” Cümlenin ilk kısmıyla belki bazılarımız, cehaletimizin onaylandığı varsayımına kapılıyor olabiliriz. Öyle ya sonuçta Sokrates bile hiçbir şey bilmiyorken biz neden bir şeyler öğrenmek için uğraşalım ki! Cümlenin ikinci kısmıysa bu şekilde düşünenlere cevap olacak niteliktedir. Bilmiyor olabiliriz ama bize düşen araştırmaya devam etmek olmalıdır.
Bertrand Russel’ın güzel bir sözüyle yazıyı bitirmek istiyorum:

“Fikirlerim için ölmeyi göze alamam çünkü yanılıyor olabilirim.”
Hastalıkları düşünce gücüyle değil düşünmeyerek yenebiliriz

Yazar Cem Özak'a teşekkürlerimle...

SEVGİYE İMAN

Parantez içine alınmış bir noktalama işareti değil yaşam.
Nice acılardan anılardan hüzünlerden süzülmüş gelmiş bir ömrün haritası duruyor önümde.
Dağ çiçeklerinin kokusu sinmiş tenine, umudu bereketli, gözleri ışık deryası. Direncin, bilincin tarlası aklımı kır çiçeklerinin serinliğiyle rüzgarın kanadına verdim, götürsün umuda hasret yüreklere.
Karanfil kokulu bir özgürlüğün zincirlere vurulmuş diyarlarında zulme yoldaş olmak benim işim değil
Her şey bu kadar direngen ve sesliyken yüreğimin dehlizlerinde bırak gitsin nereye isterse gitsin, sevgisiz bir ruhun içtenliği kuru bir çölden farksızdır.
Ben cesaretin, içtenliğin dehlizlerinde insanlığın ekmeğini damıtmaya yeminli bir yürek taşıyorum.
Bıkkınlığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, sığ suların, kısır döngülerin yamaçlarında değil doru atların kişnediği dağların eteklerinde soluklanan bir yüreğin savaşçısıyım.
Düşünün gül kokusunu, yaprağını, dikeninin, vazgeçmek mümkün mü gülün kokusundan, dikeni var diye !
Hangi yorgun düşün kurbanı olursan ol, hangi vedaların rüzgarıyla savrulursan savrul yaşam her zaman yeniliğe gebe.
Ve sen vazgeçmediğinde daha güzelsin. ne yaşarsak yaşayalım, öze inmemişsek kolaydır gitmeler.
Bir satıra, kuru bir söze tav olmamışsa yürek, bırakırmı tuttuğu eli ?
Takım tutar gibi, dudağında ki ruju siler gibi tutulmuşsa sevgiye, bir şimşek bir gök gürültüsüyle ufalır gider adına sevda dediği her ne ise !
kasırgalardan, yüreğin depreminden topuklamışsa hemen yürek, bırak gitsin.
İnsan sevdiği eli yüz bin kere parmak uçlarına dolar.
Korunmasız gözleri alır uyutur koynunda. Sevdaya tutulmuşsa savrulmaz fırtınalarda, tutulmuşsa gönül köküyle budanmaz seyri zamanda sessiz koylarda, susmak da sevdaya dair,
Polonya Sanatında Oryantalizm -Doğulu bir güzelin portresi olarak geçiyor. Yıl 1885

18 Nisan 2019 Perşembe

Yeşil pencerenden bir gül at bana.

Yeşil pencerenden bir gül at bana.
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına.
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ!
Sevgili Dost, ne güzel tanımlamışsın; gidenlerin yüreğinden, yaşama süzülen derinliği...
Yaşamda; hay huylarla,sınırlarla, sen-ben davasından uzak engin yürekleri ne güzel kaleme almışsın..
Evet, sevginin,anlamanın, değer katmanın belli bir inancı,ülkesi yok.
Önemli olan ışık diliyle yaşama uzanmak.
İnsanların eylemleri ve söylevleri şüphesiz ki, hayatla olan ilişkilerinin rengini ve biçiminide tayin eder..
*Onat kutlar, yaşarken seslenmiş; düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin unutmamak için çünkü unutuluşun kolay ülkesindeyiz.
Buna rağmen devam etmiş ve biliyoruz bahar mutlaka gelecek.*
Umut, umut..hiç vazgeçmemişler.
Güzel çalışmanı okudukça, şairlerin, yazarların,düşünürlerin bu dünyaya ruhlarını da serpiştirip gittiklerini düşündüm.
Değilmi ki şair; sadece kendi yaşamını, yaşadıklarını kaleme almaz, yaşama bir bütünlük içerisinde bakar.
Bu bütünün içinde her şey, herkes vardır.
Başkalarının gözünde, yüreklere inmenin ince duyarlılığıdır, anlamaktır, anladığını yorumlamak ve sezgilerini, anlatabileceklerini biçimlendirebilmektir.
Ve şiir, şiirse; hayatın kendisi ve hayat kadar örgütlüdür ve evrensel bir değerdir.
Evet adanmışlık; hiç bir koşula bağlı olmadan..
Furuğ Ferruhzadenin seslenişi gibi;
ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
okyanusta yaşayan
ve yüreğini tahta bir kavalda
usul usul çalan
küçük hüzünlü bir peri
geceleri bir öpücükle ölen
ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan...
İçtenlikle teşekkür ediyorum ''geçmişin diliyle gelen sezgilerin''
bütün kötü düşünceleri, duyguları darağacına astığını ve evreni dinleyen ‘’yüreğimizin sesine’’ şarkılar, türküler, şiirler kattıkça, aklımızı arındırdıkça ‘’sevginin’’ bütün evreni kuşatacağına inanıyorum..

💙Olcay Kasımoğlu

''Bazı kelimeler soğuk, bazı insanlar uzak, bazı hikayeler yarımdır..''

Mevsim ilkbahar, toprak kımıl kımıl, tomurcuklar açtı açacak, her şey çığlık çığlığa ve her şey bir o kadar direngen..!
Ya insan, insan kendiyle boğuşuyor, çelişiyor unutuyor insan olduğunu.
Her şey yaşamak üzerine kurgulanmışken, tüm şarkılar, türküler buram buram yaşam ve sevda kokarken, insanlar da bir dünya telaşı, bir mal mülk edinme telaşı!
Yaşarken mi öldürüyoruz sevdiklerimizi, yada gülde dikeni unutan biz miyiz ?
Dokundukça ''Ah'' diyen sese kulaklarımız sağır, yüreğimiz kör, kapılarımız kilitli, ruhlarımız sakat.
Bir dünya telaşına kapılmışız, bir ben bilirim, bir ben haklıyım nidalarıyla kendi içimize yuvalanır dururuz.
Telaş dediğinde, maldan mülkten, mevkiden, diplomalardan, başkalarının gözünde değerli olma, onanma sancılarıyla etrafımıza örülmüş bir cendere.
Sevmiyoruz kendimizi.
Yaşamı kutlamak değil, ölümü kutsamak öğretiliyor bize.
Ölüme dair, Seneca’nın seslenişi oldukça etkileyicidir;
“Ölümün olduğunu öğrenir öğrenmez, hayattan çekilmeye karar vermemişsek, burada bulunmamızın tek nedeni var mutlu olmaktır.
O zaman, üçgenin ille de üç kenarı olacak diye bir kural koymaya biliriz…” Ama insanoğlu kural koyar, insan oğlu nefsinin kölesidir, çok azı nefsini terbiye eder. ben ben diye bağırır durur, bencildir.
Kendimize adil, kendimize namuslu, kendi egolarımız tavan oldukça , aramızdan usul usul kayanları göremeyeceğiz, sessiz çığlıkları duyamayacağız.
Ozanın dediği gibi, “Hayat sunulmuş bir armağandır insana.” ama ne kadarımız bu armağanın değerini biliyor, ona hakkını veriyoruz?
Yoksa, hoşumuza gitmeyen bir armağan gibi, onu bir kenara koyup, eskimesini, yok olmasını mı bekliyoruz?
Ya da kaybetmek midir ölüm?
Varlığın esas olan huzura, serbestliğe kavuşması mıdır?
Her ölüm, erkendir diyen şair yanıldı mı bir yerde?
Esas olan, yaşamın ne manaya geldiğini çözemeden ayrılmanın garip yoksulluğu mu, yoksa sonsuzluk dediğimiz, aslında yaşamdaki sonsuzluk değerinde bir an mıdır?
"Çoğumuz ömürlerimizi sadece minik bir "kelebek etkisi" için yaşıyoruz belki de. Ama o etkiyi yaratacak dönüşümlerden ya da çabadan fersah fersah uzağız. Haliyle dünya bir bumerang gibi bize geri dönüyor bu durumda, hiç değişmeden... İşte bizim trajedimiz bu, içten dışa büyüyen bir kısır döngü."
Ve bizler ölümlü dünyaya, bitimli hayatlar almaya çalışıyoruz, birde bakıyoruz ki;
“Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrümüz, vakit gelip, sandıktan cikarttiğimizda bakıyoruz tedavülden kalkmış.
Yaşama kırgın, kendimize küs, umutları ayağından vurup, bir ipe dolayıp boynumuzu, yada kör bir kurşunla hoş-çakal diyenler kadar yaşarken kendini bulamayanlarda beni bir o kadar üzer...

14 Nisan 2019 Pazar

EVRENSEL OLANI DÜŞÜNMELİYİZ

Hayatın ne olduğunu görmek için, önce içimizdeki kargaşadan sıyrılmak gerekiyor.
Kötü yaşarım korkusuyla, hiç yaşanmadan biten hayatlar var. Evren hareketi sever, hiç bir şey yapmadan seyredenlere, üretmeden mazeret üretenlere bir şey katmaz.
Sığ düşünceleri bize empoze eden zihniyete ”bilgi çeşitliliğimizle, derinliğimizle” karşı çıkabiliriz. Dışarıdan bakmak mümkün değilse de kendimizi güncelleyebiliriz. Saat bile, gün içinde en az iki kere akreple yelkovan tekliye biliyor.
''İçmek, şarkı söylemek, konuşmak, bunların hiçbiri kendiliğinden güzel değildir. Güzellik bunların yapılış yolundan doğar. Bunları güzel, doğru dürüst yaparsak güzel olur, yapmazsak çirkin olur. Sevmekte de öyle: Güzel olan, övülmeye değen her sevgi değil, bizi sevginin güzeline yönelten sevgidir.''
 Hesse' nin seslenişiyle;
"Hiçbir insan yüzde yüz kendisi olamamıştır ama yine de herkes gücü yettiğince ilerler bu yolda, kimi biraz daha gözü açık, kimi biraz daha gözü kapalı."

Kendimize göre bakarsak hayata, sadece kendimize ait tarafını görürüz. Genele bakmak için ise evrensel olanı düşünmeliyiz.
En azından bir şeyleri mahvetmeden, başka yaşamları yok etmeden yaşarsak, bilmediğimiz anlama karşı da gelmemiş oluruz. Çünkü, insan yaşamı anlam içermektedir. İnsanı güdüleyen şey, yaşamını anlamlı kılma çabasıdır.
Bunun yanında; herkes için geçerli evrensel bir anlam yoktur, her birey için yaşamın anlamı farklı olabilir. Önemli olan o bütünün parçasıyken, yaşamı yaşanılır kılmak. Çünkü, hayatın dinamikleriyle akarız, yaşamın içerisine..
İnsan acılardan, sevinçlerden, hayatı deneyimleyerek yaşama anlamlar yükler. İnsanın engin bir bakış açısına sahip olması bu nedenle çok önemlidir.
Sadece kendi acısına ağlayan, yada sadece kendi sevinçleriyle mutlu olan insanların yaşamlarında, ego hep ön saflarda yer alır. Buda, iç sesimize hep perdeler çeker. Engin bir sevgiyle kucakla-yamayız yaşamı ve insanları.
İnsanın; yaşamı algılama, gözlemleme ve olumlama yetisi çok önemlidir. Hayat niyete, niyetlere göre şekillenir, baktığınız yerde olanı değil, görmek istediğinizi görürsünüz.
Bu anlamda hayata olumsuz bakan insanlar; olumsuz ve karamsar düşüncelerin içinde kendini bulurlar, etrafındaki insanlara da bunu bulaştırmak isterler. Oysa hayat, olumsuzluklarla ziyan edilmeyecek kadar zaman kavramına endeksli. Olumsuz düşünen insanlara olumlu bakış açıları kazandırmak kolay değil, emek ister ister.
Sürekli kendini savunmak zorunda hisseden, egosu tavan yapmış bu tarz insanlar, başkalarının kayıplarından, yanlışlarından beslenirler, hoşgörüleri sığ ve sevgi kanalları ya boştur yada yaralıdır. Bu olumsuz düşüncelerin, hayatı nasıl eksilttiğinin farkına varamayan insanı, insanları uyandırmak gerekir.
Hayat var oluş anlamıyla çok güzel, sadece onu asıl niyetinden uzaklaştırıp yokuşlara tırmandıran, al aşağı eden biz insanlarız. Dikkatsiz, duyarsız ve duygusuz yaşadığımızdan hayatın asıl manasını ıskalıyoruz. Güzelliklere özen göstermiyoruz, ayrıntılara dikkat ediyoruz…Hangimiz, bir an olsun yüreğimize dokunup sevdiklerimiz aşkına, o günü güncelleyip, yeni bakış açılarıyla yüreğimizi açıyoruz ?
Hayat çetelesi, kayıplar üzerinden insana hizmet sunuyor doğrudur, dün ölenler, bugün ölecekler, sıra kimde bilmeden….
Çok hoşuma gider John Donne’nin hayatı ve insanı tanımlaması;
Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.”
O zaman neyin telaşındayız?
Yüreğimizi, sevgimizi; kısır, olumsuz düşüncelerle haşır neşir ediyoruz.
Sorunlarımızın olmaması mümkün değil, deriz ya ”Sorunsuz insan, sorunsuz cihan olmaz” diye lakin her sorunun birde çözümü vardır, yeter ki çözümsüzlüğe çanak tutmayalım. Sorun üreten değil sorun, çözmenin parçası olalım.
Kim etrafında sürekli şikayet eden, mızmız bir insanla ömür geçirmek ister? Düşünsenize, sürekli felaket tellallığı yapan bir insan, ruhumuzu karartır. Hayata olumlu bakan, nerede ne yapması gerektiğini bilen, olgun, yaşadığı hayatı deneyimleyip bize olumlu bakış açıları kazandıran her şeyden önemlisi yanındayken kendimizi iyi ve güvende hissettiğimiz bir insanın yanında kim olmak istemez ?
Hayatında yaşadığı olumsuzlukların sorumluluğunu üstüne almayan, faturayı başkalarına kesen bir insanın hayatı olumlama gibi bir olgunluğu olamaz, her zaman suçlayıcı, kaderci, zayıf ve depresiftir.Sorunları bahane ederek mutsuzluğa ve umutsuzluğa kilitleniyoruz oysa her karanlık, kendisini sonlandıracak ışığın tohumlarını içinde taşır.
Evrende ne varsa yaşam kokuyor; çiçekler, kuşlar, deniz, rüzgar, güneş ve insana dair ne varsa !
Ne olursa olsun herkes hayata kendi yürek penceresinden bakar ve sadece görmek istediğini görür. Kimileri olduğu yeri aydınlatır, kimileri meş’ale gibi karanlığı yırtar.
Hayata olumlu bakan insan, olumlu bakıştan üreyen umut ve cesaretle, daha cesur ve sevgi dolu oluyor.
Çözümü olan her sorun ”küçük sorundur aslında.” Yaşamımız boyunca, hepimizin yaşadığı sorunlar olmuştur ”çözümsüz görünen, bizi yaşamın bitim noktasına getiren.”
Oysa belli bir zaman sonra aslında hiçbir şeyin durağan olmadığının, acının, sevincin, kederin zamanla yer değiştirdiğine kendimiz şahit oluruz.


YORGUN KADINLAR

Öyle zordur ki, geçinmeye niyeti olmayan bir hayatın içinde uyanmak.Kurşunu havada, sevgiyi de yürekte tutmaya benzer.Bazen duygularımız daha biz yaşlanmadan onlar yaşlanır ve bizden hayatın yanaşacaklarını alır. Hayat sanki kendini anlayanlarla arasına mesafeler koyar.Yaşamın içine karışmasına izin vermez.
Hayatın içinde hep ardına bakan ve ardında bıraktıklarıyla yaşayın kadınlar gördüm. O kadarki bugünü yaşamayı kendine zehir edecek kadar. Her şeyi didiklerler,eciğinden,iciğinden, mazisinin gölgesinden, anılarının küf kokan yükünden bir türlü arınamayan,yürekleri yarına yorgun kadınlar... Ne istediğini bilmeyen,nerde duracağını hiç bilmeyen kadınlar ne çok çelişkiye gebedirler.Büyük hayallerin yıkımlarını yaşarlar. Aslında kadın olmanın yemek sanatıyla bitmediğini o verilen,vadedilen modellerle hayatın içinde mutlu olmanın çokta yemek tarifine bağlı olmadığını... Yaşanan hayal kırıklıklıklarını anlatır ama dile gelmez.Her şey,geçip gittiğiyle kalıyor arkasında toz,duman izi bırakmadan. İzler yüreğe bırakılır.
Geçen yıllar, hayal kırıklıkları,umduğunu yaşamamak... her şey! Ayrıntılar acıtır. Kadınları tümden mutsuz eden erkekler değildir evet bende bunu üzerine basa basa söylüyorum kadınları mahveden gereksiz,bilinçsiz yaşanmadan dayatılan ayrıntılardır.Çünkü kadınlar bekler.Bekletilmeye alıştırılmışlardır. Ummak ve beklemek kadınlığa verilmiş en büyük cezaymış gibi.Kadınlar insan olmadan,insanca yaşamanın onurunu kendi yüreklerine,beyinlerine yaşatmadan kadın olmayı unutsunlar kadın olmak bütün olmaktır. Gökkuşağı'na benzer. Gökkuşağına baktığında seni rahatsız eden hiç bir renge rastlamazsın. Kadında kendi varlığını başkasının ona biçeceği değere bağlamamayı,kendi özündeki şefkatı yakaladığında o gök-kuşağı onu hayata sevdirecek kadar renkli ve içi dolu umutlar besler.Hayatın ayrıntılarda nefes almadığını muhakkak gösterecektir. Hayatındaki mutsuzlukların kendi kattıklarıyla da oluştuğunu gördüğü anda işte yaşama ve içine,özüne hoş geldin dediğimiz gün olacak.
Biz kadınlar yaşamımıza, bedenimize, emeğimize ve kimliğimize yönelik her türlü saldırıya karşı sesimizi duyurmaya, örgütlenmeye devam edeceğiz. Bir kez daha sağır kulaklara bağırıyoruz: Şiddetinizle barışmayacağız. Erkek şiddetine karşı susmayacağız, sesimizi birlikte yükselteceğiz...

12 Nisan 2019 Cuma

Kapalı Bahçe

Çin devleti tarafından sürekli baskı altında tutulan, Çin'in önemli muhalif sanatçılardan biri olan Ai WeiWei'in Sabancı Müzesi'deki sergisini dolaşırken kitapların olduğu bölüme uğramış, gözümün iliştiği kitabi gezi sonu alırım düşüncesiyle dolaşırken unutmuştum.
Sürpriz bir şekilde "Kitaplı Bahçe" isimli kitapla, sürpriz ziyaretiyle yanıma gelen sevgili arkadaşım Bülent'e içten teşekkürlerimi sunuyorum.
Yazarı Marc Helys olarak yayınlanan aslında kadın olan, Fransız gazeteci Maria Lera'nın, erkek adı kullanarak yazdığı bir zamanların İstanbullu, bir Fransız kadın yazar gözünden nasılmış doğrusu merak ettim.
Zorluklar aşıldığında yada aşma gücünü duyumsadigimizda içimiz coşkuyla dolar.
İşte o zoru aşmanın, içimizde o bize özgü, ne mutlu ki, yalnızca insana özgü yaşama sevincini duyabilmemizin en güzel yollarından biride sanatla birlikte, özgürlükten beslenen, sevgiyle perçinlenen yaşamla, insanla iç içe, içinde emek ve sevgi olan her şey çok güzel.
Sanatın halden bilene, hali okuyabilene, halden anlayabilene ihtiyacı var derken, ruhumuz dolaşır yine diyar diyar, üfler sevgiyi...

ÜRETEMEYENLERİN DEGERİNDEN SÖZ EDEMEYİZ...

Dünyaya ayna tutmak, iyilerin iyiliklerini, kötülerin kötülüklerini göstermek, çağımızın ne olup olmadığını ortaya koymak için sanatın işlevselliğine ihtiyacimiz var.
Sanat: egosu tavanlara, onanma ihtiyacı içinde kavrulanlara, laf ebeliği yapanlara, kendini dev aynasında görenlere hiç bir şey katmıyor.
Sanat istikrarı seviyor.
Ve sanatın işlevselliğini bir bütün olarak dünyayla iç ıçe geçme ve özdeşleşmenin bir sonucu olarak görüyorüm.
Bununla birlikte yaşama biçimimizin dışsal herhangi bir olgusu değişmeyecek belki, ama bizim bu olguları kavrayişimiz derinleşecek.
Yaşama bağliliğimiz artacak. Buda sanatın en temel ışlevidir.
Aİ WeıWei' ne güzel özetlemiş sanati, o dingin, engin dernliğiyle;
"Benim sanat anlayişim hep aynı kaldı.
Sanat ifade özgürlüğüdür, yeni bir iletişim biçimidir.
Sanat müzelerde sergılenmek ya da duvara asılmak için yapılmaz.
Sanat gönüllerde yaşamalıdır.
Sıradan insanlarda herkes gibi sanatı anlayabilmelidir.
Sanatın elit ya da gizemli olduğunu düşünmüyorum.
Sanatı politikadan ayırma niyeti son derece politik bir niyettir..."
Bütünlüğün esasında bende farklı düşünmüyorum.
Sanat hiç kimsenin tekelinde değildir kaldı ki sanat hiç kimsenin mali da değildir.
"Yaşamı tek bilinmeyenli bir denklem gibi ele almak, altı boş kulağa hoş sloganlarla konuşup, zamana göre kendini geliştirmeyen, saplantı slogan hükümlere göre yaşamak ve mevzi alıp dayatmaya çalışmak kolaycılığı hiç kimseyi ve de toplumları bir yere götürmez..."
Kral Gılgamış'ın gözü karalığından, Simurg’u arayan kuşların hiç azalmayan azminden, Odyseus’un mücadele ruhundan, Don Kişot’un çılgınca cesaretinden, Santiago’nun masum hayallerinden nasibimizi almadan hiçbirimiz hedefimize ulaşamayız. Zafer bu uzun ve çileli yolculuğu tamamlamayı başaranlarındır.
Böylesine yaşamla iç içe, böylesine insanla sarmaş dolaş olanlara minnetle...

Gözlemek,Dinlemek, Okumak ve Yaşamak

Yıllar boyu gerek özel yaşamımda, gerek arkadaş çevremde, geçmişe takılmak yerine, olumsuz koşulları aşmayı bilen, bireysel gelişimlerine önem ve öncelik veren insanlar tanıdım. Bu insanlara saygı, sevgi ve hayranlık duydum.
Bu insanların ortak noktası; kültürlerini arttırmak ve bilinçlerini geliştirmek için verdikleri çaba ve emek ile ezberci eğitimin dışında kazanılan bir yaşam deneyimiydi.
Bu sadece diplomayla, etiketlerle yada parayla kazanılacak bir şey değildi.''
Kültür, insanın ve yaşamın kalitesini arttıran en önemli unsur ve bir yaşam manifestosudur.
Yaşamı anlamak ve kendiyle barışık yaşamak isteyen her insan da mutlaka belli bir kültür birikimine sahip olmalıdır.
Birikim yollarından aklımıza ilk gelenler gözlemek, dinlemek, okumak ve yaşamaktır.
Bu dört ana unsur birbirlerini tamamlayıcı etkiye sahiptirler. Bu etkiler aynı zamanda kendiyle barışık bireyin portresinin nasıl olabileceği üzerine farklı bakış açıları sunar bize.

Çekilir koylarına zaman zaman

Biliyorum bir sevdanın düş yorgunu olmak çok zor ama ya olmasaydı🌹
Kulağında güller
Tenin de bahar
Yüreğin de ben
Dil üzmezim
Gönül yıkmazım
Söyle
Gözlerine göç mü var
Bir gülsen şenlenecek yüreğim...

“Kendim ve dostlarım için ve zamanın akışını yumuşatmak için yazıyorum.” demiş, Jorge Luis Borges
Bende: kendi bilincimle, irademle,seçimlerimle,seçtiklerimle, değerlerimle, insanı sorumluluklarımla, bir nebzede olsa, yaşama dokunmak için yazıyorum..
Çünkü, hayatı ezberlemek başka; anlayarak, gözlemleyerek, deneyimleyerek, sevgiyle dokunmak bambaşka.
Çoğu zaman, başkalarının dayattığı kurallara ve değerlere göre yaşıyoruz. Yalanları, oyun bozanları, sorgulamadan kabul ettikçe içimizdeki sızı ve yalnızlık daha da arttı.
Her şeye sahip olmak için uğraştıkça, hayatlarımıza sahip olundu.
Düşlerimize birer birer el koydular.Her şeyin ucuz bir metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı bir ortamda sevgiyi, dostluğu, bilgiyi, güveni, içtenliği parayla satın almaya ve mutlu olmaya çalışıyoruz.
Kimse yuvasında değil, herkes başkasının kapısını çalmakta, başka hayatlarla avunmakta, hazıra konmayı amaç edinmekte. hazır söylemlerle yaşama sarılmakta, ne olduğunu bilmeden kendine sunulan yaşam tarzlarını benimsemekte.
Bizi hep başkaları tanımladı, hangi mesleği yapacağımıza bizim adımıza karar verdiler. Kiminle evleneceğimize, hangi partiye oy vereceğimize, hangi takımı tutacağımıza hep başkaları karar veriyor
Sonuç: mutsuz, umutsuz, kuruntulu, endişeli, arabesk söylemler yaşamın merkezi olmaya başlıyor.
Yaşamın doğasına aykırı sularda yüzüyoruz. İnsan doğasına uygun olmayan ne varsa onları işlemeye çalışıyoruz.
Bilincinin güzelliğini ve yaşamının değerinin sürekliliğini korumak istiyorsak, önce kendimizi öğrenmeye ve organize etmeye, ardından da hayatı tanımaya ve olumlamaya özen göstermeliyiz.
Bunlar için ise, sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak gerekiyor. Nede olsa, onlarda tozlanır, katılaşır, sağırlaşır, koylarına çekilir zaman zaman...

11 Nisan 2019 Perşembe

Hayatın demini yaşamak

Bazen hayat bize göz kırpar...Neredesin diye! Biz hayatın içindeyiz ama ne kadarını anlamlı yaşadığımızı düşündüğümüz,sorguladığımız anlar bize göz kırptığı anlardır..Sevinmek,istemek,şaşmak,yanılmak,yeniden yaratmak duyguların zengin dünyasıdır.Hissettiklerimize çoğu zaman sarılmayız. Sanki dile gelince bir çok anlamını yitirecek.Yalnız kalacağız gibi köşelere sineriz. Bakarız uzaktan.Her şey gelip bizi bulsun çıkarsın olduğumuz yerden.Duygulanmayı hüzünle eş anlamlı sayan bir bir toplumda bunu yaşamak,dile getirmek kolay değil.Duygulanmanın zayıflık olarak algılandığı toplumlarda kişiler duygusallıklarını yaşayamazlar. Yaşasalarda bu yine sınırlara yenik düşer.Oysa duygular insan olma tarafımızın en büyük gücüdür.Duygularımıza korkmadan bakabilmeyi başardığımız gün duygularımızın özgürleştiği gün olacaktır.Duygularımızı özgürleştirirken,içimizdeki insanında özgür olacağını bilmeliyiz.Bunu bilmemek,farkına varmamak özgür olamamızın nedenlerinden biridir.Özgür düşünen,düşüncesini bilinçli yaşayan insan her zaman kendi ayakları üzerinde durmasını becerir.Hayat ona da acılarından tattırır ama o acıları bilinçli bir olgunluğa dönüştürüp demini yaşamasını bilir....

Olcay

Dostluklar

Gönülden gönüle dostluklar vardır;
Güneşle gölgenin dostluğu gibi
Gölge güneşsiz yerini bilmez,onsuz düşmez bir yere
Gölgenin ihaneti hiç bilinmez, güneşin peşinde pervane
Uzak görünen dostluklar vardır;
Denizlerin yosun tutan taşlarıyla, dağların üzerine düşen karlar gibi
Dostluklarını gündüz kuşlarla, gece yıldızlarla iletirler birbirlerine
Dile gelmeyen dostluklar vardır;
Dokunmanın sesizliğine birakılmış, sadece yüreğin hissettiğine yazılmış
Her şeyden konuşur sessizce, gözce
Birde kopmak istesende, kopamadığın dostluklar vardır;
Gecenin sabaha mecburiyeti gibi, nar kızılı yeri öpen
Birbirine benzemeyen ama terk saati değişmeyen
Ayak uyduramazlar birbirlerine, birinin doğuşu diğerinin gidişi
Ama günün devranında, yine dönüşü birlikte tamamlayan...
Günü gelince zamana yenilen dostluklar vardır;
Bir bahçede açan gülün, kış gelince cemalini saklaması gibi
Yada kocaman ellerin kopardığı güllerin bahçeden ayrılması gibi
Mevsimlerle gelen, mevsimlerle giden leylekler gibi, tutamazsın…
Vakitsiz gelen dostluklar vardır;
Elimize bırakılan, emeksiz sahip olduğumuz
Gülüşünün içinde ne sakladığını bilmediğimiz
En küçük fırtınada sahip çıkamadığımız
Geldiği gibi vakitsiz biten dostluklar vardır
Giderken bize kendinden hiç bir şey bırakmayan...
Olcay KASIMOĞLU

Yüreğimin Bahçesi

Gelirsen; güneşe demlenmiş gözlerinle gel
Ve mutluluğu koymalısın sol omuzuna
Bakışlarında hayat olmalı, canım diyen
Kinden, nefretten, her tülü koşullu sevimsiz tuzaklardan arınarak gelmelisin bana
Hayatı benimle taşıyacak kadar yürekli olmalı yüreğin
Asla çıkarlar üzerine sözleşmemeli
Avuçlarının içi her dem emeğin çizgileriyle dolmalı
Gelirsen; küçük hesaplardan arınmış, kocaman hesapsız yüreğinle gel
Getirmelisin; bakmaya doyamayacağım umut dolu göz bebeklerini, almalısın yanına
Yüreğimi yüreğine katan, gülüşlerini de almalısın yanına
Ardında bıraktığın; bütün o aydınlıkları gölgeleyen basma kalıp, sevgisiz, bilinçsiz iç yakınmaları silerek hafızandan akmalısın yüreğime
Umudun, aşkın, emeğin suladığı gül goncalarını getir bana
Getirmelisin; gelirken, bütün yaşanmış acılara, çaresizliklere inat,
inanmalıyız seninle ve içimize güneşi salmalıyız
Hayatla başa çıkabilecek kadar yürekli sevdiğim
En küçük yalanda parçalanacak kadar yumuşak bir yüreğin sahibi sevdiğim
Gelmelisin; bana gelirsen, mavi umutlarını da topla gel
Bir ceylanın yavrusu kadar masun, bir aslan kadar yırtıcı olmalısın yola çıktığın anda itibaren
Seni anlamam için sesini de bana getirmelisin
Yüreğinden diline gelen her sözcüğü içmeliyim, içmeliyim ki sende seni bulsun
Yasemin kokulu saçlarınla gel, topladığın kır çiçeklerini de getir
Yüreğinden dökülen nehirleri getir
Yanına alarak gel, bütün yaşanmamış hasretlerini
Duy kalbimin sesini duy !
Gecenin karanlığında yıldızlara tutun, tutunda gel
Gel de; yüreğimin bahçesi seninle açsın sevdiğim.!.

Su ve Ateş

https://www.filmmodu.com/su-ve-ates-turkce-dublaj-izle

Aşk, insanın sadece psikolojisini ve kimyasını değil; tarihini, müziğini, coğrafyasını, edebiyatını, fiziğini, beslenme çantasının içindekilerini, hayat bilgisini de değiştiriyor.

Doğu-Batı sentezi, töre, intikam, kan ve tabi ki aşk... İzlenilecek bir film!

Filmin şarkı sözleri çok güzel..

''Bilmezdim bu derdin seni yolundan
Beni solumdan edeceğini.
Bilmezdim en sessiz yanımdan
Yağmuruna bulutlanıp temmuz gecelerinde
Fırtınalı sabahlarda kan terleyeceğimi.
Bilmezdim çok yanlarımın
Az yanımla yetineceğini.
Uzaklığının yakınlığım,
Yakınlığımın uzaklara gönül vereceğini.
Yoksa küs müsün bana
Dilime ikâmet edenim?
Dargınsak eğer,
Üç günü geçeli aylar oluyor haberin olsun
Ve burada yanık kokulu rüzgarlar çarpıyor yüzüme.
Beni soluğumdan tutuyor üşümelerim
Boğazıma yapışmış sıtmalı kelimeler...
En yakın sağda park’a çektiler kendilerini;
Söz dinlemez oldu sözler.
Adına sır diyorlar sevmelerin.
Gürültülü harflerini sükûta izdivaç ediyorlar,
Mahrem duygularını telveye terk ediyorlar yani...
Yorulmadın mı dilimden sessiz çığlığım?
Senin yerin dağınıklığım;
Toparla kendimi...''

MADISON KÖPRÜLERİ (Yasak Aşk) (Yapım: 1995)

Muhakkak izleyin ve Can Dündar'ın bu film üzerine yazdığı bu yazı beni çok etkiledi.
''Zordur köprüleri yakmak... Sıradan sabahların mahmurluğuna alışmışlar için, bir şafak vakti aniden geçmişinden ve bugününden vazgeçmek ve içinde her nasılsa saklanmayı başarmış bir ya­rın heyecanının kanadına tutunarak havalan­mak cesaret ister. Kurulu düzen öylesine rahat, öylesine huzur doludur ki, ruhuna gömülü ço­cuğu, yıllarca kınında beklemiş keskin bir kılıç gibi uyandırıp dörtnala ileri atılmak, yaman bir karara dönüşür.
Zordur insanın onca zaman, bunca emekle kurduğu ne varsa hiçe sayıp, mağlup ama mağ­rur bir komutan edasıyla yeni seferlere niyet­lenmesi... Bugüne yenik düşenler, yarını sade­ce hoş bir hayal olarak düşleyip, dünde yaşar­lar. Bedel ödemeyi göze alanlar ise, yelkenleri atlastan ge­milerle, arkalarında külden köprüler bırakarak meçhul bir istikbale doğru dümen kırarlar...
Yakılan sırat köprüsüdür. Geçer ve orada kalırsınız: cennetse cennet, cehennemse cehennem... dönüşü yoktur...
Clint Eastwood'un son filmi "Madison Kasabasının Köp­rüleri" çoğumuza bir kez daha ruhumuzun derinliklerinde saklanan o yakılası köprüleri hatırlattı. Hayatı, sohbetsiz sofralara yemek hazırlamaktan ibaret, kendi halinde bir ev kadınının günün birinde kapıyı çalıveren bir yabancıyla ya­şadığı 4 günlük "yasak ilişki", içimizdeki şeytanın kapıları­nı çaldı. 40 yıl kendirli, kendinden bile saklamış bir kadının, 4 gün içinde kendisiyle tanışması ve 40 yıldır ıskaladığı bir mutluluğu bir "yabancı"da yakalaması, dünyanın dört bir yanındaki izleyicilere pek tanıdık bir duygu gibi geldi.
Sinema çıkışında ellerindeki küçük mendilleri gizli gizli göz pınarlarına bastıran hanımlarla, yaşlı gözlerini kara gözlüklerinin ardına saklamaya çalışan beyler, yasak bir
İlişkiye gözyaşlarıyla onay veriyorlardı adeta...
Yolboyu eşler birbirlerini yokladı, ihmal edil­miş heyecanlar çıkarıldı naftalinli sandıklar­dan... Kimi, köprüleri yeniden kurmanın yolla­rını aradı, kimi yakma vaktinin gelip de geçtiği­ni düşünürken...
Lakin zordur köprüleri yakmak...
Meçhul bir istikbal uğruna bugününden vaz­geçmek korkutur insanları... Mazinin hatıraları taze, dostluklar sıcak, kurulu düzen güvenlidir. Nitekim filmin kadın kahramanı da kendi köp­rülerini yakmaktan son anda vazgeçer. Ruhu­nun köprüleri yerine, cesedini ateşe vererek, bir imkansız aşkı, küllerin buluştuğu öbür dünyaya erteler.
Köprüleri yakmak cesaret ister... ama siz kararsızlanırken köprünün karşısından ışıl ışıl yeni bir hayat umudu inatla gülümser insana... Bir elte bugünün yerleşik­liğine tutunurken, öbürüyle yarın macerasına uzanmaya çalışır, arada çırpınır durursunuz.
Belki orayı bilmemek, bilmekten iyidir. Bilip de gidememek en beteridir çünkü...
Sinema çıkışında izleyicilerin düşünce balonlarında köp­rüler sallanıyordu. Eşler yolboyu birlikteliklerinin muhasebesini yaptılar, kimileri işi cesur bir hesaplaşmaya dönüştü­rerek, kimi kaygılarını dillendirmeye çekinerek...
Kimi evlerde eski aşklar tazelendi ve yeni köprüler ku­ruldu, ihmal edilmiş diyaloglardan... Kimi evlerde ise yeni­den sohbetsiz sofralara dönüldü... Rahat oturma odaları­nın kurulu düzenlerine sarılanlar, heyecan dolu bir aşkı beyinlerinde büyüterek kaşıkladılar yemeklerini..
...ve ertelediler, ruhlarının köprülerini kavuracak bir heyecan ateşini; o ateşin ancak cesaretlerini yakacağı güne kadar...''

Sağlıksız Sevgi Anlayışı

Hayatı; olgun, bilinçli, doyumlu, sevgi dolu insanlarla paylaşalım.
Birakın hayatla geçinmeye niyeti olmayanlar gitsin,yollarını zorla kapamayın/♥
Sahi herkes seviyor o zaman neden bunca acı, keder ?
Sorun sevgisizlik mi, yoksa yanlış sevgi anlayışı mı?
Sevgisizliğin toplumun temel sorunu olduğu hep yazılır, çizilir acaba asıl sorun sevgisizlikten çok sağlıksız sevgi anlayışı olmasın ?
İnsanlar daha çok sahip olmak istiyor...sahip çıkmak değil.
Egemen olmak istiyor...beraber özgürleşmek değil.
Benim olmalı diyor...hayatı beraber paylaşmalıyız demiyor.
... Üzerine yatırımlar yapıyor...fikrini sormadan.
... Bu ve benzer şeyleri sevgi ile karıştırıyor ya da bunların birkaçını sevgimize
"katıştırıyor" olabilir miyiz ?
İki insanın gönüllü olarak kuracağı beraberliğin temelinde hiçbir biçimde "razı olmak" ya da "katlanmak" olgusu yatmamalı.
Kişiler; benim can yoldaşlığı yapmak istediğim insan ve istediğim yaşam bu diyebilmeli.
Bana göre tek başına mantık evliliği de, tek başına aşk evliliği de yetmiyor.
Yazdığım bir köşe yazısın da (aile içi şiddeti anlatırken) bunu dile getirmiştim.
*İki insanın aşk ve duygusal uyumu olmalı.
*Kişilik,mizaç,dünya görüşü uyumu olmalı.
* Günlük yaşam tarzı çok zıt olmamalı.
* Yakın ve uzak gelecekten beklentiler de uyum olmalı.
*Menfaat ve çıkar üzerine kurulu hiç bir birliktelikte insancıl duygu olamaz bunun ayrımında olunmalı.
*Vicdan ve merhamet olmalı.
* Vefa duygusu muhakkak olmalı.
Hepsini bir arada bulmak zor olsa da en azından üzerinde düşünmeye değer...

yaşamalı ve Sevmeli

Hayatın içinde hep yapacak ve yetişecek bir şeylerimiz vardır...
Aranacak dostlar bitirilmesi gereken işler ,gün daha bitmeden yarının telaşı sarıverir bizi.
Hayatımızı hep erteleriz, hep daha sonra deriz, şunu da bir yapayım ondan sonra.
Ondan sonrasılar hiç bitmez. Oysa hep ertelenen hayatımızdır, yüreğimizdir, özelimizdir.
Yarım ve eksik kalır hep bir yanımız.
Öylesine hayatın içindeyizdir ki, otuzlu yaşlardan kırklara varışımız da bazı şeylerin eksikliğini fark etmeye başlarız.
Hay ve huy içinde bir çok şeyin zamana yem olduğunu unuturuz. Zaman her dem kendi rüyalarını kendi düşlerini söyletir söyletmesine ama geç kalınmışsa nafile. Aranır mı, aranırsa da bulunur mu kaybettiklerimiz...
Ve içimizdeki kimsesizliğimizin gölgesinde, aklımızın nutku tutulur gidenler gitmiştir bir kere...
Yaşın deminde; başkalarının gözlerinde aramıyorum rüyalarımı...
Hayata ve insanlara beklentisiz bakıyorum.
Yaşam ileriye yaşanır, tekrarı yoktur yaşananların.
Gelir mi..Bulunur mu...Nasip mi...Yazgı mı...''Bilinmez'' ama yaşamak için AŞK adına kendime söz verdim ....''YAŞAMALI VE SEVMELİ'' yüreklilik ve güç verir insana..
Olcay KASIMOĞLU

Kendini Bil

İnsan kaynaklı sorunların temelinde insanın kendini bilmemesi ve bilgisizliği yatar.
İnsanın kendini bilmesi, aynı zamanda varoluşun getirdiği insan gereksinimlerinin en temel belirleyicisidir.
İnsanın kendini bilme ve tanıma yolculuğu aynı zamanda kişinin kendi iç sesiyle mücadeleye girmesi ve kendini bağımlı kılan bir çok şeyden kurtulması demektir.

Altı’ncı yüzyılda yaşayan ve halkın kendini tanrılaştırdığı Yedi Bilge arasında yer alan Spartalı Khilon tarafından ilk kez Delfi’deki Apollon Tapınağı’na yazılmıştır bu sözler: “Kendini Bil.”

İlk bakışta ”Kendini bil” farklı bir ifade gibi gelir insana. Oysa her insanın içinde bir çok parçanın bulunduğu ve bu parçalardan hangisini daha çok kullanılması gerektiğinin çoğu zaman farkına varmayız. Bu nedenle kendini tanıma bir yerde bu parçaları anlama, güçlü ve zayıf yanlarının farkına varma uğraşıdır.

Kendini tanımak, öncelikle insanın iç dünyasıyla, başka bir deyişle kendisiyle iletişime geçmesidir. İnsanoğlunun kendi dışındaki dünyayı anlamlandırabilmesi için de önce kendini bilmesi gerekmektedir; ancak o zaman bütün varlıkların anlamı ve amacı konusunda derinlikli bir bakış açısına sahip olur.
Kendini bilmek aynı zamanda, insanlarla güçlü iletişim kurmayı sağlıyor ve olayların, dünyanın farkında olup bunları doğru değerlendirme bilgeliği katıyor. Çünkü, insan tek başına medeniyet ve kültür oluşturamaz.

Bunun yanında, kendini bilmeyen insan, herşeyi bildiğini sanır, bilmediği konularda ahkam kesilir.
Sokrates: ”Bildiğim tek bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir” derken, aslında hayatın anlamıyla ilgili sağlam bir kavrayıştan bahseder.
Kendini bilen insanın akılla bağlantılı bir eylemi vardır. Kendine özgü bir canlı olmanın da ötesine geçerek insanca yaşama anlam katar buda haddini bilme, bilgi sahibi olma ve yürekliliktir. Bu olumlu özelliklerin varlığıyla belli bir zihinsel olgunluğa erişince insan, sahip olunan bilgileri anlamlı ve sağlıklı kullanma, yaşamı doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlayabilme bilgeliğine de ulaşmış oluyor. Hayatın anlamına da derinlikli bir bakış açısı kazandırıyor.

Kendini bilmenin yaratacağı bilgeliği anlatan Fars dörtlüğünde ki uyandırmayı, izlemeyi, şahitlik etmemeyi görmemek mümkün mü?

”- ki, bilmiyor ama biliyor bilmediğini; çocuktur, onu eğitin/yetiştirin.
– ki, bilmiyor ama bilmiyor bilmediğini; cahildir, ondan uzak durun.
– ki, biliyor ama bilmiyor bildiğini; uykudadır, onu uyandırın.
– ki, biliyor ama biliyor bildiğini; bilge kişidir, onu izleyin.”

Dünyanın en büyük temel sorununun, insanın kendini bilmemesinden kaynaklanan bilgisizlikten ve bilgiye duyulan ilgisizlikten kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Türkiye felsefe kurumu başkanı, ulusal ve uluslararası yirmiye yakın derneğin aktif üyesi olan İoanna KUÇURADİ' nin seslenişi oldukça manidardır.

''Neden acı çekiyoruz'' Çok kestirme bir cevap vermem gerekirse ''bilgisizlikten'' diyebilirim; bilgisizlikten ve bilgisizliğin yarattığı sonuçlardan..''

Yunus Emre’nin dizelerinde hayat bulan ”Kendini Bilmek” deki hikmetin güzelliğine hayran olmamak mümkün mü?

”İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır”

”İnsan niçin okur? Hem kendi, hem de başkalarının “hakkı”nı bilmek için. Yani “kul hakkını ve sınırlarını” bilmek için. Bu, Tanrı’nın da insanlardan isteğidir. Gönül dünyasında da, toplum yaşayışında da düzen ve huzur böyle sağlanacaktır. İnsan okuyor ama “hak-hukuk” bilmiyorsa, kul hakkı yiyorsa her şey boştur. Kuru, işlevsiz bilgi yüklemesidir yapılanlar.”

Kendini bilmeyen, hatta aramayan kişi, yaşamını da boşa geçirmiş, eserini verememiş ve kendini gerçekleştirememiştir. İnsanın hayattaki en büyük başarısı kendini bilmesidir. Bilgi, her şeyden önce insanın kendini bilmesini sağlamalıdır. Kendini bilmek de önümüzü aydınlatır. İnsanın kendisini bilmesi kadar büyük nimet yoktur.

Olcay Kasımoğlu