Translate

31 Mayıs 2019 Cuma

İçi kara olanın niyeti ak olmuyor işte!

''İki seyyah derviş bir şehirden diğerine gidiyorlarmış. Derken yollarının üstüne taşkın bir dere çıkmış. Tam suyu geçecekler ki; az ötede korkudan tir tir titreyen, yapayalnız ve gencecik bir kadın görmüşler. Dervişlerden biri hemen kadının yardımına koşmuş. Onu sırtına almış, suyu öylece aşmış. Sonra da kadını derenin öte yakasında yere bırakıp iyi günler dilemiş. Böylece yola revan olmuşlar…
An...cak yolun kalan kısmında öteki dervişin ağzını bıçak açmamış. Suratından düşen bin parça… Somurttukça somurtuyor. Bir kaç saat böyle surat astıktan sonra suskunluğunu bozup şöyle demiş:

-“Ne demeye o kadına yardım ettin? Bir de üstelik ona dokundun. Seni ayartabilirdi! Baştan çıkartabilirdi. Erkekle kadın böyle temas etsin, olacak iş mi! Ayıp yahu… Olmaz, bize yakışmaz!”

Kadını sırtında taşıyan seyyah sabırla gülümsemiş:

-“İyi de dostum, ben o genç kadını derenin karşısına geçirip orada bıraktım; sen ne demeye hala taşırsın?”
Alıntı
İşte hayatta kimi insanlar böyledir. Kendi korkularını, ön yargılarını başkalarına yansıtır ve onlarda gördüğünü sanır. İşte asıl yük budur.
Zihinlerini zanlarla doldurur, sonra da bunca ağırlığın altında ezilirler...
İnsanın kendi kendisini iyileştirebilen iyi bir şifacı olması için, olağanüstü psişik güçlere sahip olması da gerekmiyor.
Çok basit bir şeye;
Bedenle ilintili bir farkındalığa sahip olmak yeterlidir diye düşünüyorum.
Samimi, içten, gösterişten uzak kendimiz olamadıktan sonra, bütün evrenin bilgilerine sahip olsak ne yazar.
Kendini bilmekten daha büyük bir yetenek mi var, en güzel emek insanın kendisi..

Ne çok akıllı oldum, ne de bilgin.
Ne çok kendini beğenen, ne de fazla çekingen.
Ne çok konuşan ne de fazla suskun.
Ne çok kırıcı, ne de fazla yumuşak.

Biliyorum ki; fazla akıl, insanlarla arana duvarlar örüyor.
Biliyorum ki; kendini aştığında,yanızlığın da beraberinde çoğaliyor.
Biliyorum ki; çok konuşmanın değil de,yerinde ve özünde konuşmanın doyumu tarifsiz oluyor.
Biliyorum ki; konuşulması gereken yerde susmanın gafleti hazin oluyor.
Biliyorum ki; öfkeyle,akıl yan yana kol kola girmiyor.
Biliyorum ki; dile ayar,sevgiye şefkat, bütün kapıları açıyor...
Olcay Kasımoğlu

Okunan şeyler ancak derin bir düşünmeyle hazmedilebilir.

Görüntünün olası içeriği: 6 kişi, yazı































Yaşam bir bütündür. Her şeyin özüne gitmeli insan, görünene değil. Bazen bildiklerimiz, gördüğümüz kadardır. Gördüğümüz baktığımız kadar ve baktığımız düşündüğümüz kadardır. Baktığımızı görmez, gördüğümüzü düşünmezsek eğer, gördüğümüzün bildiğimize sığmadığını da göremeyiz.Bunun içinde; Bilinen en tanıdık tanımıyla, kültürümüzü geliştirmek, olaylara farklı açılardan bakabilmek için aydın bir kimsenin iyi bir okuma alışkanlığına ve okuma bilincine sahip olması gerektiğini söyleyebiliriz.Peki, doğru ve düzgün bir düşünce yapısına sadece kitap okumakla vara bilir miyiz ?
Yaşadığı topluma duyarsız olan, inisiyatif alması gereken yerde mazeret üreten, kendi yaşamı dışında ki yaşamların yaşama hakkına saygı duymayan, kendi rahatını her şeyden üstün gören insanlar sadece kitap okuyarak yaşama bir zenginlik katabilirler mi? Bilgilenmek, bilgi sahibi olmak için şüphesiz temeli sağlam bir düşünce gereklidir. Bunun içinde, neden okumamız gerektiğini bilmemiz gerekiyor.
Seçici, tarafsız, bilim yolunda ufkumuzu açan, bizi daha iyiye ve doğruya götüren yazın dünyasına uzanmak için sadece okumak tek başına yetmiyor. Niçin okuduğumuzun farkında olmak ve okuduğumuzu anlamak, bize sunulan bakış açılarını iyi sorgulamak gerekiyor. Buda ancak düşünce sürecini iyi analiz etmekle mümkün görünüyor.‘’Düşünce süreci, bir sorun ile karşılaşma, sorunun sınırlarını belirleme ve netleştirme, muhtemel bir çözüm bulma, çözümü mantıksal olarak uygulama ve sonuçları elde etme gibi, ön yargılardan uzak olma, açık fikirli olma ve şüpheci olma aşamalarını içerir.’’ Bu içeriğiyle de meramımızı net ve duru anlatmaya yetiyor. O zaman can alıcı bir soru sorabiliriz ?
Okumasak nasıl bu bilgilere ulaşabiliriz ? Yaşamın bütün dinamikleri, insana 'Oku ve Manaya ulaş'' diye sunulmuştur. Bunu sadece kitap okumaktan ibaret sayanlara yaşam bir şey katmaz. Doğanın senfonisi, hayvanlar, çocuklar, savaşlar, toplumsal ve sosyal olaylar, bilimsel çalışmalar, sanatın bütün dalları ve daha bir çok şey evrende varlığının anlam ve tanımını bilen insana ''Gördüklerinden ibaret sayma bizi, içindeki mesajı oku,'' diyen evrenin orkestra şefleriyle birlikte yaşamın bütün kanallarından kendini göstermektedir.
Galaksiden bi haber yaşayan, kafa yormayan, istişarede bulunmayan, kendine ve yaşadığı hayata hiçbir sorumluluk duymayan insan, sadece kitap okumakla doğru-düzgün bir düşünce ve temeli sağlam düşünmeye sahip olamaz. Bu durumda, düşüncenin insan varoluşunun en önemli boyutlarından birisi olduğu gerçeğini yadsıyamayız. Bu haliyle bakıldığında düşünme nedir diye bir sorgulamayla karşı karşıya kalıyoruz?İncelemek, kıyaslama yapmak, muhakeme etmek, öngörüde bulunmak, tasarlamak, gözlemlemek, bunların hepsi düşünmeyi tanımlayabilir. O zaman düşünme bir eylem ise düşünce de bu eylemin bir sonucudur.
Bu konuda beni en çok etkileyen Arthur Schopenhauer‘in düşüncesidir;
''Okunan şeyler ancak derin bir düşünmeyle hazmedilebilir, nasıl ki aldığımız gıdalar bizi yemekle değil sindirimle beslerse, eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa, okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur.''
O zaman şunu diyebilir miyiz? Sağlıklı sorgulamak, okuduklarımızı anlamak ve yorumlamak için; Düşüncenin insan varoluşunun en önemli boyutlarından birisi olduğu gerçeğini yadsıyamayız. Bu açıdan bakıldığında, sağlıklı düşünceyle beraber sağlam düşünme devreye giriyor. Bu durumda da düşünme boyutunda analitik ve kritik düşünme önem kazanıyor. Analitik ve kritik düşünme bir beceri ve bilinç işidir. Aynı zamanda bir tutumdur ve bilişsel bir aktivitedir. Bu durumda, analitik ve kritik düşünme bireyin karar verirken akla uygun ve derinlemesine düşünebilme sürecidir diyebiliriz.
Analitik ve kritik düşünmeyi bilen bir insan, iyi bir kitabın kendine ne kazandıracağını yada hangi kitabi seçeceğini, bir yerde doğru soruları sora bilmesinden geçtiğini de bilmesi demektir. Doğru sorular bizi sağlam ve doğru sonuca götürür. Kendimizi tanımayı ve zamanı etkin kullanmayı öğreniriz. Düşünce boyutumuz genişledikçe, düşünme boyutumuz zenginleşir. Genişledikçe doğru sorular sormaya başlarız. Hayatımıza yeni soluklar, yeni bakış açıları getiririz.
Neyi neden, niçin, niye yaptığımızın farkına varmaya başlarız. Özellikle kritik (eleştirel) sorular yol gösterir bize. Daha iyi seçenekler, ön yargıdan uzak doğru kararlar ve yargılar için bizi teşvik eder. Bir kitabı okurken, bir filmi sorgularken, kendi özel yaşantımıza ait kararlar alırken, alışveriş yaparken, siyası ve politik tercihlerimizi belirlerken doğru sorular sorabilmeli ve doğru ve düzgün düşünebilmeliyiz. İşte o zaman kitap okumak olsun, hayatı okumak olsun, insanı okumak olsun bir değer ve anlam ifade eder. İnsan sorgulayan, yenilenen ve sonra yeniden yenilenen bir varlıktır. Kendine değer ve mana katan her şeyi kucaklamalı. Döngünün bizden istediği de budur.


 

30 Mayıs 2019 Perşembe

Bu yolculukta yoldaşım ol

Özlemek sevdadandır... Sevda yaşama dair...
Sevgiyle gideceğiniz yerleriniz, yolunuzu gözleyen sevdikleriniz olsun..
Elimden gelse hiç konuşmazdım' der Konfüçyüs.
'İyi ama o zaman nasıl anlatacağız insanlara?' diye endişe eder öğrencileri.
'Göğün kendisi konuşuyor mu ?' diye devam eder Üstat. 'Ama dört mevsim pekala birbirini izliyor ve bütün varolanlar çoğalıyor.'
Göğün ve aşkın konuşmaya ihtiyacı yok.
Halden bilene ihtiyacı var. Hali okuyabilene, halden anlayabilene.
Oysa günümüz aşkları nasıl da bağırgan: 'Be...ni sev! beni sev !
Gerçek aşk sevilme ihtiyacının üstündedir, talep etmemeyi de bilmektir.
Aşkın hakikati, aşığın susuşundadır, çektiği çilede, düştüğü çöldedir.
Gönle düşen, dile düştüğünde, bazen yere düşer.
'Sevdiğimi söylemez isem, sevmek derdi beni boğar' diyen Yunus'a ne demeli o halde?
Söylemek hep kelimelerle olmaz ya sevgili dost, hal de söyler. Gönülde olanı yere düşürme.
Sessizce sev. Usulca. Kainatı telaşa vermeden. Melekleri ürkütmeden sev''. demiş üstat..
Şafak vakti kanatlanmış bir gönülle uyanmak sözün hale ayanıdır ve onu yaşamak tamamen bizim algı ve bakış açımızla kendine yer bulur.
Yaşadıkça öğrenirsin...

Sabahına kaşifler arasından
Kirpiklerine tutunan yıldızları
Dök evimin eşiğine
Kalbim seninle şefkatli
Ki ben öyle olduğuna yürekten inandım
Tutulmak aşk ateşini yakmaksa
Bu yolculukta yoldaşım ol
Ki aşk görsün öteleri
Bunca yaygara içinde
Yeni vakitlere çıkma vaktidir
Bırak başlasın rüya...

Olcay KASIMOĞLU

Hayatı sadece seyretmek yetmez, onu anlamak gerekir.

Elleri Yüreği ve kafasıyla çalışan insanları seviyorum !!
Hayatımızdan gün çalanlarla değil, hayatımıza anlam katanlarla çoğalmak hayatın içinde, sevgiyle-umutla...
Güzel sözün eyleminde yaşamak, anlaşılmak, gerçekten bir ödüldür hepimiz için, anlatabilmek ise yetenek.
Oysa yaşadığımız evrende dengeler öylesine alt üst olmuş ki anlamak istemeyene, başını kuma gömene ''neyi nasıl'' anlatabilirsin ki ?
İnsanların birbirini ''gammazladığı, ,çamurlaştığı, sattığı, yalanın kirli sularda yüzdüğü'' böyle bir dünya düzeninde ''insanlığın parayla ölçüldüğü yerde'' haktan söz edilebilir mi?
Haklının ''mevki ve ıtıbarla'' belirlendiği yerde adaletten söz edilebilir mi?
Dostluğun '' görüntüden, sahtelikten'' beslendiği yerde insanlıktan söz edilebilir mi?
Erdemin ''çıkar ilişkisi üzerine'' bağlandığı yerde onurdan söz edilebilir mi?
Emeğin kapı dışarı edildiği ''kazancın hileyle büyüdüğü yerde'' alin terinden söz edilebilir mi?
İnsan onurunun ''sudan sebeplerle'' ayaklar altına alındığı yerde, onurdan bahsedilebilir mi ?
Vicdanın olmadığı yerde '' samimiyetten, merhametten'' söz edilebilir mi ?
Yalanın, talanın ''yaşama hükümdar olduğu'' yerde, hakkaniyetten, adaletten söz edilebilinir mi ?
Ölümün bu kadar ucuzladığı yerde '' umuttan, sevinçten'' bahsedilebilir mi ?
Her şeyin para ve erk ile ölçüldüğü bir yerde ''toplumsal adaletten, huzurdan'' hiçbir zaman bahsedemeyiz.
Karanlıklar için de kalan serzenişlerin hiç kimseye hayrı yok.
Böyle bir çağda:
Hayatı sadece seyretmek yetmez, onu anlamak gerekir.
Hayatı anlamak ise yürek ister, akıl ister, değişim ister.
Hayatınızdaki tüm insanlar ve eylemler ''bir özelliğimize'' ayna tutmaktadır.
Sizin aynanız hangisi ise onu görürsünüz !!
Sevgi dolu bir yürek en büyük zenginliktir.
Sen duymuyor-musun
Dünyada var olan en güzel şeyin
Yürekten yüreğe söylediği;
Dilsiz sessiz melodiyi
İçimde mis kokulu bir gül var sevgiye akın eden
Her şey sevmekten geçer diyor...
Oysa sevgisiz insanlar ''tsunami gibidirler'' dokundukları her şeyi yakar, yıkarlar.
Ne mutluluk verirler nede huzur.
İyi insanlar ise ''yanında olmasalar da'' histen köprüler kurarsın, mesafelerin anlamı kalmaz, yüreğin konuşur, gözlerin görmese de.
Aynı amaç için çarpar kalbin, acısının içinde olamasan da...sarılırsın, aynı acıya ağlarsın, onun kaybı senin kaybındır, yaralarına tuz basmazsın,gönüllü paylaşırsın yaşamı.
Böyle bir dünyada; kırmadan,dökmeden GÜLÜMSEYEREK ve GÜLÜMSETEREK geçenlere selam olsun (!)
Olcay KASIMOĞLU

Dünyayı çocuklara verelim.

İnsanların eylemleri ve söylevleri şüphesiz ki, hayatla olan ilişkilerinin rengini ve biçimini de tayin eder..
bakış açısı ve algı çok değerli. Üreten ve yaşamı büyüten herkese saygım sonsuz...
Başımıza gelenler hiçbir zaman nedensiz değildir, her birinin kendi anlamı vardır. Her karşılaşma, her küçük olay kendi içinde bir anlam barındırır.
Bunun yanın da;
Aydınlanmış insan;
İdollere değil, evrensel değerlere sıkı sarılıp, putlaştırılmış inanç ve değerler yerine açık, basit, anlaşılır vicdani değerleri yaşatıp büyütmeli.
Bugün her şey nasıl var idiyse dün de vardı, yarınlarda da evrimsel olarak var olacak.
Önemli olan duyu organlarının algılayamadığı nesnel gerçeklikleri yok saymamak ve ruhumuzu, gönlümüzü, zihnimizi; eşgüdümlü-koordineli çalıştırmak
Sezgilerimize ve sağduyuya önem vererek...
Kayıp kuşakların, bunca haksızlığın, zulmün olduğu yerde, her şeye rağmen, insanlar; sevginin, dostluğun, iyiliğin gücüne inandıkları için ''nefreti reddetmekte'' birleşiyorlar.
Çocukların düş dünyalarına beton dökmekten itina ile kaçınmak, düş bahçelerini süslemek ve eğitime işlevsellik kazandırmak ve en önemlisi temeli sağlam oluşturmak çok önemli.
Dünya yüzünde;
Bir bahanecilik aldı başını gidiyor. Hani bana dokunmayan yılan sonsuz yaşasın der gibi.
Ormanların tarihini ''aslanların değil, avcıların belirlediği'' tarihi de ''haklıların değil kazananların yazdığı'' bir dünyada yaşamaya devam ediyoruz.
Ve vicdanlar mühürlendikçe yüreklerde kan damlaları akıyor...
Aydınlık günlerin, karanlığa teslim oluşu demiyorum, demek istemiyorum..
Bir yanım evet dese öte yanım ısrarla hayır diyor.
Gönül doğrudan yana dümen kılıyor, gönül aydınlık yarınlar diyor.
Lakin yaşananlar, çığlıklar bu kadar sesliyken kapımı kapatıp uyurum da diyemiyorum
Burada ben ne yapabilirim diye sorgulamaların içinde kendimi buluyorum.
Sanırım iyi olmanında bir bilinci olmalı yoksa etliye sütlüye karışmadan hiç bir şey söylemeden seyretmek yakışır mı insan denilen onurlu şahsiyetlere.
Kimi varlığını adar, kimi kalemini, kimi yüreğini, kimi servetini, kimi inancını, kimi ideolojisini sürer içine ama ben diyorum ki; kana doymayanlara prim vermeyelim ve önce kendimize dürüst olalım yeter.

Bizi olumlayan doğaya ve içindekilere saygı duyalım, içimizde ki sevgi çocuğunu besleyelim; kültürü bir yaşam biçimi olarak benimseyelim, kafamızda insanları sınırlara bölmeyelim, sen ben ikileminde boğulmayalım, bu dünya hepimize yeter.

gel ey
büyük yüreğin sahibi
karanlık dağlardan yükselen
bakire şafağın güneşi gibi
erit bütün duldasız sözleri 
gizli yığınlar var içimde
örsünde döv
demirinde biçim ver
tertemiz aynalar isterim senden
gözlerine baktığımda
altın ışıltısı umut olsun göz bebeklerinde
bilmez misin
sözün bahar olduğu yerde
bir esintiden doğar mutluluk
serpilen aydınlıkta
keder eriten bakışın kalsın yüreğimde
nede olsa
yetkin olan öğretir sevgiyi...

Olcay Kasımoğlu

29 Mayıs 2019 Çarşamba

İyi olmak için akıl şart değil...

Of Mice and Men izle, 720p Türkçe Altyazılı izle - 720p film izle

''Fareler ve İnsanlar’da gezici çiftlik işçileri olan ufak tefek ama zeki George Milton ile adıyla tezat oluşturacak derecede iri yarı ama kıt akıllı Lennie Small’un yaşadıkları trajedi anlatılır. Geriye gidişlerle üç günlük zaman diliminde geçen, karakter ve olayları tutumlu bir anlatımla okura sunan tipik bir novella örneğidir. Dört beş yaşındaki bir çocuğun zekâsına sahip Lennie ile onun hamisi konumundaki arkadaşı George’un zaman zaman komik ama sonu hazin biten hikâyesidir. 


Novella, 1920’lerin sonlarında Büyük Bunalım döneminde Kaliforniya’da bir çiftlikte geçer. Büyük Bunalım’ın getirdiği işsizlik, emek sömürüsü ve yarından umutsuzluk  sık sık gözümüze çarpar:

“Çiftliklerde bizim gibi ırgatlık eden adamlar dünyanın en gariban insanlarıdır. Kimi kimseleri, yerleri yurtları filan yoktur. Gelirler bir çiftliğe, çalışırlar ölesiye. Ellerine biraz para geçer. Derken, bir bakarsın, kente inerler, altından girip üstünden çıkarlar paranın, har vurup harman savururlar. Züğürt kalınca da başka bir çiftlikte alırlar soluğu, orada da geberesiye çalışırlar. İşin kötüsü yarından bekledikleri bir şeyleri yoktur, yarın zerre kadar umut taşımaz böylelerine…” 

“…Bana gelince, ben de pek açıkgöz sayılmam öyle. Yoksa boğaz tokluğuna, yatak ve elli papel karşılığında geberesiye arpa mı taşırdım! Eğer kıymık kadar aklım olsaydı ya da ne bileyim, birazcık becerikli olsaydım, şöyle benim diyebileceğim küçük bir toprağım olurdu. Onun bunun beni kene gibi sömürmesine göz yumacağım yerde kendim için eker kendim için biçer, kendi ürünümü kendim alırdım.” 

“…Bu ülkenin bütün çiftliklerini karış karış dolaştım, her birinde emeğim var, ama ektiğim ekinlere hep başkaları sahip çıktı, hasat zamanı ürünü ben biçtim, ama emeğimin ürünü benim olmadı hiçbir zaman…” 


Emeklerinden başka hiçbir şeyleri olmayan George ve Lennie, tek sermayelerini satarak, gezici işçilik yaparak biriktirdikleri para ile ufacık bir toprak parçası alma peşindedir. Bunun için Lennie’nin burnunu hiçbir şeye sokmadan, hiç konuşmadan o hayvani kuvvetiyle çalışması; George’un ise Lennie’nin başlarını belaya sokmasına engel olması ve patronlarla ikisi adına konuşmasının yeterli olacağını düşünürler.

 .

Diğer işçilerin yaşlı ve sakat Candy’nin kocamış hastalıklı köpeğini vurmak için dışarıda oldukları bir sırada yatakhanede Lennie bir kez daha George’a topraklarının hayalini anlattırır. Burası küçücük bir toprak üzerinde, küçük bir yel değirmeni, kuş gözü kadar bir ev ve kutu kadar kümes bulunan, küçük ama bereketli bir çiftliktir. 


“Kutu gibi bir evimiz, kendi odalarımız olacak. Küçük bir demir soba kurarız. Kış gelip çattı da havalar soğukladı mı öyle tir tir titremek yok artık, tıka basa doldurup bigüzel yakarız sobayı. Toprağımız küçük olduğu için çok çalışmak zorunda kalmayız. Belki günde altı yedi saat ancak çalışırız. Bugünler geride kalacak, günde on bir saat arpa çekmeye paydos diyeceğiz. Kendi ektiğimiz ürünü kendimiz için biçeceğiz…” “Her şey bizim kendi malımız olacak… Hiç kimse çıkıp da kovamayacak bizi. Eğer hoşlanmadığımız biri olursa, ‘hadi bakalım, ufak ufak yaylan da ense tıraşını görelim!’ diyeceğiz. Sıkıysa çekip gitmesin. Ama bir dostumuz geldi mi, onu yatıracak fazladan bir yatağımız olacak. Ona, ‘niye bu gece konuğumuz olmuyorsun?’ diyeceğiz…” 

 Yumuşak şeyleri okşamaya saplantısı olan -hiçbir şey bulamadı mı, yakaladığı fareleri dahi cebine koyup tüylerini seven ama durumdan rahatsız olan hayvan elini ısırdı mı onu uyarmak için kafasına vurduğu ufacık fiske darbesiyle öldüren- Lennie de çiftliklerinde tavşanlara bakacaktır.

Rüzgârda savrulan yapraklar misali oradan oraya sürüklenen, karın tokluğuna çalışan, ellerine geçen aylıkları da aynı gün barda ya da genelevde tüketen gezici işçilerin çoğunun hayali kendilerine ait ufacık bir toprak parçasıdır. Büyük hayallerin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu bildiklerinden, hayallerini bile büyük tutmaya korkarlar. Topraksız ırgatların dünyanın her köşesinde ufacık da olsa kendilerine ait bir toprak parçası peşinde koşmalarını mülkiyetçilik olarak algılamamak gerekir. Zira istenilen toprak sadece kendilerine yetecek kadardır, fazlasını hiçbir zaman istemezler. Karınlarını doyurmak, başkalarının ağız kokusunu çekmemek, itilip kakılmamak, ayrı bir odada yatmak, misafirine bir yatak açmak, şehre gelen sirke gidebilmek, asgari ölçülerde insanca yaşayabilmekten başka bir amaçları yoktur.

Yıllardır devam eden hizmetine, hatta patronu için çalışırken bir elini kaybetmiş olmasına rağmen sonunun çok yakında emektar köpeğinden farksız olmayacağını bilen, kapı dışarı koyulmasının, sokaklarda sürünmesinin yakın olduğunu sezen Candy de çiftliğin üçüncü ortağı olmayı teklif eder. Elinin diyetini ve tüm birikimini onlarla paylaşmaya, yemekleri pişirmeye, bulaşıkları yıkamaya, bahçeyi sulamaya, payını onlara vasiyet etmeye razıdır; sırf ölmeden önce ufacık bir yuvası olsun yeterlidir. 


“Diyelim ki kasabaya gezici bir sirk geldi ya da sözgelimi o gün bayram. Maç filan da olabilir… Anasını satayım, kalkar gideriz. Patronumuz mu var ki, izin isteyelim. Kafa kafaya veririz, gidelim mi deriz, gidelim be! İnekleri sağdık mı, tavuklara da yem verdik mi, hemen yola koyuluruz,” sözleriyle Candy de hayallerine kabul edilir. 
Candy’nin birikmiş parası ve üçünün alacakları aylıklarıyla, çiftlik hayalleri bir ay sonra gerçekleşecek kadar yakınlarındadır artık. Üçü de çiftlik hayalinin mutluluk sarhoşluğu içindeyken yatakhaneye gelen Curley, Lennie’ye sataşır, Lennie’nin suratını darmadağın edene kadar yumruk atar. Lennie ancak George’un izninden sonra kendini savunur ve Curley’nin elinin kemiklerini un ufak eder.

Herkesin bahçede nal oyunu oynadığı pazar öğle sonrasında ahırdaki tek kişi Lennie’dir. Severken Slim’in kendisine verdiği köpek yavrusunu öldürmüştür. George’un çiftlikte tavşanlara baktırmaktan vazgeçeceği endişesi içinde köpeği ne yapacağını düşünürken yanına Curley’nin karısı gelir. 

. Curley’nin karısı nefret ettiği kocasının elini kıran Lennie’nin gücüne hayran biçimde yanına sokulur. Konuşurken yumuşak saçlarını okşamasını ister. Lennie kadının saçları okşarken canını acıtır. Kadının bağırması üzerine kasılır kalır ve susturmak isterken onu öldürür. Ardından Curley tarafından bir linç ekibi kurulur. George yoldaşının başkaları tarafından vahşi bir linçle öldürülmesini engellemek için onu tıpkı Candy’nin köpeğine yaptıkları gibi -aynı silahla- ensesinden vurarak öldürür.

Lennie’nin ölüm biçimi oldukça trajiktir, tıpkı Candy’nin köpeği gibi, öldürüleceğinin bile farkında olmadan, kendisini öldürecek kişiye uysalca boyun eğmektedir. Steinbeck’in ustaca anlatımı sayesinde öldürülenden çok öldürene içimiz acır, ölüm sahnesi çok etkileyicidir ama emek sömürüsü üzerinden gittiğimiz zaman asıl vurucu sahne ellerini uzattıkları an tutacak kadar yaklaşmış oldukları çiftlik hayallerinin yerle bir olduğu sahnedir. Ölen kişinin yanı sıra hayallerini gömmek zorunda kalan Candy ve George de aslında ölüden farksızdır artık.

Candy son bir umutla çiftliği birlikte almalarını teklif ettiğinde George, “Baştan belliydi böyle olacağı, biliyordum. Biliyordum o çiftliği alamayacağımızı. Ama o, bu masalı dinlemekten öyle hoşlanıyordu ki, sonunda ben bile şaka maka inanmaya başlamıştım… Şu bir ayımı tamamlar, elli papelimi alır, boktan bir kerhaneye atarım kapağı. Ya da olmadı, tutar bir meyhaneye sererim postu; herkes eyvallahı çekene kadar da zıkkımlanırım. Sonra gelip bir ay daha çalışırım, elli kağıt daha kazanırım,”diye cevap verir.''

Çark, işçinin efendileri tarafından sömürülmesi üzerine kurulmuştur ve kafesteki farelerden farksız olan işçiler basit dairenin içinde dönmeyi sürdürdükleri sürece sömürü devam edecektir. 


İzlerken, bütün duyularımız harekete geçiyor. Oldukça etkili ve etkileyici izlenmeli.

Olcay kasımoğlu

24 Mayıs 2019 Cuma

SAVAŞLAR ÖLSÜN OĞUL...


GÖRMEK, yaşamaktır... Vuslattır görmek. Görmek sahip olmaktır...
Sen benim gördüğüm oğlum,özgürüm;
Önce insan olmanın erdemlerini sonra erkek olmanın ayırıcı değil tamamlayıcı,çoğaltıcı taraflarını anlatırdım sana.
Bunları öğretirken haksızlığa uğrayan taraflarımı eleyerek anlatırdım olur ya duygusal sapmalar tarafsızlığımı gölgelemesin diye...
Aramızda bize özel sırlar paylaşırdım yalnız kaldığında eli kalbine gitsin ve beni hep sıcak hatırlasın diye.
Mesala elini kalbinin üzerine koy ve o atışın seni seviyorum oğlum deyişi olduğunu hiç unutma derdim, derdim işte o senin ve benim sırrımız olsun derdim...
Kimi geceler canımızın çok sıkkın olabileceğini geceye durmanın hüznünde olabildiği gibi bazı gecelerin karanlığa inat içimize güneş gibi doğabileceğini analatabilirim.Her şeyin aynı tempoda olamayacağını muhakak içinde kırılmalar olacağını ve yerini bir şekilde terk edeceğini,burda sabrın erdemini gönül rahatlığıyla sana anlatabilirim...
Sonra meyveler hakkında konuşabiliriz.Kendine bir yada birkaç meyveyi hayatına özel kılmasını söyleyebilirim elma gibi,armut gibi yada nar hepsinin insana benzeyen tarafları var aslında meyvelerin renkleride,lezzetleride insanlara çok benzer...
Sonra suyu anlatabilirim;
Su, yukarıdan asağıya akıyorsa selale ola da bilir,olmaya da bilir. Ancak her suyun içilmeyecek olduğu kesindir.Suda insanlara benzer,döküldüğü kabın şeklini alır.Hangi mevsimdeyse o mevsimin sıcaklığını alır. Alırda alır yani yiğidim su insandır,insani birçok özelliği taşır ama ben suyu çok severim dünyanın kirini, pasını alır ama insanın kalbinde ki kiri,pası alırmı onu bilemem işte...
Evet özgürüm;mutluluk eşyalarda barınmaz,sığınağı çer,çöp değil.Yüreğimiz ve şefkatımız.
Hani mükemmel mutsuzluklarından aile olma eyleminin içinde olmanı kesinlikle istemem sevgim acır.
İki insanın gönüllü olarak kuracağı beraberliğin temelin de hiçbir biçimde "razı olmak" ya da "katlanmak" olgusu yatmamalı.
Evet can oğul;birde şu savaş varya aklımın onaylamadığı ve hiç bir şekilde sevgi bağı kuramadığım savaş.
Sahi insanlar neyin savaşını yaparlar.İnancı olanlar bilirler ki bu dünya fani kimseye kalmaz.
O zaman neden ayağımızın bastığı bir karış toprağa ve gömüleceğimiz en fazlası iki metre toprağa bu kadar eziyet ederiz.
Oğluma,silahlardan uzak durmasını ve nedenlerini anlatırdım;
Söylenen her şeye inanma oğul.Toprak,üzerinde yaşayan insanlar olmadan nedir ki ve her insan bir vatandır unutma...
Bu dünya da savaşı destekleyen, savaşa yardımcı olan her şeye karşı çık,hayata sahip çık oğlum.
Şunu bil ki canını vermeye hazır olan can almaya da hazırdır.
Kendini ve başkalarının canını koru. Bir şey için savaşacaksan savaşı yok etmek için savaş,barış yapıcısı ol.Gücünü zalimlerden değil fikirlerin sözcüklerde erimiş tadından al.
Öyle işlere dur ki,öyle konuşmalar yap ki kötülerin bile kalbi erisin.Savaşın olduğu yerde hiç bir güzellik yaşamaz öyle şeylere dur ki dünya savaşsız uyansın her güne...
Bir kahraman olacaksan,savaşın değil barışın kahramanı ol.
Evet canımın yongası oğul;tüm evreni yüreğinin sesiyle dinle.Unutma kızıldereliler doğayı ve içindekileri yüreğiyle dinleyerek anlamaya çalışmışlar bu nedenledir ki en çok saygı duyduğum topluluk kizilderelilerdir.
Dünyada ki bütün kötülükler neredeyse her zaman cehaletten kaynaklansa da bazen olması gerekenler yeterince anlatılmamışsa ve aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir.
Bu nedenledir ki oğul bir amacın olsun;amaç hayatında neyin gerekli olduğunu, neyin gereksiz olduğunu bilmek demektir.
Amaç, insana dürüstlük bilincini verir. Hedefinden sapmadan,insana durmayan amaçların etki alanına girmeden ve onlar tarafından aldatılmadan ona odaklan. Özellikle en zor şartlarda amacını hatırla.
Amacını gerçekleştirdikçe,yaşamında zenginleşecek.
Ufkunun neresi olacağını başkalarının insaniyetine bırakma.
Yüreğinden öpüyorum oğlum,özgürüm...
Olcay kasımoğlu.

“Hediyelerle hak elde edilmez.”

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi
Kendini yontmayı unutma' der Zeus...
İnsan biraz da kendi emeğidir ve herkes kendi mutluluğunun demircisidir !!
Bırakın, hayatla geçinmeye niyeti olmayanlar gitsin, yollarını zorla kapamayın...
Sahi herkes seviyor o zaman neden bunca acı, keder ?
Sorun sevgisizlik mi, yoksa yanlış sevgi anlayışı mı?
Sevgisizliğin toplumun en temel sorunu olduğu hep yazılır, çizilir acaba asıl sorun sevgisizlikten çok sağlıksız sevgi anlayışı olmasın ?
İnsanlar daha çok sahip olmak istiyor...sahip çıkmak değil.
Egemen olmak istiyor...beraber özgürleşmek değil...
Mücadele etmek, emek vermek istemiyor. Basit ve sığ yaşamak istiyor. Günü bitirmek telaşında, güne huzur düşürmek istemiyor.
Terinden, soluğundan, tırnağından bir şey katmadan methiyeler dizilmesini bekliyor...
Özgürlüğü her istediğimi yapabilirim cahilliğiyle karıştırıyor.
Friedrich Nietzsche der ki, “Hediyelerle hak elde edilmez.” Ona sevginizi hediye ettiniz diye o da size sevgisini sunmak mecburiyetinde değil. O nedenle alınganlık göstermek, kapris yapma, suçluluk psikolojisi yaratma hakkınızın olmadığını unutmayın.
Her şeyden önce sevdiğiniz insanın, siz sevdiğiniz için size karşı borçlu hissetmesini gerektirecek bir şey yok.
Sevgi gönülden vermedir, karşılık beklemez. Verirken böyle bir beklentiye girmek koşullu sevgini ta kendisidir.
Burada gerçek sevgiden bahsedilemez.
Karşınızda ki insanın, insanların düşüncelerine ve duygularına önem verin ve önem verdiğinizi gösterin.
Sevginin şanında saygı duymak, hassasiyetlere değer vermek vardır.
Sabredin ve sabırla bekleyin, dürüst ve içten olun;saygıyı, nezaketi ve seviyeyi elden bırakmayın.
İçtenlikle gülümseyen bir yüz, dürüst sözler ve güzel sözcükler, hiçbir kalbi kayıtsız bırakamaz.
İçtenlikle onu sevdiğinizi söyleyin. Hiçbir şey sevmekten ve sevgi için beklemekten üstün olamaz.
Sevdiğiniz insan tarafından duygusal bir aşkla sevilmeseniz de onun kalbinde iyi bir insan olarak yeriniz vazgeçilmez, ölçülmez olur.
İnsanların düşüncesizliklerinden, hoyratlıkların dan, ikili ilişkilerde bile hak ve adalet kavramlarını gözetmiyor oluşundan, toplumsal sorumluluklar konusundaki kayıtsızlıklarından dolayı "insancıl" toplum düzeninin gerçekleşebilmesi çoğu zaman sekteye uğruyor.
Bunun için insanların toplumsal olsun bireysel olsun ''sağlıklı sevgi'' anlayışına sahip olmaları gerekiyor.
Şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla dolu olan insanlar ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın karşılarında ki insanlara kendilerini değersiz hissettirmezler.

gözlerine meftun olduğum
sevda dokunmuş tenine
elinin değdiği yerler gül kokuyor
elini koy kalbimin üzerine
bu hesapsız akışı sevdim ben
gözlerin yağmur
ben...
damlalarınla ıslanmayı bekleyen
düşler ülkesinin sevgi sağanağı
karışırız birbirimize,
dirilir içimizde ölü düşler
asılırız gök kuşağına
el değmemiş yaralarımızı, çıkarırız gün ışığına...

23 Mayıs 2019 Perşembe

Eskilere duyulan özlem

Neden eski zamanlarda yaşamak istiyoruz?

Çünkü eski zamanlarda her şeyin değerli olduğunu düşünüyoruz. Sebep?
''Bilinmezlik…
Eskiden her şeyi bilmiyorduk. Her şeyi yarım yamalak değil, bir şeyi biliyor, iyi biliyorduk. Konunun uzmanıydık, zalimi değil… Gizemliydik. Çok iletişim halinde değildik. Şu an beklemenin ne demek olduğunu bilmiyoruz. Bir mektup gönderdiğimiz de; aylarca mektubun ne zaman geleceğini, içinde ne yazdığını, o bekleme sürecini, heyecanını, geldi mi gelecek mi tedirginliğini, postada mı kayboldu endişesini yaşardık.
Ya şimdi? “Okundu” ibaresi görmek, “İletildi” mesajını almak sabırsız kalplerimize soğuk su serpiyor.
Sevdiğin kızla/erkekle buluşmak için çeşme başları buluşma yeriyken, şimdi ne çeşme kaldı ne de o köy… Ofislerdeki sebil başında insanlar birbirinin yüzüne bile bakmıyorken, şimdiki buluşma yerleri kapitalist iktidarların sevdiği adamlarının isimlerinin verildiği meydanlar oluyor.
Eskiden buluşmak için verilen saat diliminde orada olunurdu. Söz önemliydi. Şimdiki gibi beş dakikada bir;“Geldin mi?”, “Neredesin?”, “Hâlâ gelemedin mi?” of pof, afra tafra sıkıntılarına girilmiyordu. Gelmezse, gerçekten önemli bir işi çıkmıştı, “Yoksa gelmemezlik yapmaz!” düşüncesi vardı. Oysaki şimdiki zamanda öyle mi?
Eğer gelmemişse “Kesin bir şey var”dır. Neden gelmediğinin sebeplerinden, birbirinden haince düşüncelerle beş bölümlük korku-dram dizisi çekilebilir. O zamanlar aşk, haber alınamadığında “Başına kötü bir şey mi geldi?” diye düşünmekti. Garantici ruhlarımız heyecan, tedirginlik, endişe nedir bilmeden, bekleme duygularından yoksun;mekanik bir şekilde dolaşıyor, çarpık kentleşmiş, yeşilden yoksun bu şehirlerde.
Huzursuzluğun Kitabı’nda şöyle yazıyor:
Bu yüzleri, bu alışkanlıkları, bu günleri görmek istemiyorum artık. Başka biri olmalı. Hücrelerime sinmiş bu rol yapma saplantısının yorgunluğunu atmalıyım. Uyku huzurla değil, hayatla çöksün üstüme. Deniz kenarında bir kulübe, hatta dağların sarp eteklerinde bir mağara yeter bana. Ne yazık ki istemekle olmuyor.
Kölelik bu hayatın yasasıdır; başka bir kural da yoktur zaten, çünkü isyan etmenin de, kaçmanın da mümkün olmadığı, kayıtsız şartsız boyun eğilen yasa budur. Kimileri köle doğar, kimileri sonradan olur, kimileri ise köleleştirilir. Özgürlüğe olan korkakça sevgimiz (ansızın özgür kalsak, bu sefer de yeni bir şey olduğu için yadırgar, hemen kaçardık özgürlükten) köleliğin üzerimizdeki ağırlığını açıkça gösteriyor.
Beni ele alalım; her şeydeki, yani kendimdeki tekdüzelikten kurtulmak uğruna bir kulübeye ya da mağaraya kaçmaya hazırım; ama kendi varlığımın bir özelliği olan tekdüzeliği gittiğim her yere taşıyacağımı bile bile, o kulübeye gitmeli miyim acaba? Varolduğum yerde, varolduğum için göğsüm sıkışırken ve bu hastalığın etrafımı saran şeylerden değil, ciğerlerimden kaynaklandığını bilirken, daha rahat nefes alabileceğim bir yer bulabilir miyim?
Genel olarak bulamıyoruz ve bulamadığımız içinde bedenlerimize toplumun istediği kişilikleri monte edip, kiralık ruhlarla dolanıyoruz, birbirimize çarpa çarpa…
Modern hayatlar, suni mutluluklar
Birbirinden bağımsız, gündüz ve gece hayatımız oluyor. Bildiğin maskeli balo ve günün belirli saatlerine uygun, sahte yüzlerini takınarak geçirdiğimiz mevsimlerimiz var.
Mesela, kahve içmeden ayılamadığını savunan (ki gerçekte tadından pek mutlu olmayan ve buna yarım bırakılan kahve bardakları en büyük şahitken), öğlen yediği salatasının ne kadar pahalı olduğuyla kendi ederini karşılaştıran,elit olduğunu sanan beyaz yakalı; tüm parasını verdiği ama daha adını söylemeyi başaramadığı alengirli kahvesi ve bilmem ne soslu salatasından ötürü, akşam evinde dünden kalmış makarnasına talim edeceğini bile bile modern hayata uyum gösteriyor, suni olarak mutlu oluyor.
Gelelim diğer renk yakalı arkadaşımıza…
Asgari ücretle çalışan ama maaşının boyunu üç kat aşan ve taksitle alınmış son model cep telefonuyla, İnstagram’da çay fotoğrafı yayınlayarak, altına bir de Cemal Süreya şiiri döşemekten geri kalmayan mavi yakalının durumu beyaz yakalıdan bir tık aşağıda, ama aynı acizlikte. Pülümürlü Cemal Süreya bileydi şiirlerinin böyle harcanacağını, eminim yazmazdı.
Neyse işte, sevgili beyaz ve mavi yakalı kardeşlerim; ikiniz de yalnızlıktan kusuyorsunuz biliyorum.
Nereden mi biliyorum? Biliyorum işte, karıştırmayın.
Ne büyük yalnızlık içerisinde olduğumuzu bilmemize rağmen, bu dayatılan teknolojik moda ve kendimizle baş başa kalmamamız için yapılan büyük sosyal deneyde, zenci fare deneği olmaktan kaçınamıyoruz. Bin bir türlü teste tabiyiz. Bu durumdan rahatsız olsak bile başka bir çaremiz olmadığını düşünüyoruz.
Eğer kendimizle baş başa kalırsak ne kadar küçük olduğumuzu görmekten korkuyoruz. Korkularımızla, utançlarımızla, pişmanlıklarımızla yüz yüze gelmek mutlu etmiyor. Modern insan rahat etmek ister. Bıkkınlık veren kahve, çay, mavi, şiir, fotoğraf ve mekân check-in‘leriyle yüzeysel olarak mutlu olmak ne kadar işimize geliyorsa demek…
Sosyal Medya bağımlılığı
Peki, onlar işimize geliyor da, biz nereden geliyoruz?
Biz; ayrı ayrı bitişik evlerde izole olmaktan, beton varoş şehirlerden, hapishane hücrelerinden, yetimhanelerden ve özel ünitelerden, medyanın beyin yıkamasından, tüketicilikten, bedeni cezadan, şiddeti reddeden ideolojiden, depresyondan, hastalıktan, rezaletten, utançtan, insanların alçalmasından, emperyalizm tarafından sömürülen bütün bir halktan geliyoruz… Klişedir, balık hafızalı milletiz vesselam.4
Geldiğimiz yerleri unutup, gitmek istemediğimiz yerlerde mahsur kalıyoruz. Mahsur kaldığımız bu yeni dünyada,sensörlü sifonlar, orasını burasını kurcalayıp, sarsıp akıtmaya çalıştığımız afili musluklar, apartman lambasının bile fark etmediği biz silik insanlar var.''
 Yazının kaynağı belli değil.

İçimin ülkesi

Endişe çağı dediğimiz bir dönemeçten geçiyoruz. İçsel bütünlüğümüzü bulmak yada var olanı korumak adına toplumsal ve sosyal yasalarla, öğretilerle boğuşuyoruz.
Çağımızın güvensizliğine karşı durabilmemizi sağlayacak yöntemler bulmak ,içimizde ki güç merkezini ortaya çıkarmak gerekiyor. Bunun içinde; inandığımız, güven duyabileceğimiz değer ve amaçlara ulaşabilmemizi sağlayacak içsel bütünlüğün; espri ve hayal gücüyle bezenmiş aklın, kültürle yaşama dokunmuş bilincin, mücadele ruhuyla beslenmiş cesaretin, kendini bulmuş benliğimizin ''özgür ve özgün'' olması gerekiyor.
Böyle olunca da seçimlerimizin boyutu ve yoğunluğu önem kazanıyor, bakış açımızı etkiliyor.  

Kaldı ki birine, birilerine karşı hissettiğimiz duygular “ona karşı hissetmemiz gerekenler” diye önceden tarif edilmişse, onunla meselemiz bitmeyecek, hatta başlayamayacaktır bile
Bunun için de, herkes yenilenmek, temizlenmek durumundadır.Yaşamak için gözlemlemek, gözlemlerken yenilenmek, yenilenirken ilerlemek gerekir, ancak o zaman; önyargılarımızdan arınabiliriz. Arınan insan özgür insandır, özgür insan kendini yeniler, vicdanının sesine kulak verir.
Kaldı ki özgürlük kendini bilmektir, farkındalıktır, onurlu yaşamaktır. Önyarıdan, inat ve kibirden uzak, evrensel değerlerin kendine yer bulduğu akıllı insan bahçesidir.
Mark Twain ''Benim ne ırk önyargım var, ne sınıf önyargım var, ne de din önyargım var. Tek umursadığım, kişinin insan olması ve bu benim için yeterli; kimse bundan daha kötü olamaz.'' der.
Neye inanıyorsak oradayız, neyi seçiyorsak yaşıyoruz. O halde İnsan her koşulda, durumda, yaşamı daha sağlıklı ve anlamlı kılabilir.
Kendi hakkımızda önyargıda bulunulduğu zaman ne denli inciniyorsak, başkalarını da incitmemek için en az kendimize gösterilmesini istediğimiz hassasiyeti göstermek, kendimiz için istemediğimizi başkası için de istemememiz gerektiğinin bilincinde olmak yeterli. Mesele bu kadar açık ve net.
Bilince, bakışa ve suskunluğa...bir tek yürek ve vicdan yeter.

Taze güneşler
ağarırken tan yeri
sabahın dinginliği
yalar geçer yüreğimizi
bu dinginlikte
gün ışırken
bir yağmur tadıyla sarar tenimizi
dağlar
kayalar
ağaçlar
hepsi
sabahın koynunda
bir içim su yüzü arılık
özenle
incelikle
kendini güne katan
ovalar
börtü böcekler
bir kanat vuruşta uçan şahinler
nazlı akan derenin suları
yaşamın içinde
yeni yetme bir sürgün gibi
dokunuyor yüzümüze
sevgiyle
doğa uyandıkça
kırıldıkça kırağı
ve korkular
bizi umuda
binlerce kez
gebe kılarak
güne katıyor
nasıl yükselirse göğe
taptaze güneşler
dağlar
kayalar
sular
hepsi
sabahları
o yazgı için
uyanmış olsalar da
dinlenmiş tanın kucağında
bir ırmak akıyor
bu ırmak
gökyüzünün mavisi
içimin ülkesi
bu arılık
öylesine geniş ki
o eşsiz güzellikte
yeniden
ilk gerçek oluyor
şafağın koynundan süzülüp
yüzümüze dokunuyor
sessizce
bizi yaşama davet ediyor...
Olcay kasımoğlu

Her şeyi olduğu gibi görmeyiz, olduğumuz gibi görürüz...


Kendimize karşı açık, sade, duru olmak, her zaman kendimizi İfade etmemizde gereksiz olanların elenmesine yardım eder
ve anlaşılır, tutarlı olmak karşımızda ki insanlara rahatlık hissi verir, güven duygusu sağlar, sağlıksız ilişkilerin oluşmasına izin vermez.
Olaylara, insanlara bakış açımız; seçenekleri görmemize, yenilenmemiz gerektiğinde kendimizi güncellememize yardım eder.
Bilinç altımız; kendimize çektiğimiz enerjileri, deneyimleri doğrulukla belirler. Bu nedenle neye sahip olduğumuzu bilmek, kendi sınırlarımızın farkında olmak, kendimizi nasıl ifade ettiğimizin bilincinde olmak adına ”Ne istediğimizi bilmenin,” en güvenilir yolu, neye sahip olduğumuzu da bilmekten geçiyor.
İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman ise daha dikkatli ve özverili oluruz. Başkalarının duygularını örselemeden onları anlamaya çalışırız. Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman, evren de bizi dinler.
Para, güç vb. uğruna dünyanın bir çok yerinde, onca insanın katledildiği bir zamanda;
Duygularımızda samimi ve içten olalım. Ne kadar ayrı fikirlerde olursak olalım, insanları birleştiren duygulardır.
Akraba, sevgili, eş, dost veya arkadaş olarak, bir insanı ne kadar severseniz sevin, sağlıklı bir ilişkinin ancak; özen, samimiyet, dürüstlük, hoşgörü ve saygı ile kurulup yaşatılabileceği gerçeğini unutmadan, sevginin direngen ruhuyla sarılalım yaşama ve sevginin gücüne... Hiç bir şey insandan daha değerli değil !..
İnsanın, ruhuyla, etrafıyla ve an’la birlikte olması; dünyaya katılması ve hayatın her anının doluluğunu takdir edebilmesi çok güzel.
Yaşamın ruhsal derinliğinde hatalar yoktur, yalnızca dersler vardır ve büyümek bir deneyim sürecidir ”Başarı kadar'' yenilgilerde bu sürecin bir parçasıdır.
Kendimizi araştırıp keşif ettikçe, yaşamın bize sunduğu ”bilgelik payıdır” bu bilgelik, yaşama dokunmak ve dokumaktır.
Toplumsal baskılara ,doğmalara karşı bir duruş sergileyerek, kendimizesahip çıkarak, yaşamı yaşanılır ve anlamlı kılabiliriz
Değil mi ki hakikat göremediklerimiz-dedir. Anlamaya çalışmak bağışlamakla aynı şey de değildir. Onu anlamayı bir sorumluluk olarak görmektir.
Sevginin gücüne sahip olmayana, hiç bir şey güç vermez...Yollara-yolculuklara, sevgilere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, tadını bütün bunlardan alan hakiki sevmelere, kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz  
İkiyüzlülüğün, sahtekarlıkların, ucuz övgülerin olduğu ortamlardan, katı, toleransı olmayan insanlardan ”kendim olmak adına ” mümkün mertebe uzak duruyorum.

17 Mayıs 2019 Cuma

LAZZARO FELİCE


Sen duyduklarına inanıyorsun. söylenmeyene inan; çünkü insanın sessizliği sözcüklerden daha yakındır gerçeğe. 
Bana kulak ver ki, sana ses verebileyim. Karşındakinin gerçeği sana açıkladıklarında değil,  açıklayamadıklarındadır.  Bu yüzden onu anlamak istiyorsan, söylediklerine değil, söylemediklerine kulak ver. Kişinin hayal gücüyle, düşlerinin gerçeklemesi arasındaki mesafe, yalnızca onun yoğun isteğiyle aşılabilir.

İzlenmeli... yolun yolcusuz olması değil; 
asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır...
''Alice Rohrwacher’in üçüncü uzun metrajı “Lazzaro felice / mutlu Lazzaro” 1982 doğumlu İtalyan yazar-yönetmenin, Taviani’lere ve özellikle Ermanno Olmi’ye yakın duran stilinin, Yeni Gerçekçilik geleneği ile masalsı öğeleri çekici ve inandırıcı bir anlatımla harmanlamakta giderek daha da ustalaştığını gösteren bir çalışma.
125 dakikalık filmin ilk bir saati, İtalyan kırsalının ırak bir köşesindeki Inviolata mezrasında, “Tütün Kraliçesi” Markiz Alfonsina de Luna’nın acımasız boyunduruğu altında maraba olarak çalışan geniş bir köylü ailesinin yaşamına odaklanır. Dökülmekte olan bir binada yaşayan, tek bir ampulleri olan bu insancıklar, hiç bitmeyen borçlarını kapatabilmek için, gün boyunca zorlu şartlarla, patroniçenin tütün hasadında çalışmaktadırlar. “Toprak kirasını ürünle ödeyen çiftçilik” olarak tanımlayabileceğimiz “marabalık”, adı konmamış bir kölelik olduğu için günümüzde suç sayılarak yasaklanmış olduğundan, seyirci, ilk izlenimde öykünün XIX: yüzyıl sonu ya da XX. yüzyıl başında geçtiğini düşünür. Ancak Markiz bir süreliğine Inviolata’ya geldiğinde, annesiyle gelen oğlu Tancredi’nin züppece giysileri ve cep telefonu, olayın günümüzde geçtiğini, ırgatların para almadan fiilen köle gibi çalıştırılmaları bir yana, dış dünya ile iletişimlerinin de engellendiğini fark eder.
Rohrwacher, büyük bir içtenlik ve sevecenlikle yaklaştığı, eğitimsiz ve kolay aldatılabilir fakir çiftçi sınıfını, küçümsemeden, onurlu yönlerini ortaya çıkarıyor İtalya’nın bu insanları unutmasının utanç verici olduğunu söylüyor
Öykünü merkezindeki Lazzaro, dağarcığında “hayır” sözcüğü olmayan bir yeniyetmedir. Markiz nasıl köylüleri sömürmekteyse, onlar da kendilerinden biri olan Lazzaro’yu sömürmektedirler. Benzersiz bir iyi niyetle, herkese yardım etmeye her isteneni yapmaya hazır olan Lazzaro, “gücü gücüne yetene” düzeninin son halkasıdır. Markiz’in oğlu Tancredi, onunla arkadaşlık etmeye başladığında Lazzaro tabii ki ona “kardeşim” diyen genç adamın kulu kölesi olamaya hazırdır.
Alice Rohrwacher, pastoral natüralist ilk bölümü, Lazzaro’nun başına gelen beklenmedik çarpıcı bir olayla sonlandırır. (İzlenmenin tadını kaçırmamak için anlatamayacağım bu olayla ilgili tek söyleyebileceğim, kahramanımızın adaşı Lazarus’la bağlantılı olduğu)
Filmin ikinci yarısında Markiz’in kanunsuz davarnışı ortaya çıkmış, kadın hapse mahkûm olmuş, köylüler yakınlardaki bir kente yerleştirilmişlerdir. Aradan birkaç onyıl geçmiş, köyde çocuk olarak tanıdıklarımız büyümüş, genç bildiklerimiz yaşlanmıştır. Ancak Rohrwacher, izleyicisini bir kez daha şaşırtarak, olayı farklı bir zamansal boyuta aktarmıştır. Daha doğrusu, öyküyü gelecekte değil, yine şimdiki zamanda, kimi imkânsızın mümkün olduğu paralel bir evrende anlatmaya devam etmektedir. Mekân ve zaman değişmiş de olsa, bu kez kentin en alt tabakasında yaşam savaşı veren eski ırgatlar köle statüsünü aynen devam ettirmektedirler.
Cesur ve kendine güvenen bir tavırla, gerçekçi toplumsal eleştiriyi mistik, kimi zaman fantastik boyutla ustalıkla bağdaştıran Rohrwacher, ikinci bölümü, duygusallığa hiç taviz vermeden, kimi zaman da, hırsızla saf Lazzaro’nun karşılaşmasında ya da pastanede hazırlanan tepsinin akıbetinde olduğu gibi güçlü bir mizah duygusuyla aktarıyor.
Her iki bölümün sonunda bir kurdun Lazzaro’yu koklaması, yaşlanmış Antonia ile ilk karşılaşma, Lazzaro’nun huysuz ve kırıcı rahibelerden müziği çalıp götürmesi gibi gerçekten büyülü sinemasal anları da unutmamak lazım.
Oyunculuklar çok başarılı. Başta yönetmenin ablası Alba Rohrwacher ve Sergi Lópezolmak üzere, dört dörtlük bir ekip performansı var. İçinin güzelliği yüzüne vurmuşçasına, Mutlu ettiği için mutlu olan Lazzaro’yu, içinin güzelliği yüzüne vurmuş bir “kutsal masum” olarak canlandıran Adriano Tardiolo müthiş. İlk kez bir filmde oynayan henüz 20 yaşındaki bu genç adam mutlaka geleceğin büyük oyuncuları arasında yer alacak
Yılın en güzel filmlerinden. Mutlaka izleyin derim.