Translate

28 Şubat 2019 Perşembe

Kemal Sunal ve Charles Chaplin'in dünyasında ''Gülme'' ölümsüzlüğün takma adıydı. İkiside bize mizahın ve gülmenin bir gönül işi olduğunu göstermişlerdir.
Charles Chaplin, sinemanın sessiz döneminin yüce tanrısı olan, sesli sinema yaygınlaşmaya başlayınca bile kendine has tavrını koruyup hızlandırılmış değişimin karşısında dimdik duran, yapımından neredeyse yüz yıl sonra izlenildiğinde bile, sessizliğin işlevselliğini büyük ustalıkla içimize sindiren efsane adam Şarlo' nun ''Şehir ışıkları'' filmini izlerken ruhum ısındı.
Şarlo, yine aşık olur. Hem de bu kez en az kendisi kadar fakir ve kör bir çiçekçi kıza… Sakarlıklarla örülü güldürü seanslara eşlik eden bu beden ötesi aşk, aslında Chaplin’in ve yarattığı dünyaların derin naifliğinde dinlendirici bir yolculuktur.
Chapline'nin, bir filmin karesinde ayakabısını ıslatıp yemeye çalıştığını görüyoruz.. Bizim Kemal Sunal' ımız da ekmeğini hayalı bandırıp yer. İkiside karışık duygular verir. Kah neşeye kah hüzne gark oluruz. İkisini görüncede içimiz ısınır.
İkisi de filmde çok fakir ve aynı zamanda hayat enerjimizi yükseltecek kadar umut ve sevgiyle dolu dopdolular..
Yaşadığımız 21. yüzyıla derinlemesine dokunan bu filmler bize ayakta kalmanın çok katmanlı sırlarını fısıldıyor.
İkiside en sevdiğim insan modeli ''İyi kalpli ve zeki.''
Rahmetle anıyorum, iyi ki bu dünyadan geçmişsiniz.

27 Şubat 2019 Çarşamba

Şimdi değilse, ne zaman?

Akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve bize hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı; keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek niye ?
Hepimizin kendine ait veya başkalarından alıp sakladığı sırları, sırlardan kurduğu surları ve yıkamadığı kaleleri var.
Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar bilmezler mi; üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız, eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz bir ömür boyu.
Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında.
Bunun yanında, her bireyin gelişimi, fiziksel, zihinsel ve duygusal yönlerini kullanma tarzı farklıyken, hayatı mücadele etmeye değer kılan ve şaşırtıcı hale getiren şey de bu seçim ve farklılıklar değil midir ?
Kendimizle kurduğumuz diyaloğun niteliği, kendimize dair hissettiklerimizi doğrudan etkilerken;
farklılığı anlayıp, yaşadıklarımız karşısında aldığımız tavırla, kendi iç benliğimizle yüzleşmek, bize yaşamın nadide kollarını açar.
İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Peki hangimiz, özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya ya da kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
William Shakespeare, bunu çok güzel özetlemiş.
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor. 
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. 
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. 
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. 
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için. 
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için. 
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi birşey vermedigi için. 
Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için.''

Yeterince iyi olamadığımız düşüncesinden korkmamalı ve kendimizle yüzleşmeliyiz. Korkularımız ancak birer birer masaya yatırıldığında ve onlarla yüzleşebilmek cesareti gösterebildiğimizde hayatımızdan çekilirler.
Korktuğumuz ve kendinizden uzak tutmak için uğraştığımız şeylere bilinçsizce karşı direnç oluşturarak kendimize çekiyor, yaşamımıza sokuyoruz. 
Korkularımızın samimi anlamda farkına varabildiğimizde, realitemizi değiştirmiş olacağız.
Çünkü geçmişten öğrenmek ile geçmişte yaşamak aynı şey değildir.
''Neresinden bakarsak bakalım; kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu, dışarıya akamayan bir irin gibi bedenimizi ve ruhumuzu ele geçiriyor.
İçimize hapsettiğimiz her duygu aynı zamanda içimizin hapishanelerini yaratıyor.
Oysa yapabileceğimiz yegane şey alamadığımız ilgiyi, saygıyı, duygularımıza dair anlayışı, korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebilmemizdir''
Kendi iç benliğimizle barışık olup, içimizdeki çocuğu özgür bırakalım.
Korkularımızla yüzleştiğimizde, bizi kölesi ve şakşakçısı yapmaya çalışan asosyal topluma karşı duruş geliştirebiliriz.
Her şeyi belki yapamayız ama kendimize saygılı bireyler olarak bu hayatın içinde değerli, üreten, paylaşan, sevdiklerine ve sevdiğine omuz olan başlar olabiliriz. Bunu için hiç bir zaman geç değildir, yeter ki biz kendimize geç kalmayalım.
Sorunlardan, insanların hayatımızdan çaldıklarıyla ve kendimize yaptığımız haksızlıklarla göçüp gitmek bu yaşama en büyük haksızlık değilde nedir ?
Değil mi ki, oyduğu bir kayadan akan bir suyun şırıltısı bile, varlığını belli eder.
Kendi benliklerinin farkına varanlar, yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz gerektiğini bilirler.
Ve yanıtımızın doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerektiğinide.
Ancak o zaman, insan kendi kendinin ebeveyni olabildiğinde, kendi kendiyle yüzleştiğinde; yetişkin, özgür ve mutlu olabilir, karanlığın bilincine vararak aydınlanabilir.
Olcay Kasımoğlu  

26 Şubat 2019 Salı

Sanat İstikrarı Seviyor: Can dostum..

Sanat İstikrarı Seviyor: Can dostum..: https://www.filmmodu.com/good-will-hunting-altyazili-izle "Kusursuz erkek yoktur. Kusursuz kadın da yoktur. Ama bu kusurlu insanla...

Can dostum..

https://www.filmmodu.com/good-will-hunting-altyazili-izle
"Kusursuz erkek yoktur. Kusursuz kadın da yoktur. Ama bu kusurlu insanların, ilişkileri kusursuz olabilir. Kusursuz olan ilişkidir, insanlar değil. Ve bu ilişkiyi kusursuz yapan o minik kusurlardır. Başkalarının bilmediği o minik, o özel kusurları sadece siz bilirsiniz.
Bunları sadece sizin bildiğinizi de bilirsiniz."

Sonra misal verir.
"Ne kadar garip değil mi? Karımı düşününce aklıma, heyecanlandığı zaman gaz kaçırmasının gelmesi. Bir gece uyurken öyle bir kaçırmıştı ki, sesinden kendisi de uyandı ve bana 'Sen mi yaptın' diye sordu. 'Hayır sen yaptın' diyemedim. 'Evet ben yaptım' dedim.
İnsanın yalnızca çok özel kişiler tarafından bilinen kusurları.
Hiç düşündünüz mü bunu? O minik kusurların, aslında aşkın anlamı, kusursuz ilişkinin tarifi olduğunu hiç düşündünüz mü? Ne kadar doğru değil mi?
İyi, üstün, başarılı yanlarımızı bütün dünya bilir. Ama kusurlarımızı bilme hakkı kaç kişide var hiç düşündünüz mü? Kaç kişiye bizi en güçsüz halimizle bile görmesine izin veriyoruz?
Kaç kişiye en maskesiz, en kusurlu, en çirkin halimizi iki ölçek dahi çekinmeden gösteriyoruz?
Ya da siz acaba gerçekten kimin tüm küçük kusurlarını biliyorsunuz?
Yanızca sizin bildiğiniz küçük kusurlar kimde var? Kim size o kusurlarını utanıp, sıkılmadan gösteriyor?
Sevgilimizin kusurlarından nefret etmek yerine, onların farkında olma ayrıcalığının yalnız bize verildiğini düşünmek. Düşünebilmek.
Ona her haliyle, her şekliyle, her kusuruyla aşık olmak. Olabilmek.
Aşk tam da budur işte!
Birini dünyanın en güzel, en zeki, en çekici, en asil, en sevimli, en komik insanı zannetmek aşk değildir. Karşındaki kızı Marilyn Monroe kadar muhteşem bulmanın aşkla bir alakası yoktur.
Bu olsa olsa cazibeye kapılmaktır.
Aşk ise tam tersine..
Onun dünyadaki en güzel, en zeki, en çekici, en asil, en sevimli, en komik insanlardan biri olmadığını fark etmiş olmana "rağmen", binlerce kusuru olduğunu anlamış olmana "rağmen" yine de onu seçmektir. Ondan başkasına katiyen göz süzmemek, onsuz olmayı aklının ucundan dahi geçirememektir.
Onu en makyajı akmış, en gözlerinin altı çökmüş, en pespaye haliyle bile "peri masallarından fırlamış" gibi bulmaktır.
Karşına artık salt şık kıyafetlerle çıkmak yerine, pijamasıyla, saçı başı dağınık halde çıktığında. Onun artık en kötü, en berbat haliyle bile senin karşına çıkmaktan çekinmediğini, sana bu denli güvendiğini algılayıp mutlu mutlu sırıtmaktır.''
Aşk tam da budur işte!
Glamdring'den alıntı.

"Birine öfkelenme özgürlüğümüz yoksa onu sevemeyiz. Sevmeme özgürlüğümüz olmayan birini gerçekte(n) sevemeyiz."

Bütün katliamları kınıyorum...

Asıl cehennem, acı çektiğimizi kimsenin duymamasıdır.
Kınamalıyız, evren duymalı sesimizi...duysun ki kötülerin kalbine zincir vursun...
soğuyan bunca sözün içinde
karanlık gölgeler kilitliyor gözlerimi
özgürlüğünü kaybetmiş gökyüzü
maviler, bulutlar zincirlere vuruyor beni
güneşi yasaklı mevsimin kar tanecikleri gibi
karanlık gölgeler kilitliyor yüreğimi...
karanlıktan çıkıp gelen haberler
boğazımdan geçmez, acır umudun suyu
köşelerimiz umutsuz, yapılarımız virane
acının öte ki yüzü, bizim yüzümüz
yüreğim ise kanıyor, en derin yerinden
bildiğim bilmediğim her dilden
iyi insanlar, yüreklerinden bağırıyor
daha iyi bir dünya herkesin hakkı diye...
zalimler, korkaklar sağır olur seslere
gün olur, insanlar susturulur
zalim pervasız, zalim çığırtkan olur
yüreğinden konuşanlar
susturulur haksızın meclisinde
haramilerle emeğin terini içenler
gördüğüne kör duyduğuna sağır olur...
yüreğim ise kanıyor, en derin yerinden
bildiğim bilmediğim her dilden
ihanetin olduğu yerler, cehaletle örselenmiş
aydınlık ağır, sessizliğin çuvalında
adam olmayanları, toplayıp bir kefeye koysan
bir karıncanın yüreği eder değil...
gayrı böyle bir devranda
aklıma güzel insanlar düşünce
değişime uğruyor acılarım
düşünsene insanı kamil olmak
her yiğidin harcı değil
pis kokmaz, aydınlığı karanlığa boğmaz
yaydığı ışık, mis kokulu amber
ısıtır insanı, ısıtır dünyayı yeniden...
iyi insanların gözlerinde içmek sevgiyi
varmak can tılsımına
derinden, ince ince
engin olmak yakışır gönle dercesine
hadi gel, çıksın karanlıklar aydınlığa
sende elini koy vicdanına
yürekler titremesin, sönmesin ışıklar
yaşamak hakkı, herkesin...
Olcay Kasımoğlu

Önemli olan yargılamak değil; anlamaktır.

"İnsan ancak kendi kendinin ebeveyni olabildiğinde yetişkin, özgür ve mutlu olabilir"
Nedir ki en doğal haliyle insan olmak?
Koşulsuz, karşılıksız sevmek değilse nedir ki sadece insan olabilmek?
Biri için endişelenmek, onun canı acıdığında o acının içinde olamadığın için sımsıkı sarılmak ve karşılık beklemeden onun varlığına adanmak evet adanmak; yargılamadan, sorguya suale durmadan inanmak, onda erimek, sahiplenmeden sahip çıkmak, elini yüreğine koyduğunda ”sana ihtiyacım var” diyebilmek.
Bunun yanında acı çektiğimizde, kızdığımızda yanlış anlaşıldığımızda dahi sevgi sunabiliyorsak; ruhumuzu huzura kavuşturmayı bilen, iç dünyasında kendisi ile barışık olmayı seçen ve düşünce biçiminde pozitifliği benimsemiş birey olma yolunda, biz sevgi adamı olmayı seçmişiz demektir.
Sevgi her zaman anlamayı da gerektirmez, ilişkilerde ki gerçek bağ, herkesin kendi olduğu haliyle, yapmacıksız bütünlüğe katılmasıdır.
“Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu almak anlamına gelir.”
Üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız çünkü. Eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden. Noksanımızı, bizi zaten noksan bırakandan dileniriz bir ömür boyu.
Oysa yapabileceğimiz yegâne şey alamadığımız ilgiyi, saygıyı, duygularımıza dair anlayışı, korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebilmemizdir. İnsan ancak kendi kendinin ebeveyni olabildiğinde yetişkin, özgür ve mutlu olabilir.

Olcay KASIMOĞLU

Geçmişi geleceğe taşıma...

Yaşadığım bütün bu olumsuzluklar körük gibi içime işlesede, artık her duygu,her algı gerçek olamayacak kadar şişmişti. O zaman bu freni boşalmış arabaya bir çelme takmanın zamanı gelmişti.
''Gün üzerimize karardığı zaman/Gecenin ışığı söndüğü zaman/Kuşlar ve böcekler çekildiği zaman eyvah/ İşte o zaman ben ölürüm, ben ölürüm...''
Emindim bu düzensizlikten, bu karmaşadan, sıkıntılardan bir düzen,duru bir düzen,her şeyi adlandırabileceğim bir kristal çıkacaktı. Sağlığıma yeniden kavuşup, yeniden şifa dağıtıcı olacaktım.
Bugün doğanın koynunda yalnız olmadığım hissettim. İnanmak ve inanamamak arasında bir orta nokta vardır. Huzursuz, kaygılı bakışlar buraya sığınırlar. Şimdi ise bir gerçeklik vardı ve ben bunları deneyimledikçe anlıyordum ki, söylemek ve yapmak arasında ‘’kocaman bir deniz vardır’’ Gerçekten bazı insanları ve olayları incelediğinde evrenin arkasında başka bir şeyler daha olduğuna inanıyorsun; ötekilerse yaşam denen maçın bir yari oynandığını sanıyorlar. Bu durumda her iki taraf da önceden paketlenmiş yüzlerce yanıtla hareket ediyorlardı. Oysa benim kendime verdiğim yanıtlar bir terzinin elinden çıkmış gibiydiler. Tam olarak bana uyuyor, başka hiç kimseye denk gelmiyordu. Bakıyorum da hayatın kendisine, yıllardır karşımda gördüklerim,kurallar, öğretiler ve günler boyunca sırtımda bir palto gibi taşıdığım hüzünler olmuş. Doğanın bu çıplaklığında ve içime işleyen nağmesiyle, varlığımın bir anını bile kurallara teslim etmek istemiyorum.İçimizde bir yerlerde bir şalter vardır.Gereksinmeye göre, bu şalter yüreğin akımını açıyor yada kesiyordu.
Ne olursa olsun; geçmişi geleceğe taşıma ama deneyimle, anların coşkusunu ıskalama ve geleceği korkuya değil umuda bağla ama ya olmasa ihtimaline de, düş kırıklıklarına da hazırla yüreğini.
Ve inandığın, kalbinin götürdüğü yere git, kalbinin sesini dinle, diye bağırıyordu. İç sesim ve ben o sese sarılmaya hazırdık.

'Simurg Olmak Zamanı' romanından
Olcay Kasımoğlu

Kim, hangi ruhu terbiye edebilir ki?

“Güzel ruhların, güzel vücutlar kadar sevilmediği bu dünyada, birbirimize güzel olan neyi öğretebiliriz ki ? Kimsenin kendi günahlarına üzülmediği bu dünya da, kim hangi ruhu terbiye edebilir ki?” – Alıntı
İnsan mümkün olabileceğine inanmıyorsa, yenileşmeyi gerçekleştiremez.
Sürekli yenilenme kabiliyetine sahip bir insan geleceğe güvenle bakar, yeni düşünceleri ve geleceğin getirebileceği değişiklikleri de hoşgörüyle karşılar.
Dünyanın her yerinde, gelecek ufku olmayan insanların hayata karşı tutumları, çaresizlik içinde bilinmeyeni beklemektir. Geleceğe yönelmeyen hiçbir insan kendisini yenileyemez.
Çağımızın güvensizliğine karşı durabilmemizi sağlayacak yöntemler bulmak, içimizde ki güç merkezini ortaya çıkarmak gerekiyor.
Bunun içinde; inandığımız, güven duyabileceğimiz değer ve amaçlara ulaşabilmemizi sağlayacak içsel bütünlüğün, kültürle yaşama dokunmuş bilincin, mücadele ruhuyla beslenmiş cesaretin, kendini bulmuş benliğimizin ”özgür ve özgün” olması gerekiyor.
Ve kesinlikle geçmişin korkularıyla yaşama tutunmak değil, her-şeyiyle yüzleşmek gerekiyor.
Ne güzel demiş;
Kadın inci gibidir Isabel. Bazen senelerce, bazen de bir ömür boyu bir istiridyenin içinde saklar kendini. Fakat bir kez gün ışığı gördü mü çabucak unutur geçmişini. Geçmişte ne kadar saklanmışsa o kadar seyredilmek ister; ne kadar kapalı kalmışsa o kadar açığa çıkmak ister. İşte o an çıkıp geldiğinde artık ona kimse mani olamaz. Kendi bile...
İnsan bir şeye gerçekten gereksinim duyuyor ve istiyorsa, bunu ona sağlayan şey rastlantı değildir; kendi içindeki istek ve zorunluluk onu çekip, istediği her ne ise ona doğru götürmüştür.
Aslında, dışımızda gördüğümüz şeyler de içimizdekilerin aynısıdır. Bu gerçeğe bu kadar aykırı bir yaşam sürmemizin nedeni, kendi dışımızda ki her şeyi gerçek sayıp, içimizde ki dünyaya söz hakkı vermememizdir. Oysa insan bir kez işin bilincine vardı mı, çoğunluğun izlediği yolu seçmesi diye bir şey söz konusu olamaz. O zaman bunu kader, yazgı diye de kabul etmez. Yeter ki bir kez olsun içinde ki dinamiklerle yaşamını buluştursun.
Olcay Kasımoğlu

Gerçekte ne yaptığımız, ne söylediğimizden daha önemlidir...

Bilmek bir durum, inanmak bir duruştur. “Türkiye’de şu kadar kadın şiddete maruz kaldı” bir bilgi, “şiddete karşıyım” bir duruştur. Üretmeyenlerin değerinden söz edemeyiz. Değerler insana hayat verir, can verir.

İnsan hayattaki amacını bilmezse en küçük sapmada umutsuzluğa düşer, yol ayrımlarında karar veremez. Verdiği kararlara hep keşkeler, amalar karışır. Hayattan ne beklediğini bilmeyenler ne yaparlarsa yapsınlar doyuma ulaşamazlar...
 Her insan hayata başlarken hamdır ve hepimizin incinen, su alan yerleri var. Ne olursa olsun  hiç kimse meyveler gibi bekleyerek olgunlaşmaz. İnsanın olgunlaşması için emek vermesi, çaba göstermesi gerekir. Yaşantı insana deneyim katar katmasına lakin tek başına olgunlaşmaya yetmez. Yaşlanan ama hiç olgunlaşmayan insanlar vardır. Eğer kişi farkında-lığını geliştirip kendine emek vermezse, olgunlaştırmazsa gönlünü, aklını  yedisinde neyse yetmişinde de aynı kalır.

Yaşam sürprizlere gebedir. Aynız zamanda hareketi sever. Hiç bir şey kendiliğinden oluşmaz. Her şeyin kendi içinde bir anlamı ve işlevselliği vardır. Bu işlevselliği harekete geçiren kendi kişisel deneyimlerimiz, beklentilerimiz, hedeflerimiz ve yaşamdan ne beklediğimizle yakından alakalıdır. Sadece oturduğumuz yerden  yaşamın döngüsüne hizmet edemeyiz yada sadece seyrederek içimizin akışına bir yol çizemeyiz. İnsan yaşamı yüklenecek ve son nefesine kadar yön verecek bilgeliği önce kendi istem ve iradesiyle harekete geçirebilir. Ondan sonrası zaten enerji ve arzuların,isteklerin doğrultusunda kendine akacak yolu muhakkak oluşturur.

Hayat okulu bir ömür boyu devam eder. Buna rağmen insan yaşamı yerleşik düzene geçtiğinden beri sistemli şekilde eğitim kurumları ile insan eğitim ve gelişim psikolojisi üzerine tez ve anti tezlerle insan yaşamını anlamlı kılmak için bir çok program geliştiriyor. Bütün bu çaba ve verilen emekler yine gelip insanın kendisinde anlam buluyor. İnsan kendi yaşamından sorumludur. Bu sorumluluk bilincini oluşturmak her ne kadar toplumsal sosyolojinin görevi gibi kabul edilse de insan anlayan,sorgulayan bir varlıktır. Varlık bilincinin fakında değilse farkındalik oluşturması zor oluyor. O zaman değişen,gelişen dünyayı ve  toplum yaşantısını anlamaktan uzak kalıyor. Hazır verilen toplum yasalarını peşinen kabulleniyor. Yaşadığı toplumun ortak kazanımlarına, kayıplarına duyarsız kalıyor. Bencil,peksimet kişiler yetişiyor. kendini dev aynasında gören cüceler memleketinde ayaklar baş oluyor. Her devrin eşik öpücüleri muhakkak olmuştur. Her devrin kapı kulları muhakkak kan ve göz-yaşına kendi bencilliklerinden gelen haksızlığı katmış, katılmasına seyirci kalmıştır.

 Hiç bir yanlış devam etmek zorunda değildir zira insanlar ölümlü ve  toplumsal hiyerarşi ise devam eder. Önemli olan yaşarken yaşamı anlaşılır ve anlamlı kılmak. Başkalarının bize biçtiği elbiseler beden ölçülerimize uymuyor.Gün geliyor kopçası bir yerden kopuyor. Koptuğu yerde keder,elem bırakıyor.

 İnsan en çok kendine haksızlık ediyor,en çok da kendinden ürküyor. yaşamla yüzleşmekten ödü kopuyor. Bir can işte ve yaşam sınırlı ne zaman dilimiyle kendini sana bahşediyor.O zaman bu kadar kasıntı, bu gözü açlık,oburluk Niye?

Sonuçta yaşam veresiye verilmiş her haliyle o zaman taksitlere bölünmüş bu ömrü her mevsimin hakkını vererek yaşamak varken neden sığ sularda yüzmeyi seçeriz? 

Başkalarının kayıplarından kendimize pay çıkarır en çok da kendimizde eksik bulduğumuzu başkalarının yanlışlarıyla yamamaya çalışırız. İnsanız işte. 

Ağlayan,seven,acı çeken, soran,sorgulayan ve her zaman insan insana gerek anlayışıyla insan sıcaklığına ihtiyaç duyan ölümlü varlıklarız. Ömür sonsuz değil ki? 

O zaman niye bu kadar acı ve gözyaşı kutsayıp, insan kanından gelecek inşa etmeye çalışıyoruz? Oysa yaşam basit, sade ve bir o kadar da anlamaya muhtaç ve tutkulardan  kurtulmuş bir zihin  kale gibidir,insanların sığınabileceği daha güçlü bir yer yoktur. Herkes  umutsuzca başkalarının  gözlerinde  onay, hayranlık yada sevgi arıyor gayretle. ..

Maalesef bunları okullar da bize  öğretmiyorlar. Bu gerçeğin farkına varmamız da zaman alıyor. Birey olarak  bu farkında-lığa erişip hassas dengeyi yakaladığımız zaman, hayatın bize sunduğu fırsatları daha iyi değerlendirebiliriz. Yaşamı sadece kitaplarda okuyarak inşa etmeye çalışanlara yaşam çok da bir şey katmaz. Yaşamın kendisi hareketin içinde insana bir şeyler katar. Boşuna demiyoruz seyirci değiliz yaşamın ta kendisiyiz.

 Yazanlar, çizenler sadece hayal gücünü kullanarak bir ürün ortaya çıkarmazlar. Yaşantıyla birlikte hayal gücünü harekete geçirerek yaşama kalıcı izler bırakabilirler. 

  Her başarılı, zengin insan mutlu insan demek değildir. Mutlu olmak bazen küçük bir dokunuşta, içten bir gülüşün hüznümüzü dağıtmasında, bazende içten bir sarılmanın enerjisinde saklı. Kalıplar içerisinde veriliyor hayatın içtenliği. Oysa sağlıklı geçirilen bir çocukluk ne kadar önemliyse yetiştiğimiz çevre, aldığımız eğitim, içerisinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik durum ve bununla birlikte yaşamı birlikte paylaştığımız insanların bize yansımaları da bir o kadar önemlidir. Burada kişinin öz yeterliliği devreye giriyor. Eyer insan kendi yetkinliğine ulaşmamışsa her zaman çevresinin etkisi altında kalıp yaşam pratiğini oluşturamaz. İpotekli bir kişilikle, başkalarının kendi üzerinde söz sahibi olmasına sesini çıkarmaz. Çoğu zaman unutur kendini. Gün gelir yaşam kayınca ellerimizden, kaldırıp baktığımızda kaçırdığı zamanlara bir ah çekeriz. İşte o zaman başlar keşkelere, amalar, geriye çevrilemeyen bir zamana üzülmenin insana katacağı sadece keder, elem. Geçmiş zamana, kaçırılmış fırsatlara hayıflanmak insana hiç bir şey kazandırmıyor.

Yaşarken anların kıymetini bilmek, kişisel kaynaklarımızı da seferber etmemiz gerekir.  Herhangi bir işi yaparken ortaya koyduğumuz tavır ve davranışlar kişiliğimizle ilgili önemli ipuçları verir. Bir işi nasıl yaptığımız karakterimizi yansıtır. İnsanların işlerini nasıl yaptığına dikkat edin. Duygularını ifade ederken kullandığı kelimelere, olaylara bakış açılarına, çocuklar ve yaşlılar hakkında ki düşüncelerine dikkat etmek gerekiyor. . İnsan sevmediği bir şeye değer katmaz sadece vazife bilir. Kuralına uygun yapar,İçinde nezaket,hoşgörü, içtenlik olmadan. Teknolojik bir rehberden hiç bir farkı yoktur aynı zamanda.

İnsan hayati olumlu-olumsuz, küçük ya da büyük başarısızlıklarla doludur. Fakat yaşadığımız başarısızlıkların iyi tarafı, bunların bizi daha güçlü kıldığıdır. Karşılaştığımız engeller yeteneklerimizi biler; hiç farkında olmadığımız yeteneklerimizi keşfetmemizi sağlar. Zor bir patronla baş etmek, bir projede yenilgiye uğramak, karmaşık ilişkiler içinde var olmaya çalışmak bize hayat dersleri verir. Başarısız insanlar, genelde yeteneksiz oldukları için değil, hayat onları zorluklara hazırlamadığı için başarısız olurlar. Sorunlar ve zorluklar bu anlamda en değerli öğretmenlerdir. Birçok başarılı insanın mutlu olmaması bundandır. Bu sebeple asıl önemli olan sadece hedefe varmak değil, vardığımız yerde kendimizle barışık olmaktır ve  gerçekte ne yaptığımız, ne söylediğimizden daha önemlidir.

olcay kasımoğlu

İster seyircili,ister seyircisiz...

Yaşam, her şafakla beraber yeniden doğar. Bu doğuşla birlikte hepimiz kendi payımıza düşenle yaşam içinde ki rollerimize döneriz. Ne olursa olsun, nerede olursak olalım bir dünya sahnesi var ve hepimize bir görev dağ-ilimi verilmiş. İster seyircili, ister seyircisiz.
Doğduğumuz yeri seçme hakkımız olmadığı gibi, isimlerimizi, okuduğumuz ilkokulu, çevremizi, ana, babamızı, kardeşimizi seçme hakkımız yok. İnsan yaşamının ilk yedi yılı ''buna kritik evre''de deniliyor çok önemli. İleride yaşayacağımız hayatın temelleri aslında bu ilk yedi yılda atili-yor. Bebeklik ve çocukluk dönemini kapsayan bu evreler kişiliğimizin oluşmasında çok önemli. İnsanların yetişkinlik evrelerini dikkatle incelediğimizde asil sorulması gereken soruyla karşılaşıyoruz.
Davranışlarımızın, söylemlerimizin, eylemlerimizin, ön yargılarımızın, sorgulamaları mızın kaynağı nereden besleniyor? Özellikle toplum psikolojisiyle yakından ilgileniyorsaniz, toplumu oluşturan unsurları irdelemeyi kendinize görev bilmişseniz bunlara kafa yormamanız mümkün değil.
Burada yetkinlik ve bilinç devreye giriyor. Tabii ki insan psikolojisiniin ve toplumsal yaşamın insan davranışları üzerinde ne kadar etkin olduğu üzerine de iyi bir gözlem ve yaşantı olması gerekir.
Kendimi bildim bileli insan ilişkileri, toplumsal statüler, toplumsal hiyerarşi, geleneksel aile yapısı ve post modern yaşamla, modern yaşamın kesitleri üzerine oldukça kafa yordum. Yaşama amaçlarımdan biri desem yeridir, abartmış olmam. İnsan davranışlar-ini ve insanin insan üzerinde bilinçli olsun, bilinçsiz olsun kurmaya çalıştığı hakimiyeti her zaman merak etmişimdir.
Gerek mesleki alanda gördüklerim, deneyimlediklerim, gerekse özel ilişkilerimde insan dokusunun naif ve ince noktalar-ini görmenin getirdiği bir bilgi birikimiyle hep daha içlere iç odalara yürüdüm. Bu merak tamamen kişi ve kişiler üzerinden değil, bütünü kapsayan bir sorgulama ve anlamadan yargılamama üzerine kurulu idi.
Yaşadıkça;
Sevgiyi, aşkı, özlemi, insanı duyguları kapalı yaşayan insanların tutkulu olamayacaklarını gördüm.
Sevdiklerinin peşinden gidecek, mücadele edecek, köprüleri yakacak kadar yüreklerinin büyümediğini gördüm. Değişmekten, yeniliklerden, tutkunun iç yakan tutkusundan pek çok şeyden korkarlar.
Mücadele etmekten korkarlar, değiştirmeyi düşünmezler. Duygularında derinlik yoktur, kendi içlerinde, kendi duvarlarına çarpa çarpa kendilerini yaşarlar. Her zaman anlaşılmayı beklerler. Karşılarındaki kişileri, olayları anlamayı hiçbir zaman düşünmezler. En küçük bir fırtınada arkalarına bakmadan kolayca vazgeçerler. Hatta sevgilerinden, dostlarından bile. Kendileri için yaşamak, kalıplaşmış düşünceleri her zaman daha önemlidir. İçlerindeki sevgi kırıntılarını çoğaltıp paylaşmayı düşünmezler. Sadece kendine namuslu olmakla namuslu olunmayacağının farkında bile değildirler. Emek vermeden emeksiz sevginin gün gelip yitip gideceğinden, sevginin koşulsuz olması gerektiğinden, emek istediğinden bi haber yaşamanın yaşam olmadığını sadece bir nefese bekçilik ettiğini, bilmeden göçüp gidecekler dünya zamanından.

Oysa insan;
Yetmezlik içinde bile mutlu ve dingin olabilir. Her şey, doymazlık da gizlidir. Büyük irdeleme ve küçük yürüyüş başlamasın bir kere, her an yaşam fışkırır hücrelerimizden; en kırılgan zamanlarda,en puslu havalarda bile. Yaşamı tekdüze yaşayanlar ve bunları 
yazgı, töre diye savunanlar yaşamı  sadece yaşamış olmak için harcarlar. Bu insanlara yak desen yakarlar, yık desen yıkarlar.  Soluk katmak, düşlerin terzisi olmak, toprağın gerinmesine, sabah şafağına  şahitlik edip,  onlarla yenilenmek ve  yaşam sofrasında anlamlı yaşamak her sağlıklı insanin isteği olmalı. 
Başkalarının gözlerinde aramamak düşlerini. Hayata ve insanlara beklentisiz bakmak ne kadar önemli. Pek çok insan yalnız gördüğüyle dünyayı algılar, aldığı kadarıyla yorumlar. Aslında her şeyin kendi içinde bir dili vardır ve her şey bir o kadar doğurgandır yaşamda. İnsanca yaşamak, doğaya, yaşama  saygılı davranmak, bu dünyadaki konukluğumuzu güzelliklerle taçlandırmak akıllı insan işi.  Genel olarak, ruhunu huzura kavuşturmayı bilen, iç dünyasında kendisi ile barışık olmayı seçen ve düşünce biçiminde pozitifliği benimsemiş kişiler 
 dışarıda gürül-gürül akan bir dünyanın farkında. Dünya büyüleyen bir zekanın tasarladığı, üstün yetenekli bir ressamın her sabah tekrar çizdiği, dünya ölçekleriyle kabul görmüş bir tablo gibi mucizevi güzellikte gözlerimizin önünde duruyor. Bu tablonun tadına varabilmenin vahasına çıkabilmek için, aşk ve samimiyet kaynaklı bir zarafet koridorundan süzülmek-çözülmek gerekiyor...
Yoksa; ''Bir dostun muhabbetinden, bir aşkın nefesinden düştüysen uzağa;.. pırıltısız,kanatsız, çığlıksız bir kuytudan öte bir şey değildir dünya.''

Harika bir dünya sahnesi var ve herkese yetecek kadar görev dağılımı; ister seyirci ol, ister yönetmen veya oyuncu;yeter ki insan olalım. 'İnsan olmak' en mühimi  sevmek, sevgiyi seçmek en güzeli ! Yeter ki öze dokunsun, candan olsun. Hakka, adalete, sevgiye ve demokrasiye inanalım.
''Limon ağacıyla limonlar, nar ağacında nar ve illaki güneşte kızarmak isteyen üzümler. Sonra yukarıda başımızın değmediği gök, ayağımızın bir basamadığı toprak ve denizler uçsuz bucaksız. Gerisi boş, yalan, insana ait olan. Gerisi boş, biz geçerken var hepsi..'
Hayat bizi yargılamaz, kendi içinde ki öze ulaştırmak için, bütün evreni kalbimizle dinlemeye davet eder.  
Hayatin  hiç birimizle derdi, tasası yok. Yaşamı, kuru söylemlerle, nutuklarla, siyasi argümanlarla al aşağı eden insanin kendisi. Yeryüzünde  yeterince insan kani akıyor,  yeterince silah tüccarları paranın kölesi ve bir o kadar da çarkı bozuk düzen de insan kendini pazarlıyor. Bu düzenin devam etmesi için gerekli şaklabanlığı yapıyor. Geriye sadece ve sadece sevgiyle taçlandırılmış vicdan ve merhamet kalıyor. Bunun da okulu yok. ne diplomalar ne saraylar, şatolar insani insan etmeye yetmiyor.

''21. Yüzyıl insani çiğ. Ruhsal (can) tarafına değil, bedene yatırım yapıyor.  İnsanlar ve evren(doğa) ile bağlantılı olumlu duygular üzerine yoğunlaşmak yerine, nasıl daha çok para kazan-irim telaşına düşmüş. Yaşamla ilgili sahip olduğumuz değerler yerine  maddiyata kafa yoruyor.
Yaşamdan zevk alma yetisini kaybediyor. Anlaşmazlığı, çatışmaları kanıksıyor. Eylemleri yorumlama, sorgulama ve anlam yetisini kaybediyor. Sevgiyi koşullara bağlıyor. Koşulların  niteliği hakkında belli bir  fikri bile yok. Bencil,peksimet, özgürlüğün, samimiyetin, doğallığın ne olduğunu bile bilmiyor. En acısı da bildiğini sanıyor. Ahkam kesiliyor. Sevme yetisini kaybediyor. 
Kendini bilmeyen, hatta aramayan kişi, yaşamını boşa geçirmiş, eserini verememiş ve kendini gerçekleştirememiş oluyor. İnsanın hayattaki en büyük başarısı kendini bilmesi ve yaşamın anlamını keşif etmesidir. Bilgi, her şeyden önce insanın kendini bilmesini sağlar, önümüzü aydınlatır.''

Olcay Kasımoğlu

Varlığının sıcak okşayışlarıyla

''Her şeyi söyledi gök her şeyi, içe düşen, dipdiri ve şefkatli her şeyi... Duyamamaktan daha acı ne var?'' 💕
Vardır elbet herkesin bir hikayesi 
Koynunda sakladığı nazlı bir özlemi
Avuçlarımızda ıslak bir düş
ne getirebilir ne alabilir içimizde ki hasreti
Seven için ayrılık yok ki...
Sayki
Ben hiç sevmedim
Hiç yoluna yatırmadım bu gözleri
Ne içtim suyundan ne paylaştım sevgiyi
Sayki hiç geçmedim sana
Elim yanmadı avuçlarında
Susamadım yokluğuna
Yanmadım ateşi hasretin dumanlarında
Sayki
Ben hiç sevmedim
Kokun hiç yakmadı genzimi
Üşümedim yokluğunda
Sayki yanmadım hiç ateşinde
Yoktum senin olmadığın hiç bir yerde
Sayki
Ben seni hiç sevmedim....

Olcay Kasımoğlu
 

Özgüven

Bütünlüğün içsel boyutlarında kendini aşmış insanlar akılla birlikte özgüvenin önemini bilir.
Özgüven, ruhsal olgunluk ve sağlam karakter herşeyin özüdür. Karakteri zayıf,donanımı yetersiz insanların yargılama gücü zayıftır, içsel derinlikleri öngörüden, içtenlikten yoksundur. Kendine özgüveni olan insan bananecilik ve korkaklık arasında gidip gelmezle,çare arayışına girerler.

Özgüven önemli bir kişisel özelliktir; yaşamla baş etmemizi ve sorunlarla gerçekçi bir şekilde mücadele etmemizi, zorluklara dayanmamızı kolaylaştırır.

Özgüven aynı zamanda; yaşamın önemli zorlukları ile başa çıkma gücüne sahip, mutlu olmaya layık bir kişi olma deneyimidir. İnsana güç verir, yaşama isteğini güçlü kılar, pozitif enerjiyle dolarsın. Etrafındaki insanlarla kolay iletişime geçersin. İnsanlarla iletişiminde açık, anlaşılır ve güven veren bir kişilik profili çizersin.

Yaşama özgüvenli bir şekilde yaklaşmak, bize yeni ufuklar açar, bakış açımızı, kendimizi günceller. Bunun yanında özgüveni kesinlikle aşırı bir güven duygusuyla örselememek gerekir zira aşırı öz güven diğer insanları tedirgin eder, kişininde olaylara objektif olmasını engelleyebilir. Bu nedenle özgüven çok önemli olduğu kadar eylemlerinde adıl olmakta, insan ilişkilerinde doğru kullanmakta o kadar önemlidir.
Özgüven, özellikle; daha önce hiç yapmadığımız bir işle karşılaştığımızda, özellikle karar vermemiz, inisiyatif kullanmamız veya yeni insanları işin içine katmamız gereken durumlarda önem kazanır. Öz güveni kesinlikle hırslarımıza yem etmemeliyiz.

Devreye, özgüveni örseleyen aşırı hırslar girerse; sınırlarımız olduğunu kabul etmek istemeyiz, yeteneklerimiz hakkında gerçekçi olmayan düşüncelere kapılırız. Üzerimize aşırı iş yükü alırız, böylece her zaman iyi iş yapamayız.

Her şeyin iyisini kendimizin bildiğini düşünürsek, önerileri göz ardı ederiz, bize yardım etmek isteyenleri de genellikle reddederiz.

Oysa hırslardan, egolardan, bencillikten arınmış bir özgüven duru akan bir nehire benzer. En iyi için çaba göstereceğimizi ve kabul edilebilir bir sonuç ortaya koyacağımızı bilerek işleri ele alırız. Bir işi yapamadığımızda mazeret üretmek yerine yeniden denemeye başlarız. İlk seferinde tümüyle doğru olarak anlamadığımız yada yapamadığımız bir işin dünyanın sonu anlamına gelmediğini biliriz. Hatalarımızı dert etmek yerine onlardan ders almasını becerebiliriz. Bir çok durumla ve sorunla daha iyi baş edebiliriz.

Bazen de hiç olmadık anlarda olmadık yerlerde karşımıza çıkan olaylar, kişiler bizim kendimize olan özgüvenimizi tehdit eder, kendimizi çıplak hissetmemize neden olurlar. Böyle durumlarda kendimize olan özgüven duygumuzun neden etkilendiğini doğru ve açık bir şekilde kendimize teyit ettirirsek bu olumsuz koşulları lehimize çevirebiliriz.
Özgüven bir kişilik özelliğiyse, karşımızda ki insanlar, koşullar bizi bu konuda ne kadar etkileyebilir yada ne kadar ufkumuzu tayin edebilir ? Bu tamamen kişinin kendini bilmesi ve nasıl gördüğü ile alakalidir. Kendi derinliği olan, yaşamın bütün olumsuzluklarına rağmen, içinde ki ışığı söndürmeyen insanlar, sabrı doğru davranışlarla olumlayanlar,kendilerine duydukları saygı ile yaşama daha bir özgüvenle bakarlar. Egoları törpülenmiş ve zaaflarının farkında olanlar insanlar, kendi sınırlarını çok iyi tanımlarlar.

Özgüven bazen gelip giden, bazen azalıp artan bir duygudur. Yaşam koşullarının getirmiş olduğu bazı durumlarda duygu değişimleri yaşayabiliriz. Bazen kendimizi başka birinin karşısında güçsüz hissedebiliriz, yada bir acı karşısında duygusal tepkiler gösterebiliriz bu bizi öz güven duygusundan alı koymaz sadece her kesin farklılıkları olabileceği gibi özgüveni olan insanlarında bazı olaylar karşısında insanı tepkiler verebileceklerinin en güzel nişanesidir.

Bunun için fazlaca endişelenmeyelim, bunlara takılıp kalmayalım.
Özgüven; geliştirilebilir, girişken olmak öğrenebilir, fikirlerimizi daha sesli ifade edebiliriz, yeter ki cesaretli olup, hata yapmaktan korkmayalım.
Başarısızlıkların birer ders olduğunu ya da başarı yolunda küçük molalar olduğunu düşünelim. Elde ettiğimiz her başarıyla özgüvenimizin arttığını ve yaşamın nasıl sevilesi, yaşanılası olduğunu gördükçe, özgüven duygumuza bir kez daha sarılıp yaşamın içine akalım.

Kendine güven, ruhsal olgunluk ve sağlam karakter her şeyin özüdür. Karakteri zayıf, donanımı yetersiz banenecilik ile korkaklık arasında gidip gelmezler, çare arayışına girerler. Özgürlüğün gerçek mutluluk, cesaretinde insanca yaşamak için elzem olduğunu bilirler. Güvensiz insanların yargılama gücü zayıftır. İçsel derinlikleri öngörüden yoksundur her duyduklarına inanırlar. Bu nedenle baş eğen bireylerin oluşturdukları toplumlar bilinçten yoksundurlar. 

Olcay Kasımoğlu



Öfke biçer, geriye kalan küldür artık...

İçimizde düşler,beklentiler,anılar, tutkular ,düşünceler ,acılar, değerler, sıkıntılar var,  iç içe geçmiş kutular/ kutular gibi.
Kimi yaşam sayfalarını bir çırpıda tüketiyoruz, kimi yaşam sayfalarında uzun uzun düşünüyoruz ,kimini paylaşıyor ,kimini koparıyoruz. Belki kimi sayfalarda kalmak isteği ,hiç dönmemek isteği, tam da eksildikçe çoğalma noktası.
''Herkes öfkelenebilir; bu kolaydır ancak doğru insana,doğru ölçüde,doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak işte bu kolay değildir.'' Aristoteles
Öfke, aslında bir hırstır; kendi kendini şişiren ve etrafına zarar veren. Çoğu zaman öfkelendiğimizi kabul etmeyiz bile. Nedenler ne kadar makul olursa olsun, ne sunarlarsa sunsunlar, öfkemizin kaynağını haklı çıkarmaya çalışırız.
Benimse aklıma; ebeveynlerin öfkelendiklerinde''buna çoğu kez hepimiz şahit oluruz'' öfkeden çıldırmış bir şeklide, çocuklarını dövdüklerini görürüz. Döverken gözleri yuvalarından fırlamış gibi durur. Sesleri yüksek çıkar,suratları birbirine karışır. Oysa ''gözlere öfke doldukça'' sevgi görünmez olur.
Öfkemiz sevgiden büyükse, adamlığımız nerede kalır?
Durup, özellikle izlediğinizde; afallayıp kalırsınız. Nasıl olur bir insan ''kendi yavrusunu'' hemde savunmasız bir canlıyı öldüresiye döver, öfkesine mahkum eder.
Buna öfke patlaması diyelim, aklın uçup gitmesi diyelim ne dersek diyelim lakin sonuç her zaman üzücü ve utandırıcı.
Dayak yüzünden sakat kalmış çocuk sayısı, dünya üzerinde azımsanmayacak kadar çoktur. Gerek bedenen, gerekse ruhen bir çok çocuk ''derinden yaralar'' almıştır, almaktadır.Bir çocuğa istediği her şeyi alın, marka giydirin, inanın hiç önemli değil. Her çocuk bunu büyüdüğünde unutacak ama ona nasıl davrandığınızı, ona kendini nasıl hissettirdiğin-izi asla unutmayacak.
Hep düşünmüşümdür; neden devlet bu konuda yeterli hassasiyete sahip değil diye ? Anne baba olmak; çocuğa eziyet etme hakkımı veriyor, bu nasıl bir anlayış ?
Geleceğin; çocuk eğitimine bağlı olduğunu bilmeyen bir devlet yoktur. Ama ne hikmetse devlet de, toplum da yaşayanlarda, görmezden gelmiştir çocuk şiddetini.
Çocuğunu döven, sakat bırakan anneye, babaya kimse müdahale etmez. Bu beni çok rahatsız ediyor, herkesi etmeli...insanlık suçu bu. ..
Bir çocuğa sahip olmak, ona dövme hakkını vermiyor.
Bir insanı; öfke kadar yolundan,mantığından şaşırtan başka bir şey düşünemiyorum.
O küçücük yüzlerini korumaya çalışırken, o gözlerden yaşlar gelirken ve en son her şeye rağmen yine onların ayaklarına dolanan o kolların sarıldığı yerde, her şey ters düz oluyor. Sisin içinde kalmış çocuk sesleri...
Oysa çocuk; onlara duyduğu sevgi ile, onların ''ruhunda yarattığı hasarı'' birbiriyle uzlaştıramaz. İçinde biriken bu öfke; çocuğun tüm yaşam alanlarına yayılır. Hissettiği olumsuz duygular yaşama ''uyumunu'' zorlaştırır.
O yaşanan anlar, çocukların derinlerinde saklanıp yıllar sonra farklı şekillerde kendini gösteriyor. Bileğin yerine yüreğimizi kullanmak varken onların yüreklerini betona çeviriyoruz. Hasada duramayan çorak topraklar , ellerinden alınmış yeşil vadiler bırakıyoruz. Sonra sevgisiz, tutuklu, şiddettin dili kullanan yeni ebeveynler yaratıyoruz. Kendi hamurumuzun ışığını aynada görüyoruz.
Bazı anne babalar; dayağın, çocuk eğitiminde gerekli olduğunu düşünürler.
Dayağın; uzun vadede çocuğa kazandırdığı hiçbir eğitici yanı yoktur. Hiç bir şey kazandırmaz?
Kazandırdığı tek şey; dayağı bir yöntem olarak o da kendi yaşamına katar.
Sopayla eğitilenin korkuları zamanla umutlarından büyük olmaya başlar ne kadar acı değil mi !
Çocuk dayak yediği andan itibaren kısa bir süre içinde istenmeyen davranışı yapmaz. .
Lakin; bir süre sonra çocuk kendini ifade edemediğinde, kendisini o davranışı yapmaya yönelten gereksinmeleri karşılanmadığından, yeniden aynı davranışta bulunacaktır. Buda dayağın uzun vadede çocuğa kazandırdığı hiçbir eğitici yanı olmadığının kanıtıdır.
Ana-baba öfkesini kontrol edemediğinde; çocuk kendisini yalnız hissediyor ve kötü bir insan olduğunu düşünüyor. Ve zamanla böyle olduğuna inanmaya başlıyor. Suçluluk psikolojisi yaşamaya, kendine güveni azalmaya başlıyor. Sık sık yaşanan öfke, çocukta “ben kötüyüm”inancının yerleşmesine neden oluyor.
Çocukların uğradıkları bir başka şiddet de ''aile içi veya aile dışı cinsel şiddet'' her iki şiddet türü de çocukların ruhsal sosyal ve zihinsel gelişimini çok olumsuz yönde etkiliyor.
Çocukları; cinsel şiddetten korumak için öncelikle anne babaların bu konuda gerekli bilgileri çocuklarına zamanında vermeleri gerekmektedir.
Dünya onlar için yeterince büyük ve zor iken, şiddet onların yaşama uyumlarını daha da güçleştiriyor.
Anne baba olmak ''ruhsal olgunluk'' gerektirir. Hiç birimizin hakkı yok, yaşadığımız olumsuz koşullar üzerinden onları cezalandırmaya.
Çocuğa şiddet ortamlarını bildikleri halde susan ve bunu normal karşılayan insanlarında kendilerini bir daha sorgulamalarını diliyorum. Bu gözü ve kulağı kapatacak, arkamızı dönecek bir şey değil.
Öfkelendiğimizde konuşan biz değil hırsımızdır. Çocuklara cezayı ''dayak'' olarak gören bir zihniyeti anlamam ve kabul etmem zaten mümkün değil. Ceza; ölçülü,anlaşılır ve kabul edilebilir olmalı. Aynı zamanda eğitmeli, sabır ve sorgulamayı öğretmeli.
Öfke öyle bir şey ki saklanmaya da gelmez. İçimize işler, içimizde büyür Sevgiyi kovar topraklarımızdan, yürekte sevgi ve şefkat olmadığın da sahaya öfkenin yedeği ''kin ve nefret'' çıkar. Buda ileri ki yaşamında bir yerlerden sızarak dışarıya kötü kokuyu yayacak, bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Ne olursa olsun; şiddete karşı yüreğimizde ''yeşil bir dal'' saklayalım. Her öfkeli yumruğu, sevgiye aç bir yumruk yönetir.
Savunmasız bedenlere, içi gülen şehla gözlere, öfkenin ''sevgiyi unuttuğu yerde'' soğuk elleri çocuklara dokundurtmayalım, dokunanlara izin vermeyelim...
Hayatımızda ne olursa olsun ne yaşamış olursak olalım kendi ilkelerimiz, değer yargılarımız olsun. Kafa karışıklığı tüm kötülüklerin anasıdır. İnsanı içten içe yer. Hayatla aramıza tel örgüler çeker. Bunu için zihnimizi düzenleyip, yargılarımızı periyodik olarak gözden geçirmek bize akıl yollarını açar. Hem kendimize hemde daha sağlıklı nesiller yetiştirmemizde bize yardımcı olur.

Olcay Kasımoğlu

Yaşam işleyeni severim

Bireysel ve toplumsal temsili-yeti olan bir insan olarak; arayışın, cesaretin, sonsuzluğu hissedip sonlu insanın hiç çekişini yapan bir kadınım aynı zamanda.
Hayatın içinde: 
Emek, mizah, sevgi, vicdan ve sanatla yoğrulmayan hiçbir şeyin yaşamsal tadı olmadığına inanlardanım.
O zaman;
Akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve bize hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek, yaşamsal tatlara sırtımızı dönmek niye?
Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar bilmezler mi üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız, eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz bir ömür boyu. Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında. Ve yaşamdan bize ne yansıyorsa, o biz davet ettiğimiz için burada.
Bu algı, evreni ve içindekileri onurlandıramadığımız anlamına gelmemeli aksine bize yansıyan bu güzellikleri içselleştirmemizdir, ''onlar ve siz'' ayrımını ortadan kaldıran.
Yaşam ki bizden; kendi gücümüzü, benliğimizi keşfetmeye cesaret edin diye bağırıyor, bunları bize sık sık hatırlatıyor. Yaşam içerisinde ki iniş ve çıkışlarla, kayıplar ve kazanımlarla.
Bu yaşamı ertelemeyelim, bir başka uygun anı beklemeyelim, şimdi yaptığımız seçimler küçük görünsede kendimizi olduğumuz halimizle kucaklamanın, kendimize doğru yürümenin ödülü bize özgürlüğümüz olarak dönecektir.
Yeter ki biz buna inanalım, inanmaksa tamamen bize kalmış. Ne dersiniz, çok geç olmadan, yaşamın yüreğine yüreğimizi değdirmeye değmez mi?
Kanatlarımızı enginlere açmaya, keşkeleri olumlamaya, kalbimize aldıklarımızla aydınlık bir umuda elele yürümeye değmez mi ?
Yaşadıkça, yetersizlik ve güvensizlik duyguları yaşamın her alanında karşımıza çıkacak, bunu zamanda yol aldıkça görüyoruz zaten. Onu göğsümüzde büyütmediğimiz sürece geldikleri gibi giderler, yaşadıkça görüyoruz. Ruhsal sağlığımızın ölçüsü tökezleyip tökezlemediğimiz değil, tökezlediğimizde ne yaptığımızdır. Ayağa kalkar, üstümüzü temizler ve yaşamaya devam ederiz.
Yaşam hep bir karşılama ve uğurlama değil midir zaten. Kaldı ki hayat hep devam eder taa ki etmeyene kadar.
Bakış açımız, algılama zerafetimiz bütüncül olduğu sürece yaşamın yedek oyuncuları değil, yaşamın göbeğinde terimizi akıta akıta, kana kana içerek yaşamın ırmaklarını derinleşe-biliriz. Ne kadar uzun ne kadar kısa yaşadığımızın bir önemi yok aslında. Önemli olan öğrenmeye başlamak, aramak, bulmak ve özgürleşmek inanarak.
Karşılaştığımız şeyleri ne kadar iyileştirirsek, tercih ettiklerimizi ifade etmede o kadar net oluruz.

Olcay KASİMOĞLU

24 Şubat 2019 Pazar

Küçük adamım korkuyorum

Hayatın kalbi ritimdir ve o ritim herkeste var ‘’önemli olan’’ o ritme yön verebilmek ve içimizde ki çocuğu kaybetmemek.
*Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrümüz, vakit gelip, sandıktan çıkardığımızda, tedavülden kalkmış*
Yaşamak aşkına, insan aşkına '' kilometrelerce bir yolculuk bile, tek bir adımla başlarken'' yaşamak bu kadar güzelken ve saniyelere bağlıyken,
neyin telaşındayız, neyin kavgasındayız..?
Velhasıl ‘’insanlıkta ve yalınlıkta’’ başlı başına bir sanattır,yaşamak...
İnsanlar kelimelerle, sözlerle bir şeyler anlarlar ama birbirlerini o kelimelerden, o sözlerden dolayı anlamazlar. Sözleri aşan bir anlaşma alanı vardır insanlar arasında. Tabii burada sözlerin vazgeçilmez bir yeri vardır ama insan anlaşması sadece sözle olmaz. İnsan anlaşması sezgi ile olur.
Gülerken, içimizin nasırlaşmış kuytularına enerji göndeririz, eritiriz gülüşlerimizin içinde bize acı veren yaşanmışlıkları. Gülmek,gülümsemek insana çok yakışıyor. Gülen bir göze,kim gözünü değdirmek istemez ki!
Aslında hayat bir senfonidir ve bu senfonin bütün parçalarından nasiplenmek akıl işidir.
Sevdiklerimize, çocuklarımıza sadece acıyla olgunlaşır insanlar demeyelim..
Aksi takdirde hepsi mazoşist, hepsi pesimist olgun olacaklar..
Yaşadığı, üzerinde bulunduğu dünyanın ağırlığını hissedip, bir köşede fazlaca olgunlaşıp çürüyecekler. Bunu hiçbirimiz istemeyiz, olmasında zaten...
Yoksa; sadece ''acıyla, kederle'' olgunlaşan ruhların bir tarafı hep üşüyecektir.

Olcay Kasımoğlu