Translate

27 Aralık 2018 Perşembe

“Sana İnanmıyorum Ama Yerçekimi var'' 2018 Yapımı
Yılın en çok konuşulan filmlerinden Sana İnanmıyorum Ama Yerçekimi Var, 37. İstanbul Film Festivali’nde aldığı “En İyi Kısa Film” ödülü başta olmak üzere yıl içinde birçok ödül kazandı. Ses kullanımı, atmosfer yaratımı ve konusu ile oldukça sarsıcı bir kısa film olduğunu söyleyebilirim.
Filmin gidenlerden çok kalanlarla ilgili olduğu kanısındayım.İntihar bireysel bir eylem midir, yoksa toplumsal bir dayatma mı? Özellikle filmde bahsi geçen yazarlardan Camus’nün rastlantısal bir seçim olmadığı kanısındayım. Aklıma intihar, varoluş, hayatın anlamı, özgür irade, absürt gibi kavramlar geliyor. İntihar bir başkaldırı mı, yoksa yenilgi mi?
27 yaş olayının üzerinde bu kadar durulmasının sebebi sanırım konunun bilinmezliği ve magazinsel anlamda ilgi çekiciliği. Bir ilahlaşma durumu da gerçekleşiyor tabii. Öncellikle giden karakterin adını kimse bilmiyor ve emin değil, ama herkesin net yargıları var. Burada aklımıza Freud’un tekinsiz (unheimlich) kavramı geliyor. Bu karakter komşuları tarafından tanınıyor, ama bir yandan da adı dahi bilinmiyor. Kalanların gözündeki gibi mi hatırlanacak giden karakter?
Apartman sakinlerinin gözünden bakarsak bizim için tam bir muamma var ortada. Kulaktan dolma bilgiler, varsayımlar… Onlar için geriye pek bir şey kalmayacak gibi, yeni gün, aynı gün, devam edecek her şey.
Peki, geride kalanlara bakalım. Filmin ismiyle beraber düşününce adeta dünyaya bir serzeniş mevcut. Filmde asansör tamir edilmediği takdirde birinin düşeceğine dair bir çekince dile geliyor. Oysa biri zaten düşmüş, ama geride kalanlar için bu basit bir problem gibi görülüyor. Geride kalanlar için birinin gitmesi asansörün bozulmasından farksız mı, yoksa duyarsızlığı mı tercih ediyorlar?
Bilinçli bir şekilde duyarsızlığı tercih etmiyorlar, yadırganmayan, şuursuzca yerleşmiş bir davranış hâli var. Asansör arızası, olayın unutulması için yeterli bir yeni konu. İhtimalinden korktukları şeyin daha fecisi başlarına gelmiş, ama iki dakika sonra bunu unutacaklar.
Apartman sakinleri, toplumun bir çeşit tezahürü gibi seçilmiş. Sartre Sartre’ı Anlatıyor kitabında geçen “Gerçek bir toplumsal uzlaşmanın yerleşebilmesi için, bir insanın komşusu için tümüyle varolması, onun da o insan için aynı şekilde varolması gerekiyor,” ibaresinin filmle doğrudan ilgili olduğu kanısındayım. Giden, kalanların hayatında gerçekten var oldu mu?
Apartman sakinleri, 2010’lar Türkiye’siyle ilgili bazı düşüncelerimi ifade ediyor elbette. Komşuluk ve birlikte yaşama kültürü, bu düşünceleri ifade edebilmek için elverişli araçlardı.
Giden, kalanların hayatında gerçekten var oldu, ama onlar böyle değilmiş gibi davranmaya çalışıyor, ya da gerçekten unutuyor, yok sayıyorlar. Film biraz da bu toplumsal şuursuzlukla ilgili.
Bu normalleştirme, yok sayma, unutma eylemlerinin fena hâlde benimsendiği görüşündeyim. Sanırım devamlı travmatik olayların gerçekleştiği bir ülkede yaşamak, toplum için en acı vakanın bile sıradanlaşmasını sağladı. Yadırgamadan serinkanlı bir şekilde günlük hayatı sürdürür hâle geldik.
Filmin sonundaki sahnede kalanlar, ortak bir ritim ve nihai bir uzlaşıya varıyor. Sürprizi bozmak istemem, adeta postmodern bir cenaze töreni olduğunu söylemekle yetineyim. Siz o apartmanda yaşasaydınız nasıl bir tutum takınırdınız? Hayat devam ediyor der miydiniz, son sofrada yer alır mıydınız? Bir de neden “Toccata and Fugue in D minor” çalıyor?Film oldukça tekinsiz bir yerde bitiyor. Mezarlıkta görseydik ne derdi apartman sakinleri?Tekinsizlik hissi bırakmasına sevindim. Cenaze töreninde “iyi bilirdik” derlerdi, arabayla eve dönerken filmdekine benzer şeyler konuşulurdu.
Geride kalanlara dönmek gerekirse, filmde çoğunluğun “başı eğik”. Bunun sebebi nedir?
Ben bu soruyu yanıtlamamayı tercih ediyorum. Filmde diğer birçok şey için olduğu gibi, burada da seyirciye bırakılmış bir alan var. Bütün çizgilerin kalın ve net çekildiği filmler yerine, düşünmeye, yorumlamaya, farklı görüşlere imkân tanıyan filmleri yeğliyorum. Genel olarak sinemaya, daha doğrusu sanata bakış açım da bu yönde. Dolayısıyla yönetmen olarak bu film benim için bitti, seyirci için başladı ve umarım izledikten sonra da devam edecek.
Filmden çıkınca ilk hissettiğim baskın duygular mahcubiyet ve özür oldu. Filmde anlatılanlar ışığında hiç tanımadığımız birini dinliyoruz, esasında onu hiç görmüyoruz, bize anlatılıyor. Ona yakın birinin tanıklığı yok. Filmi bu açıdan değerli görüyorum, son yıllarda estetize ve romantize edilen yalnız olma hâli de eleştiriliyor. Bu karakter yalnızdı diye tahmin ediyorum, çünkü masada onu tanıyan biri yok. Gerçekten yalnızlıktan dolayı bu karara varmış olabilir mi?

Hiç yorum yok: