Translate

30 Nisan 2020 Perşembe

İnce Ayarlar

Her doğan günle yenilenmek tesadüf değildir !
İnsan yaşadıkça; sır yerkürenin içinde ki mananın sırrına tam muvaffak olamasa da, bir çok şeyi doğru yerden görmeyi ''ÖĞRENİYOR'' yaşamı sorgulayıp, paylaştıkça !
Yaşadıkça yaşamın içine aktıkça, içinde ki öz söyleşir, gönül penceresi açar kapılarını.
Zamanla birlikte sorular doğruysa hangi duvar yıkılmaz, hangi gönül penceresinden tülü kaldırmaz .
İnsanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu, her insanin içinde,
iyilik ve kötülük bulunduğunu görürsün.
Bu ikilemi, kişinin nasıl yontabildiğini ve hangisini öne çıkarabildiğini etkileşime geçtikçe, yaşadıkça anlarsın.
Sonra insan tenini o tenin altında bir ruh bulunduğunu, ruhun tenin üstünde olduğunu görürsün.
Aydınlanmanın yollarını ararsın; görürsün ki, aydınlanmadan, karanlığın yırtılmaya-cağını...
Birlikte yaşamanın önemli olduğunu, bunun için ''bölüşmeyi,hakkaniyeti,sosyal adaleti'' öğrenmenin yaşı olmadığını ve insanca yaşamak için elzem olduğunu öğrenirsin.
İnsanların; kendilerine rağmen, gidecek yol bulabildiklerini görür, şaşırırsın.
Kalıplar içinde düşünmenin, düşünce boyutlarını nasıl örselendiğinin farkına varırsın...
Gerçeklerin; kimine göre gerçek, kimine göre değil bunu öğrenirsin.
Baktığın yerle, durduğun yer arasında nasıl ince ayarlar olduğunu anlarsın.
Senin doğrunla benim doğrumun, aynı evren de, farklı olabileceğinin şaşkınlığını yaşarsın.
Kapalı pencerelerin ardından hayata bakmakla, gökyüzünde uçan bir kuşun bakışıyla bakmanın farkına, farkındalığına yaşadıkça varırsın.
İnsanın insana üstünlüğü nedir diyen sorular içerisinde bulursun kendini.
Sonra; üstünlüğün kıstaslarında kendine bir yol bulmaya çalışırsın, kendi yüzünü aynada görmeye başlarsın, gördüğün seni yanıltmaz, kendine aydın, kendine adıl kendine insaflı olmayı öğrenirsin.
Kendine yolculuklar başlar...olgunlukla birlikte, kendine saygısı olmayanın yanında saygı aramazsın, mücadele etmekle, gereksiz kavgaları birbirinden ayırırsın...
Ve sabrın,değenler için bir mücevher olduğunu, gereksizlere harcandığında ise yerini keşkelere bıraktığını anlarsın....
Vicdan sahibi olmak, vefa...bunlar var ise diğerleri zaten eşlik eder...farkına varırsın.
Namusun ''insan vicdanı'' olduğunu anlarsın ve yalanın ocağı olmadığını, iyiliğe duran hiç bir yerde yeşermediğini.
VE sevmenin yazılı hiç bir kuralı olmadığını, sevmenin yaşamanın ruh kapısı olduğunu anlarsın.
Anlarsın ''CESARET'' edip yaşamadan, hiç bir gerçekliğin farkına tam olarak varamazsın, yaşadıkça, deneyimledikçe anlarsın !!!

29 Nisan 2020 Çarşamba

Corona'dan Mesaj Var


Selam dünyalılar.
Bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Geçenlerde bir eve misafirdim. Amacım belli, pusudayım.
Saçları kırlaşmış, iki büklüm bir kadın oturmuş küçük bir çocuğun başını okşuyor.
Çocuk ninesine 'nine bu dünya niye dönüyor?' diye sordu.
Ninesi de 'İyi insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor' güzel torunum, dedi.
Çocuk çok güzel gülümsüyor. Kollarını ninesine şefkatle doladı. Bir an ateşim buz kesti. Nine bilge ve daima iyilik diyor.
Babası olmalı, 'kızım bu zarfı karşı komşunun kapısının önüne sessizce bırak.' diyor.
Küçük kız neden diyor 'o ev de aş kaynamıyor, yediğim her lokma boğazıma diziliyor.' Ve daha bir çok şeyin tanıklığını yaptım.
Afaladım, utandım. Bu ev beni darmadağın etti. Daha fazla dayanamadım. Ayrılmak zorunda kaldım.
Ey İnsanlar size mesajım var;
Yaşamayı bilmiyorsunuz. Dünyayı nefretiniz yok edecek.
Ormanlarınız balta sesleriyle inliyor.
Nehirleriniz zehirli atıklarınızla kuruyor. Denizlerinizde yaşam her geçen gün yok oluyor. Fabrikalarınız gökyüzünü kirletiyor.
İnsanlar yaşamın gerçek anlamını unutmuşlar, yaşıyor olmanın anlamını unutmuşlar.
Ellerindekilerinin ve kaybedeceklerinin ne olduğunun farkında değiller.
Basit şeylerin değerini bilmiyorlar. Yaşama özgürlüğünü, yaşama sevincini kaybettiler. Farkında olduklarını sanıyorlar.
En önemli şeyi ‘paylaşmayı, dayanışmayı, hakkaniyeti, iyiliği, şefkati’ kaybettiler. Aile bağları zayıfladı. Komşuluk ilişkileri yara bere içinde.
Ey insanlar;
Paranın tanrısını yarattınız. Parası olana eğitim denilen yeni bir zihniyet yarattınız. Ruhlarınız aç. Gösteriş budalası ve bir o kadar da bencilsiniz. Teknolojiyi zenginleştirirken, duygularınızı fakirleştirdiniz. Sevdiklerinize ulaşılmaz mesafeler koydunuz. Değiş tokuşa kurban verdiniz. Unuttunuz değerlerinizi. Hayatın güzelliklerinin değil, sizi yozlaştıran menfaatçi ilişkilerin tutsağı oldunuz. Çıkarcı, bencil ve hoyratsınız. Hakkın değil, güçlünün yanında el pençe divan durdunuz. Kendi ellerinizle doğayı yerle yeksan ettiniz. Hayvanların yaşama alanlarını ellerinden aldınız. İnsan doğanızı da unuttunuz. Hazıra konan, üretmekten çok tüketme üzerine kurulu bir dünya düzeni yarattınız. Kirli bir çağ yarattınız hem de kendi ellerinizle. İnsan olmayı ve insan doğasına uygun yaşamayı unuttunuz. Yaşamak için bağımlı bir yaşam tarzı oluşturdunuz. Basit ve sade yaşamın anlamını unuttunuz. Kendinizi unuttunuz. Geldiğiniz yeri unuttunuz.
Ah insanlar;
Uzay çağına yolculuk düşlerken, gelişimle evlerinize sığamadınız. Can sıkıntısı diye bir şeyin kucağına düştünüz. Unutmuşsunuz kendinizi, insan olma hallerinizi. Mızmız ve geçimsiz, mücadele ruhunuzu kaybetmişsiniz. Yaşama sebebinizi ve varlığınızın anlamını unutmuşsunuz.
Bir mikroptum, elçiydim, geçiciydim. Görünce hallerinizi misafirliğim-den utandım. Daha benden kendinizi korumayı dahi tam anlamıyla beceremediniz. Bir söz düellosu içinde halen birbirinizin başının etini yiyor ve halen zaaflarınız ve bencillikleriniz beni size unutturuyor.
Oysa yaşamak size bahşedilmedi sadece ödünç verildi. Hiç kimsenin canı diğerinden üstün değildir. Bir susun Allah aşkına, sarılın birbirinize. Doğrulun, yürüyün kendinize.
Yerini bulmamış içtenliğin, yerine getirilmemiş vaatlerin hükmü yok !
Ey insan kardeşler;
Çare sizsiniz birbirinize. Bugün ben yarın başka bir mikrop kardeş sızacak yine aranıza.
Gelin kendinize. Gördünüz işte. Süzülünce içinize beş para etmez ne saraylarınız ne şatolarınız. Ne de kabarık banka defterleriniz. Ne de o hava attığınız villalarınız, araba markalarınız, makamlarınız, kariyerleriniz.
O güzelim şairinizin dediği gibi ‘’Dünya iki kapılı han’ gideceksiniz er geç sonunda.
Çekin kirli ellerinizi gülistan bahçesi dünyadan. Sizsiniz yakan yıkan.
Başkalarının dayattığı kurallara ve değerlere göre yaşıyor; yalanları, oyun bozanları sorgulamadan kabul ediyorsunuz.
Kabul ettikçe içinizde ki sızı ve yalnızlık daha da arttı. Her şeye sahip olmak için uğraştıkça hayatlarınıza sahip olundu.
Düşlerinize birer birer el koydular. Her şeyin ucuz bir metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı bir ortamda sevgiyi, dostluğu, bilgiyi, güveni, içtenliği parayla satın almaya ve mutlu olmaya çalışıyorsunuz.
Kimse yuvasında değil, herkes başkasının kapısını çalmakta, başka hayatlarla avunmakta, hazıra konmayı amaç edinmekte. Hazır söylemlerle yaşama sarılmakta, ne olduğunu bilmeden kendine sunulan yaşam tarzlarını benimsemekte.
Dedim ya ben sevimsiz bir misafirim. Hoşça kalın demeden önce söyleyeceğim son şeyler; İnsanlığın başına gelen kötü olayların en önemli iki sebebi açgözlülük ve kibir. Halen kısıp gözlerinizi, cüzdan aralarına sıkıştırıp vicdanlarınızı kıyacak mısınız evrene? Sade ve basit yaşam doğanız. Öğren, sorgula ve öğret anlayışına dikkat çekerek arkasında duracağınız tek şey gerçek. Yüzleşin kendinizle. Ezber bozun. Sevin ve barışın dünyayla.
Sahip olduğunuz tek şey yaşadığınız an kıymetini bilin…
Olcay Kasımoğlu

Ah Hypatia

M.S. 400’ler, yani bundan yaklaşık 1600 yıl önce bir adam, kızına şöyle sesleniyor:!
“Bütün dogmatik dinler yanlışlarla doludur ve kendine saygısı olan bir kimse tarafından son gerçek olarak kabul edilmemelidir. Düşünme hakkını hep kullanmalısın, çünkü yanlış düşünmek hiç düşünmemekten yeğdir.”
Bu adam İskenderiye Kütüphanesi’nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler veren Hypatia’nın babası, Matematikçi Theon’dan başkası değildir.
Babasının yanında ve onun bir arkadaşı gibi büyüyen ve bilimi kendisine rehber edinen Hypatia ise, sonraki yıllarda, inançlar hakkında düşüncelerini şöyle özetliyordu.
“Masallar masal diye, efsaneler efsane diye anlatılmalıdır. Boş inançları gerçek diye öğretmekten daha korkunç bir şey olamaz. Çocuk aklı bunları kabul eder ve çocuk yanlış şeylere inanır.
Bu yanlış inançlardan arınmak çok zor olur, uzun yıllar alır. İnsanlar boş inançlara bir gerçekmiş gibi inanıp uğruna dövüşürler. Hatta boş inançlar uğruna daha fazla dövüşürler çünkü boş inanç öylesine elle tutulmazdır ki çürütülmesi neredeyse olanaksızdır.”
Bu adam İskenderiye Kütüphanesi’nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler veren Hypatia’nın babası, Matematikçi
İskenderiyeli Hypatia kimdir
Bilimi ve zerafeti ile olduğu kadar güzelliği ile de ünlü olan bu filozof ve matematikçidir.
İskenderiyeli astronom ve matematikçi Theon'un kızıdır. Bilimi ve zerafeti ile olduğu kadar güzelliği ile de ünlü olan bu filozof ve matematikçi, Atina'da eğitimini tamamladıktan sonra İskenderiye'ye yerleşmiş ve orada bir okul açmıştır. Filozof İsidorus'un karısı olduğu söylenmişse de, bunda bir yanılgı olduğu sanılmaktadır; çünkü güvenilir yazarlara göre Hypatia hiç evlenmemiştir.
ÇAĞIN BİLİM KADINI
Babasından aldığı sağlam fikir yapısı ile kendisini Platon'un izinde buldu ve İskenderiye'de Platon, Aristo ve Suda gibi diğer filozoflar üzerine halka açık dersler verdi. En önemli öğrencisi Synesios'dur. Sonradan büyük filozof olan bu öğrencisi ona hayranlığını ve ilmine duyduğu takdirlerini bildiren pek çok mektup yazmıştır. Bu mektuplar felsefe tarihi kitaplarında bugüne kadar gelmiştir. Buna karşın Damaskios ve onun hocası İsodoros, Hypatia için filozof olarak büyük takdirlerini söylerken İskenderiye'deki Platon geleneğinin etkisi altında kalmayıp, kendi kararını verseydi geometride daha ileri olurdu fikrini ileri sürmüşlerdir. Sinosios ve Herakles'in yetişmelerinde öğretmenleri Hypatia'nın üstün gayreti teşekkürle anlatılmaktadır. Hypatia çeşitli bilim dallarında çalışmıştı; yaratıcı olmaktan çok bir eleştirmen ve yorumcu (commentator) idi. Astronomik tablolar, Appolonius konik kesitleri ve Diophant üzerine yorumları vardır. Hypatia'nın en parlak zamanı Arkadius'un hükümdarlık dönemine rastlar.
BİLİMSEL YAKLAŞIM
Hypatia'nın İskenderiye'de yeni Platonculuğu yansıtan felsefesi, yaklaşımı bakımından Atina okuluna göre daha araştırmacı ve bilimsel nitelikteydi, ayrıca Atina okulu kadar mistik eğilimler taşımıyordu. MÖ 3. yüzyıldan başlayarak altıyüz yıllık bir süre boyunca insanların İskenderiye'de başlattığı düşünsel ortamdan sonraki baskı ve korku bütün izleri yok etmiştir. Hristiyanlıktan sonra filozoflar takımı Roma hükümdarının himayesinde olmaya devam ettiler ve yeni eğitim hiçbir şekilde yığınlara mal edilmedi. Hükümdar Julyana Apostata'nın onlara verdiği koruma, ölümünden on yıl sonra da devam etti.
HRİSTİYANLAR TARAFINDAN KATLEDİLDİ
Hypatia o dönemde ilk Hristiyanlarca büyük ölçüde putperestlikle özleştirilen öğrenim ve bilimi simgeliyordu. Bu nedenle İskenderiye'de Hristiyanlar ve Hristiyan olmayanlar arasındaki gerginlik ve çatışmaların öne çıkan ismi olarak görülüyordu. Eski aydınlanmanın temsilcisi olan Hypatia, Pitolemais şehrinin putperest valisi Orestes'in himayesine sığınır, Rahip Cyrillos'un İskendiriye'ye Başpiskopos olmasından sonra gerginlikler daha artar ve onun yandaşlarının oluşturduğu bir kitle tarafından üniversitenin önünde taşlanarak linç edilir. Hypatia midye kabuklarıyla etleri parçalandıktan sonra yakılarak öldürülür.
KÜTÜPHANE YAKILDI
Önceleri Makedonyalılar, sonra Romalı askerler, Mısırlı rahipler, Yunan aristokratları, Fenikeli denizciler, Yahudi tacirler, Hindistan ve Güney Sahra'dan gelen ziyaretçiler İskenderiye'nin parlak döneminde büyük bir uyum içinde yaşamışlardı. Büyük İskender'in kurduğu bu şehrin muhteşem bir kütüphanesi ve buna bağlı bir müzesi vardı. Bilim ve düşünce ürünleri burada çiçek açmıştı; pek çok bilim adamının yanında İskenderiyeli Theon ve kızı Hypatia da bu kütüphaneye devam edenler arasındaydı. Bu kütüphane de fanatikler tarafından yakılmıştır."

26 Nisan 2020 Pazar

Yalınayak Sokrates / Genco Erkal



Ey sanat!
 Her şeyi hayata dönüştüren
Zaman ertelemez
Öce kendini gerçekleştir.
Topluma faydalı birey ol hayat insana bağışlanmadı sadece ödünç verildi...
Ormanlar balta sesleriyle inliyor. Dünyayı nefret yok edecek.
Yaşamayı bilmiyoruz. Herkese söylemeliyiz.  İnsanlar yaşamın gerçek anlamını unutmuş,yaşıyor olmanın anlamını unutmuş. Elindekinin ve kaybedeceklerinin ne olduğunu onlara  hatırlatmalıyız.
Basit şeylerin değerini bilmiyoruz. Çalışmak, dostluk,aile, oynamak, doğa. Yaşama özgürlüğünü,yaşama sevincini kaybettik.
İlkeli olmak bir ''YAŞAM'' biçimidir, kirlenmişliğe karşı bir duruş sergilemektir..
Bu devir, sıradan insanın en karışık zamanı... duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devri..

Olcay Kasımoğlu

Masumiyet Mevsimi


Sırnaşır gözlerime
Bahar kokulu bir ağaç
Öğretir;
Özgün olana hayran dünya
Kendiniz olun insanlar
Yaşamın kalbi narındır...
Büyülü bir ilkbahar esintisi gibi perdelerin arasından ağaçlar görünüyor.
Kendi payıma düşenle camın önünde durup ilkbaharın ağaçlara yansımasının ışığında gizemli duruşunu seyrediyorum.
Bir şairin izlenimleriyle, hissettikleriyle,zihnimde ki etkisini düşünürken, günün kabuğunu dürüp günün ışığını avuçlarımın arasına alıyorum..
Gökyüzünün mavi boşluğunda binlerce yıldızın olduğunu biliyorum, göz kırpmak için geceyi bekliyorlar.
Gizemli bir toplulukla baş başa gibiyim.
Ve insanlar, insanların çoğu günün yorgunluğunda.
Dil anlaşmazlıklarının ve beden karmaşasının dışına çıkmış, evrenin koynunda bilinmezliğin endişesi ve acabalar, keşkeler sarmış...
Ya kalbim, kalbim şakıyan bir kuş gibi ''Şiire gazale'' şarkısını söylüyor. Tatlı bir ilkbahar esintisiyle çıplak ruhumun içinde bindir gece masalı gibi...
Sessizliğin her seslenişi bir aşk, her aşkı bir tohum, her tohumu bir yaşam, her yaşamı bir umut gibi koylarıma taşıyor..
Yürek kabartan şeylerden uzak tutarak, bir asmanın taşlan sevgisiyle kucaklıyor.
Anlamsız kavgalardan, kirli siyasetten, gösterişten uzak akıldan öte giden, akıldan daha derinlere varan bütünlüklü bir sevgiyle, ilk baharın serin esintileriyle birlikte yüreğime derinlik ekleyerek, alıp yorgun başımı usulca omzuna koyuyor.
Bende var olan şey umutsuzluk değil, sadece bir parça sükunet ve huzur aradığım...
Baştan ayağa sade, avuç içi kadar temel güzellik yeter bana.
Olcay Kasımoğlu

25 Nisan 2020 Cumartesi

Ah Frida'

Ne zaman iki insan sevse, başkalaşır dünya, tutkular ten olur, düşünce tenleşir; ruhlar özgürleşir, yok olur prangalar. Dünya penceresiz, gönül tülsüzdür artık.
Koşulsuz sevgi, insana kendi olma özgürlüğü tanır. Kişiyi, kendi hayatıyla ilgili seçimlerinde özgür bırakır.
Aynı zamanda içinde umut vardır, düşlere tohumlar eker. İnsanın seçimlerine ambargo koymaz.
Kalmak yada gitmek için nedenin olmadığında, kalmana yada gitmene neden olan seçme Farkında-lığını, kendinin sorumluluğunu, görüş ve hissediştir, aynı zamanda koşulsuz sevgi.
Sevgi özverilidir, özden vermeyi bilir ama asla fedakar değildir. Fedakarlık katlanmayı gerektirir.
Özveri besleyicidir. Özveri gösterene de gösterilene de keyif verir. Özveride bulunmak kişinin içinden gelir. Çünkü kaynağı öz’dedir.
Fedakarlık tüketicidir, fedakarlık gösterende de, yapılanda da, öfke biriktirir. Çünkü fedakarlık katlanmayı ve takdir beklentisini, fedakarlık yapılan kişi için de, hiç de hoş olmayan minnet borcunu içerir.
Katlanmak da, minnet duygusu da öfke biriktirir. Fedakarlığın kaynağı nevrotik ego’dur.
Çoğu insan tarafından öyle olduğuna inanılsa da, fedakarlık sevginin özelliklerinden biri değildir.
Anlamlı ve değer bilinci içeren sevgi anlayışında, açlık yoktur.
Şimdiye kadar okuduğum bir çok şair ve yazarın kendi öz yaşamlarında, beni en çok etkileyenlerden biride Frida Kahlo'dur. Bütün bir ömre, acıyı ve sevgiyi iç içe sığdırıp yaşayanlardan biri olmuş.
İyi bir ressam olmanın yanında, düşün dünyasını fırçasına yansıtırken, hüznün her tonunu, sevginin her boyutunu da görmek mümkün.
Özellikle yazdığı bu mısralar;
"Canın sıkıldığında benimle paylaşmadıgını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile, düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler oldugunu hissettiğimde vazgeçtim.
Her sabah benimle uyanmak istemedigini anladığımda ,
Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.
Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden sen olduğun için vazgeçtim, bencil olduğun için vaz geçtim!!
Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgeçmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi.
Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım.
Bu yüzden bende senden vazgeçtim…" Frida KAHLO 
İnsanın, kendine acı veren bir çok şeye, kendinin nokta koyabileceğini, içli diliyle nasılda güzel anlatmış.
Okurken, insanın sevgiye olan inancı kadar, sevgi yolunun taşlı bayır ve çakıl taşlarıyla nasılda kendine çarpa çarpa yol aldığını ve sonunda; aklın sofrasında kendine ait yeri bulduğunu görmek de mümkün. Kaldı ki insan birini sadece o istediği için sevmez. Sevgi yaşamın en güzel armağanıdır insana ve insanın koynunun kokusunu sevdiği bir yarı olmalı bu dünyada. Yoksa yaşadım saymasın kendini!
Bu dünyadan güzel bir insan geçmiş, her şeyiyle insan, teşekkürler Frida.

23 Nisan 2020 Perşembe

23 Nisan Çocuk Bayramı

Her kuşak kendisinden sonraki kuşaklara daha iyi bir ülke bırakmak sorumluluğundadır.
Bu anlayış ülkemize ve yarının büyükleri olan çocuklarımıza karşı temel sorumluluğumuzdur.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün Armağanı,
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kutlu Olsun.
23 NİSAN HİKAYESİNİ ANLAYARAK KUTLAMA
''Aşağıdaki hikayeyi okumadan sadece sıradan bir günmüş gibi kutlamaya çalışır bir süre sonra unutur hatta vazgeçmeye bile hazır hale gelebilirsiniz.
Ülkemin her anı, her günü çok önemli değerler barındırıyor.
Kurtuluş Savaşında sayısız şehit çocuğu öksüz ve yetim kalmıştı. Bu kutsal emanetlere sahip çıkabilmek için, bizzat Mustafa Kemal’in himayesinde 1921’de Ankara Himaye-i Etfal Cemiyeti kuruldu.
23 Nisan henüz “hakimiyeti milliye” bayramıydı. Çocuk bayramı değildi.
23 Nisan 1923’te TBMM’de yapılan Hakimiyeti Milliye Bayramı töreninde, Mustafa Kemal’in isteğiyle, Himaye-i Etfal Cemiyeti Başkanı’na protokolde yer verildi.
Bir sene sonra, 23 Nisan 1924 törenlerinde Himaye-i Etfal Cemiyeti’ni Mustafa Kemal’in eşi Latife hanım temsil etti.
23 Nisanlar cemiyetin tanıtımı için fırsat olarak değerlendiriliyordu.
Mesela… Gelir elde etmek için rozet satılıyordu, 23 Nisan törenlerine katılan herkes bu rozetleri takıyordu. gazeteler teşvik edici yayınlar yapıyordu, her rozet, bir şehit çocuğuna destek manasına geliyordu.
23 Nisanlar, Himaye-i Etfal’le özdeşleşmişti. 23 Nisan denilince şehit çocukları, şehit çocukları denilince 23 Nisan akla geliyordu.
Milliyet gazetesi 23 Nisan 1926’da “Çocuk Bayramı” manşeti attı. Alt başlığında 'Bugün istiklal günü, vatanın kimsesiz çocuklarına yardım edelim' deniliyordu.
Bağış patlaması oldu. Cemiyet, yardım kutuları koydu, para atmak için kuyruk oluştu. Ankara’nın lokantacı, kahveci, otomobilci esnafı 23 Nisan hasılatlarını Himaye-i Etfal’e verdi.
23 Nisan 1927… Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin yayınladığı bildiri gazetelerin manşetlerindeydi:
“Büyük Gazimiz, çocuklarımızın 23 Nisan bayramını daha sevinçli geçirmelerine vesile olacak büyük bir jestte bulunmuşlardır.
Mustafa Kemal Paşa, otomobillerinden birini, törenlerde çocuklara tahsis etmiş, Cumhurbaşkanlığı bandosunun çocuk bayramı için görev yapmasını sağlamıştır. Çocuklarımız ne kadar övünse ve sevinse yeridir.”
Himaye-i Etfal aynı zamanda şu çağrıyı yapıyordu: “Yaşınızı, memuriyetinizi, işinizi bir tarafa bırakarak, bugün çocuklarınızı şevk ve muhabbetle eğlendiriniz, çocuk şenliklerine katılınız. Bu saadetli günü yavrunuzu bağrınıza basarak bahtiyarlıkla geçirirken, sizin müşfik yardımlarınızı bekleyen, memleketin anasız, babasız yavrularını unutmayınız.”
Mustafa Kemal o sene Himaye-i Eftal balosuna katıldı. Ankara Evkaf Oteli’ndeki baloda, 10 bin lira yardım toplandı.
23 Nisan 1928, artık tamamen “Hakimiyeti Milliye ve Çocuk Bayramı” adıyla kutlanıyordu.
23 Nisan 1929, sadece bir günlük bayramla bırakılmadı, Mustafa Kemal’in talimatıyla yedi güne çıkarıldı, “çocuk haftası” ilan edildi. Etkinlikler çığ gibi büyümüş, tüm yurda yayılmıştı. Himaye-i Etfal’in bu organizasyonu tek başına yapabilmesi artık mümkün değildi. Balolar, konferanslar, anne eğitimleri, müsamereler, yarışmalar, şenlikler içeren kapsamlı kutlamaların organizasyonu, dönemin en büyük sivil toplum kuruluşu Türk Ocakları’na verildi.
(Çocuk Haftasının ilk sürprizi şuydu… Türk Ocaklarının yönetimi 23 Nisan’da çocuklara bırakılacaktı. Bugünkü koltuk geleneği böyle icat edildi.)
Himaye-i Etfal, sadece üç kuruşluk rozet satarak başladığı macerada… Yedi sene gibi çok kısa sürede 300 binden fazla şehit çocuğuna ulaşmayı başarmıştı. 1929 itibariyle, 300 binden fazla yetime düzenli olarak kitap, elbise, çamaşır, oyuncak, süt, yemek ve şeker dağıtır hale gelmişti.
Himaye-i Etfal sayesinde herkes gücü ölçüsünde amca, teyze, dayı, hala olmuş, şehit çocuklarının elinden tutmuştu. Mustafa Kemal vizyonuyla “dünyanın en büyük ailesi” kurulmuştu.
23 Nisan Çocuk Bayramının varlık sebebi şehit çocuklarıdır.
23 Nisan, kendi çocuğumuzu şefkatle bağrımıza basarken, şehit çocuklarını unutmayalım günüdür.
23 Nisan, bizim çocuklarımızın saçının teline zarar gelmesin diye, kendi canını hiçe sayan kahramanları unutmayalım günüdür.
23 Nisan, bu milletin şehitlerine ve çocuklarına borcudur.
Şehit çocuklarını himaye etmek için kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti, 1935’te Çocuk Esirgeme Kurumu’na dönüştü.
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınızı saygı ve minnetle kutluyorum.''
Yaşar Artar
UNESCO'nun Atatürk tanımı;
"Atatürk, uluslar arası anlayış, iş birliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir devrimci, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşi olmayan devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusudur."
Ruhu çocuk kalanlarında kutlu olsun
Olcay Kasımoğlu

Değişim Yaşamın Kendisi

İnsanlar yaşamla birlikte inandığı şeyleri sorgulayabilir, yaşadıkları; aldığı kararları bozdurabilir, kaldı ki gerekçe sağlamsa bu ayıp da değildir.
Zaten mantığı ve gerekçeleri açıklanamayan bir değişimin içinde ne samimiyet nede içtenlik olur çünkü değişim bir süreçtir, sağlam gerekçeleri ve mantığı vardır, sabahtan , akşama veya akşamdan sabaha olmaz.
Değişim; başkalarının yaşam hakkına daha hoş görülü, daha insancıl bakış açıları getiriyorsa, bu gelişime kim dur diyebilir.
Yeter ki “insan hayatına saygı, doğaya ve içinde ki bütün canlıların yaşamak hakkına saygı olsun.
Vahşi hayat; zincirlere vurulmayan, basmakalıp düşünceleri olmayan, doğal yaşamın koynunda insanın en yalın haliyle kapitalist düzeni ret edip komin yaşamı tercih olarak kullanan bir insanın kendi iradesiyle seçtiği yaşamın izleri sürülüyor.
Bu izler beraberinde ''gelişen,değişen,yenilenen'' dünyayı da ötelemeden anlamamız gerektiği gerçeğini gösteriyor.
Yapılan seçimler ve seçimlerin çizdiği yollar kişinin kendi iradesiyle yön bulsa da başka insanların tercihlerini de göz ardı etmememiz gerektiğini '' kaybedilen zamanlar'' hanesinde acı bir şekilde görüyoruz.
İnsan şehir yaşamını, doğal yaşamdan koparmadan, yada doğal yaşamı tercih ederken modern yaşamdan kopmadan da hayatı anlamlı yaşayabilir.
Hep bu algı oluşturuldu ''ya şehirli,ya köylüsün'' bana hep eksik bir tanımlama gibi geldi. İnsan, tüketim çılgınlığını ret ederek, kendi öz iradesiyle bilinçli tercihler yaparak, yaşamdan kopmadan yapabileceğinin en iyisini yapmak için çaba harcamalı yoksa doğanın ve şehir yaşantılarının insanla alıp veremediği hiç bir şey yok.
Sınırları koyanda insan,yıkan da insan.
Vahşi Hayat Filmi; bunu çok net ve açık sunmuş ebeveynlere. Katı ve toleranslı olmayan kararlar, öngörüden uzak tercihler ve
Evrensel değerler dışında; benim için değişmeyecek şey yoktur.
Sığ düşünce, katı anlayış, insana ve evrene bir şey katmaz.
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
İnsan yaşamına gereken özeni göstermeyen, sadece kendi varlığına hizmet eden, saygı göstermeyen, doğal ve sosyal çevreyi kirleten; her türlü düşünce faydacı değildir. İster değişmeden kalsınlar, isterlerse her gün değişsinler ne fark eder.
Dünyaya bir güzellik bırakmadıktan sonra, , başkasının canı yanarken sesin çıkmıyorsa, ateşi sana gelene kadar kapını kapatıyorsan, hangi düşünceden olursan ol, hangi değişimin içinde bulunursan bulun, benim için hiç bir anlam ifade etmez.

Ne kadar çok bizi destekleyen olumlu, yararlı ve güçlü düşüncemiz varsa, o kadar başarılı seçimler yaparız. Buda; yeni değişimlere bizi açık kılar ve olumlu gelişmeyi sağlar.
Olumsuz, yararsız düşüncelerse, bizi yeterince güçlü bir halde tutamadığı için yaşamımızda başarılı seçimler yapamaz ve yaşamımızın sorumluluğunu alamayız.
Konfüçyüs ise *sadece en akıllı ve en aptal insanlar hiç bir zaman değişmez.* diyor, ne güzel özetlemiş...Algıda seçicilik yoksa değişim olmaz...

Olcay Kasımoğlu

Ey Özgürlük

Doğru gözlem, doğru sonuca götürür.
İlkeli olmak bir ”YAŞAM” biçimidir, kirlenmişliğe karşı bir duruş sergilemektir.
Yaşatmak, yaşamak bir değerse, duyarlılık da bu sürecin tamamlayıcısıdır.
İnsanların ortak değerlerinin örselendiği yerde, evrensel bir hürriyetten bahsedilemez.
Ve özgürlük;
Varlığına ve nasıl olacağına duyulan sorumluluğun en güzel koruyucusudur.
Yaşamın sorumluluğunda; sevgiyle, yüreğinizin sizi götürdüğü yere gidebilme cesareti ve bilgeliğidir.
Özgürlük;
kendimi istediğim kılma özgürlüğüm,
oyuna durma dan,
oyuna son verme,
yeniye yer açma,
yeniden doğurma...
Özgürlük;
alınabilen, bağışlanabilen, verilebilen bir olgu değildir.
Kimsenin kimseye haybeden sunabileceği bir şey de değildir.
Kalmak yada gitmek için nedenin olmadığında, kalmana yada gitmene neden olan seçme Farkındalığını, kendinin sorumluluğunu, görüş ve hissediştir ÖZGÜRLÜK...
Zezenin görüşü ve hissedişi gibi;
+ Nen var Zeze?
– Hiç. Şarkı söylüyordum.
+ Şarkı mı söylüyordun?
– Evet.
+ Öyleyse ben sağır olmalıyım.
“İnsanın içinden de şarkı söyleyebildiğini bilmiyor muydu yoksa? Bir şey demedim. Bilmiyorsa bunı ona öğretmeyecektim.


Olcay Kasımoğlu

22 Nisan 2020 Çarşamba

Zamanı Doğru Kullanmak

Yaşam bir bütündür. Her şeyin özüne gitmeli insan, görünene değil. Bazen bildiklerimiz, gördüğümüz kadardır. Gördüğümüz baktığımız kadar ve baktığımız düşündüğümüz kadardır. Baktığımızı görmez, gördüğümüzü düşünmezsek eğer, gördüğümüzün bildiğimize sığmadığını da göremeyiz.
Bunun içinde;
Bilinen en tanıdık tanımıyla, kültürümüzü geliştirmek, olaylara farklı açılardan bakabilmek için aydın bir kimsenin iyi bir okuma alışkanlığına ve okuma bilincine sahip olması gerektiğini söyleyebiliriz.
Peki, doğru ve düzgün bir düşünce yapısına sadece kitap okumakla vara bilirmiyiz ?
Yaşadığı topluma duyarsız olan, inisiyatif alması gereken yerde mazeret üreten, kendi yaşamı dışında ki yaşamların yaşama hakkına saygı duymayan, kendi rahatını her şeyden üstün gören insanlar sadece kitap okuyarak yaşama bir zenginlik katabilirler mi ?
Bilgilenmek, bilgi sahibi olmak için şüphesiz temeli sağlam bir düşünce gereklidir.
Bunun içinde, neden okumamız gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Seçici, tarafsız, bilim yolunda ufkumuzu açan, bizi daha iyiye ve doğruya götüren yazın dünyasına uzanmak için sadece okumak tek başına yetmiyor.
Niçin okuduğumuzun farkında olmak ve okuduğumuzu anlamak, bize sunulan bakış açılarını iyi sorgulamak gerekiyor.
Buda ancak düşünce sürecini iyi analiz etmekle mümkün görünüyor.
‘’Düşünce süreci, bir sorun ile karşılaşma, sorunun sınırlarını belirleme ve netleştirme, muhtemel bir çözüm bulma, çözümü mantıksal olarak uygulama ve sonuçları elde etme gibi, önyargılardan uzak olma, açık fikirli olma ve şüpheci olma aşamalarını içerir.’’ Bu içeriğiyle de meramımızı net ve duru anlatmaya yetiyor.
O zaman can alıcı bir soru sorabiliriz ? Okumasak nasıl bu bilgilere ulaşabiliriz ?
Yaşamın bütün dinamikleri, insana ‘Oku ve Manaya ulaş” diye sunulmuştur. Bunu sadece kitap okumaktan ibaret sayanlara yaşam bir şey katmaz.
Doğanın senfonisi, hayvanlar, çocuklar, savaşlar, toplumsal ve sosyal olaylar, bilimsel çalışmalar, sanatın bütün dalları ve daha bir çok şey evrende varlığının anlam ve tanımını bilen insana ”Gördüklerinden ibaret sayma bizi, içindeki mesajı oku,” diyen evrenin orkestra şefleriyle birlikte yaşamın bütün kanallarından kendini göstermektedir.
Galaksiden bi haber yaşayan, kafa yormayan, istişarede bulunmayan, kendine ve yaşadığı hayata hiçbir sorumluluk duymayan insan, sadece kitap okumakla doğru-düzgün bir düşünce ve temeli sağlam düşünmeye sahip olamaz.
Bu durumda, düşüncenin insan varoluşunun en önemli boyutlarından birisi olduğu gerçeğini yadsıyamayız.

Bu haliyle bakıldığında düşünme nedir diye bir sorgulamayla karşı karşıya kalıyoruz?
İncelemek, kıyaslama yapmak, muhakeme etmek, öngörüde bulunmak, tasarlamak, gözlemlemek, bunların hepsi düşünmeyi tanımlayabilir.
O zaman düşünme bir eylem ise düşünce de bu eylemin bir sonucudur.
Bu konuda beni en çok etkileyen Arthur Schopenhauer‘in düşüncesidir.
”Okunan şeyler ancak derin bir düşünmeyle hazmedilebilir, nasıl ki aldığımız gıdalar bizi yemekle değil sindirimle beslerse, eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa, okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur.”
O zaman şunu diyebilir miyiz?
Sağlıklı sorgulamak, okuduklarımızı anlamak ve yorumlamak için;
Düşüncenin insan varoluşunun en önemli boyutlarından birisi olduğu gerçeğini yadsıyamayız.
Bu açıdan bakıldığında, sağlıklı düşünceyle beraber sağlam düşünme devreye giriyor.
Bu durumda da düşünme boyutunda analitik ve kritik düşünme önem kazanıyor. Analitik ve kritik düşünme bir beceri ve bilinç işidir. Aynı zamanda bir tutumdur ve bilişsel bir aktivitedir
Bu durumda, analitik ve kritik düşünme bireyin karar verirken akla uygun ve derinlemesine düşünebilme sürecidir diyebiliriz.
Analitik ve kritik düşünmeyi bilen bir insan, iyi bir kitabın kendine ne kazandıracağını yada hangi kitabi seçeceğini, bir yerde doğru soruları sora bilmesinden geçtiğini de bilmesi demektir.
Doğru sorular bizi sağlam ve doğru sonuca götürür. Kendimizi tanımayı ve zamanı etkin kullanmayı öğreniriz.
Düşünce boyutumuz genişledikçe, düşünme boyutumuz zenginleşir.
Genişledikçe doğru sorular sormaya başlarız. Hayatımıza yeni soluklar, yeni bakış açıları getiririz.
Neyi neden, niçin, niye yaptığımızın farkına varmaya başlarız.
Özellikle kritik (eleştirel) sorular yol gösterir bize.
Daha iyi seçenekler, ön yargıdan uzak doğru kararlar ve yargılar için bizi teşvik eder.
Bir kitabı okurken, bir filmi sorgularken, kendi özel yaşantımıza ait kararlar alırken, alışveriş yaparken, siyası ve politik tercihlerimizi belirlerken doğru sorular sorabilmeli ve doğru ve düzgün düşünebilmeliyiz.
İşte o zaman kitap okumak olsun, hayatı okumak olsun, insanı okumak olsun bir değer ve anlam ifade eder.
İnsan sorgulayan, yenilenen ve sonra yeniden yenilenen bir varlıktır.
Kendine değer ve mana katan her şeyi kucaklamalı. Döngünün bizden istediği de budur.

Kendini Bulmak

İnsanın kendini bulması, kendi ruhunu bilmesi en büyük zaferdir...
Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman evren bizi dinler.
Başkalarını incelediğimizde; deneyim ve tecrübelerimizle birlikte BİLGİN, Kendimizi incelediğimizde AYDINLANMIŞ insanlar oluruz.
Ne güzel demiş şair Yusuf Hayaloğlu:
"Bildiklerini dedi; yüzleştir hayatla ve sınamaktan korkma.
Doğru ile yanlışı ancak o zaman ayırt edebilirsin"
Anlamak ile görmek de aynı şey değildir, anlamak değişimdir...
Ve gerçek şahsiyet, olgunluk, insana yakışacak durum, tutum ve davranış insanın kendinde bulunmalıdır.
İnsan, ömrünün sonuna ya da zaman onu azat edinceye kadar, kendi koyduğu geçersiz kanunların kölesi olarak kalabilir mi?
Hamlet' in seslenişinde olduğu gibi ''Zamanın görkemi, yalanın maskesini düşürür, gerçeği ortaya çıkarır.''
Bir şeyler yapmak, bir şeyleri değiştirir diyorum...
Gerçek olan öğrenmektir. Nereden, nasıl öğrenirsen öğren. Nereden, nasıl öğrendiğin,hatta neler bildiğin de önemli değil, ne yaptığın önemlidir.
Çok severim, hayata özet geçen bu cümleyi ”Beğeni; hem ağırlık. hemde tartandır.”
İnsan kendi dar sınırlarından çıkıp daha zengin bir yaşam deneyimine ulaştıkça. bakış açısı da değişiyor.
Değil mi ki, ”Kuşlar gibi özgür ama beraber olabilmek,” yaşamı bilimle, bilinçle ve sanatla anlamaya çalışmak akıllı insan işidir.
Hazzın ötesinde sevginin bütün evreni kuşatacağına inanıyorum.
Evet, kalben inanıyorum...
Sevginin gücüne sahip olmayana, hiç bir şey güç vermez...
Ve sevmeyi başarmak, aşkın yarattığı her şey ile anlaşmaktır.
Zorlukları, kayıpları, acıları hatta beni hayal kırıklığına uğratan insanları bile lanetten, öfkeden uzak anlamaya çalışıyorum.
Görmek, bakmak, gözlemlemek, anlamak ve mana katmak yaşam rehberim.
Kendime yürümekten,, mücadeleden, yaşamı sade ve neşeli kılmaktan asla vazgeçmeyenler-denim.

13 Nisan 2020 Pazartesi

Zümrüdü Anka

İnanmak; içimizde ki motorları çalıştıracak ateşleme düğmesidir.
Başarı ve mutluluk; başaracağım ve başardım diyebilenlerin ve inananların dır.
Ben yapamam diyen ve yapamayanlar her zaman birilerini suçlayacak bahane ve mazeretler yaratıp bunların arkasına sığınacaklardır.
Kendi yaşamlarına sahip çıkanlar ve yaşamın insana verilen en güzel hediye olduğuna inananlar ise umut etmekten,inanmaktan asla vazgeçmeyeceklerdir.
Bu gerçeği savunurken, önce kendimiz inanmalıyız. Hayatın anlamlı, yaşanmaya değer olduğuna inandığımızda bu davranışlarımıza da yansır. Hayata ve içindekilerine farklı bakış açıları da geliştiririz.
Anton Chekhov *Bir insan neye inanıyorsa odur* der.
Ne olursa olsun; kendimize inanmak çok önemli. Kendimize inanmazsak yeteneklerimizi geliştiremeyiz. Biz bu algının ve bilincin farkındalığını fark etmemişsek, birey olmayı başaramamışsak hep başkalarının bize biçtiği rollere inanırız.
Kendi yaşam manifestomuzu oluşturamayız.
Çünkü sınırı koyan zihindir, zihin bir şeyi yapabileceğini kestirebildiği kadar başarılı olur.
Başarılı insanların hayat hikayelerine baktığımız da, büyük başarıların ancak başarabileceklerine inanan insanlar tarafından gerçekleştirilmiş olduğunu görüyoruz bu tesadüf olamaz.
June Nel’in çok sevdiğim bir sözü var *inanan bir çocuğun gözlerindeki sihri görmek kadar güzel bir şey yoktur*.
Bir insan gerçekten inanırsa, inanıyorsa ‘’ anlamlı yaşamaya, başarmaya, sabretmeye, sevmeye’’ zihin yapılabilmesi için yeni yollar keşfeder.
Bilim dünyası da buna inanıyor ve önemsiyor. Özellikle son yıllarda, tıbbı tedavinin, ilaçlı tedaviyle birlikte kişi ve kişilerin, iyi olacaklarına inanmaları, bağışıklık sisteminide destekliyor.
İnsan kendini nasıl hissederse öyle düşünür ve öyle davranır.
Yeter ki kendine ve yapmak istediklerine, yapabileceklerine güçlü bir şekilde inansın, inanmış bir insani yolundan çevirmek zordur.
Burada ki ‘’Zümrüdü Anka” inananların ve inanmaktan, ümit etmekten vazgeçenlerin hikayesi;
“Simurg” veya bir diğer ismiyle “
Zümrüdü Anka” efsanevi bir kuştur. Pers mitolojisi kaynaklı olsa da zamanla diğer Doğu mitoloji ve efsanelerinde de yer edinmiştir. Sênmurw (Pehlevi) ve Sîna-Mrû (Pâzand) diğer isimlerindendir. Ayrıca zaman zaman sadece Anka kuşu olarak da anılır.
Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, bilgi ağacının dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Kuşlar Simurg’ a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş.
Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurgu bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.
Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’ un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş.
Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar, yorulanlar ve düşenler olmuş.
Önce bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp.
Papağan tüylerini bahane etmiş.
Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış.
Baykuş; yıkıntılarını özlemiş.
Balıkçıl kuşu; bataklığını.
Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi “Şaşkınlık” ve sonuncusu Yedinci Vadi “Yok Oluş” da çoğu kuş umutlarını yitirmiş geri dönmüş.
Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.
Simurg’un yuvasını bulunca ögrenmişler ki; “SİMURG ANKA – Otuz Kuş” demekmiş. Onların hepsi Simurg’muş. Her biri “Anka”.
Gerçekten inanlar ve umudunu besleyenler, kaybetmeyenler yoluna devam eder.
Mesele bu kadar açık ve net
Kendi küllerimiz üzerinden, yeniden doğabilmek için, kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız
İyi ve olumluya inandıkça, evrende bize eşlik eder. Hiç bir şey evrende kaybolmaz.
Ne hissediyorsak ne düşünüyorsak er veya geç bizi bulur.
İnsanların eylemleri ve söylevleri şüphesiz ki, hayatla olan ilişkilerinin rengini ve biçimini de tayin eder.

Öyle İşte

Uygar ve medeni bir Türkiye ve insanca bir arada yaşamak için, her vatandaşın adil, tarafsız, bağımsız yargılandığı, her vatandaşın eşit, barış içinde yaşadığı, evinde, işinde kendisini güvende hissettiği, gelecek korkusu ve endişesi yaşamadığı, insanın insan üzerinde ki ekonomik, sosyal, siyasal, etnik, cinsel şiddetin, sömürünün olmadığı, herkes için adalet, herkes için barış olsun istiyorsak hakkın ve haklı olanın yanında yer almalıyız.
Kolaycı, basite indirgenmiş hayatlarımızı; şişirdiğimiz acı, keyif ve mutluluklarla doldurup kendimizi tatmin ediyoruz.
Kendisiyle yüzleşmemiş, ezberlerini terk etme cesareti gösterememiş insanların, ilkelerinin olduğunu söylemesi, gösterişten, taklitten başka bir şey değildir.
Kimliğini bulamayan, varlığını inşa etme çabası gütmeyen insan, kendi hayatının da figüranıdır.
Hayat da böyle bir şey. İnandıklarımız, inanmadıklarımız ve inanamadıklarımızla;
Duvarlar, sınırlar ve dogmalara düşman aklımın beni götürdüğü yerde KENDİNİ SORGULAYAN insanların izini sürüyorum...
Duygu ve düşün yargılarıyla edindiğim yaşam yolunda YAŞAMI SORGULAYAN yürekli insanların izindeyim...
Ve zamanı gelince de görmemizi, duymamızı, anlamamızı sağlıyorlar.

12 Nisan 2020 Pazar

Bütün Yeryüzü Vatandır

Dünyanın bütün düşleriyle yaşamı yeniden soluklamak varken;
''Bir halden bilmez cahile kul eyledi zaman bizi. ..''
Bir yanda umutların
Bir yanda düşlerin
Diğer yanda
Küçük hesaplarla kabaran büyük hesaplar
Bir ekmek uğruna tükenmesi insanların
Hastalıklı arzuları, bencil ve tutarsız davranışları, ufku olmayan umutları, boyun eğmeyi öğretenleri ve yolu sevgiden geçmeyenleri yaşamımızın merkezine almayalım.
''Pir Sultan Abdal

Hayatımızın Tamırcısı Olalım

Tozlanmış onca yitirişten sonra yeniden silkelenmeli ve sahip çıkmalıyız yaşamlarımıza.
Karl Marx'ın dediği gibi,''İnsanların yaşayışını belirleyen bilinçleri değil, tam tersine, bilinçlerini belirleyen toplumsal yaşama biçimleridir.''
Nâzım Hikmet'de “Davet” şiirinde.
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” diyor.
O zaman;
Zoru aşmanın, içimizde o bize özgü ne mutlu ki yalnızca insana özgü yaşama sevincini duyabilmemizin en güzel yollarından biri de sanatla birlikte özgürlükten beslenen, sevgiyle perçinlenen yaşamla, insanla iç içe, içinde emek ve sevgi olan her şeyle beraber yaşama direncini kaybetmemeliyiz.
"Yaşamı tek bilinmeyenli bir denklem gibi ele almak, altı boş kulağa hoş sloganlarla konuşup, zamana göre kendini geliştirmeyen, saplantı slogan hükümlere göre yaşamak ve mevzi alıp dayatmaya çalışmak kolaycılığı hiç kimseyi ve de toplumları bir yere götürmez..." evet, bunun farkında olmalı ve yaşamımıza sahip çıkmalıyız.
Bu başkalarının inisiyatifine bırakılacak bir şey değil.
Kral Gılgamış'ın gözü karalığından, Simurg’u arayan kuşların hiç azalmayan azminden, Odyseus’un mücadele ruhundan, Don Kişot’un çılgınca cesaretinden, Santiago’nun masum hayallerinden nasibimizi almadan hiçbirimiz hedefimize ulaşamayız.
Zafer bu uzun ve çileli yolculuğu tamamlamayı başaranlarındır.
Vazgeçemeyiz bir yudumundan yaşamın.
Her doğan günle yeniden umuda sarılacağız... Umutsuz yaşanmaz ki, umut kazanacak sonunda....

Düş Kültür Sanat Dergimiz

"DÜŞ Kültür ve Sanat Dergimizi' in 2. sayısı çıktı.
Yazar, şair ve okurlarımıza dergimize gösterdikleri ilgiden dolayı çok teşekkür ediyoruz.
Her şeyin bu kadar iç içe geçtiği, doğrunun yalan karşısında kendini müdafaa etmek zorunda kaldığı, varlık nedenlerini unutarak başkalarının gözünde değerli olma sığlığında boğulurlarken;
karşı duruş geliştirerek yazmak insan doğasına paralel bir eylemdir.
Her ne kadar insan evrenin yaratıcısı olmasa da kurmaca dünyanın yaratıcısı olarak son derece içgüdüsel bir duyguyu beslemektedir.
Yazmak da bir anlamda yaratmak ve manevi bir eylemdir.

Her şeyin bu kadar iç içe geçtiği, doğrunun yalan karşısında kendini müdafaa etmek zorunda kaldığı, insanların el etek öperek, varlık nedenlerini unutarak, başkalarının gözünde değerli olma sığlığında boğulurlarken; karşı duruş geliştirerek yazmak, insan doğasına paralel bir eylemdir.
Her ne kadar insan, evrenin yaratıcısı olmasa da, kurmaca dünyanın yaratıcısı olarak son derece içgüdüsel bir duyguyu beslemektedir.
Yazmak da bir anlamda yaratmak ve manevi bir eylemdir.
''Zaman, büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek karlar ve sığ ilişkilerin zamanı olsa da'' bizler birer makine değil, insanız.
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, ırkçı, faşizan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
Yaşamın köhne alışkanlıklarına bağımlı olmak, sınırlara ve öğretilere boyun eğmek doğaya aykırıdır.
Dünyayı özgürleştirmek, hırstan, nefretten, kibirden, hoşgörüsüzlükten kendimizi arındırmak için, sağduyulu bir dünya için çalışalım.
Unutmayalım ”yalnızca dünyayı aşmış olanlar” iyi bir dünya yaratabilirler.
İyi bir dünya ”mutlu ve dingin insanlarla” süreklilik arz eder.
Sabir ve sukünet içinde;
Emeği geçen herkese çok teşekkür ederiz.
Dergimize aşağıda belirtilen linklerden ulaşabilirsiniz.


Kimse Yuvasında Değil

“Kendim ve dostlarım için ve zamanın akışını yumuşatmak için yazıyorum.” demiş, Jorge Luis Borges
Bende: kendi bilincimle, irademle,seçimlerimle,seçtiklerimle, değerlerimle, insanı sorumluluklarımla, bir nebzede olsa, yaşama dokunmak için yazıyorum..
Çünkü, hayatı ezberlemek başka; anlayarak, gözlemleyerek, deneyimleyerek, sevgiyle dokunmak bambaşka.
Çoğu zaman, başkalarının dayattığı kurallara ve değerlere göre yaşıyoruz. Yalanları, oyun bozanları, sorgulamadan kabul ettikçe içimizdeki sızı ve yalnızlık daha da arttı.
Her şeye sahip olmak için uğraştıkça, hayatlarımıza sahip olundu.
Düşlerimize birer birer el koydular.Her şeyin ucuz bir metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı bir ortamda sevgiyi, dostluğu, bilgiyi, güveni, içtenliği parayla satın almaya ve mutlu olmaya çalışıyoruz.
Kimse yuvasında değil, herkes başkasının kapısını çalmakta, başka hayatlarla avunmakta, hazıra konmayı amaç edinmekte. hazır söylemlerle yaşama sarılmakta, ne olduğunu bilmeden kendine sunulan yaşam tarzlarını benimsemekte.
Bizi hep başkaları tanımladı, hangi mesleği yapacağımıza bizim adımıza karar verdiler. Kiminle evleneceğimize, hangi partiye oy vereceğimize, hangi takımı tutacağımıza hep başkaları karar veriyor
Sonuç: mutsuz, umutsuz, kuruntulu, endişeli, arabesk söylemler yaşamın merkezi olmaya başlıyor.
Yaşamın doğasına aykırı sularda yüzüyoruz. İnsan doğasına uygun olmayan ne varsa onları işlemeye çalışıyoruz.
Bilincinin güzelliğini ve yaşamının değerinin sürekliliğini korumak istiyorsak, önce kendimizi öğrenmeye ve organize etmeye, ardından da hayatı tanımaya ve olumlamaya özen göstermeliyiz.
Bunlar için ise, sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak gerekiyor. Nede olsa, onlarda tozlanır, katılaşır, sağırlaşır, koylarına çekilir zaman zaman...

Kendini Bilmek

İnsan kaynaklı sorunların temelinde insanın kendini bilmemesi ve bilgisizliği yatar.
İnsanın kendini bilmesi, aynı zamanda varoluşun getirdiği insan gereksinimlerinin en temel belirleyicisidir.
İnsanın kendini bilme ve tanıma yolculuğu aynı zamanda kişinin kendi iç sesiyle mücadeleye girmesi ve kendini bağımlı kılan bir çok şeyden kurtulması demektir.
Altı’ncı yüzyılda yaşayan ve halkın kendini tanrılaştırdığı Yedi Bilge arasında yer alan Spartalı Khilon tarafından ilk kez Delfi’deki Apollon Tapınağı’na yazılmıştır bu sözler: “Kendini Bil.”
İlk bakışta ”Kendini bil” farklı bir ifade gibi gelir insana. Oysa her insanın içinde bir çok parçanın bulunduğu ve bu parçalardan hangisini daha çok kullanılması gerektiğinin çoğu zaman farkına varmayız. Bu nedenle kendini tanıma bir yerde bu parçaları anlama, güçlü ve zayıf yanlarının farkına varma uğraşıdır.
Kendini tanımak, öncelikle insanın iç dünyasıyla, başka bir deyişle kendisiyle iletişime geçmesidir. İnsanoğlunun kendi dışındaki dünyayı anlamlandırabilmesi için de önce kendini bilmesi gerekmektedir; ancak o zaman bütün varlıkların anlamı ve amacı konusunda derinlikli bir bakış açısına sahip olur.
Kendini bilmek aynı zamanda, insanlarla güçlü iletişim kurmayı sağlıyor ve olayların, dünyanın farkında olup bunları doğru değerlendirme bilgeliği katıyor. Çünkü, insan tek başına medeniyet ve kültür oluşturamaz.
Bunun yanında, kendini bilmeyen insan, herşeyi bildiğini sanır, bilmediği konularda ahkam kesilir.
Sokrates: ”Bildiğim tek bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir” derken, aslında hayatın anlamıyla ilgili sağlam bir kavrayıştan bahseder.
Kendini bilen insanın akılla bağlantılı bir eylemi vardır. Kendine özgü bir canlı olmanın da ötesine geçerek insanca yaşama anlam katar buda haddini bilme, bilgi sahibi olma ve yürekliliktir. Bu olumlu özelliklerin varlığıyla belli bir zihinsel olgunluğa erişince insan, sahip olunan bilgileri anlamlı ve sağlıklı kullanma, yaşamı doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlayabilme bilgeliğine de ulaşmış oluyor. Hayatın anlamına da derinlikli bir bakış açısı kazandırıyor.
Kendini bilmenin yaratacağı bilgeliği anlatan Fars dörtlüğünde ki uyandırmayı, izlemeyi, şahitlik etmemeyi görmemek mümkün mü?
”- ki, bilmiyor ama biliyor bilmediğini; çocuktur, onu eğitin/yetiştirin.
– ki, bilmiyor ama bilmiyor bilmediğini; cahildir, ondan uzak durun.
– ki, biliyor ama bilmiyor bildiğini; uykudadır, onu uyandırın.
– ki, biliyor ama biliyor bildiğini; bilge kişidir, onu izleyin.”
Dünyanın en büyük temel sorununun, insanın kendini bilmemesinden kaynaklanan bilgisizlikten ve bilgiye duyulan ilgisizlikten kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Türkiye felsefe kurumu başkanı, ulusal ve uluslararası yirmiye yakın derneğin aktif üyesi olan İoanna KUÇURADİ' nin seslenişi oldukça manidardır.
''Neden acı çekiyoruz'' Çok kestirme bir cevap vermem gerekirse ''bilgisizlikten'' diyebilirim; bilgisizlikten ve bilgisizliğin yarattığı sonuçlardan..''
Yunus Emre’nin dizelerinde hayat bulan ”Kendini Bilmek” deki hikmetin güzelliğine hayran olmamak mümkün mü?
”İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır”
”İnsan niçin okur? Hem kendi, hem de başkalarının “hakkı”nı bilmek için. Yani “kul hakkını ve sınırlarını” bilmek için. Bu, Tanrı’nın da insanlardan isteğidir. Gönül dünyasında da, toplum yaşayışında da düzen ve huzur böyle sağlanacaktır. İnsan okuyor ama “hak-hukuk” bilmiyorsa, kul hakkı yiyorsa her şey boştur. Kuru, işlevsiz bilgi yüklemesidir yapılanlar.”
Kendini bilmeyen, hatta aramayan kişi, yaşamını da boşa geçirmiş, eserini verememiş ve kendini gerçekleştirememiştir. İnsanın hayattaki en büyük başarısı kendini bilmesidir. Bilgi, her şeyden önce insanın kendini bilmesini sağlamalıdır. Kendini bilmek de önümüzü aydınlatır. İnsanın kendisini bilmesi kadar büyük nimet yoktur.
Olcay Kasımoğlu