Translate

26 Haziran 2019 Çarşamba

ENTELLEKTÜEL HİÇ BU KADAR GEREKLİ OLMADI

Kim olduğumuz, ne olduğumuz önemli değil; kendimizi ifade edebildiğimiz yerdeyiz..
Fikret BaÅŸkaya fotoÄŸrafı ile ilgili görsel sonucuFikret Başkaya'nın ''Entellektüel hiç bu kadar gerekli olmadı''yazısını okurken  adressiz bir mektuba başlamak gibi sessizlik sağaltan bir iç döküşle içimde binlerce cevap bekleyen sorgulamaların içinde kendimi yeniden buldum.  Bugüne kadar söylemden öte gitmeyen bir çok şeyi sorgulayan, farkındalık katan yazının içeriğini okurken çok mutlu oldum. Evet işte bu dedim.
Büyük bir zevkle paylaşmak isterim;
''Türkiye “aydın”ın harman olduğu bir ülke. Dünya’da herhalde bu kadar “aydını” olan başka bir ülke yoktur. Bir eğitimden geçmek, diploma sahibi olmak ‘aydın’ sayılmaya yetiyor. Okumuşlar, söze, ‘bir aydın olarak’ diye başlıyor… Velhasıl burası ‘aydını’ bol ama nedense ‘aydınlatanı kıt’ bir ülke… Peki neden? Aydın olmak, bir okuldan, üniversiteden mezun olmaksa, bir diploma sahibi olmaksa, o diplomayı almak için hangi bilgiler, nasıl ediniliyor? Bu okullardan mezun olanlar eğer ‘bilgi sahibi’ oldukları için ‘aydın’ sayılıyorlarsa, bilgi tek başına aydın sayılmanın yeterli koşuluysa, o zaman bu dünyada ‘aydından’ bol bir şey yok demektir…
Aydın, entellektüel değil…
Sosyolojik bir katman olan diplomalılar, ‘mektepliler’, sömürü düzeninin devamını sağlarlar. Onu yeniden üretirler. Bir bölüğü egemen/resmi ideolojinin oluşturulmasında da rol alır. Tam da entellektüel işlevin karşısında konumlanmışlardır. Aslında bizde aydın denilenlere, Tanzimat döneminde münevver denirdi ki, münevver, ‘tenvir edilmiş, nurlandırılmış, aydınlatılmış, ışıklı‘anlamındadır… Önceki döneminin uleması’nın işlevini devralmışlardı ve ‘bu devlet nasıl kurtulur’ sorusuyla ilgiliydiler… Verili sömürü ve egemenlik ilişkilerini sürdürme misyonuna koşulmuşlardı… Cumhuriyet döneminde, münevverin yerini aydınlar aldı… Cumhuriyet döneminin aydınları, köşeli/ bağnaz bir resmi ideoloji oluşturmaya memur edildiler. Resmi ideoloji üreticilerine aydın denilip, onlara ilerici bir misyon vehmedilmesi, Cumhuriyet döneminin bir ironisiydi… Resmi ideolojinin, resmi tarihin geçerli olduğu yerde de özgür düşünceye, özgür tartışmaya, eleştirel düşünceye yaşama şansı tanınmaz…
O halde neden ‘egemen ideoloji’ değil de ‘resmi ideoloji’ deniyor? Zira, Cumhuriyet Rejimi, Batı’daki burjuva rejimlerinde olduğu gibi bir ‘egemen ideoloji’ üretebilir durumda değildi… Egemen ideoloji, kitlelerin bilincinde bir yanılsama yaratma, rıza üretme, gönüllü kabullenme yaratma yeteneğini varsayar… Başka türlü söylersek, güçlü bir ekonomik temeli varsayar… Cumhuriyetin egemen sınıflarının öyle bir ‘rıza üretme’ kabiliyeti yoktu. Ekonomik temel cılızdı… Geriye köşeli bir resmi ideoloji peydahlayıp dayatmak kalıyordu… Resmi ideolojinin geçerli olduğu bir ülkede, bir rejimde, ‘doğrular’ bizzat devlet tarafından belirlenir… Neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi, neyin kötü olduğuna devletin adamları karar verir.
İşte okumuşlar, mektepliler, bağnaz resmi ideolojinin tedris edildiği, okullardan mezun oluyorlar… Beyinleri dağlanmış, düşünme, muhakeme yetenekleri aşınmış, hizaya getirilmiş olarak diploma sahibi oluyorlar ve onlara bir de ‘aydın‘ deniyor… Bu okullardan ‘aydın’ çıkmaz ama entellektüelin inkârı pekâlâ çıkıyor, çıkabiliyor… Elbette her yerde ve her durumda olduğu gibi istisnalar vardır ve iyi ki de vardır… Aksi halde durum daha da vahim olurdu… Tabii, ‘istisnalar, kuralı doğrulamak içindir’ de denmiştir…
Başka türlü söylersek, bizde ‘uzman’a ‘aydın’ deniyor… Uzman bir konuda bir şeyler bilene denir. Maddi-sosyal gerçekliğin çok küçük bir veçhesine dair bilgi sahibidir. Ağacı görür de ormanı görmez… Oysa, “gerçek” bütündedir. “Hakikat’ bütündedir… İşte, uzmanın bu niteliği, onun bilgisini egemen sınıfların, sömürü düzeninin hizmetine sunulmasını kolaylaştırıyor. Sömürü düzeni ‘uzmanı’ boşuna yüceltmez… Elbette bunu söylemek, herkes her şeyi bilmeli demek değildir… Sadece uzmanlık aşamasında kalanın, resmin bütününden habersiz olduğunu, dolayısıyla sınırlı bir ‘bakış’ ve ‘kavrayış’ yeteneğine sahip olduğunu hatırlatmaktır…
Nitekim, bir uzman da pekâlâ gerçek bir entellektüel olabilir. Albert Einstein, bir fizikçiydi, yetkin bir uzmandı ama aynı zamanda bir entellektüeldi… Onu aynı tavrı göstermeyen meslektaşlarından ayıran ve entellektüel yapan, sahip olduğu bilimsel bilgi değil, etik duruşu, insanî toplumsal, evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır… Nitekim Jean Paul Sartre: “Atom fizikçisi nükleer denemelere karşı bildiriyi imzaladığında entellektüeldir” derken, aradaki farkı ifade etmiş oluyordu… Sartre ve diğerleri bilgili oldukların için entellektüel sayılmıyorlardı. Her ne kadar sosyolojik ‘aydın’ tanımına girenlerle ortak yanları ‘bilgili’ olmaları olsa da, onları entellktüel yapan, egemen ideoloji, resmi ideoloji ve devlet karşısındaki tutumları, açıkça ezilen ve sömürülen sınıfların tarafında saf tutmalarıydı… Resmin bütününü görme, kavrama istidadına sahip olmalarıydı… Entellektüel kavramının mucidi olan Emil Zola, son derecede parlak bir yazar, aynı zamanda bir entellektüeldi… Bir uzman Nobel Ödülünü kazanabilir ama bu onu entellektüel yapmaz.. . Nitekim, Nobel Ödülü alanlar arasında ağacı görüp, ormanı görmeyen çok sayıda uzman vardır… Bilim ve teknoloji fetişizminden yakayı kurtaramayanları çoktur. Kapitalizmin hizmetindeki bilimin ve teknolojinin yıkıcı sonuçlarını ısrarla görmezlikten geliyorlar…
1992 Rio, Çevre ve Kalkınma Dünya Zirvesi arifesinde, aralarında 59 Nobel Ödülü sahibinin de bulunduğu 400 ünlü bilim adamı [uzman densin], bir bildiri yayınlayarak: ” XXI’inci yüzyılın arifesinde irrasyonel bir ideolojinin ortaya çıkmasından duydukları kaygıyı” dile getirmişlerdi… Çevre ve ekolojik sorunlara duyarlı bilim adamlarını “gericilik” ve “irrasyonellikle” suçlamışlardı… Bildirinin öncülüğünü Dr. Michel Salomon’un yaptığı Heidelberg Grubu’nun bu tavrı, iki konuda düşünmeyi gerektiriyor: Birincisi, Nobel Ödülü’nün değerinin tartışılmasını; ikincisi de, ‘bilim insanlarının’ yüceltilmesinin saçmalığına kafa yorma gereğini… Burjuva toplumunda bilim insanlarının ‘yüceltilmesini’… Dikkat edilirse, çokuluslu şirketlerin kârlarının düşmesi olasılığı bile ‘bilim erbabını’ kaygılandırıyordu…
Fransız genetisyen. Andre Langenay’ın Rio Konferansına karşı bildiri yayınlayan ünlü bilim adamlarıyla ilgili yazısının başlığını: ” Bir Devekuşu Çetesinin Mutlak Körlüğü” koyması gerçekten yerindedir… Yazar, François Jakob’un, sık, sık ünlü bilim adamları arasında da herhangi bir sosyal grupta olduğu kadar ahmak ve pis herifin bulunduğundan söz ettiğini yazıyor… Burjuva dünyasında ağacı görüp, ormanı görmeyen adamlar da pekâlâ Nobel Ödülü alabiliyor ve tabii otorite sayılıyorlar… Tabii, her söylediklerinde de bir keramet bulunacaktır…Mesela ‘iktisat dalında’ hayli zamandır Nobel Ödülü veriliyor… Lâkin, “iktisat bilimi” denilip pazarlanan ve burjuva akademilerinin, üniversitelerin vazgeçilmez disiplinleri arasında yer olan söz konusu ‘disiplin’ aslında burjuva ideolojisinden başka bir şey değildir. Bilimle de, bu dünyanın gerçekliğiyle de bir ilgisi yoktur… Ve bu güne kadar tek bir Marksist düşünce insanının Nobel ödülü aldığı görülmemiştir…
Aslında, eğitilmişlere, diplomalılara ‘aydın’ demek saçmadır. Tabii bu, okumuşlar arasından entellektüel çıkmaz demek de değildir… Bilakis en çok onlar arasından çıkar ama her diplomalı entellektüel olmaz. Diploma bir uzmanlık belgesidir sadece… Bir ustaya çırak olan biri, bir kaç yıl içinde işi öğrenir ve ‘usta olur’. Bir okulu, üniversiteyi bitiren de diploma alır ‘uzman’ olur… Bu ikisi arasında özde bir fark yoktur. Fakat, okula, üniversiteye giden, entellektüel olmak bakımından, ustaya çırak olana göre daha avantajlıdır. Nitekim, bilgiye ulaşma, eleştirel düşünceye ulaşma imkânına ve potansiyeline daha çok sahiptir. Elbette söz konusu olan sadece ‘potansiyel bir avantajdır’.
Fakat sadece avantaj değil. Okul, üniversite ortamı kimi avantajlar sağlasa da, okullar, üniversiteler, egemen ideolojinin, resmi ideolojinin üretildiği, yeniden üretildiği ve yayıldığı kurumlardır… Bu yüzden avantajın dezavantaja dönüşme ihtimali büyüktür… Entellektüel, eğitimli, yüksek düzeyde bilgili olduğu için entellektüel değildir. Paul Baran; “Entellektüel denilen kişi, böylece yaptığı işin özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni. daha güzel, daha insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne olduklarını arayıp bulmayı, incelemeyi ve bu yoldan bunların aşılmasına yardımcı olmayı kendisine dert edinmiş kimsedir. O, bu nitelikleriyle toplumun vicdanı ve toplumun belli bir tarih döneminde içinde yaşadığı ilerici güçlerin sözcüsü haline gelir. Ve bu nitelikleriyle o, status quo’yu korumaya çalışan egemen sınıf tarafından ve bu sınıfın emrinde olup, entellektüelleri en hafifinden hayalcilik ya da metafiziklikle, en kötüsü de yıkıcılık ya da bozgunculukla suçlayan kafa işçileri tarafından bir “dert yaratıcısı’ bir ‘baş belası’ olarak görür”, derken entellektüel denilenleri, sosyolojik aydın tanımına girenlerden farkını vurgulamak istemişti…
Egemenlik sisteminin, sömürü düzeninin devamı, ideolojik egemenliğin, ideolojik yanılsamanın, ideolojik köleliğin sürdürülmesine, hurafelelerin etkin kılınmasına bağlıdır. İşte entellektüel, egemen sınıfların gizli kalmasını istediklerini açığa çıkarmaya çalışan, gerçeğin saptırılmış [reifiye olmuş] versiyonunu sineye çekmeye, kabullenmeye razı olmayan, iktidardakilerin empoze etmekte çıkarı olduğu “bir toplumsal değerler sistemine” başkaldıran, yaşandığı varsayılan gerçeğin çarpıtılmış, ya da “resmî” versiyonunun uyumsuzluğunu açığa çıkarmayı kendine iş edinen kişidir… Egemen sınıfların ve onların devletinin her türlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda hiç bir tabuya, yasağa, inkârcılığa itibar etmeyen, sorunları sadece mahalli, ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp kavramaya çalışandır… Lâkin bir şey var: Gerçeği söyleyenin düşmanı da çoktur. Nitekim, Santiago Rámon Y: “Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Her halde ya gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç sevmedin!” derken, gerçeği söyleminin bedelini hatırlatmak istemişti…
Entellektüel’in yalan cephesinin karşısında, doğrunun, gerçeğin safında konumlanması demek, onun gerçeğe ihtiyacı olanların safında konumlanması demektir ki, bu niteliğinden ötürü, fıtraten devrimcidir… Oysa, sosyolojik aydın olarak nitelendirilen mektepliler, okumuşlar taifesi, tam da entellektüelin karşı kutbunda mevzilenmiş durumdadırlar… İşlevleri, misyonları, varlık nedenleri egemen ideoloji, duruma göre resmi ideoloji üretip, ideolojik bulanıklığın devamını sağlamaktır… Misyonları ve varlık nedenleri yalan üretmek, yalanı büyütmek ve yaymak olanların bir de aydın [entellektüel] sayılmaları saçmadır…
Fakat bir şey var: Hiç bir toplumsal hareketin veya muhalefetin entellektüel yokluğunda başarı şansı yoktur. Her türlü devrimci hareketin, toplumsal isyanın veya sınıf hareketinin verili durumu dönüştürebilmesi, eskiyi yıkıp, yeniyi yaratabilmesi ancak bir ütopyanın varlığıyla mümkündür… İdeali, ütopyayı oluşturup-formüle edenler de entellektüellerdir. Onlarezilen/sömürülen sınıfların organik entellektüelleridir… Entellektüellerin ‘organik entellektüel‘ adını hak edebilmek için bir örgütün üyesi olması gerekmez… Zira, fıtraten ve tanımları gereği zatenezilen/sömürülen sınıfa dahildirler. Buraya kadar söylenenler bir yanlış anlamaya meydan verilmemelidir… Burada entellektüeli yüceltmek asla söz konusu değildir. Zaten bizzat entellektüelin varlık nedeni de, her türlü yüceltmeye karşı olmaktır. Zira, bu dünyada hiç bir şey yüceltilmeyi hak etmez. Entellektüel yüceltildiğinde varlık nedeni ortadan kalkar…
Entellektüelin işlevi kritik durumlarda ve dönemlerde daha çok önem kazanmakla birlikte, toplumda politizasyonunun, politikleşmenin, bilinçliliğin büyüdüğü, sınıf mücadelesinin yükseldiği durumlarda ‘sosyolojik aydınların‘ hiç değilse bir bölüğünün ‘gerçek entellektüel işlevine kazanılması kolaylaşır. Nitekim, 1960’lı 1970’li yıllarda dünya ölçeğinde ‘sosyolojik aydınların’ bir bölüğü ilerici-devrimci mücadeleye katılmıştı…
Kapitalist dünya sistemi, burjuva uygarlığı, artık potansiyelini tüketmiş bulunuyor… İnsanlığın ve uygarlığın kritik bir eşiğe gelip-dayandığı tarihsel kavşakta, entellektüel işlev hiç olmadığı kadar büyük önem taşıyor. Başka türlü söylersek, radikal eleştiri hiç bir tarihsel dönemde bu kadar önemli ve gerekli olmadı… Zira, artık sorun sadece bir sömürü, yağma ve talan düzeni olan kapitalizmi aşmaktan öte bir nitelik kazanmış bulunuyor… Sanayi kapitalizmi eni-sonu 250 yıllık bir zaman diliminde sadece insanî-sosyal mahiyetteki sorunları kötülükleri azdırmakla kalmadı. Ekolojik yıkıma da neden olarak, bir gezegen riski de yaratmış bulunuyor… Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atmış bulunuyor. Artık, ‘Büyük İnsanlığın’ önündeki ivedi sorun, sadece komünist toplum perspektifine endeksli bir sosyalist toplum düzeni kurmakla sınırlı değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmakla da ilgili…''
Fikret Başkaya
  

Her şeyin farkında olup hiç bir şey yapamamak..

Fotoğraf açıklaması yok.















İnsanların; birbirini gammazladığı, çamurlaştığı, sattığı böyle bir dünya düzeninde ''insanlığın parayla ölçüldüğü yerde'' haktan söz edilebilir mi?
Haklının ''mevki ve ıtıbarla'' belirlendiği yerde adaletten söz edilebilir mi?
Dostluğun '' görüntüden, sahtelikten'' beslendiği yerde insanlıktan söz edilebilir mi?
Erdemin ''çıkar ilişkisi üzerine'' bağlandığı yerde onurdan söz edilebilir mi?
Emeğin kapı dışarı edildiği ''kazancın hileyle büyüdüğü yerde'' alin terinden söz edilebilir mi?
Bütün bunlara karşı bir duruş sergilemedikten sonra ''ben erdemliyim, onurluyum'' demekle, erdemli, onurlu olunmuyor.
İnsan olma yanımız; ne zaman, yanımızdakilere yapılan saygısızlığa, zulme,haksızlığa, kötülüğe ses çıkarırsa o zaman insanlığımız başlar.
Yoksa, hiç kimse çevresine mavi boncuk dağıtarak dürüst olamaz.
Işığımızı engelleyen duvarları aşmak tamamen ortadan kaldırmak gerekir.
Bunun içinde sağlam bir kişilik her zaman çıkar ilişkilerinin panzehiridir.
Sağlam kişilik; hayatın bir anlamı olduğunu bilir, değerini sorgular.
Değerler ise; hayatla ilgili kararlarımızı kolaylaştırır, yolumuzu belirler.
Çıkarcı insanların menfaatlerine hizmet etmeyiz, kul olmayız.
Hangi yoldan gideceğimizi bildiğimizde ise hiç kimsenin stepnesi olmayız.
Yoksa ''nereye gideceğini bilmiyorsan, gideceğin yerin hiç bir anlamı yoktur'' insanlığa da bir faydan yoktur.
Tüm kapılar açık seçik, yazgım henüz bakirdi.
Sonra kapıldım insan rüzgarına, savruldum.
Yaşadım, yaşadıkça kapılar bir açık bir kapalı.
Aşklar, isimler notalara söz oldular.
Gözlerimin düsturuyla, kaç gecenin çemberine dolandım.
Kaç gecenin dolunayın da yıldızlarla sözleştim.
Yaşadım, eledim, elendikçe anladım.
Hayatı kendimle tanımlamak çözmüyormuş.
Yürekte saklıdır dünyanın bütün hazineleri....
Kutlu bir miras gibi.
Bir ömür yetmezmiş anladım...
Olcay KASIMOĞLU

25 Haziran 2019 Salı

Açık bir yürek, açık bir zihindir.

Seçimin riski de, zaferi de insanındır.
Ah insanlar, her-şeyi bulup kendini bulamayanlar, halen ötekiler deyip, o ötekilerin gölgesinde yaşayanlar; ötekilerin icatlarını, buluşlarını kullanıp, birde günahtır diyenler yok mu,ne çok çelişkiye gebedirler.
Fanatizm ve cahillik daima açtır ve beslenmeye ihtiyaçları vardır.
Bütün mesele, bu boşluklar bilimle sanatla beslenilmediğinde; sapkınlık, sapıklık ve zulümle beslenir.''

Hayatı belli kalıplar içerisinde tanımlayanlar, yaşamın, biricik anlamını ıskalayıp, bir sürü neden ve bahane arasında yaşam serüvenlerini bitirecekler. Oysa yaşam bir kirpik arası, yada kısacık bir rüya.
Her ne olursa olsun, heba edilmeyecek kadar da güzel..Makamla,etiketlerle, mülkiyet telaşı ve hırslarla avunulmayacak kadar da sade ve hoş aslında..

Acaba kaçımız, günlük hayatın koşuşturması ve medyatik gürültü içinde, yeni fikirleri, filizleri ve geleceğimizi biçimlendirecek hususları gerçekten fark edebiliyoruz?
Bir kesinti çağında yaşıyoruz, dikkatimizin kolayca çelinebilir olduğu bir zamanda. Sürekli, düşündüğümüz şeyden bambaşka bir şey düşünmeye davet ediliyoruz. Bunun içinde öncelikle ruhumuzda ki hapishaneleri çıkaralım gün yüzüne...Başkaları satın almasın bizi. Çünkü, eğitimi, öğretimi, öğretileri yerle bir eden pazarlar halen kuruluyor. Bir unvan, bir pırıltılı yaşam karmaşası yaşanıyor, iç içe geçmiş, içi boş kavramlar ve ezber, kolaycı yaşamlar.
İnsan mümkün olabileceğine inanmıyorsa, yenileşmeyi gerçekleştiremez.
Sürekli yenilenme kabiliyetine sahip bir insan geleceğe güvenle bakar, yeni düşünceleri ve geleceğin getirebileceği değişiklikleri de hoşgörüyle karşılar.

Dünyanın her yerinde gelecek ufku olmayan insanların hayata karşı tutumları, çaresizlik içinde bilinmeyeni beklemektir. Geleceğe yönelmeyen hiçbir insan kendisini yenileyemez.
Çağımızın güvensizliğine karşı durabilmemizi sağlayacak yöntemler bulmak, içimizde ki güç merkezini ortaya çıkarmak gerekiyor.
Bunun içinde; inandığımız, güven duyabileceğimiz değer ve amaçlara ulaşabilmemizi sağlayacak içsel bütünlüğün, kültürle yaşama dokunmuş bilincin, mücadele ruhuyla beslenmiş cesaretin, kendini bulmuş benliğimizin ”özgür ve özgün” olması gerekiyor.
Ve kesinlikle geçmişin korkularıyla yaşama tutunmak değil, her-şeyiyle yüzleşmek gerekiyor.
Esir olmak sadece mahpus damları değil, aslı mahpusluk insanın kendi hürriyetine karşı gösterdiği kayıtsızlıktır.
Düzenin köleleri olmamak için;
Ebediyete kadar savaşacağız cehaletle, kibirle, akıl ve hürriyet düşmanı düşünemeyen hilebazlar-la.
Ve... Yaşamı, beklentileri yüksek olmayan bir bakış açısı ve arayışları ince bir ruhla anlamlı kılmaktır bütün dileğim...
Olcay Kasımoğlu

Bir zamanlar çocuktum

Siyah önlükten rengarenk tişörte uzanan okul kıyafeti modası!Hatırlarım siyah önlükleri giyip beyaz yakalıklarımızı taktığımız siyah-beyaz yıllardı…
İlk kez tüm gök kuşağından renkleri barındıran suluboyalarımız olmuştu.
Öğretmenimiz verdiği bir resim ödevin de bizlerden denizi çizmemizi istemişti. Oysaki sınıfımızın büyük bir çoğunluğu denizi hiç mi hiç görmemişti. Ve o yıllarda günümüzün görsel iletişim araçlarından eser yoktu.
Nasıl bir şeydi deniz?
Denizin uçsuz bucaksız masmavi sulardan oluştuğunu ve üzerinde kocaman kocaman gemilerin yüzdüğünü sanıyor beklide hayal ediyorduk…
Üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen Anadolu coğrafyasındaki birçok çocuk gibi denizi ve martıları çok geç gördüm, tanıdım ve sevdim.
O gün bugündür denizin ismini duymak bile beni büyülemeye yetiyor. İçime dalgaların coşku yüklü devinimi akarken; en derinliklerim de sevinçten kum tanelerini kıpırdatarak gülümsetiyor. Bundan olsa gerek oğlumun adını Özgürdeniz koydum.
Dedim ya sıyah önlüklü yılların çocuklarıydık.
Benim çocukluğumun okul tatilleri yayla da geçerdi.
Başı dumanlı dağlar,heybetiyle bizi kendine temkinli kılan dağlar. Delikanlıların sevdiklerini kaçırıp yuva diye tepesine götürdüğü gözümüze dev dağlar sevda kokardı. Okul bittikten sonra soluğu yayla da alırdık. Çocuk yanlarımız sığmazdı ovalara,bayırlara. Akşamlarımız titrek gaz lambasının altın da masallara duran kulakların uykuya geçişin de son bulurdu. Bazen inekleri kaybolanlar olur oda bize meşgale çıkarırdı. İnek demek,evin rızkı demekti. Herkes cümbür-cemaat ararken biz sarı kızın gidişine üzülürdük.
Nereden bilecektik sarı kız bulunmasa zor olan geçim biraz daha zorlara kalacak.
Çocuk hallerimizin en büyük eğlencesi geceye hazırlık çam ağaçlarının yere düşen pullarını yaylanın açık alanına taşımaktı. Karanlık çökünce ateş yakılır etrafın da büyükler halaya dururdu,bazen de sadece sohbetler edilirdi.
Başını kaldırdığın da yıldızlara değecek gibi olurdun.Rakımın 2400'lerde olduğu bir yerde yıldızlar kucağına düşecek gibi bakar sana.
Ay ışığı en çokta bu geceleri severdi. Bize ateşle dansın hasretindeymiş gibi bakardı biz çocuktuk onu anlardık.
Yaşadığımız çoğrafya çocuklara yasaklı değildi. Biz sadece zor yaşam koşullarının engeline takılan fiziksel,biyolojık eksiklilerin olduğu tarafa düşmüş ihtiyaca eksik kazazadelerdik.Sabahın ilk ışıklarıyla güne karışırdık Daha çiğler yerde güneş ışıklarıyla ısınmadan ayaklarımız onlarla buluşurdu. Sabah erken kalkmayı hiç sevmesem de kalkmak zorunluluğu vardı.
Hayvanlar kuşluk vakti sağilmak için getirilirdi. Yayla da hayat her zaman tek-tip devam ederdi lakin çocuk olmak her yere düşleri taşımaktı. Çamurlu bir gölümüz vardı içine malakların (camuşların) uzandığı çamur banyosu yaptığı bizde o çamurdan nasibimizi alır kendimizce oyunlar yapardık. Öğleden sonra annelerimizle madımak,kuzu kulağı,ısırgan otu toplamaya giderdik. Bunlar bize oyun gibi gelirdi.
Düş dünyamızın sınırlarını zorlayacak kadar kır çiçekleriyle bezeli dağ başları, sık ormanıyla çalılar arasın da köşe kapmaca oyun alanları bizim oyun yuvamızdı. Tabi ara birde büyüklerin anlattığı orman da ayı,kurt olabileceği ihtimaline karşı topluluktan ayrılmama konusunda aldığımız nutuklar bize oldukça eğlenceli gelirdi. Kendi aramız da çocuk hallerimizle ne hayaller kurardık. Şimdi ayı çıkıp gelecek. Biz de korkudan mı,meraktan mı bilinmez hazan yaprağı gibi titreyeceğiz. Bunu söyler ağız dolusu güler bazen de annelerimizi kandırırdık bir karartı gördük diye. Onların gözlerinde ki oluşan korku bize merak kapılarını biraz daha açardı. Yayla da günlerimiz yakmak için çalı,çırpı toplamak, yemek yapmak için toplanan çeşitli otlar ve büyüklerin işleriyle zaman akar giderdi. Biz seviyorduk bu dağı,tepesi yeşilliği sonsuz gizlerle dolu yeri.
Sonbahar gelince yaylanın sakinleri kasabaya göçerdi.
Bu göç bir yerde okulların da açılması demekti.
Öyle şimdi ki gibi allı pullu,renkli kalemler,defterler alışverişine çıkılmazdı. Geçen yıldan olanlar elden geçirilir işe yarayanlar ayıklanır, diğer kardeşin sana uyacak kifayetleri hazırlanır ve okula başlama telaşımız son bulurdu. Herkes kendi evine yakın okula giderdi bunun en güzel tarafı mahalle arkadaşın okul yoldaşın da olurdu. Okul çıkışı eve dönüş yolculuğun da arkadaşlarla olurdu. Öyle okul bahçesinin kapısı veli mahşerine dönmezdi.
Sahi biz ne çok anlaşılır bir diyar da okumuş ne çok dostluğa maya olmuşuz. Bu nedenle midir bizim dönemim şimdiki tabiriyle kankalarının yürekleri demirden. Nede olsa demirin dövücüsü hepimizin paylaşımlarına durmuş. Biz olmayı birlikte öğrenmişiz. Bize öteleyerek,ayrıştırarak hiç kimse vermemiş. Ne güzel fikir bahçesinin tohumları olmuşuz. varsın pantolonlar yamalı, çoraplar yırtık olsun ne olmuş yani sonuçta sevgi ruhlarımızın kanalcıkları boş değil.
Okul bizim tatil yerimiz sayılırdı. bağa bostana gitmene gerek yoktu. Düşlerimizi orada kurardık,Sözümüz sözlerine karışsın diye bizi dinleyen insanların olduğu yerdi okulumuz..Biz küçük şehirlerin çocuklarıydık.Büyük düşlerimizi tek sosyal alan olan okul da büyütür,beslerdik. Çoğu öğretmen bilmezdi yüreğimizde ki korkuları.Nasıl açtık bilgiye,ilime.Bilgili insan olmaya nasıl...Hayata açılan tek kapımız okuldu. Babamızın fabrikası yoktu.Tarlada çalışanın iş sigortası da yoktu. Bu umutsuz bir haykırış değildi aslın da.Çocuk hallerimizle o hayatın içinde hepimiz bir fidandık, hepimizin kendince umutları vardı.
Benim de kendi küçük, hayalleri büyük, henüz hayallerin de ki dünyaya yelken açmamış gözleri yıldızlar da, gönlü kaçamak sevdalar da olan kara kızın yaşadığı coğrafya da yaşam koşulları zor bir yerdi. Tüm aileler çok çocuklu, gelir düzeyi düşük, evler bahçe içinde tek katlıydı.Benim de tam bura da başlayan ve dağların arkasına göz dikmemi hızlandıran bir anım da böyle başlamıştı...
Görünüşün çok önemli olduğu çağlar-daydık. Öyle ki çorabımız yırtık olsa (çoğu zaman olurdu) asla bir evin misafiri olamazdık.Yine böyle günler den bir günde dersteyiz. Konu Türkiye'nin batısı, doğusu üzerine. Eğitim ve yaşam koşullarını konuşuyoruz. Dersin öğretmeni hayat dolu. Umut dolu sözlerle bize yaşamadığımız dünyaları anlatıyor. Bunu yaşamayanlar bilemez. Merakın gizini birinin ağzından dökülenlere sığdırmak! İşte o gün dağların arkasında ki yaşam benim yüreğime düştü.
Öğretmenimiz insan yaşadığı yer kadardır dedi; ama bilmedi (bilemezdi) bu kara kızın yüreğinde nasıl bir sancıya sebep olduğunu, bu kara kızı nasıl bir (o anki öfke) yelkenlere savurduğunu. İçin için kızmıştım. Ne demek biz şimdi bir avuç içi miyiz? kapladığımız evlerin karesi miyiz? Aklımız, sevdamız kasabamız kadar mı? Daha neler neler. Tabi söz yüreğe düşmüştü. Uzun zaman kafamın içinde hep o söze takılı kalmıştım. Kendimce küsler yaşamıştım. Bizi yaşamadan, yaşamımız üzerine söylediği söze! Oysaki büyüdükçe ben onu anlamaya, umarım ki o da yaşadıkça umudun, sevginin insanın yaşadığı yer kadar olamayacağını yaşayarak anlamıştır. 
Hayat insanın umut ettiği ve yaşamak istediği kadardır. Ben bunu o an belki anlamamış olabilirim; ama şunu da kesin olarak biliyorum ki, insanın bulunduğu ya da yaşadığı yerin büyük ya da küçük oluşundan daha çok, düşüncelerinin boyutu ve hayatı sorgulama biçimi insan yaşamı için daha elzemdir. 
Ve bize kader diye sunulan yaşam koşullarını kendi azmimle aştım,umut ettim kendimi sınırlara hapis etmedim.
Yaşamayanlar bilmez ! Nasıl korku verir umudun yavan olması, çocuk yüreklerin umuda hasretini. Ya kavuşmadan hayallerime ölürsem arkasını görmediğim dağların şen,şakrak baharlarını. Ya okuyamasam,ya yolum buraya kadarsa ne yaparım...Bu yol başka yollara bağlamasa . Hayır ben umut etmek, bundan öteleri yaşamak istiyorum. kendime sınırlar çizmemişken bu diyara-mı yenik düşeceğim. .Düşler kurmuşum. Bu düşlerime karanlıklar gölge eder mi bilmem...Benim düşümü kurduğum uzak diyarlardan gelenler var. Onlarda benim gibi ama bakışları başka ,gülüşleri de başka.Hem kim ne diyecek diye korkuları da yok. Kahkaları karışıyor seslerine. Nasıl anlatsam sofradaki katığımız gibi sanki her şey. Katık ne kadarsa düşlerimizde o kadar.Bu nasıl sancılı bir düş ki düşündükçe içimize korkular düşüren.
Bu nedenledir mi ki ben en çok çocukken geceleri yıldızlara bakardım... Başımı gökyüzüne kaldırır heyecanla yıldızları sayardım; kaçında aşk vardı, kaçından böyle görünürdü gökyüzü, kaçında hayat bu kadar güzel ve kaçında umut maviydi...
Uzak ama bana yakın pırıl pırıl göz kırpan. İçimdeki aydınlığı yansıtan,yanıltmayan.Baktığım gibi parlak. Yüreğimi alıp içine koyan.
Çocukluğumuz da teknolojinin henüz evimizi talan etmediği o günler de anneler evde, babalar işte, biz de yaşımızın gerektirdiği yerler de yaşamın içindeydik.
Benim çocukluğum da eve gelirken evi anahtarla açtığımızı hiç hatırlamam. Evde yaşayan hiç kimse de anahtar olmazdı varsa da bir tane oda herkesin bildiği bir yerde sadece başka bir diyara gidersek usule uygun kilit kapıya vurulurdu o kadar. Kapılar düşmana siper gibi öyle çelikten falan da değildi.
En büyük eğlence sokaklar, oyuncaklar sınırsızdı sanki evren bizim için yaratılmıştı. Oynamak için belli bir yerin olması şartı yoktu. Hiç kimse bize oyunu para karşılığın da satmazdı. Arkadaşlarımızın hepsi birbirinin aynısıydı zengin, fakir farkımız yoktu, biz aramıza sınırlar koymayı öğrenmemiştik. Bizim oyunlarımız hepimize eşit mesafedeydi.
Servisi bilmezdik. Eskiyen ayakkabılara inat tüm yolları arşınlardık. Yol sadece yürümek, bir yerlere varmak için değildi. Yol arkadaşlığının ne çok eğlencesi ne çok oynaşması olur bizim gibi yol arkadaşlığına duranlar bilir.
Çantalarımız muşambadan, en kalitelisi şile bezinden bir ötesi kumaştan ama hepsi gösterişten uzak bizim çocukluğumuza gölge etmeyen sırtımızın taşıyıcılarıydı. Okuldan döner dönmez kaldırım kenarları çantaları bekler, bir-iki oyun oynadıktan sonra eve girerdik. Kirlenmek bizim ruhumuzu açığa çıkarır, dingin, yorgun kendimizi evde bulurduk.
En çokta sokakta oynarken ekmek arası yer birde kimin evi yakınsa peşi sıra aynı bardaktan suyu içerdik. 
Bize ait özel eşyalarımız çantamızın üzerinde dururdu kimse dokunmazdı, hiç kimse çalınır korkusu bilmezdi. Sokaklar evimiz gibi güvenliydi.
Hiç bir zaman çocuk kavgalarımız karakol yüzü bilmezdi. En fazla saç, baş olur,tekme atar,eşekli küfürlerle kavgayı bitirir ama kin gütmezdik en fazla başka bir oyunda yine buluşurduk. Çocuk yanımız örselenmemiş çiçekler gibiydi. Dikeni de gülü de başka güzeldi.
Yaralarımız ekmekle şifa bulurdu, kırılan kafalarımız şekere bulanırdı bunlar bile bize oyun gibiydi.
Yaz temizlikleri, halı yıkamalar hepsi mahallede şölen havasında geçerdi. Biz temizlikçi kadın diye bir şeyde bilmezdik. Komşunun odununu taşır elimize konulan şekere düğün-bayram ederdik.
Evlerimiz insan, anne, kardeş kokardı. Çok lüks yaşamazdık ama doğal hayattı bizim ki. İnsanı insanla buluşturan, geceleri yıldızlarla konuşturan içimizin aynası gülen gözlerimiz.
Şimdi çok lüks evler var içi insansız, parklar sürüyle içinde çocuklar yok. Her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar var. Sokaklar kimsesiz, çocuğa hasret. her tarafımız beton yığını, sol tarafımız kimsesiz, yapay insanlar sürüsü gibiyiz.
Koca çınarlar dediğimiz dedeler, nineler yok, sanki yeraltı dünyasın da yaşıyorlar sahi masallarımızın sahibi koca çınarlarımıza ne oldu ? Kapılarımız kapalı, yüreklerimiz yaralı, taksitlere bölünmüş yaşamın biçare bekçileri bizler, her yerimiz talana dönmüş. Ne oldu bize ?
Birbirimize yabancı, birbirimize yasaklı. Biz mi istemiştik? Yoksa birileri mi böyle istedi?..
"Her toplum hak ettiği gibi yönetilir" derler ya,biz mi böyle olmasını istedik,biz mi dünyaya yeni ferman verdik,yeni dünyalar,yeni buluşlar için insanlığın suyuna kibrit suyu dedik, başka ne denilebilir ki !
Oysa şimdi olduğum yerden baktığım da öncesi ve şimdiye; geldiğim yer ne kadar çetinse olduğum yer de o kadar kaygan. Bu dengenin tek sahibi ben değilim. Yaşama tek başlayabilirsin lakin tek devam edilmiyor. 
Hep yapacak ve yetişecek bir şeylerimiz vardır..Aranacak dostlar bitirilmesi gereken işler gibi..Gün daha bitmeden yarının telaşı sarıverirdi. Hep ertelenen hayatımız, yüreğimiz ve özelim-izdi. Dal budak vermeden tomurcuk duygularımızı, koklama dan bilmeden kokusunu da ertelemez miyiz hep..
Yarım ve eksik kalır hep bir yanımız. Oysa ölüm yaşa bölmez sıradakilerini, kendi seçer götüreceğini.
Öylesine hayatın içindeyizdir ki unuturuz zamanı,kendimizi ve ertelenmiş duyguları,sevileri.
Kırklara varışımız da gözlerimiz den çekilen uykusuzlukla fark eder gibi oluruz. Zaman her dem kendini hatırlatacak, karanlıklar arasından sıyrılıp gelerek. Gelse de bulunur mu kaybettiklerimiz bilinmez.Oysa hayat, içimizdeki kimsesizliği hep hatırlatır durur. O zaman, zamana yenilen yılları, ayı tartıdan çıkarıp aklımızın gölgesin de nutkunu tutalım ve yaşam feneri ışığında aranır mı aranırsa da bulunur mu bilinmez yinede hakkını verelim...
Benim çocukluğumun geçtiği coğrafyada içimde ki çocuğu doğayla, komşulukla, masum duygularla, aile ocağının varlığında ki şefkatle büyüttüm. Yaş 18 'e sırtını dayadığında üniversite okumak için İstanbula dümen kırdığım da yaşam bana yeni kanatlar verdi. Uçmak,uçmamak tamamen benim irademe bırakılmıştı.
Olcay Kasımoğlu

Herkes kendi mutluluğunun demirci-sidir !!







Bırakın, hayatla geçinmeye niyeti olmayanlar gitsin,yollarını zorla kapamayın/Sahi herkes seviyor o zaman neden bunca acı, keder ?
Sorun sevgisizlik mi, yoksa yanlış sevgi anlayışı mı?
Sevgisizliğin toplumun temel sorunu olduğu hep yazılır, çizilir acaba asıl sorun sevgisizlikten çok sağlıksız sevgi anlayışı olmasın ?
İnsanlar daha çok sahip olmak istiyor...sahip çıkmak değil.
Egemen olmak istiyor...beraber özgürleşmek değil.
Benim olmalı diyor...hayatı beraber paylaşmalıyız demiyor.
... Üzerine yatırımlar yapıyor...fikrini sormadan.
... Bu ve benzer şeyleri sevgi ile karıştırıyor ya da bunların birkaçını sevgimize
"katıştırıyor" olabilir miyiz ?
İki insanın gönüllü olarak kuracağı beraberliğin temelinde hiçbir biçimde "razı olmak" ya da "katlanmak" olgusu yatmamalı.
* sahiplenmek
*üzerine otorite kurmak
*prestijini kullanmak.
* üzerine yatırım yapmak.
* yararlanmak.
*kendini yalnız hissetmemek için varlığını tutsak almak.
*rahat yaşamak vs.
Liste uzar gider bu ve benzeri şeyleri, sevgi ile karıştırıyor ya da bunların birini veya bir kaçını sevgimize "katıştırıyor" olabilir miyiz?
Friedrich Nietzsche der ki, “Hediyelerle hak elde edilmez.” Ona sevginizi hediye ettiniz diye o da size sevgisini sunmak mecburiyetinde değil. O nedenle alınganlık göstermek, kapris yapma,suçluluk psikolojisi yaratma hakkınızın olmadığını unutmayın.
Her şeyden önce sevdiğiniz insanın, siz sevdiğiniz için size karşı borçlu hissetmesini gerektirecek bir şey yok. Sevgi gönülden vermedir, karşılık beklemez. Verirken böyle bir beklentiye girmek koşullu sevgini ta kendisidir. Burada gerçek sevgiden bahsedilemez.
Düşüncelerine ve duygularına önem verin ve önem verdiğinizi gösterin.
Sabredin ve sabırla bekleyin, dürüst ve içten olun;saygıyı, nezaketi ve seviyeyi elden bırakmayın.
İçtenlikle gülümseyen bir yüz, dürüst sözler ve güzel sözcükler, hiçbir kalbi kayıtsız bırakamaz.
Sabredin, içtenlikle onu sevdiğinizi söyleyin. Hiçbir şey sevmekten ve sevgi için beklemekten üstün olamaz. Eğer gerçekten seviyorsanız, zamanın ne önemi olabilir ki !
İnsan gerçekten seviyorsa zaman sonsuz ve beklentisizdir.
Koşul koymaz, paranoyalar yaratmaz. Gerçek sevginin buna ihtiyacı da yoktur, içinde koşulsuz bir verme ve emek vardır.
Sevdiğimiz insan tarafından duygusal bir aşkla sevilmesek de onun kalbinde iyi bir insan olarak yerimiz vazgeçilmez, ölçülmez olur.
İnsanların düşüncesizliklerin den, hoyratlıkların dan, ikili ilişkilerde bile hak ve adalet kavramlarını gözetmiyor oluşundan, toplumsal sorumluluklar konusundaki kayıtsızlıklarından dolayı "insancıl" toplum düzeninin gerçekleşebilmesi çoğu zaman sekteye uğruyor. Bunun için insanların toplumsal olsun bireysel olsun ''sağlıklı sevgi'' anlayışına sahip olmaları gerekiyor.
Dünya yüzün de ölüm hariç her şeyin zıttına paralel benzeri muhakkak vardır. İnsan yeter ki sevmek ve sevilmek istesin.
Herkesin mutlu olması için bir çare var: herkes kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa, başkalarına da öyle davranmalı. Sevgi mutsuzluğun panzehiridir ve onu boş bir hayalete dönüştürür, aynı sevgi hayatı anlamsızlıktan anlamlı bir şeye çevirir.
öyleyse sevmek hayattır ve biz o dalların için de sevgi tomurcuklarıyız. Sevgi neredeyse mutlulukta,huzurda oradadır.
Şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla dolu olan insanlar her zaman etraflarına güzellik katacaklardır.
Olcay KASIMOĞLU♥

Gelecek uzun sürer

Bazen, anlamak hoşumuza gitmiyor; anladığımız şeyleri değiştirmeyince ruhumuzun ayarı bozuluyor. Sadece büyümüş bedenlerin içinde kendimize gizli saklı yaşıyoruz, yüreğimiz üşüyor, ne garip değil mi ?
Aslında hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır.
Başımıza gelen her şeyle, onlara verdiğimiz tepki ve yanıt arasında geniş bir hareket alanı vardır…
İnsan; birey olmayı başaramayınca; ne anlamı kalır özgürlüğe inanmanın, geleceğe dair umutlar beslemenin. İnsan kendine kısır olunca; hayatla, insanlarla kırık ve bağlantısız oluyor...
Yaşamımızın her alanı, ilişkilerimiz, bize kim olduğumuzu hatırlatmak adına ışık tutarken; yaşamımıza hakim olan düşünce tarzlarımız, davranışlarımız, inançlarımız,duygularımız, tepkilerimiz; bizim yaşam üzerinde ki rollerimizi de belirleyici kılar.
Çünkü yaşam tek düze değildir, her şey birbiriyle ilişkilidir. Gök ve yer, hava ve su, her şey ancak bir şeydir; birlikte olmadıkları yerde, yalnızca tamamlanmamış bir eser vardır.
Bizler, kimliği sadece insan olanlar; yaşam tek ve biriciktir.
Emeğin hiç bir zaman sorgulanmadığı bir yaşam ve sağlıklı sevgi anlayışıyla büyümek, ahlaki olgunluğa erişmek, iyiliğin, sevginin parçamız olduğunu bilmek, insanın asıl doğasına ait tüm özellikleri unutmadan, varoluşumuzun, özümüzün güzelliklerinden utanmadan yaşama yürümek, yaşamı değerli ve anlamlı kılıyor.
Bunun yanında, yaşadığı toplumda,toplumsal olaylara kayıtsız kalan ''Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın'' anlayışıyla hayatına devam eden, yıkıma,kıyıma, hırsızlığa,adaletsizliğe karşı kayıtsız kalarak, kendi varlığını kutsayan ne çok insan var.
Bununla birlikte, egemenlerin, kendi şahsı çıkarlarını korumak için ”şiddeti, savaşı ve insan açlığını” gizliden gizliye desteklemelerine omuz veren o kadar çok, yoksul ve fakir insan var ki yeryüzünde, şaşkınlıkla izliyorsun.
Dünya yüzünde birbirine düşman halklar yaratılarak, egemenlerin amaçlarına hizmet için suni gündemler yaratılırken, bu oyunda oyunlarına piyon olanları, hangi kefeye koyacağını şaşırıyorsun.
Kadınların, çocukların ve savunmasızların, siyasetin malzemesi olmalarına göz yuman sanatçıların pişkinliğini hayretler içerisinde izliyorsun. Sanat ve sanatçının yeniden tanımlanması gerektiğini düşünüyorsun..
Emek ve sermaye çelişkisinin gerçekliğine suskun kalamayız söylemleriyle, kendilerinin varlığını tanımlayan sendikaların; sistemin sözcüsü kesilmelerini, çelişkilerle dolu bir sinema filmi gibi izliyorsun.
Oysa, emeğin özne olduğu, sınıfsız bir yaşamın mümkün olduğu bilinciyle ” Dünya herkese yeter” anlamının içtenliğiyle, egemenlerin oyunlarına hayır diyen emeğin, adaletin temsilcisi sendikalar, akıl ve sağduyunuz gaz odalarına mı hapsedildi ?
Üreterek yaşamlarını anlamlandıran, sadece kendisi için değil herkes için ”daha güzel, eşit, adil, özgür” bir yaşam kurmak için mücadele eden, haklıdan yana tavır alanlar;
sorgulamadan inanmanın, anlamadan yorumlamanın, araştırmadan bilmeden ahkam kesilmenin bütün olumsuz taraflarını ret ederken, her cacığa nane olanlar, hangi cenneti istersiniz ?
İnsanların, sağlıksız çalışma koşullarında ölmesine; kaderdir, yazgıdır denilmesini reva görenler,bu dünyada neyin şahitliğini yaparsınız ?
Ölümün, vurdumduymazlığın,toplumsal tükenişin tavan yaptığı toplumlarda; körü körüne bir şeye inanmak, onu haklı ve ahlaklı yapmaz.
Albert Camus’nün Veba kitabında” toplumsal tükeniş tasviri” 3. bölümünde şunları yazar;
“Belleksiz, umutsuz, yaşanılan anın içindeydiler. Aslında zaten her şey onlar için yaşadıkları an demekti. (…) Başka bir deyişle artık seçecekleri bir şey kalmamıştı. Veba bütün değer yargılarını ortadan kaldırmıştı. Bu da en çok, insanların giydikleri elbiselerin kalitesinden ya da satın aldıkları yiyeceklerle hiç ilgilenmeyişlerinden belli oluyordu. Her şeyi olduğu gibi, bütünüyle kabul ediyorlardı. (…) Vebanın kurduğu düzeni kabul etmişlerdi. Etkisi kuvvetlendikçe, o ölçüde de bayağılaşıyordu. Artık içimizde büyük duygular yok olmuştu. Herkes en monoton duygularla yaşamaktaydı. (…) Değişmişti, veba onda bütün kuvvetiyle inkar etmeye çalışsa da, gene de şiddetli bir azap halinde sürüp giden bir KAYITSIZLIK yaratmıştı.”
Kayıtsızlık, akıl sağlığının ve sağ duyunun yitirilmesine yol açarken, insanlar kendi hayatlarına sahip çıkmadıkları sürece, siyasi iktidar değişikliğiyle var olan hiçbir şey değişmeyecektir.
O zaman;
Eğitimde fırsat eşitliğinin, sağlığın, doğuştan sosyal bir hak olduğu ve yasalar önünde herkesin eşit olduğu bilinciyle, bilinçli çocuklar yetiştirmeliyiz. Yetişmeli ki, evrensel hürriyetin, özgürlüğün ve en önemli sanatın, yaşamak sanatı olduğunu kavrayabilsinler.
Kul-efendi ilişkisi olmadan, insanca birey olmanın dinamiğini içselleştirsinler.
Yoksa bencil, mazoşist, akıl ve ruh sağlığı tamamlanmamış, tamamlanamamış insanlar tarafından yönetilen toplumların koyunları oluruz. Buda kaçınılmaz sonu ”kayıtsızlığı ve vurdumduymazlığı” yaşam biçimimiz kılar.
Hiç bir şey insan hayatından daha kutsal değildir. Buna kalben inanan ve yaşayan insanlardanım. Hiç kimsenin yaşam hakkına, hukukuna zulüm etmeden yaşamlar büyütmek için hanlara, vaatlere, içi boş söylemlere, şatolara ihtiyacımız yok.
Nereden gelirse gelsin her türlü şiddet, insan vicdanını rahatsız etmeli
Şiddetin her türlüsüne karşıyım, kayıtsızlık da bir şiddettir. İnsanlar acı çekerken, bundan rahatsız olmuyorsan, kötülüğü yapandan ne farkın var.?
İnsan olmak onurdur, onurlu olmak insan olmaktır.
Yaşatmak, yaşamak bir değerse, duyarlılık da bu sürecin tamamlayıcısıdır.
Hayatın yerleşikliği ne kadar kök salarsa, bağlandığımız şeyler de o kadar artıyor.
Güvenlik adına sunulan banka kartları, statükoyu koruma uğruna ertelenen hayatları sözde korumaya çalışırken; daha çok kayıtsızlık, güvensizlik, gelecek korkusu siniyor ruhlarımıza.
Kitabı (okumayı) sevmeyen, dinlemeyi bilmeyen, saygısız, bencilliği özgüven zanneden, her şeyden şikayet eden, hiçbir sorunu çözmeye çalışmayan, en ufak bir engelde yelkenleri indiren insanlar beni rahatsız ediyor.
Halen, ırksal söylemlerle, kadının namusunu; kıyafetle, cinsellikle tanımlayanlarla, cinsiyet söylemleri üzerinden kendine pay çıkarmaya çalışanlarla, geçmişiyle yüzleşmeyenlerle, dini siyası bir propagandaya çevirenlerle neyi, nasıl çözebiliriz?
Kaldı ki, İnsanların ortak değerlerinin örselendiği yerde, evrensel bir hürriyetten bahsedilemez.
İnsanın, akıl ve vicdanı beraber çalışıyorsa, iç iradesi güçlü ve yaşamı insanca paylaşıyorsa, duyarlılık gerçekten büyük bir lezzettir.
Gerçekçi olmak zorundayız, kitleler “ sürüleştikçe” sonu gelmez bu acıların.Tıpkı bir ping pong maçına döner ve biz kendimizi top yerinde buluruz.
Bu uyuşukluğu, bu kayıtsızlığı sarsacak, yeniden politik hareketliliği sağlayacak bilinç ve eylemliliklere gereksinimiz var.
Eğer farkında ve fark yaratanlardan olabilirsek, sıradanlığın ötesinde hayatımıza bir değer, varlığımıza bir anlam katabiliriz.
Kendine ayna olmayan, başkasına ayna olamaz.
Bu çocuklarımızın geleceği için, ortak değerlerimiz için, kendi beden ve ruh sağlığımız için şart.
Olcay Kasımoğlu

TATLARI DOĞRU YAKALAMAK.


İnsanın kendini bulması ve kendi ruhunu bilmesi en büyük zaferdir bence.
Ve sanat; sonsuz bir dokunuş, istikrar ve akış istiyor.
İnsanların birbirleriyle olan diyaloglarında kullandıkları ses tonu, bakışlar ve üslup, insan ilişkilerinin boyutundaki izdüşümleri sunar.
Özellikle, samimi ve içten ellerin kavrayışını çok önemserim. Birde ruhsuz eller, donuk bakışlar ve her şeyin en iyisini ben bilirim edasıyla dolaşan zayıf benlikler vardır.
Ne yazık ki, her üreten sanatçı olmuyor. İçinde insana durmayan, egosu yüksek, herkese şüpheci yaklaşan, herkesi suçlu ve akılsız ilan eden ne çok okumuş insan var.
Bir şey, bir şeyler eksik. Bu eksik olan, ne parayla, ne diplomayla satın alınan bir şey.
Eksik olan, insanın özünde ki incelik.
Koşulsuz, ölçüsüz, sınırlara hapis olmamış, engin bir gönül kapısı yoksa, kişi ne yaparsa yapsın, ne üretirse üretsin, bir tarafı eksik ve yavan kalıyor.
Sanırım bu çağ, okur yazarların çağı olsa da, vicdanların mühürlendiği çağ olma yolundaki gelişmeler bir adım daha önde duruyor.
Ne güzel tanımlamış Friedrich Nietzsche' doğuştan ince olan ruhları ''Sahip olunması zorunlu tek şey var: ya doğuştan ince bir ruhtur bu, ya da bilim ve sanatlar tarafından inceltilmiş bir ruh…''
Sanat da inceltmemişse, iflah olmaz bu tarz insanlar, daha sıkıcı ve yıpratıcı olurlar.
Sanatçının sanat anlayışı;aynı zamanda, bütün uluslar, ırklar ve dinsel topluluklar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli.
İnsan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır.
Çünkü, insan; yenilenmek, gelişmek ve bütünlenmek için sanata sığınır.
İnsanın ruhuyla dokunduğu,dokuduğu her şey; bilince yepyeni oyun taktikleri öğretebilir.
Sanat insana özgü olan ''gülmek, ağlamak, sevinmek, üzülmek, paylaşmak'' bu duygularla ilgili her şeyi değerlendiriyor..Ve evrenin bütün dinamiklerini sessizce gözlerimizin önüne seriyor.
Yaşamın; aydınlık,güzel ve düzenli bir nitelik taşıyabilmesi için bu dünyaya; edebiyatla, şiirlerle,resimle tutunmak ne hoş.
-
En derin acılarda bile içini serin tutanı, yüreği derin olanı severim.
Severim, ağır yağmur damlalarını, akan nehirleri dinlemeyi.
Berrak sabahlar gibi gönlüm dingin uyanmayı severim.
Severim, gül tomurcuğunun ''bir damla çığ tanesi için'' titremesini.
Göze görünmeyen rüzgarın ağacı sallamasını severim.
İnsanda ağaca benzer, sevgisini işleyen severim.. 
Mecnun diliyle/ ''Ömrün en güzel meyvası/ Bir destani türkü ki deyme gitsin''
Ne çok korkuyoruz kendimizden, geçmişimizden, ne çok korkuyoruz elimizdeki dünya malını kaybetmekten ve ne çok korkmuyoruz itibarımızı, onurumuzu kaybetmemekten...
Arayışı, cesareti, sonsuzluğu hissedip, sonlu insanın iç çekişini yapmak saygı duyulacak bir şey…
Olcay Kasımoğlu

18 Haziran 2019 Salı

Kolay olan hangisi?

"İnsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, geniş meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz.
İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır."
Montaigne / Denemeler
İyilik ve kötülük de işte bu anlayışın ürünü oldu.
Kötülükler pervasızca sahiplenildi, iyilikler birer birer terk edildi.
Belki de aynı ruhun, birbirinden uzaklara düşmüş milyarlarca parçalarıyız.
Ortak duygular, düşünceler ve hatta yaşamın kendi içindeki işleyişi öyle aynı ki, her seferinde hafızasını unutup aynı şeyleri yapan biri gibiyiz...
Değil mi ki;
Hükmünü yitiren bir çağın suskunluğunda
Soğuyan bunca sözün içinde
''Yasalardan daha çok, daha ağır,
daha geniş haksızlıklara yol açan ne vardır?"
Yaşayıp da
farkında olmadığımız hayatlarımız gibi
'Sevgiyle çalkalanmadıkça dünya
Huzur da rüya mutluluk da'

O zaman;
''Akordu bozuk hayatlarda yaşamaya devam etmek mi?
Yoksa hayatımıza yeni bir yön vermek mi?
Ya da öfke tohumlarını daha da büyütmek mi?
Unutmak mı? Ufak hataları hoş görmemek mi? Affetmek mi? Hangisi daha kolay?
Bahaneler uydurmak mı? Nerde hata yaptım diye düşünmek mi?
Ya Hoşgörüye ne oldu?
Geçen zamanda mı kayboldu? Yoksa biz mi unuttuk?
Neler oldu da büyüdükçe, çocukluğumuzdan gelen o saf neşeyi kaybettik?
Hayatın korkunç hızında nereye gidiyoruz diye kaç kişi soruyor kendisine?
Kaçımız bugünün güneşini hissediyor, tüm sıkıntıları o anda unutup, huzur buluyor?
Fedakârlığa ne oldu?
Kaçımız hatırlıyor fedakârlığın ne olduğunu?
Yoksa o da mı bulunmaz Hint kumaşı oldu?
Kaçımız kendimize yalan söylemiyor?
Kendini irdeleyebiliyor, dürüst olabiliyor, ne istediğini biliyor ve
cesaretini toplayıp, hayallerinin peşinde gidebiliyor?
Hangimiz gerçekten “biz” olduğumuz için sevildik?
Kaçımız “doğru insanları” bulup, neden – sonuç ilişkilerine girmeden,
kaygı denizinde boğulmadan değerini bildik?
Ve Kaçımızın, ” doğru insan ” olmamıza rağmen, kıymeti bilindi?
Peki, kaçımız ” kendi gerçek değerimizin” farkına vardık?
Ve Kaçımız gerçek değerimizin farkına varıp ta, içi kof bedenlere hayır diyebildik?
Şu anda kaçımızın gerçekten dostu var?
Söyleyin neler oluyor bize?
Hep biz mi yanlışız yoksa karşımızdakiler mi?
Dürüst olmaya çalışan ve dürüstlükten korkmayan kaç kişi var aramızda?
Dürüst olanlarda pes ediyor artık
Farkında mısınız?
Boşluk içindeki kalıplara sıkışmışız her birimiz.
Nefes alamıyoruz, boğuluyoruz. Neden?
Kaçımızın elinde aynası var ruhuyla konuştuğu?
Ne kadar yabancılaştık ruhumuza farkında mısınız?
Sadece bedenleri sever olduk. İçindeki ruhları yok saydık.
Her şeyi bir anda yaşamayı ne kadar sever olduk…
Beklemeyi unuttuk. Verilen sözleri tutmayı da.
Söz verdikten sonra o sözü unutmak ne kadar moda oldu.
Verilen sözleri unuttuk, yerine bencilliği koyduk.
Güvenmeyi unuttuk. Yalanı çok sevdik,
Bir yanımız riya, bir yanımız çıkar oldu.
Peki, ” yalın sevgiye ” ne oldu?
Parayı hayatın en kıymetlisi olarak kabul ettik. Dostluğu unuttuk. Kırıldık.
Kırıldıkça vicdanımızı kaybettik. Peki, hayatın asıl anlamına ne oldu şimdi?
Kaçımız kendi yansımamızı dürüstçe ortaya koyduk ve bu benim dedik?
Yapabilen kaçımız, kaç kere kırıldı, incindi kim bilir?
Farkında mısınız : “Biz yalansız, dolansız sevilmeyi ” unuttuk.
Bunu bize karşı başarabilen insanlara inanmaz, güvenmez olduk.
Onlara ” koca bir yalan” gibi bakar olduk.
Çünkü biz ” yalın olarak sevmeyi, güvenmeyi” unuttuk.
Peki, bu sonsuz ikilemde, sadece aklar ve karalar içinde, hangisi doğru?
Kendimizi, olduğumuz gibi ortaya koyacak cesaret mi,
yoksa maskeli baloda, bin bir maskeyle dans etmeye devam
etmek mi?''
İnsanların birbirleriyle olan diyaloglarında kullandıkları ses tonu, bakışlar ve alkışlar, insan ilişkilerinin boyutundaki izdüşümleri sunuyor. Samimi ve içten ellerin kavrayışına bayılıyorum. Birde ruhsuz eller, donuk bakışlar ve her şeyin en iyisini ben bilirim edasıyla dolaşan zayıf benlikler var. Her üreten, sanatçı olmuyor maalesef. İçinde insana durmayan, egosu yüksek, hayatın tamamını kendi görebildiği kadar zanneden, ne çok mektepli okumuş insan var. Bir şey, bir şeyler eksik. Bu eksik olan, ne parayla, ne diplomayla satın alınan bir şey. İnsanın özünde ki incelikti eksik olan. Koşulsuz, ölçüsüz, sınırlara hapis olmamış, engin bir gönül kapısı yoksa, ne yaparsan yap, ne üretirsen üret, bir tarafı eksik ve yavan kalıyor. Sanırım bu çağ, okur yazarların çağı olsa da, vicdanların mühürlendiği çağ olma yolundaki gelişmeler bir adım daha önde duruyor.
Ne güzel tanımlamış Friedrich Nietzsche. Doğuştan ince olan ruhları !
''Sahip olunması zorunlu tek şey var: ya doğuştan ince bir ruhtur bu, ya da bilim ve sanatlar tarafından inceltilmiş bir ruh…''
 Sanat da inceltmemişse, iflah olmaz bu tarz insanlar, daha sıkıcı ve yıpratıcı olurlar. Her sanat yapıtının içinde, insanoğlunun yaşamla bir hesaplaşmasının bulunduğu da söylenebilir.

''Montaigne

Hayat Yükünü Taşıyana Bırakır !

Parantez içine alınmış bir noktalama işareti değildir yaşam.
''Birine, birilerine karşı hissettiğimiz duygular “Ona karşı hissetmemiz gerekenler” diye önceden tarif edilmişse, onunla meselemiz bitmeyecek, hatta başlayamayacaktır bile.''
Bunun için de, herkes yenilenmek, temizlenmek durumundadır.
Yaşamak için gözlemlemek, gözlemlerken yenilenmek, yenilenirken ilerlemek gerekir, ancak o zaman ön yargılarımızdan arınabiliriz.
Arınan insan özgür insandır, özgür insan kendini yeniler, vicdanının sesine kulak verir.
Özgürlük kendini bilmektir, farkındalıktır, onurlu yaşamaktır. Önyargıdan, inat ve kibirden uzak, evrensel değerlerin kendine yer bulduğu akıllı insan bahçesidir.
Kaldı ki sevginin, öğrenmenin, değer katmanın belli bir inancı, ülkesi, kalıbı, yaşı yok.
İnsanların eylemleri ve söylevleri şüphesiz ki, hayatla olan ilişkilerinin rengini ve biçimini de tayin eder..
Önemli olan ışık diliyle yaşama uzanmak, anlamak; anladığını yorumlamak ve sezgilerini, anlatabileceklerini biçimlendirebilmek.
İnsanlar bir şeyi gerçekten, yürekten isterlerse evren onlarla birlikte çalışır. Olumsuzluklar onlardan uzak durur. İnsan olumlu duygularla dolduğunda kötü hislerin olması, hissedilmesi neredeyse imkansızdır. Duygu ve düşüncelerimizin bize artı yada eksi olarak dönmesi tamamen bizim iç dünyamızla ilgilidir. Bir olaydan, acıdan herkes aynı derecede etkilenmez. Bu tamamen bizim algılarımızla alakalıdır..Dikkat edelim, bazı insanlar sürekli şikayet ederler. Hatta ayna gibi, sürekli şikayet eden insanları da kendilerine çekerler. ''Üzüm üzüme baka baka kararır''ın baş aktörleri gibidirler. Oysa hayat bir mucizedir. Bu mucizeye çoğu zaman gözlerimizi kaparız. Kulaklarımız bu mucizenin neşeli şarkılarına sağırdır. Kendimizle hesaplarımız bir türlü bitmez.
Hep yaşadığımızın değil de yaşayamadıklarımızın hasretinde kalırız. Çoğu zaman yapabildiklerimizin güzelliğini unuturuz. Hep yapamadıklarımıza, keşkelerle sitemleri karıştırırız. Deriz ya ‘insan düşleri kadar büyüktür’ umutları düşlere yenik düşerse adanmışlığı eksik kalır. Yol yarım kalır. Yarım kalan yanı barışmaz hayatla. Bir yerlerde tökezler, çarpar, kanatır bir yerlerini. Örseler yüreğini ve yüreğine değenleri.
Bu yolda insan; kişisel, toplumsal, zamansal etmenlerin etkisiyle yanılmalar yaşar. Aslında her yanılma, her pişmanlık birazda deneyim katar hayata. Hayatı sevmekle birlikte anlamaya çalışanlar öğrenme-öğretme sürecini hayatlarına zenginleştirerek katarlar. Öğrenme-öğretme süreci gözlerimizi bu dünyaya kapayana dek sürer. Doğru ve yanlışlarıyla ve umutlarıyla, deneyimleriyle insan olma serüvenini tamamlar.
Çoğu zaman yaşam bizi kendiyle karşı karşıya getirir. Ağır, anlaşılmaz olur. Çoğu zaman da bulunduğumuz yerlerde çok uzun zaman kalırız, sayarız.
Çoğumuz hayatımızı dengede tutmak için kurallar koyarız. Düzgün konumda tutmaya çalışırız, içine neşeyi katmayız. Oysa hem neşeli hem de düzgün yaşayabiliriz, varsın bazı günler hayat rutinden çıksın. Ne olur yani ara birde bizim de çılgınlıklarımız olsun. Niye her şeyi yaşa dizeriz ne yanı illa on sekizinde mi gece mehtap izlenir. Ne yanı, balon uçurmak için illa da çocuk mu olmamız gerekir. Bırakalım, hayat içimize, zamanlara bölmeden mutluluk içinde aksın. Aklımız ilime, bilime daha iyi bir dünya için çalışsın. Çocuklarımızın ufkunu zenginleştirelim, köklerine fideler ekelim. Büyüdükçe güneşe dönsünler yüzlerini, verdiğimiz güvenle solusunlar havayı, ısıtsınlar yüreklerini.
Kınamak, yargılamak kelimelerinin sadece anlamını bilsinler. Her zaman çözüm ustası olsunlar. Çözümsüzlüğün değil, çözümün parçası olmanın haklı gururunu yaşasınlar.
Yaşamamızdan, yaşadıklarımızdan biz sorumluyuz eyer biz bu bilince sahip değilsek yaşamamız için gereken emeği, çabayı gerektiği gibi ortaya koyamayız. Hayat karşılıklı bir aynadır. Vermek kadar almak, almayı bilmekte yaşama karşı sorumluluklarımızdandır.
Hayat yükünü taşıyana bırakır. Ne kadarını kendin de bırakacağına, tekrarlara yine karar veren kişinin kendisidir. Çözerken kişilik ve tecrübe en iyi rehberdir. Hepimizin yaraları var, ama hiç bir şey ebedi değil. Nasıl dünya faniyse acılarda fanıdır. Her yara kendi ağacında budanır.Bir yanımız baharsa diğer yanımızın kış olması ürkütmesin bizi. İnsanın toparlanması zaman alır.
Bitmez sandığımız hayat günü gelince sormadan alır kendini bizden. Bitmez sandığımız kadar uzun değilmiş diye şaşarız. Giden herkesin arkasından bakarak. Kirpiklerimizin birbirine değmesi kadar kısa olmasına bir kez daha şaşırırız…
Bilinçli sabrın ve kendine inanmanın en büyük mucize olduğuna inanlardanım. Evren bizi muhakkak duyar. Kendimiz olma bilincine ulaştığımızda, evren içimizdeki tüm kandilleri tutuşturur. Sizde inanın..
Yaşam, insanın ancak dünyanın verdiklerinin üstünde ve ötesinde bir şey yaratınca hak kazandığı bir ödül olarak kabul edilebilir..
Furuğ Ferruhzade' nin seslenişi gibi;
Ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
Okyanusta yaşayan ve yüreğini tahta bir kavalda,
usul usul çalan
Küçük hüzünlü bir peri; geceleri bir öpücükle ölen
Ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan...
İnanmak, umut etmek ve arkasından koştuğumuz bir yudum yaşam... Belki de her daim gerisinde kaldığımız şey...
Ne olursa olsun;
Geçmişi geleceğe taşıma ama deneyimle, anların coşkusunu ıskalama ve geleceği korkuya değil umuda bağla, ama ya olmasa ihtimaline de, düş kırıklıklarına da hazırla yüreğini. Ve kalbinin sesini dinlemekten asla vazgeçme..Zenginlik, güç talihin verdiği hediye olabilir ama iyi ve dürüst olmak, mutluluğu, sevgiyi sanata dönüştürmek tamamen kişinin kendi erdemlerinin sonucudur…
Bizde, geçmişimizin içinden geçerek, kendimizi yeniden eriterek, kendi içimizde kaybolmadan; düşünerek ve derinleşerek kendimize düşen insanı sorumluluğumuzla geleceğimize sahip çıkmalıyız.
Evreni dinleyen yüreğimizin sesine; şarkılar, türküler, şiirler kattıkça, aklımızı arındırdıkça, vicdanımızın kapılarını açık tuttukça, düşünce özgürleştikçe, ‘Sevginin,’ bütün evreni kuşatacağına inanıyorum.
Evet, kalben inanıyorum; sevginin gücüne sahip olmayana hiç bir şey güç vermez...
Olcay Kasımoğlu