Translate

30 Aralık 2018 Pazar

KENDİNE AİT BİR ODA
''Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir olmasaydı dünya hala bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı. Hala geyiklerin iskeletleri ile kırık koyun kemiklerini birbirine sürter çakmak taşı verip koyun derisi ya da gelişmemiş zevkimizi hangi basit süs eşyası tatmin edecekse onu alırdık... 

Çar ve Kayzer ne taç giyerler ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gerekirdi. İşte bu yüzden Napoleon da Musollini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar. Eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi. Bu da çoğunlukla kadınların erkeklere gerekli olduğunu kısmen de olsa açıklamaya yarıyor. 
Ayrıca erkeklerin kadının eleştirisi karşısında ne kadar tedirgin olduklarını, aynı eleştiriyi yapan bir erkeğin verebileceğinden daha fazla acı vermeden, erkeği daha çok öfkelendirmeden kadının, bu kitap kötü, bu resim zayıf filan demesinin nasıl olanaksız olduğunu da açıklamaya yetiyor. Çünkü eğer kadın gerçeği söylemeye başlarsa aynadaki görüntü büzülür; erkek hayata uyum sağlayamaz olur. Kahvaltıda ve akşam yemeğinde kendini olduğundan bir kat daha büyük göremezse hükümler vermeye, vahşileri uygarlaştırmaya, yasalar koymaya, kitaplar yazmaya, süslenip ziyafetlerde nutuk çekmeye nasıl devam eder? ... Ana görüntüsü çok önemli çünkü zindeliği besler, sinir sistemini harekete geçirir. Kaldırın o görüntüyü, o zaman erkek ölebilir, tıpkı kokainsiz kalan kokainman gibi.

Kadınların, iyi eğitim almış çok yetenekli kadınların bile, erkeklere duyduğu saygı,” diye sürdürdü sözlerini. “Atlar üzerinde sahip olduğumuz türden bir güce sizin üzerinizde de sahibiz galiba. Onlar bizi olduğumuzdan üç kat daha bü­yük görüyorlar, yoksa bize asla boyun eğmezlerdi. Tam da bu nedenden ötürü, oy hakkını kazandığınızda bile birşeyler yapacağınızdan kuşku duyuyorum.”

"İki cinsin birbirine kışkırtılması; üstünlük iddialarının ve zayıflığın bir tarafın üstüne yıkılması, insanlığın taraflara bölünmüş olduğu ve bir tarafın öbürünü yenmesi gerektiği gibi konular, kürsüye çıkıp başöğretmenin elinden süslü püslü bir kupa almanın çok önemli olduğu ortaokul aşamasına aittir."

“Galiba aşığım. Neyse, aklımı kaçırdım. Düşünemiyorum, çalışamıyorum, dünyadaki hiçbir şey umurumda değil. Tanrı aşkına Mary! İşkence çekiyorum! Bir an mutluyum, bir sonraki an acılar içindeyim. Yarım saat süresince ondan nefret ediyorum; sonra da onunla on dakika birlikte olabilmek için canımı verecek duruma geliyorum; ne hissettiğimi, niçin hissettiğimi asla bilmiyorum; delilik bu, ama yine de son derece akla yatkın.”
TÜRKÜLER

Zamanda ...
Bir yerlerde ...
Bir an'ın içerisinde ...

''Dünya yalan ,
Türkü gerçek !''

Neşet Ertaş
KİTAPLAR

Okumak insana herzaman ihtiyacı olan üç şeyi öğretir ;
1)Ne kadar az bildiğini.
2)Ne kadar aciz olduğunu.
3)Kendini/onu okumanın en güzel yolculuk olduğunu.
“Her toplum bir kitaba dayanır:
 Ramayana Neşideler Neşidesi veya Kur’an. Senin kitabın hangisi?” Dostoyevski, “Avrupa’yı kendimizden çok daha iyi tanıyoruz”, diyor. Biz ne kendimizi tanıyoruz, ne Avrupa’yı. Tarihimiz mührü sökülmemiş bir hazine. Sosyologlarımız bir Kızılderili köyünü keşfe gider gibi, alan çalışmalarına koyuluyorlar. Avrupa’yı, Avrupa’nın istediği kadar tanıyoruz.
Ne var ki ihtiyar Batı da hafızasını kaybetmişe benziyor. UNESCO, kitap yılında, kitap için yazılmış en güzel eseri hatırlayamadı: Susam ve Zambaklar.

Susam ve Zambaklar Ruskin’in* en çok sevilen, en çok okunan kitabı. Şöyle diyor Ruskin: “Kendimize dost seçeceğiz. En iyilerini seçmek istiyoruz, ama nerede bulacağız o dostları? Kaç kişiyi tanıyoruz? Her istediğimizle tanışabilir miyiz? Talihimiz yâr olursa, uzaktan görebiliriz büyük bir şairi, sesini duyabilirsek ne devlet… Bir bakanın odasında on dakika kalmak, bir kraliçenin bakışlarını bir saniye üzerimize çekmek, ümit edeceğimiz bahtiyarlıkların en büyüğü. Ama hep buna benzer mesut tesadüfler peşindeyizdir. Yıllarımızı, duygularımızı, kabiliyetlerimizi harcarız bu uğurda. Sayısız zilletlere katlamaz. Bize her an kollarını açan bir dostlar topluluğundan habersiz yaşarız. İçlerinde hükümdarlar da vardır, devlet adamları da. Günlerce şikâyet etmeden iltifatlarımızı beklerler. Ağız açmalarına izin vermeyiz. Filhakika seçiş hürriyetimizin hudutsuz olduğu tek dünya: kitaplar dünyası.”

Ruskin kitapları ikiye ayırır: Geçici olanlar, kalıcı olanlar. Geçiciler faydalı veya tatlı birer konuşma: Seyahatnameler, hatıralar. Bunlar kitaptan çok bir nevi mektup, bir nevi gazete. Kalıcı kitap, sohbet değil, yazıdır. Birkaç sayfaya sığdırılmak istenen bütün bir hayat. Ebediyete yollanan mesaj. Kimsenin söylemediği ve söyleyemeyeceği gerçek. Yazar, o birkaç sayfayı kaleme almak için gelmiştir dünyaya. Mümkün olsa taşa kazır fikirlerini.

Kütüphane, bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzleri ile dolu. Bu ulular bezmine kabul edilmenin tek şartı, liyakat. Mabede bayağılar giremez. Diriler naziktir, ölümsüzler titiz. Gerçekten severseniz konuşurlar sizinle. Bir kitabı okurken “ne güzel kitap” deriz, “yazar da tıpkı benim gibi düşünmüş”. Yanlış, şöyle dememiz gerekirdi: “bunu daha önce hiç düşünmemiştim ama, galiba doğru.” Yahut, “belki şimdi anlayamıyorum, birkaç gün sonra anlarım.” Önce teslimiyet, anlamak cehdi. Sonra hüküm. Yazarın gerçekten değeri varsa, düşüncesini, bir hamlede kavrayamazsınız. Söylemek istediklerini bütünü ile söyleyemez yazar, söylemek de istemez. Gizler, istiarelere başvurur.

Güzel sabahlan kucaklayan sis gibi güzel eserleri saran bu sis de tabiî. Düşünceye cazip ve parlak bir biçim vermek küçültür düşünceyi. Büyük yazar içinden gelen sesi olduğu gibi haykırandır. Kelimeleri kullanırken avamın hoşuna gidip gitmeyeceğini düşünmez. Derin bir düşünceyi anlamak, o düşünceyi kavradığımız anda derin bir düşünceye sahip olmaktır. Kendi içine, kendi kalbine inmektir. Nesneleri bulutlar arkasından görürüz. Düşünmek bu sisleri yırtarak aydınlığa varmaktır.

Yazar düşüncesini yardım olsun diye sunmaz. Bir mükâfattır bu. Lâyık mısınız, değil misiniz? Anlamak ister. Tabiat da öyle değil mi? Altın neden toprağın derinliklerinde? Okurken araştırmaya çıkacağınız maden: yazarın düşüncesi veya niyeti. Araçlarınız: zekâ ve bilgi. Kayayı kıracak, madeni eriteceksiniz. Önce kelimeyi fethedeceksiniz, sonra heceleri, harfleri.

Bir aydın yabancı dil bilmese de olur, çok kitap okumasına da ihtiyaç yok. Yeter ki ana dilini gerçekten bilsin. Kelimeleri şecereleriyle tanısın. Asıl olanları âdilerinden ayırsın. Karanlık kelimeler vardır, arılar gibi vızıldayan kelimeler. Taşıdıkları hiçbir düşünce yoktur, kimse tarafından anlaşılmazlar. Ama yine de herkesin ağzındadırlar. Onlar için yaşanır, onlar için ölünür: Hayalimizin rengine bürünürler. Göremeyiz onları, pusudadırlar. Ve bir atılışta parçalar bizi. Dilimizin her kelimesi başka bir dilden gelmiştir. Nice, ülkeler dolaşmıştır bize gelinceye kadar. Ciddi olarak okumak isteyen Yunan alfabesini öğrenmeli (Ruskin İngilizlere söylüyor bunu). Her dilden lügatlar bulunmalı kütüphanenizde. Okuduğunuz metinde hiçbir karanlık kelime kalmamalı.

Büyükler, bayağıları meclislerine kabul etmez. Bayağı, hissetmeyendir. Sevmeyen, sezmeyen, anlamayandır. Akıl doğruyu gösterir; iyi ile kötüyü ayıran: gönül. Büyük ölülerin dostluğuna, iyi ile kötüyü birbirinden ayırmak için de koşmalıyız. Gerçek bilgi, disiplinli ve denenmiş bir bilgidir. Gerçek heyecan imtihandan geçmiş bir heyecan. İlk coşkunluklar boştur, aldatıcıdır. Kapıldınız mı uzaklara sürükler sizi. Duygunun asaleti, kuvvet ve isabetindedir. Açılması yasak bir kapıyı zorlayan çocuğun, efendisinin eşyalarını karıştıran uşağın tecessüsü, terbiyesiz bir tecessüs. İnsanlığın bilgi susuzluğunu gidermeye çalışan tecessüs, asil. Bizi bir dedikodunun teferruatına zincirleyen alâka, serseri bir alâka; can çekişen bir toplumun acılarına ortak eden alâka, insanca.

İngiliz hodgâmdır, heyecansızdır. Bir millet değil, bir yığın. Yığını kolayca kandırabilirsiniz, duyguları hiçbir temele dayanmaz. Yığın düşünmez, mâruz kalır. Nezleye yakalanır gibi tutulur bir fikre. Ateşi yükselince arslanlaşır, nöbet geçince her mukaddesi unutuverir. Büyük bir milletin duyguları ölçülü, düzenli, devamlıdır.

Okumaktan hangi hakla sözediyoruz? Okuma terbiyesinden önce, çok daha mühim, çok daha âcil disiplinlere muhtacız. Böyle bir ruh haleti içindeki insanlar nasıl, neyi okuyabilirler? Büyük bir yazarın tek satırını anlamaları imkânsız.

Kendini yığın hâline getiren bir millet payidar olamaz. Tek kaygısı para olan bir yığın yaşayamaz. Düşünceyi küçümsüyoruz. Kitaba harcadığımız parayı, atlar için harcadığımızla kıyaslarsak, yerin dibine girmemiz gerekmez mi? Kitap sevene, kitap delisi diyoruz. Kimseye at delisi dediğimiz yok. Kitap yüzünden sefalete düşen görülmemiş. At uğrunda iflas eden edene. İngiliz milletinin içkiye verdiği para, kitaba verdiğinin kaç misli, hiç düşündünüz mü? En güzel kitap bir kalkan balığı fiyatına. Alan nerede? Umumi kütüphaneler resmî ziyafetler kadar pahalıya mal olsa idi hükümetimizin daha çok iltifatına mazhar olurdu şüphesiz. Kitaplar bileziklerin onda biri kadar etse beyefendilerimizle hanımefendilerimiz arada bir okumak hevesine kapılırdı belki. Birçokları kitabı ucuz olduğu için almaz. Düşünmez ki kitabın tek değeri okunmasındadır. Bir değil birçok defalar okunmasında, çizilmesinde, tanınmasında.

Felaketimizin kaynağı kültür yokluğu. Bizi helak eden ne ahlâksızlık, ne bencillik, ne kafamızın ağır işlemesi. Bir öğrenci kayıtsızlığı içindeyiz. Hoca tanımadığımız için yardım görmemize imkân yok.

Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekânın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek. İçlerinde böyle bir canlılık, böyle bir hayat coşkunluğu duyanlar dünyanın biricik hâkimleridir. Bütün diğer hükümdarlıklar bu saltanatın maddîleşmesi, fakirleşmesidir: Bir nevi tiyatro krallığı. Gerçek hükümdarlar ebediyen hükümrandırlar. Hazineleri yağma edildikçe zenginleşirler.

Meclisten tahıl için kanunlar geçirdiniz. Şimdi başka bir tahıl sözkonusu. Daha nefis, daha besleyici bir ekmek sağlayacak, bir tahıl: susam. Bu susam, kapıları açan büyü. Harami mağaralarının kapılarını değil, hükümdar hazinelerinin kapılarını: kitap.

Okumak Üzerine

Susam ve Zambaklar’ı Proust çevirmiş Fransızcaya. Ruskin’in bahçesine oldukça uzun bir revaktan giriyoruz. Romancı, elli sekiz sayfalık bir girişle, eseri – daha doğrusu kendini- tanıtıyor:

“Ruskin okumaya çok önem verir. Ben bu fikirde değilim. Çocukken okuduğumuz kitapların yeri başka, cazibeleri büyük, hatıraları aziz. Ama bu okumalardan bizde kalan, daha çok oturduğumuz yerlerin ve günlerin hatırası.”

Proust yanılmıyor mu acaba? Tecessüsümüz yeni fetihlere kanatlanırken, gündeliğe, bayağıya, alışılmışa takılıp kalan bir dikkat ne kadar zavallı. Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir mülakattır. Her yabancı intiba vuslatın büyüsünü bozar. İster güneş ışıldasın gökkubbede, ister duvarda bir petrol lambası yansın. Pencerede şakıyan kuşlardan bize ne. Reel olan tabiat değil, kitaplarda görülen rüyadır. Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule, yani masala, esrara, sonsuza.

Proust’a dönelim: “Okumak başka, sohbet başka. Okurken bir başka düşünceyle temas halindeyiz, ama tek başımıza mıyız, insan fikrî bakımdan çok daha güçlü. Konuşma, bu gücü dağıtır. Okurken sadece ilham alırız, kafamız dilediği gibi çalışır. Hem yalnızız, hem beraber. Bir nevi mucize…” Ne yazık ki, bu sihirli mahremiyetin de hudutları var. “Güzel kitaplar yazar için bir son, okuyucu için bir davettirler. Suallerimize cevap vermezler. Birtakım arzular uyandırırlar bizde, iştiyaklarımızı alevlendirirler. Yazar sözünü bitirince şaşarak farkederiz ki, hiçbir şey söylememiştir henüz…” Kitap her sualimizi karşılayamaz, doğru. Ama, hangi sohbetten doyarak çıkarız? Bu kanma bilmeyen susuzluk insanın alınyazısı değil mi? Şüphelerimizi, tereddütlerimizi arzın ve zamanın bütün büyük zekâları çözemezse, dar bir coğrafyanın ve hasis tesadüflerin karşımıza çıkardığı bir insan nasıl çözebilir? Kitap denen uçsuz bucaksız okyanusta daima yeni keşifler yapmak kabil. Hangimizin irfanı, o sonsuz “belki”yle boy ölçüşebilir?

“Şairlerin coşkunluğu bize de geçer. Ama, bu heyecanın mânâsını anlayamayız. Çizdikleri tablolarda, bildiğimiz dünyadan çok başka bir dünya ile karşılaşırız. Bu manzaralar harikuladedir, çünkü bir dâhinin dikkatini çekmişlerdir. Serseri ve kayıtsız bir dikkat tesadüfen o manzaralar üzerinde durmuş. Tasvir sanatının en büyük hüneri: sis. Sanatçının görevi, tabiatı örten çirkinlik ve manasızlık örtüsünü şöyle bir aralayıvermek. Bak ve gör demek bize, sonra kaybolmak.” Yalnız o kadar mı? Okuyucularını bu sihirli âlemde adım adım dolaştıran yazarlar da var. Iskoçya, Walter Scott’un cazibesine yakalananlar için kendi vatanlarından daha canlı, daha gerçek, daha iyi bilinen bir dünyadır.

“Okuma, içimizdeki meçhul âlemin kapılarını açan bir anahtar.” Pekiyi ama, o meçhul âlemin tekevvününde payı yok mu okumanın? İç dünyamızın sınırlarını genişleten kitap değil mi?

Proust devam ediyor: “Okuma zihnî hayatı uyandırmalı, yerini almamalı onun. Başkalarının hazırladığı bir bal değil hakikat, onu kitap sayfalarından toplayamayız, kafamızın ve gönlümüzün iç hamleleri ile fethedebiliriz ancak.” Doğru. Zihin arı, kitap çiçek, dış dünya kovan. “Aydın okumak için okur. Kitaba kitap olduğu için perestiş eder. Bulduğunu yükler hafızasına. Sindiremez, hayatına katamaz. Kendi kendini zehirler. Bu fetişist saygı zararlıdır, ama çok yaygındır da. Bu “edebî hastalığa” büyük adamlar daha çok tutulurlar. Düşünce ile, doğrudan doğruya temas etmedikleri zaman kitaplarla beraber olmaktan hoşlanırlar. Zaten, kitaplar da onlar için yazılmış değil mi? Büyük zekâlar kitabîdirler. Ama bu, kitabîliğin bir kusur olmasına mâni değildir. Kitabîlik, zekâdan çok hassasiyet için tehlikeli. Dâhi her okuduğunu temessül eder, kendi malı olur fikirler. Bir kucak odun küçük bir ateşi söndürür, büyük bir ateşi daha da canlandırır.”

Aşağı yukarı ayrı yıllarda bir başka düşünce adamı çok daha haşin, çok daha insafsız bir makale yayımlıyordu. Psikolog romancının Revue Philosophique’de çıkan bu yazıyı (“La Manie de la lecture”, Ossip-Lourie, s. 263 vd. 1915) okumamış olmasına imkân var mı? “Okuma Hastalığı” serlevhalı makale şöyle başlıyor:

“Bütün medeni ülkelerde aynı şikâyet: Okumuyoruz. Kitaplar çoğaldıkça okuma sevgisi azalıyor. Ama, yine de birçokları için okuma bir hastalık. Böyleleri incelemek, düşünmek, dinlemek, eğlenmek için okumaz; okumak için okur. Ne sanat heyecanı ararlar, ne zekâlarını geliştirme emelindedirler. Çok okurlar, ellerine geçeni okurlar. Sabırsızdırlar, sırtlarından bir yük atmak isterler sanki. Okuduklarını reddetmek veya tartışmak ihtiyacını duymazlar. Kitap kapanır kapanmaz içindekiler unutulur. En büyük zevkleri kitap değiştirmektir. Her matbua’ya saldırırlar. Kimi yarısını okur kitabın, kimi yalnız sonuna bakar. Kimi de bir baştan bir başa okur (meselâ gazete tiryakileri.) Okur gibi yapanlar da caba. Hepsi de rüya görür gibi okur.” Bu tiryakilik tembelliğin marazi bir şeklidir, yazara göre. “Okuma delisi birçok şeyleri anladığını vehmeder. Başkalarının sözleriyle yetinmek, her konuda başkasının anlayışına, başkasının fikirlerine başvurmak, alışkanlıkların en kötüsü. “Kitapta okudum, gazete yazıyor” gibi sözler iradenin ve kişiliğin yokluğunu gösterir. Aşın ve düzensiz okuma hafızayı, düşünce mekanizmasını bozar. Hasta gündelik hayattan kopar, çevresinde olup bitenleri göremez, anlayamaz. Marazı okumanın belirtilerinden biri hafıza zayıflamasıdır. Hasta gerçek hâdiseleri unutur, okuduklarını hatırlar. Realiteden uzaklaşır, kitaptaki olaylara bağlanır. Düşünceleri birbirine karışır. Kendi başına muhakeme edemez olur.”

Yazar söylediklerini şöyle hülâsa ediyor: “Okuduğunu tahlil etmeyen, daha önce okuduklarıyla karşılaştırmayan, her an kendi kafasını kullanmayan zekâsını mahveder. Okumak, sayfanın bütününü, cümleleri, kelimeleri anlamaktır. Dikkat gevşeyince gölge düşünceler kalır kafada. Çabuk okuyan dikkatini teksif edemez.”

Makalenin yazan bu çeşit okumayı gerçek bir hastalık olarak vasıflandırır. “Okuma ile zehirlenenler uykularını kaybederler. Uykusuzluk psikoz başlangıcıdır. Bu hastalık da, afyon ve esrar gibi, rüyalara, hayallere, sanrılara yol açar. İlletin bir başka tezahürü de mektup yazma, daha doğrusu yazı yazma hastalığıdır.”

Freud’a göre nevrozların başlıca, hattâ biricik kaynağı cinsî hayattır; “Felsefe Dergisi”nin psikolog muharririne göre, marazî okuma. “Ne garipdir ki, şimdiye kadar hiçbir sinir hekimi bu vahim hastalığı incelememiş.”

Asır başı, ruhiyatın kahramanlık çağı. Kimi Fransız şiirini tereddî ile vasıflandırır hekimlerin, kimi sosyalizmi hastalik sayar. Bu dikkate lâyık makalenin aynı mübalâğa ile malûl olduğunu düşünüyoruz. Marazi okuma sebep midir, netice mi? Başka bir tâbirle, insanlar sinir hastası oldukları için mi realiteden kaçar, kitaba sığınır, yoksa uykularını kaybettikleri, kitaba iltica ettikleri için mi sinir hastasıdırlar? Don Kişot’u çıldırtan kitap mı, Don Kişot çılgın olduğu için mi kitap delisi?

Proust’a dönelim: “Okumak da bir dostluk kurmak”, diyor Proust. Diğer dostluklardan farkı samimiyetinde. Konusu bir ölü, bir uzaktaki. Bunun için de hasbî ve iç açıcı. Çirkinliğinden sıyrılmış bir dostluk. Saygı, şükran, bağlılık dediğimiz ve o kadar yalanla karıştırdığımız bütün o merasimler, bütün o nezaket gösterileri kısır ve yorucu. Dostluklarımız çok defa tesadüfün eseri. Bir sempati başlangıcı, düşünülmeden söylenmiş bir söz, yanlış anlaşılan bir iltifat, yazdığımız ilk mektuplar müebbeden çözemeyeceğimiz bir alışkanlıklar ağının ilk düğümleri. Okuma, dostluğu ilk saf hâline irca eder. Kitaplarda merasime ihtiyaç yok. İstersek akşamı onlarla geçiririz. İstersek… Çok defa istemeyerek ayrılırız onlardan ‘hakkımızda ne düşünecekler?’ Acaba bir patavatsızlık yaptık mı? Hoşlandılar mı bizden? Falanı görünce bizi unutacaklar mı? gibi. Saf ve sakin bir dostluk. Ne alâyişe lüzum var, ne gevezeliğe. Sükût içinde bir kaynaşma. Bir kendi kendimizle başbaşa kalış. Sükût, söz gibi kusurlarımızın, sırıtışlarımızın izini taşımaz. Yazarın düşüncesi ile kendi düşüncemiz arasına egoizmleri sokmaz, konuşmayı yabancı unsurlarla zehirlemez. Kitap sahiden kitapsa dili de saftır. Yazar yabancı cisimleri ayıklamış, düşüncesini olduğu gibi sunmuştur bize. Her cümlesi bir sonrakine benzer. Aynı ses, aynı perde. Yazan aksettiren bir ayna.

“Zekâ geliştikçe artar bu sevgi, tehlikeleri de azalır. Sıhhatli bir zekâ kitapları çalışmalarına tâbi kılar. Onun için eğlencelerin en asilidir okuma, daha doğrusu en asilleştiriçişidir. Kitap zekâyı kibarlaştırır. Hassasiyetimizle düşüncemizi ancak kendi içimizde, zihnî hayatımızın derinliklerinde geliştirebiliriz. Ama, zekânın tavırlarını efendileştirmek için okumak zorundayız. Bazı kitapları, edebiyat ilminin bazı inceliklerini bilmemek, dâhiler için bile fikrî bir avamlık işareti. Kibarlık ve asalet, düşünce dünyasında da bir nevi alışkanlıklar francmaçonnerie’sinden, bir gelenekler mirasından ibaret.”


(alıntı)

Şahidim Yaşama 🌎

Suyun üzerine yazı yazmak gibidir yaşam. Sen yazdığını sanırsın, yazdıkça geride hiçbir şey kalmaz. Senin yaptıkların yada yapmadıkların tıpkı bir rüya gibi. Hakikatte olan hiçbir şey yok.

Farz et bir film seyrediyorsun. Kendi hayatının filmini. Niye ciddiye alıyorsun ki? Seyret, oyna, eğlen ve geç…^^ Niye gerçek sanıyorsun ki? İçinde ‘’sen’’ olsan da gerçekte hiçbir şey yok. Seni yanıltan da bu zaten; içinde senin olman (kaptırıyorsun kendini). Sen olsan da çık bak, seyret kendini, nasıl da ciddiye alıyorsun ve tutunuyorsun suya yazdığın yazılara, sanki geriye dönüp baktığında bir şey kalacakmış gibi.

Rüyalarımıza sadece bir rüya diyoruz da, rüya dışındaki rüyaya gerçek sanıp yapışıyoruz. Oysaki içi de rüya, dışı da rüya. Hepsi rüya. Yaptığın, yapıyor olduğun, yapmış olduğun hepsi suya yazdığın yazılar. Hepsi su.


Seyir koltuğuna oturtunca kendini, o zaman oynanan rolleri görüyor ve ciddiye almıyorsun. Biliyorsun ki çevirdiğini sandığın film gerçek değil. Sadece BİR film. Çünkü oynanan bütün roller( kurban, fail, kahraman) boş bir perdeye yansıyanlardır. Hepsi senin zihninden yansıyanlardır. Yönetmenim uyanık ol!:)) sadece senin de içinde olduğun bu filmin şahidi ol! Keyifle…^^

Peki gördüğümüz bu rüyaların, faydası yok mu? Ya da

Şahidi olduğumuz bu filmi niye çekiyoruz?

İçine girip çıktığımız bu rüya aleminin maksadı ne?

Nasıl ki bir rüya gördüğümüzde, sabah uyanıp manasını merak ediyorsak, niye gördüm ki bu rüyayı, anlatmak istediği gerçek nedir? diye soruyorsak.

Hepsi sabah olup uyandığımızı sandığımız dış rüya aleminde suya yazdığımız yaşamlara tutunuyor olmamızdan. Oysaki rüya içinde rüya görmeye devam ediyoruz. Peki neden?

Uyanmak için nihai olan gerçekliğe!

Tüm rüyaların manası, oynanan rollerin içeriği, hepsi seni gerçekliğine, şahitliğine, onun da ötesine taşımak için. Seni taşıdılar fakat onlar gerçek değillerdi.

O yüzden de filmini seyret, keyif al, tanığı ol! Ama kendini filmine kaptırma..

Sana verdiği mesaja bak, seni ulaştırdığı nihai gerçeğe bak.

29 Aralık 2018 Cumartesi

Sanat İstikrarı Seviyor: İnsan ne yaşayacaksa, yürekli yaşamalı. Hayat der ...

Sanat İstikrarı Seviyor: İnsan ne yaşayacaksa, yürekli yaşamalı. Hayat der ...: İnsan ne yaşayacaksa, yürekli yaşamalı.  Hayat der ki duruşunu, doğru bildiğine sarıl ısrarla. Çünkü; Sevgisizlik ağır bir yüktür... ...
İnsan ne yaşayacaksa, yürekli yaşamalı. 
Hayat der ki
duruşunu, doğru bildiğine sarıl ısrarla.
Çünkü;
Sevgisizlik ağır bir yüktür...
Sevgiyi hayatımızdan kovduk ''yerine'' parayı, mevkiyi, etiketi, statüyü koyduk.
Etiketlerle, makamlarla, egoyla sağlıklı üretimler oluşturamayız.
''Daha çok para kazanmak için eğitim görüyoruz, para için meslek ediniyoruz, para için çalışıyoruz, para için birbirimizi çiğniyoruz, para için birbirimizi aldatıyoruz, para için savaşıyoruz.''
Parayla gelen gücü, insanları ezmek için kullanıyoruz.
Haklının değil ,güçlünün yanında yer alıyoruz.
Bütün söylemlerimizi, paraya övgüyle taçlandırıyoruz.
Geldiği yeri hazmedememiş insanlara methiyeler diziyoruz
Para, fiziksel, biyolojik ihtiyaçlarımızı karşılamak için aracıyken, yaşamın amacı haline geldi..
“Aslına bakılırsa fena adam değildi;
arkadaş canlısı, iyilikseverdi.
Ne var ki, mevkini hazmetmemiş,
general sandalyesine oturunca
ne oldum deliğine düşmüştü.”
(Bir Delinin Hatıra Defteri, s. 60)

Sevgimiz olmadıktan sonra; daha çok paramız olsa, mevki-makam bizim olsa, daha çok toprağımız, evimiz arabamız, malımız olsa ne olur?
.Yürek işlerinin pazarlık payı olmaz...
Sevgimiz yok hiç bir şeyimiz yok.
Belki de yeniden öğrenmemiz gereken budur...

Olcay KASIMOĞLU
Bir çuval inciri batıranlara manifesto gibi;

John Berger'ın 11 Eylül'den Irak Savaşı'na, Filistin'den Katrina felaketine, Nâzım Hikmet'ten Pasolini'ye birçok siyasal soruna ve sanatçıya ilişkin duygu ve düşüncelerini dile getirdiği yazılarından oluşan bir kitap ''Kıymetini Bil Herşeyin.''
İçtenliğini yansıtan zarif bir sadelikle kaleme aldığı bu yazılarla John Berger bizi dünyaya adil, müşfik, ama en önemlisi gören gözlerle bakmaya davet ediyor.
Okumaktan büyük bir keyif aldım.
''Şafak söküyor
odam
geceden ibaret...''
Sayfa:116' dan kısa bir özet:
''Masumiyetin kısa süreli olması kaçınılmazdır, genede çok şey vaat eder. Masuniyet, sürenin kısalığını, bu sürenin yarattığı tehdide bağlı acıları fesheder.
Dışarıdan bakıldığında arzu küçük bir parantezdir; onu yaşayanlar içinse aşkınlık. Bununla birlikte her iki durum da, öncesinde ve sonrasında,gündelik hayat olağan akışını sürdürür.
Arzu, masuniyet vaadinde bulunur. Oysa, mevcut doğal düzenden masum olmak , gözden yok olmakla birdir. Ve arzu, en esrik anında, tam da bunu teklif eder; Yok olalım...
Med-cezir kabarırken
Herkes kendi hesabındayken
Gölgemin boşluğuna
Taşırım senin taneciklerini
Rüzgar onları alıp götürecek
Silip süpürecek her şeyi
Rüzgar bizi alıp götürecek
Noir Desir
Bir kez paylaşıldıktan ve yaşandıktan sonra artık koruyucu özelliği kalmayan masuniyet asla unutulmaz.; yok oluşlar ise görünen ve aşikar olandan çok daha gerçek ve kesin gelir kişiye.
Ta uzaktan canavar düdü''klerinin sesi geliyor. Korkma, kollarımdayken bir şeycik olmaz sana.''
Berger, kitap boyunca değişik şairlerin birçok şiirini de metinlerinin arasına serpiştiriyor. Şair Gareth Evansın kendisi için yazdığı ve kitabına ismini koyduğu Kıymetini Bil Herşeyin adlı şiirini de kitabının başına ekliyor.
''yolculuğun gül sıcağını saklarken ikindi tuğlası
gül solumak için yeşil bir oda tomurcuklar
rüzgar gibi çiçeğe dururken
yaprakları seyrelen huşlar gümüş rüzgar hikayelerini fısıldarken
telaşla kamyonlarda
çit çalısının yaprakları saklarken
anın kaybettim sandığı ışığı
bileğindeki yuva dönen havada çalıkuşunun göğsü gibi atarken
yerin korosu gözlerini bulurken gökte
ve kalabalık karanlıkta açarken birbirine
kıymetini bil herşeyin
kuşların yazdığı harfler sabahın bir ucundan ötekine
baltanın milyon tane eli, toprağın yumuşak eli
zamanın bir adım önünde
kabilelerin kırık dişleri, uzun yurtları
hem saçılmış bozkıra, hem yan yana
kilin küçük, arta kalmış kulpu, neredeyse hayaleti bir testinin
kendini taşır bize topraktan
uzanan kolların vaadi, hepimizin ortak yolu olan o tek sayfa
haritası bir avucun
tortop olmuş
ama bir meşale gibi elden ele
kıymetini bil herşeyin
bize doğru açtıkları patikaların ve onlara açılmalarımızın
çimenin adaletinin, ki sarayları çökertir ama arayış türkülerini saklar
dalgalara isim koyan teknenin, hayatın kasesinin, günlerle dolup sevdiği şeye dönüşmek için batan
ağacın oldum olası tohum diye bildiği şeye dönüşen belleğin
sözlerin
ekmeğin
kapının ardındaki doğrulara uzanan çocuğun
dünya meclisinde coşkulu hayvanların
yeniden birlikte başlama özleminin
insanların, odadaki insanların, sokaktaki insanların
kıymetini bir herşeyin...''
Berger, şiirde de vurgulandığı gibi bizi; emeğin, sevginin, yaşamın, özgürlüğün, haklının kıymetini bilmeye ve bunun için mücadele etmeye çağırıyor.
Ne olursa olsun;
Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.

27 Aralık 2018 Perşembe

ŞİİRE BAKIŞ AÇIM
Düşle başlayan, sabrın, sırrın imtihanından geçip, küçük duyarlılıkların sırrına erişmeli insan.
 Ancak o zaman yaşam değişir, kımıldar yer değiştirir.
 Taze güne yayılmanın serüveni gibi...
Ve şiir, şiirlerim; toplumu anlama ve algılama çabalarımın yanında, en temel duygumuz olan özgürlük ve özgürleşmeye, öğretilerden arındırılmış sevgilere, erkek egemen toplumun sosyal, psikolojik ve ideolojik bütün dayatmalarına karşı bir sesin yükselişidir aynı zamanda...
Seviyorum, şiirle yaşama uzanan yolculuklarımı, derinliklerimi ve küçük insan koylarını..
Duyguma ve düşüncelerime serpiştirilen her güzellik adına teşekkür ediyorum...
Ve şiir; kendime, yaşama karşı duyduğum en büyük sorumluluklardan biridir.
Tek bir mısra yazmak için bile;
insanları, hayvanları tanımak, doğanın sesini kalbimizde duymak ve sabahları çiçeklerin açılırken “nasıl titrediğini '' yüreğimizde hissetmemiz gerekir.
Çünkü şiir, insanı kendisinin dışına çıkartır ve yine kendisine yolculuk başlatır.
Bilinmez diyarları, gelecek kavuşmaları,beklenilmeyen rastlamaları, çocukluk günlerinin iç çağlayanlarını, geçen sessiz günleri, denizin kendisini ve yıldızlarla uçuşan yolculuk gecelerini yeniden yaşamak, yeniden dillendirmek gerekir derken;
şiirin içsel yolculuklarıdır bizi yeniden yeniden doğuran
Yeni gün doğumlarına şahitlik etmek, sevgiyi bütün derilerinden soyunmuş olarak yaşamak; bunun yanında ölüme şahitlik etmek ve gidenin yüreğimizde bıraktığı acıya, yoksunluğa yeniden biçim vermek ve hayatın eksikliklerini, aldıklarını ŞİİRLE tümlemeye çalışmak gerekir.Ve en önemlisi: ortak bir duyarlılık, vicdan oluşturmak, olayları ve olguları güzel ve farklı bir dil kullanarak gündeme getirmek, toplumun sözcüsü olmak gibi işlevleri de vardır şiirin.                                                                             
Bütün bunların, sabırla, bilinçle süzülüp; mısralardan ahenkle bize akması için, yaşamı şiirle taçlandırmamız gerekir.
Şiir sadece kendimiz için değildir ''bilgidir'' bizden sonra gelecek kuşaklara rehberdir aynı zamanda.
 Topluma kazandırılmak istenen değerlerin sözcülüğünü yaparken; değişen, gelişen dünyayı anlamaya ve tanıtmaya çalışmak,demokrasi ve özgürlük kavramlarının kalıcı olmasında önemli pay sahibi olmuştur şiir...
Bunun içinde;
Düşünceyi ve eylemi uzlaştırmak için, bireysel ve toplumsal yaşamı uyumlaştırmak için, bencilliğe karşı cömertliği anlamak ve yaşamak için, ayrımların karşısına bütünleşme fikrini koyarak; hoşgörü, sevgi, anlayış, saygı gibi değerleri anlamak ve yaşamak için şiire ve sanatın bütün dallarına ihtiyacımız var. Yaşamın bilinçli bir kaşifi olabilmek için, daha iyi bir dünya ve iyi bir yaşam için; insan olduğunun farkına varan, maddi ve manevi faaliyeti sırasında hem kendi hem de toplum hayatının şartlarını oluşturan motivasyon ve eğilimlerini iç çatışmaları azaltacak şekilde örgütleyip kaynaştıran;  diğer kişilik ve karakterlere karşı uyumlu davranış sergileyen, başkalarını türlü açılardan ve değişik yöntemlerle değerlendirebilen kişilikli insanlara  ihtiyacımız var...
Yaşam bir avuç, zaman mutlak.
“Sana İnanmıyorum Ama Yerçekimi var'' 2018 Yapımı
Yılın en çok konuşulan filmlerinden Sana İnanmıyorum Ama Yerçekimi Var, 37. İstanbul Film Festivali’nde aldığı “En İyi Kısa Film” ödülü başta olmak üzere yıl içinde birçok ödül kazandı. Ses kullanımı, atmosfer yaratımı ve konusu ile oldukça sarsıcı bir kısa film olduğunu söyleyebilirim.
Filmin gidenlerden çok kalanlarla ilgili olduğu kanısındayım.İntihar bireysel bir eylem midir, yoksa toplumsal bir dayatma mı? Özellikle filmde bahsi geçen yazarlardan Camus’nün rastlantısal bir seçim olmadığı kanısındayım. Aklıma intihar, varoluş, hayatın anlamı, özgür irade, absürt gibi kavramlar geliyor. İntihar bir başkaldırı mı, yoksa yenilgi mi?
27 yaş olayının üzerinde bu kadar durulmasının sebebi sanırım konunun bilinmezliği ve magazinsel anlamda ilgi çekiciliği. Bir ilahlaşma durumu da gerçekleşiyor tabii. Öncellikle giden karakterin adını kimse bilmiyor ve emin değil, ama herkesin net yargıları var. Burada aklımıza Freud’un tekinsiz (unheimlich) kavramı geliyor. Bu karakter komşuları tarafından tanınıyor, ama bir yandan da adı dahi bilinmiyor. Kalanların gözündeki gibi mi hatırlanacak giden karakter?
Apartman sakinlerinin gözünden bakarsak bizim için tam bir muamma var ortada. Kulaktan dolma bilgiler, varsayımlar… Onlar için geriye pek bir şey kalmayacak gibi, yeni gün, aynı gün, devam edecek her şey.
Peki, geride kalanlara bakalım. Filmin ismiyle beraber düşününce adeta dünyaya bir serzeniş mevcut. Filmde asansör tamir edilmediği takdirde birinin düşeceğine dair bir çekince dile geliyor. Oysa biri zaten düşmüş, ama geride kalanlar için bu basit bir problem gibi görülüyor. Geride kalanlar için birinin gitmesi asansörün bozulmasından farksız mı, yoksa duyarsızlığı mı tercih ediyorlar?
Bilinçli bir şekilde duyarsızlığı tercih etmiyorlar, yadırganmayan, şuursuzca yerleşmiş bir davranış hâli var. Asansör arızası, olayın unutulması için yeterli bir yeni konu. İhtimalinden korktukları şeyin daha fecisi başlarına gelmiş, ama iki dakika sonra bunu unutacaklar.
Apartman sakinleri, toplumun bir çeşit tezahürü gibi seçilmiş. Sartre Sartre’ı Anlatıyor kitabında geçen “Gerçek bir toplumsal uzlaşmanın yerleşebilmesi için, bir insanın komşusu için tümüyle varolması, onun da o insan için aynı şekilde varolması gerekiyor,” ibaresinin filmle doğrudan ilgili olduğu kanısındayım. Giden, kalanların hayatında gerçekten var oldu mu?
Apartman sakinleri, 2010’lar Türkiye’siyle ilgili bazı düşüncelerimi ifade ediyor elbette. Komşuluk ve birlikte yaşama kültürü, bu düşünceleri ifade edebilmek için elverişli araçlardı.
Giden, kalanların hayatında gerçekten var oldu, ama onlar böyle değilmiş gibi davranmaya çalışıyor, ya da gerçekten unutuyor, yok sayıyorlar. Film biraz da bu toplumsal şuursuzlukla ilgili.
Bu normalleştirme, yok sayma, unutma eylemlerinin fena hâlde benimsendiği görüşündeyim. Sanırım devamlı travmatik olayların gerçekleştiği bir ülkede yaşamak, toplum için en acı vakanın bile sıradanlaşmasını sağladı. Yadırgamadan serinkanlı bir şekilde günlük hayatı sürdürür hâle geldik.
Filmin sonundaki sahnede kalanlar, ortak bir ritim ve nihai bir uzlaşıya varıyor. Sürprizi bozmak istemem, adeta postmodern bir cenaze töreni olduğunu söylemekle yetineyim. Siz o apartmanda yaşasaydınız nasıl bir tutum takınırdınız? Hayat devam ediyor der miydiniz, son sofrada yer alır mıydınız? Bir de neden “Toccata and Fugue in D minor” çalıyor?Film oldukça tekinsiz bir yerde bitiyor. Mezarlıkta görseydik ne derdi apartman sakinleri?Tekinsizlik hissi bırakmasına sevindim. Cenaze töreninde “iyi bilirdik” derlerdi, arabayla eve dönerken filmdekine benzer şeyler konuşulurdu.
Geride kalanlara dönmek gerekirse, filmde çoğunluğun “başı eğik”. Bunun sebebi nedir?
Ben bu soruyu yanıtlamamayı tercih ediyorum. Filmde diğer birçok şey için olduğu gibi, burada da seyirciye bırakılmış bir alan var. Bütün çizgilerin kalın ve net çekildiği filmler yerine, düşünmeye, yorumlamaya, farklı görüşlere imkân tanıyan filmleri yeğliyorum. Genel olarak sinemaya, daha doğrusu sanata bakış açım da bu yönde. Dolayısıyla yönetmen olarak bu film benim için bitti, seyirci için başladı ve umarım izledikten sonra da devam edecek.
Filmden çıkınca ilk hissettiğim baskın duygular mahcubiyet ve özür oldu. Filmde anlatılanlar ışığında hiç tanımadığımız birini dinliyoruz, esasında onu hiç görmüyoruz, bize anlatılıyor. Ona yakın birinin tanıklığı yok. Filmi bu açıdan değerli görüyorum, son yıllarda estetize ve romantize edilen yalnız olma hâli de eleştiriliyor. Bu karakter yalnızdı diye tahmin ediyorum, çünkü masada onu tanıyan biri yok. Gerçekten yalnızlıktan dolayı bu karara varmış olabilir mi?

''Acısını hissetmediğimiz yaraları iyileştiremeyiz.''

Giden, kalanların hayatında gerçekten var oldu mu?..
Olmaması mümkün mü?..
Birinin acı çekmesi hep sorgulandı ve sorgulanacak.
Gidenler içinde ..kalanlar içinde :ACI:. hep var olacak.
Okuduğumuz bir şey , izlediğimiz bir film, dinlediğimiz bir müzik ..Hep ötekinin konuşması..izlediği film dinlediği müzik ..benim izlediğim ..dinlediğim ötekinin konuşmasını şekillendirmiyor mu?

''Acı veren şey sevilen kişiyi yitirmek değil, onu geri dönüşü olmaksızın kaybettiğinizi bildiğimiz halde her zamankinden çok daha fazla sevmektir''..diye yazmış bir acı bilirkişisi.
Hepimizin duyduğu acı korkularımızın uzantısı değil mi?...


"Zaman tüm yaraları iyileştirir, buda geçer. Bu da unutulur gider," demek kolaydır; tabii işin içinde siz değilseniz. Ama söz konusu durumu yaşayan sizseniz zaman geçmek bilmez, insanlar hiçbir şeyi unutmaz ve asla değişmeyen bir şeyin tam ortasında kalakalırsınız." der John Steinbeck

Bugün eksik olan ne? Bu topraklarda aşk ve mutluluk kutsanmaz, ayrılık ve acı kutsanmıştır. Birlikteliklerdeki tutku kutsanmaz da, ayrılıktaki tutku kutsanır hep. Yaralarıyla mutlu olmaya daha yatkın bir kültüre aitiz biz.
Öyle kadınlar ve erkekler tanıyorum, risk almıyorlar. Aşk emniyetli bir şey değildir. Emniyetli olan sevgidir. Aşk ehlileşmez, sakinleşemez. Öyle olursa akraba olursunuz.


Nietzsche kayıpların ve acının  insana kattığı iyiliği anlatıyor.

" Bazen bir şey olur ve hayatını ortadan ikiye böler. Öncesi ve sonrası vardır. Ama doğru kullanırsan, o kötü olayı doğru kullanırsan seni daha iyi yapar. Daha güçlü. Çoğu kişide olmayan bir şey verir sana. Ne kadar kötü de olsa, ne kadar yanlış da olsa bu yara seni daha iyi biri yapabilir. Acı böyledir işte. Sana içinde ne olduğunu gösterir." diyor.

True Detective ise daha farklı bir bakış açısıyla gelir. 


"Aşmam gereken basamaklar vardı benim, geçmeliydim hepsinden öteye. Oysa onlar benim üstlerinde dinlenmek istediğimi sandılar."
Aradan çok zaman geçer bazen. Bir kaç mevsim, bir kaç insan, bir kaç anı, bir kaç acı.. Her şey biter, hesaplar ödenir, defter kapanır. Sonra olmadık bir zamanda, olmadık bir yerde  bir karşılaşma olur. Sonra… Sonra bir şey olmaz, olmasın da zaten. Sonra sadece gülümser insan. Acı acı derler ya, öyle… Öyle işte. Zaten bu değil mi yaşamak denen karın ağrısının özeti...

İşte yine baş başayız içimin acısı, yine biz bizeyiz ver elini.
Sus ve ne olur incitme beni...
söyle şimdi
hangi mevsimin iklimiydi gözlerinde
hangi karlı dağlara yürüdü karanlık
oysa ben bir avuç bulut saklıyorum sana
mavisinde turna sesiyle...
yediveren bir gül gibi doğdun ya içime
bir yel esse selamın var sanırım
kaç kula nasip olur böyle sevda söyle
beni benle ötelere götüren sen
gelmişsin gelmemişsin beklendiğin yere
umurumda mı sanırsın...
Olcay Kasımoğlu

Yüreğimde Sakladığım Son Sözüm

Annesi temmuz ayı yağmurlu bir yaz akşamın da doğduğunu söyler.

Kendini anlatırken; yaşamın zor koşulların da düşlerin gücünü keşif etti. Kalabalık bir aile içinde geçen çocukluk yılların da düş kurmayı öğrendi.
Gençliğinde düşlerinin peşine düştü çoğu zaman zorluklar bedenini istila etse de hiç vazgeçmedi.
Zaman oldu, oda yalancı baharlara aldandı.
Esrik bir ruhla sevimli aptal aşıklar gibi dolaştığı yerler de kendini buldu.
En çokta insanların sızlayan yerinden sevmeye çaba gösterdi. Nedendir bilinmez hep acı çekenlerin yanında kendini buldu.
Ne zaman kendine dönse, muhakkak bir çıkmaz yol çıkar ve dolanır, dolanır sonra kendine çıkardı. Kendine çıkan yollar da hep mücadele ve Sabir vardı. Sanki hayat kendi rönesansını ona hep mücadele den yana çizmişti.
Fikir bahçesinin kendine açtığı zamanı hatırlamıyordu, kendini bildi bileli fikir bahçesine yolunu çizmişti.
Edebiyatın kapılarına adım attığından beri de; şiirin ve yazı yazmanın gönül sırdaşlığını keşif etmişti, biliyordu söz derinler de ve en çok yaralar da bu derinler de köze dönerdi.
Artık yazının ve şiirin yolcusuydu.
Aşka, insana,doğaya ve kendine duran...
Artık baktığı her şeyin iç yüzünü görmeye başlamıştı. Kelimelerin içlerine sakladığı arka odalar da dolaşmayı öğrendi.
Bir gülümsemenin, tatlı bir sözün en katı kalplerde ki değişimini gördü.
Nice insan yüreğinin, hiç öpülmemiş, sevilmemiş olduğuna şahit oldu. Mesleği gereği çok insan tanıdı ve hayatlarının görünmeyen taraflarına şahit oldu. Dünyaya gelen bir çok çocuğun ilk nefeslerini içine çekti.
İnsan hakları bildirgesi”ni okudu,Kuranı-kerimin mealini, Tevrat , İncil, Zebur, siyası, toplumsal içerikli bir çok kitap okudu. Kitapların insanı nasıl silkelediğini,yeni bakış açıları kazandırdığını ve kendiyle yüzleştirdiğini gördü, okumanın gücüne inandı.
En çokta şiirle geçirdiği saatler kısa, şiirden uzak geçirdiği dakikalar uzun geldi.
Yazarken içinde ki duyguları telden,süzgeçten geçirdi. En na-mahrem duygularını sınava çekti.
Hayatın da yaşadığı hiç bir şeyden pişmanlık duymamayı öğrendi. Yanlış seçim ve sonuçlarını yaşamak akabin de yaşadığın üzerin den tecrübe ve deneyimin olmazsa olmazlarını öğrendi.Ve geçmişini bir “öğretmen” olarak kabul etti.
Henüz cevaplayamadığı bir çok soru olsa da yaşamın aydınlığın da insanlara durmayı seviyor. Yaşamın çok özel bir hediye olduğuna, yaşanması gerektiğine, yaşı kaça vurursa vursun yüreğinde ki çocukla inanıyor. Çocukluğunda ki yaylaların serin esen rüzgarlarını,ilkbahar da açan kardelenleri ve yere uzanıp gecenin karanlığın da kendine seçtiği yıldızın yüreğine göz kırpan dostluğunu özlüyor.
Şimdiler de en büyük hayalı; Savaşsız bir dünya ve açlıktan ölmeyen çocuklar ve şiddetin olmadığı mutlu yuvalar, insan olmanın erdemine yakışır bir dünya düzeni.
İlerde sallanan bir koltukta, denizin karşısında dalıp gideceği günler.!..
Sevimsiz duyguları dar ağacına asacağını ve bu yaşamdan çıkaracağını söylüyor.
Yaşamda ki yükü ağır; içine süzüldüğü dünyanın eşit olmayan dengelerine ve doğuştan verilen hakların sadece fikirden yoksun,paradan zengin insanların elinde olmasına çok kızıyor. Yaşam hakkının ,haktan anlamayan cahillerin elinde olmasına kızıyor. Hakkaniyetin derin sulardan sudan sebeplerle çıkartılmasının öfkesini taşıyor, bir de adam olmayanların adammış gibi libaslara sarılmasına kızıyor.
Her şeye rağmen dilinden türküler düşmüyor.
Her şeye rağmen dilinden türküler düşmüyor.
Her şeye rağmen dilinden türküler düşmüyor.Her gece kirpiklerine düşen yıldızlarla göz kırpıyor. Hiç öpülmemiş,sevilmemiş yüreklere dokunuyor. En çokta insanların acıyan yerlerine dokunuyor. Hep acı çekenlerin yanında kendini buluyor.
Hala içinde ki masum çocuk gözleriyle yıldızlara göz kırpıyor. İçinde kimselerin bilmediği bir lisanı var. Bütün güzel şeyleri içinde ki sesle dinliyor.Hala vaktinden önce açıyor yapraklarını...Ne olursa olsun 'Hala bir yani umudu yeşil,bir yanı mavi'Yaşamın çok özel bir hediye olduğuna inanıyor.İşte bu nedenle olsa gerek; aç gözlülükten uzak, esir olmadım kimseye. Hiç kimse h tutsak edemedi beni kul kapısına.
Olur da bir gün merdivensiz kuyulara düşersem, içimdeki;görmek isteyenlerin gördüğü, satılık olmayan, değer biçilemeyen, elden ele geçmeyen, takası yapılmayan, içinde güzel şiirler okunabilen, en güzel ve en zor olanını "YAŞAMAK" sanatına dönüştüren yüreğimi çıkarın gün ışığına yeter...

23.08.2012/ İstanbul/ ''Yüreğimde Sakladığım Son Sözüm''

Olcay Kasımoğlu
HEPİMİZİN GÖNÜL VADİLERİ VAR
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, ırkçı,faşizan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
Yaşamın köhne alışkanlıklarına bağımlı olmak, sınırlara ve öğretilere boyun eğmek doğaya aykırıdır.
Dünyayı özgürleştirmek, hırstan, nefretten, kibirden, hoşgörüsüzlükten kendimizi arındırmak için, sağduyulu bir dünya için çalışalım.
Unutmayalım ”yalnızca dünyayı aşmış olanlar” iyi bir dünya yaratabilirler.
İyi bir dünya ”mutlu ve dingin insanlarla” süreklilik arz eder.
Ne yaptığını bilmeyen, karasız insandan daha korkağı yoktur.
Oysa bütünlüğün içsel boyutların da kendini aşmış insanlar akılla birlikte kavrayışın önemini bilir, bananecilik ile korkaklık arasında gidip gelmezler, çare arayışına girerler.
Özgürlüğün gerçek mutluluk, cesaretinde insanca yaşamak için elzem olduğunu bilirler...

dursak sevda ışığına
içimizde ki köhne karanlıklar
çıksa ışıklar diyarına...
 karışsa sesimiz mutluluk çığlıklarına
yağsa yağmurlar
arınsak
gök kuşağının
yedi renginde buluşsak
sen tomurcuk 
sen damla sen yaprak
sen sevgi nehirlerinin aktığı büyük deniz olsan
toplar özümü sererim aşkı yüreğine....
Hepimizin gönül vadileri var; o vadiler aşk, marifet, gönül tokluğu, farkındalık ve kötüye meyillenmemektir ve her kalbe bir gönül gözü gereklidir...
Yürekte yıllanmış kederler, boğaz da düğümlenmiş, kelimelere dökülmeyen ve gözümüzdeki nem, yanağımıza süzülen iki damla gözyaşı, hayatın tüm duygularını kendin de toplayan abu-hayat pınarımız, yüreğimizi temize çeker...

İnsan ancak doğru anlayışla özü kavrayabilir⚘

Hayat, sabahına pişmanlıklarla uyanmak için çok kisa
Ya duvarlarını indir
Ya vazgeçmeyi öğren
Ya da sevmeyi...
Paulo Coelho' bu konuda hissettiklerini çok güzel ifade etmiş.
"Bazı şeylerin gitmesine izin vermek işte bu nedenle önemlidir: Onları serbest bırakmak. Gevşek olanı kesmek. İnsanların hiç kimsenin işaretli kağıtlarla oynamadığını anlaması gerekiyor; bazen kazanırız ve bazen de kaybederiz. Hiçbir şeyi geri almayı bekleme, yaptıkların için takdir edilmeyi bekleme, ne kadar zeki olduğunun keşfedilmesini bekleme ya da aşkının anlaşılmasını. Daireyi tamamla. Gururlu, yetersiz ya da kibirli olduğun için değil, sadece artık, onun senin yaşamında yeri olmadığı için. Kapıyı kapat, plağı değiştir, evi temizle, tozdan kurtul. Geçmişte olduğun kişi olmayı bırak ve şu anda kimsen o ol. "
İnsanız, her zaman çiçek açacağız diye bir koşul yok, dört mevsim yeşil kalamaz hiç kimse. ama zamanından önce solmaya yüz tuttuysan belki de toprağını değiştirme zamanı gelmiştir.
İnsanlar hissettiklerini muhakkak söyleyebilmeli
Gerçekte nasıl hissettiklerini
Değil mi ki;
Bu şarkılar, bu filmler bize yalan söyledikleri için suçlular.
Tüm kalp kırıklıkları ve her şey için.
Yaşamımızda her neyi deneyimliyorsak, onun ötesine geçmek ve yeni bir kapı açmak üzere deneyimlediğimizi bilip, bunu hatırlayalım.
Zaten bu değil mi yaşamak denen karın ağrısının özeti.
Sana içinde ne olduğunu gösterir.
"Ne istediğini bilmezsen istemediğin bir sürü şeyin olur" diyor Pessoa.
Neyi, kimi aradığını bilmeyen bir sürü insanın, lüzumsuz kalabalıklara, hayal kırıklıklarına, mahkum oluşu, bundan değil mi?
'Kendimize kim olduğumuzu hatırlatmak için hepimizin aynalara ihtiyacı var.”

Yaşadığımız evrende, insan davranışları ve sözleri o kadar özden yoksun olamaya başladı ki, ortak değerleri bir arada tutmaya yetmiyor.
Sanatın bütün dallarıyla yaşama sarılmalıyız, kıymetini bilmeliyiz. Ayaklarımızın altından her geçen gün kayıyor bizi bir arada tutan ortak yaşam alanlarımız.
Değil mi ki;
Sanat eseri, söz cambazlığına gerek duymadan, ustalığını işlevi için göstermeli.
Yaşama sevinci ve direnç vermeli ya da umudumuzu tazelemeli....
İnsan derinliğine hissetmediği hiç bir şeyi samimiyetle ifade edemez diye düşünenlerdenim. .
Her daim gerçek sanatın bildiği bir tek yol var, tüm insanlarla kucaklaşmayı denemek ve istemek...
Ve Her şeyin bu kadar iç içe geçtiği, doğrunun yalan karşısında kendini müdafaa etmek zorunda kaldığı, insanların el etek öperek, varlık nedenlerini unutarak, başkalarının gözünde değerli olma sığlığında boğulurlarken karşı duruş geliştirerek yazmak, insan doğasına paralel bir eylemdir.
Her ne kadar insan, evrenin yaratıcısı olmasa da, kurmaca dünyanın yaratıcısı olarak son derece içgüdüsel bir duyguyu beslemektedir.
Yazmak da bir anlamda yaratmak ve manevi bir eylemdir.
Bu eyleme katkı sunmak ne hoş...
Ve her insan,
Her insan için...
Yüreğimiz, bilincimiz var oldukça bitmez bazı şeyler
Umut hep taze
Umut huzur ve yosun kokusu
Umut dolu bir esintiyle savrulmak ne hoş...
                                                                                 Hayatın kalbi bir ritmdir o ritm herkes de var. Önemli olan o ritme yön verebilmek ve içimizde ki çocuğu kaybetmemek.
Yaşamak aşkına, insan aşkına , kilometrelerce bir yolculuk bile, tek bir adımla başlarken, yaşamak bu kadar güzelken ve saniyelere bağlıyken;
Neyin telaşındayız, neyin kavgasındayız?
Velhasıl ‘insanlıkta ve yalınlıkta’ başlı başına bir sanattır yaşamak...
Olcay Kasımoğlu