Translate

28 Kasım 2018 Çarşamba

ARINDIRMAK KENDİMİZİ

Kaç yanım yaralı
Kaç yanım dilsiz bilemem
Düşüncelerim kendi sürgünlüğünde ürkek
İçimde sıvışık bir yürek çarpıntısı
Kor mu yuttuğum bir yudum su mu
Yoksa bıçak mı saplanan kalbime
İçimde yırtılmış titrek bir ruh
Korunaksız kabuğu incecik bir ten
Küllenip sönüyor sessiz çığlıklarla
Güneşten kopma barışçıl bir umutla
Bölüşerek suskunluğu kızıl erguvanlarla
Tutunuyorum yaşamın eteklerine

İnsanı ve yaşamı anlamlı kılmak önce kendimizi arındırmakla başlar
İnsan doğduğu yeri seçme hakkına sahip değil, kaldı ki dünyaya gelirken ne cinsiyetini ne adını ne dilini, nede dinini seçme hakkına sahip değil.
Yaşamla birlikte her şey kendine bir yol bulurken, insan öğretileri çoğu zaman düşüncenin önüne bir ağ örer. Kimi kendide bulamadığını ulaşılmaz ilan eder yada tam tersi sahip olduğu şeyler üzerinden mutlak hakimiyet ilan eder.
Dünyanın uydusu ve efendisi gibi davranır, her şey ötekidir ve yaşam hakkı onun belirlediği sınırlar ve çerçeve içerisindedir.
Hal böyleyken unutulur başka yerler, diyarlar, nefesler.
Oysa; hepimiz hem öğretmen, hem de öğrenci değil miyiz bu hayatta !
Bazen başkalarının hatalarından, bazen de deneyimlerinden çok değerli hediyeler bulabiliriz. O diğer denilenler, bizim kendimizi tanıma ve gelişme yolumuzda önemli birer yol gösterici olabilir.
Evren bize diğer insanlar vasıtasıyla ayna tutuyor. Eğer bu sürece farkındalıkla katılırsak, gerek kendimize gerek evrene önemli bir katkı sağlayabiliriz.
Yaşadığımız süreç içinde dünya üstünde anlamlı bir değişiklik yapmak istiyorsak, ışığımızın herkes tarafından görülebilmesi için, etrafımıza ördüğümüz o kocaman duvarları yıkalım. Tüm kalbimizle yaşamı olumlamayı öğrenirsek, başkalarının buna sabırsızlıkla cevap verdiğini deneyimleyeceğiz.
Yaşamın ”en olumlu ve doğal amacı” kaynaktan almayı ve yaşamın süreçlerine neşeyle katılarak kaynağa vermeyi öğrenmektir.
Buda başka yaşamları anlamamıza, ön yargıları törpülememize, sağlıksız öğretilere karşı duruş ve tavır almamıza yardım eder. Daha sevgi dolu, anlayışlı, ne istediğini bilen hoşgörülü bireyler yetişir.
Sevgi ve anlayış dolu yüreklerin, her yere yansıdığı bir dünya, kime huzur vermez ki !

artık kimseler yüreğinden ağlamıyor göze
sevginin bakışları mıhlandı çorak yüreklere
yalnızlık giyindi üşüten hoyrat rüzgarları
gülüşler gamzesiz
can bitkin
yürek tutsak
dil umutsuz
ısıtmıyor içimizi
köreldik yüreğimizin sesine
oyuncular arsız
seyirci umarsız
sevincin çığlıkları kısık
kuşatıldı içtenliğin kaleleri
artık buyur etmiyor evren sinesine
şefkat uyuşuk
kindarlık sinsi ateş
sanat
bilim
soysuzun tezgahında tutsak
gülüşlerin içine puştluk düşmüş
pervasızlar hakka zalim
bekleyiş çaresiz
o yanardağ misali yürekler ürkek
suskunluk kanıksanmış
cehalet azgın
kalabalıklar içinde sevdalar dalsız
uykular düşsüz kara kuru
sabahları solgun
akşamı yılgın yorgun
hain bir çağdır yaşadığımız
umutsuzum demeye dilim varmıyor
can lime lime dökülüyor
döküldükçe içimdeki ses bağırıyor
ne olursa olsun
yine umut
yine sevgi

Adalet herkes içindir.

"okuyanlar, okuduklarını bize söyleyenler
kitap sayfalarını haşur huşur çevirenler
kırmızı ve siyah mürekkebin ve resimlerin sırrını çözenler
işte onlardır bize önderlik eden
rehberlik eden, yol gösterenler"
Devlet, vatandaşına; yasaların yürürlüğü ve koruyuculuğu hakkında olsun, çıkan kanun,yasa ve tüzükler hakkında olsun, vatandaşını basın yoluyla bilgilendirmek zorundadır.
Bunun içinde; düşünce ve ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, halkın haber alma hakkını, bilgi edinme hakkını, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünü, sendikal hak ve özgürlüklerini güvence altına alarak vatandaşına, sorma ve sorgulama hakkını verir.
Ahmet Selçuk İlhan, şiirinde soruyor, yok mu koşulsuz bir yürek ?
''Yorgun çürümüş yalanlardan
Suya yazılmış yazılardan
Üzerindeki yıllanmış tozlardan
Ve gündelik yaz- bozlardan
Üç günlük aşklar
Keyifli mekanlar
Yemek tarifleri
Gece kulüpleri
Ziyafetler
Kıyafetler
Rezaletler
Ve en acısı
Faili meçhul cinayetler
Katil kim
Suçlu kim
Günahkar kim
Yok mu bu izi sürecek bir yürek''
Demokrasi ile yönetilen ülkeler vatandaşına bu sosyal adalet anlayışını sunar.
Haber alma ve yorumlama hakkına saygı duyar bu bilinçle hareket eder...
Olcay Kasımoğlu
Şiir benim yerim yurdum


Aşk, bende ki dizeler de revan olmasın derken;
Çoğu zaman, gözlerimde ki şiirin ışığı kalbime sığmıyor. 
Bazen kalbimin içinde yaşıyorum ''eskimeyen'' hep yeni kalan duyguların sağanağında kendimi temize çekiyorum.
Şiirin; yağmuruna, güneşine ve acılarına sığınmak ne güzel şey.
Alıp beni düş bahçelerine götürüyor...yürüyorum; yalın ayak, toprakla öpüşüyor ayaklarım, ruhum dinginleşiyor, arınıyorum dünyanın bütün kirlerinden. İçime yaşam sevinci doluyor...
Düşüm den daha büyük dünya bahçeleri yok, hepsi vehmim de güzel.
Bakmayın kalemin yarenliğinde su gibi akan, çoğu zaman aşkı sulayan dizelerime.
Herkes gibi benimde acılarım oldu ve hayatı yudumlayan sevinçlerim, vefasız dostlarla yürüdüğüm yolların ayrılması kadar o yollarda bana ahde vefayı yudum yudum içtiren dostlarım...
Şiirin içinde ki yolculuklarımda kimi zaman yüklenip bulutu yağdım toprağa, kimi zaman asi bir rüzgar oldum savruldum diyar diyar. Düşman kalelerini yerle bir ettim, ihtiyarladı silahlar, hiç bir değer parayla satın alınamadı, dizelerim de...
Zaman oldu ; yalanın, talanın, onursuzun, fesattın üzerine dizelerimle baş kaldırdım.
Kiminin gözlerinde içtim güneşi kiminin mavi saçlarında yıldız oldum kimi zaman da anılar bahçesinde yaşsız bir kalple hayata gülümseyen bir albümün yüzü...
Diyar diyar sevda üfledim dizelerime, üfledikçe aşk dan başka bir şeye inanmıyorum.
Dizlerimde ki bütün kokular aşktandır. Aşk bizim içimizin nakışıdır...
Acıyı da aşka yatırdım, sabahına umutla uyansın diye !
Şiir benden ne kadar çekerse çeksin;
Toprak kokusu olmayan yağmur, tuzsuz bir yemek, kafeinsiz kahve, yolu olmayan bir dağ, mavisiz gökyüzü, dalgasız deniz, aşksız hayat nasılsa... şiirsiz bir hayatta bana öyledir..!
Benim ruhumun sahibi şiir; bütün yeryüzü çizgilerinin hepsini şiir diye yudum yudum içtim.
Şiir dünyamda; elimde avucumda kalan tek şey ''içimde ki çocuk''.
Zincirleri yok, ülkesi yok, yıkandığı nehir benim ruhum ve o ruh hiç kimseye kul değil..!
Yaşamın içinde gürül gürül akan dingin bir nehir..!
"Şiir kanını kaynatmıyorsa, aniden sırlara pencereler açmıyorsa, dünyayı keşfetmene yardım etmiyorsa, umutsuz yüreğinin yalnızlıkta ve aşkta, şenlikte ve sevgisizlikte eşlikçisi değilse ne işe yarar?" demiş Kolombiyalı şair Eduardo Carranza.

Ruhumuzda oluşan devinimleri kağıda dökmemiz sonucu oluşur şiir, sadece kelimelerden değil, bunun yanında kelimelere aktardığımız duygulardan oluşur şiir ve hüznümüzü, sevincimizi, aşkımızı, yalnızlığımızı, huzurumuzu, acımızı en iyi şekilde anlatır şiir.

Sevgiye kanatlan

hayat yorgunu kirpiklerden
müebbete hüküm giymiş gibi
görmez olur
kalbinde sevdayı unutanlar
sağırdırlar,
kördürler artık sevdaya
bilmezler,
kısacık bir ömrün sığınağında
bin yıla sığmayacak kadar
içimizden sevda geçtiğini
oysa elleri;
aşk denizine taş atarken
ellerin de deryalar
sular
ağaçlar görürüm
varsın bilmesin mevsimler
yıllar, ömürler
bin yıla sığmayacak kadar
içimden sen geçtiğini
bir yol bulmalıyız derken
aşkın;
umudun;
en masum en hilesiz haliyle
yüreği kendi kabından
taşacak kadar
billur ışık da görünen sevgili
katıksız sevincin düşünde
kırmızı güller yedireyim parmaklarına
kalbimin en derin yerinden,
buğulu bir atlastan
katıksız sevincin düşünü göreyim
yükümüzü sıcaklar taşısın derken
hangi sıcak demetinde kırıldı düşlerimiz
söyle,
söyle de bileyim
bileyim de en güzel bahtı sunayım sana
saymıyorum artık
bu çapulcu yalnızlıkları
kalabalıklar içerisinde yağan yağmurun
yanaklarıma bıraktığı hazin damlaları
ister gel
ister gelme
ben çoktan unuttum kalbimi göğüs kafesimde
yüreğinin tamamını yedirmeye hazırsan
bir lafa tamah etmeden
gül yüzünü göm göğsüme
ihlal ve iflah olmaz sevdalar var
kendi derinliğine akan bir ırmak gibi
yaşama tüten çiçekler gibi
sarıya sıcak buğday tarlaları gibi
tut ömrümün dallarından
seninle
tomurcuklara durmuş ekin olayım
kaybedilen zamanlarda dolaşma artık
göğünde kartalların, turnaların süzüldüğü
yazgısı türkülere yoldaş bir atlastan geldim
gerçek mutluluk kanattır
kanatlan artık/sevgiye
Mavilere dolanmış gökyüzü kadar cesurum..!
Olcay KASIMOĞLU
 ''Gönül gözüyle görüp, gönül verdikçe hayatın anlamları çoğalıyor.''

İnsanlar gerçeklerden uzaklaştıkça, gerçeği hatırlatanlardan nefret eder oldu.
Eteklerimizde taşlar ve ruhumuzda yaralar var oldukça kanayacak hep bir yerler.
O zaman taşlarımızı ayaklarımıza düşürmeden, kanamadan geçebilir miyiz bu hayatın içinden ve kimseler incinmeden geçmişin acılarını çıkarabilir miyiz gün yüzüne ?
Yaşanan toplumsal olayları incelemeden, irdelemeden, sorgulamadan, sağlam gerekçelere dayandırmadan suçlamak ve yargılamak sağduyudan, öngörüden uzak insanların işidir.
Hiç kimse, yaşanan toplumsal olayların üzerinde durup düşünmüyor. 

Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes bencilce kendini düşünüyor.
Peki, hangimiz; özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya, yada kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.

Arınmanın olduğu yerde, yeni tomurcuklar filizlenir, öfke kin nefret fışkırmaz..
Herkes yüzleşmeli ve silkelenmeli tarihin küf kokan odalarından, çıkarmalı yalanı-dolanı,kıyımı...
Ancak o zaman; demokrasiden, insan haklarından, korkmadan,ürkmeden,sancılı rüyalar görmeden bahsedebiliriz..

İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.

Korkmadan yürümek için gecenin ötesine/ Hepimiz el ele tutuşmalıyız...

olcay kasımoğlu
Gülün kanayan hüznünü gördüm


Güneşin doğduğu her ufukta umuda giden bir YOL mutlaka vardır..

Şimdiye kadar kadın söylemleri üzerinden bir çok makale ve kitap okudum, etkinliklere katıldım. Farkındalık oluşturmak adına yaşadıklarımı kitaplaştırdım.
Gördüklerim, duyduklarım, yaşadıklarım, beni bir birey olarak etkilediği kadar, sorumluluk almamı ve kendimi güncellemem için mücadele vermem gerektiğini öğretti. Ancak o zaman, ‘’Kendin olmak’’ anlamını içselleştirmenin ne kadar önemli olduğunu sorgulamaya başladım.
İnsan yaşamının karmaşık ve düzensiz olmaması adına bir takım kural ve kaideler koyarız. Bu bağlamda baktığımızda yanlış da değildir. Taa ki, bu kural ve kaideler toplumun ahlak yasasını bencil ve eril toplum düzenine dönüştürünceye kadar.


Çifte standarttın tavan yaptığı bir yerde hak ve hukuktan ve toplumsal huzurdan bahsetmekte bence iki yüzlülük ve riyakarlıktır. Kaldı ki kadının gelişimi, bağımsızlığı, özgürlüğü; başkalarının ona biçtiği değerdeyse, sorgulanması gereken çok şey var demektir.


Bir erkeğin kendi kişisel rahatlığı, hoyratlığı bir kadının yaşamını kabusa çeviriyorsa, batsın bütün toplumsal kaide ve kurallarınız. Batsın saman alevine dönen sevgi sözleriniz, batsın ya benimsin ya kara toprağın diyen o bencil, o hastalıklı sevgileriniz.
Bütün bunların yanında o kadar çok kanıksanmış erkek şiddeti var ki, neresinden tutarsan tut elinde kalıyor.


Kadını kendi malı gibi gören, sürü bilinciyle kadını namusun temsilcisi sayan cinsiyetçi eril düşünce sistemi içinde, bütün bu sorunları çözmek çok zor görünüyor. Kaynağına gidilmeden, en diplerde ki yaralar iyileştirilmediği sürece bütün bağırmalar, bütün bu çağırışlar söylemlerden öteye gitmeyecek. Kendine saygısı olmayandan saygı beklemek gibi bir şey bu.
Bununla birlikte kadında kendisini; bir obje değil, bir kişilik olɑrɑk ortɑyɑ koymalı, kendi kurtuluşunu başkalarının gözünde aramamalı.


Hepimiz bir ve bütünüz, hepimiz bütünün bir parçasıyız ve hepimiz aynıyız. Seçimlerinizin sorumluluğunu ve kendinize yaşatmış olduğunuz bu hayatı sevgiyle kabul edip, yolu beraber yürüdüğünüz insanların insanca yaşam haklarına tecavüz etmediğiniz, ellerinden almadığınız sürece bu yaşam da hepimiz biriz.
Tercihlerimizi değiştirme hakkına her an sahibiz ve her an seçim yapabiliriz.


 Sevgiyle çoğalmak ve anlamak; yaşamın her alanında olmazsa olmazımız olmalı. Sonuçta, eril düzeni iyileştirmek istiyorsak, kendimize, yaşamımıza, yaşamımızda var olan her şeye sahip çıkmalıyız. Hayatlarımızın sözcüsü başkaları olmasın. İnsanca yaşamak bir haktır, bunun cinsiyeti olamaz. Kaleme arzu hal ettiklerimiz sadece kadınlara özgü değil, erkekleri sömüren, meta olarak gören kadınlar içinde geçerlidir.
Büyük tabloyu görüp, küçük ayrıntılarda kaybolmayı, oyalanmayı, kalıpları bırakalım. Kurban rolünden çıkıp; yaşamınızın, seçimlerimizin farkına varalım. Kendimizi başkalarından dinlemeyi, cezalandırmayı, acı çekmeyi bırakalım, yaşamın sorumluluğunu üzerimize alalım. Hiç kimseye altın tepsinin içinde anlamlı bir yaşam verilmez. Yaşamak, anlamlı bir çaba ve anlamak için de özveri ve emek ister.


Olcay Kasımoğlu

23 Kasım 2018 Cuma

DİL ÜZMEZİM
''Herkes yalnızca yüreğini verdiği şeylerin değeri kadar değerlidir.''
Ne olursa olsun, ne yaşamış olursak olalim; hayal kırıklıkları örselemesin dilimizin inceliklerini...
Hüzün tanecikleri
Kilit vuruyor geceye
Avucumdaki çizgiler
Yüzün kadar tanıdık
Korkuyorum
Şafaksız gecelerin koynunda
Benden kaç yürek ötedesin
Dil üzmezim
Gönül yıkmazım
Söyle
Gözlerine göç mü var
Bir gülsen şenlenecek yüreğim

Mal-mülk yormasın yaşam keyfini, arzular nefsin kölesi olunca bükülür insan beli.
Iskalamamak için yaşamı; hayatın her zaman planlandığı gibi olmasında ısrar etmeyip, yüreğimizi o anda “olanlara” açık tutmak düşüncesi de olmalı.
Hayatın bize çelme takmasının, iç motorlarımızın arıza yapmasının en büyük nedeni; çoğu zaman istek ve arzularımızın çıtasını yüksek tutma ve gerçekte olduğundan farklı hale getirme ısrarından kaynaklanmaktadır.
Hayat her zaman istediğimiz gibi gitmez; virajları vardır, dipleri yaşarsın, üst katlarda alt katlarda dolaşırsın.
Bütün mesele bunları nasıl karşılayıp, yaşamımıza nasıl uyarladığımız ve o anın gerçeğini ne kadar kabul edebildiğimizdir.

Bunun içinde; ruhsal olgunluk ve sağlıklı bir sevgi anlayışına sahip olmak gerekir.
Yüreğinizi bu şeklide açarken amacınız yakınmalardan, reddedilmekten, ya da, başarısızlıktan hoşlanıyormuş gibi görünmek olmamalı sadece hayat umduğunuz gibi gitmediğinde iç motorlarımızı çalıştırıp, ben ne yapabilirim, bana düşen ne, nasıl başa çıkabilirim?

Yoksa ben bittim, lanet olsun, ''neden ben'' gibi serzenişlerin hiç kimseye faydası yok.
Hayat hiç kimseyi kayırmaz, torpil yapmaz.
Yaşamın içinde, hayatın her zaman aynı çizgide gitmeyeceği bilincine sahip olduğumuzda perspektifimiz derinleşir.
Hayat anlaşılır ve eğlenceli olur. Her şeyine rağmen...

olcay kasımoğlu
Umut kimsesiz

Büyükler kimsenin okumadığı mektuplar yazar. Çocuklar kimsenin cevaplayamayacağı sorular sorar. Cevapsız sorulardır ki sesi sağır eder içimizi.
Bazen de;
Büyük yenilenmeler, büyük sevdalar aynı zamanda kayıplara, hatalara da muhtaçtır.
Anlaşılmak, bütün yıkımlara rağmen geçilecek patikaların olduğunu anlatmaktır aynı zamanda.


solunarak süzülen bir ömrün bahçesinde
esin çağlayanı gibi akardı yüreğin ırmaklarına
sihriydi bütün dile gelmemiş tutkuların
oysa şimdi
tende dindi suların çağlayışı
gözlerine bağdaş kurmuş umut ışığı yok
öpüşlerden düşlerin tılsımı yolundu
artık kimseler yüreğinden ağlamıyor göze
sevginin bakışları mıhlandı çorak yüreklere
yalnızlık giyindi üşüten hoyrat rüzgarları
gülüşler gamzesiz
can bitkin yürek tutsak dil umutsuz
ısıtmıyor içimizi
köreldik yüreğimizin sesine
oyuncular arsız
seyirci umarsız
sevincin çığlıkları kısık
artık buyur etmiyor evren sinesine
içtenliğin kaleleri kuşatıldı
şefkat uyuşuk
kindarlık sinsi ateş
ilim, bilim
soysuzun tezgahında tutsak
gülüşlerin içine puştluk düşmüş
pervasızlar hakka zalim
bekleyiş çaresiz
o yanardağ misali yürekler ürkek
suskunluk kanıksanmış
cehalet azgın
kalabalıklar içinde sevdalar dalsız
uykular düşsüz kara kuru
sabahları solgun
akşamı yılgın yorgun
hain bir çağdır yaşadığımız
umutsuzum demeye dilim varmıyor
canım lime lime dökülüyor içime
döküldükçe içimdeki ses bağırıyor
ne olursa olsun
yine umut
yine sevgi
yine ayağımız nehir başımız deniz...

Olcay Kasımoğlu


Sonu olmayan bir varıştı sevgiliye...





















Hayatımız; savaşlarla, dünyayı yağmalamakabirbirimizi boğazlamakla geçiyor.
 
Sevgimiz olmadıktan sonra; daha çok paramız olsa, daha üstün olsak, daha çok toprağımız, evimiz arabamız, malımız olsa ne olur?
Sevgimiz yok, hiç bir şeyimiz yok.
Belki de yeniden öğrenmemiz gereken budur...
Bize sunulan basmakalıp hayatı yaşamaya o kadar çok heveslenmişiz ki bir türlü yırtıp çıkamıyoruz...
Yırtıp çıkmak çoğu zaman külfet gibi geliyor.
Hepimiz bir kıskacın halkalarında dönüp duruyoruz.
Birbirlerini kandıran ve mutsuz hale getiren bizler değil miyiz ?
Anlamıyorum ne düşmanlığımız var birbirimize, nedir yeryüzünde paylaşılmayan ?
Farklı görünüşlere sahip olmaktan başka üstünlüğümüz de yok.
Eksik bedenlerin içinde bilge bir ruh olmayı başaramadık.
Dilimiz yüreğiyle konuşmuyor, kimi zaman riyakar kimi zaman samimiyetsiz!
Adam gibi sevmesini de, sahip çıkmasını da beceremedik.
Birbirine en yakın insanlar bile birbirlerini anlamaya çalışmıyor.
Oysa zaman safir, zaman kanatlı, kimseye torpilde yapmıyor.
Unutmayalım her gönül başka bir gönülde ışığa durur ve ışığıyla dünyayı aydınlatır.
Ve zenginlik, güç talihin verdiği hediye olabilir ama iyi ve doğru dürüst olmak ''MUTLULUĞU VE SEVGİYİ'' sanata dönüştürmek tamamen kişinin kendi erdemlerinin sonucudur...
Sevgi sadece "seviyorum" demek değildi..
Sevgi sahip çıkmak, gözüne gözünü bırakmaktı.
Karşılık beklemeden onun varlığına adamaktı.
Elimi yüreğime koyduğumda anladım ki 'sana İhtiyacım var'demek ne güzel bir mucizeymiş.
Biri için endişelenmek, onun için yollarda yürümek, avuçlarında yüreğini taşımak, sevginle sevdiğini şımartmak, onun canı acıdığında o acının içinde olamadığın için sımsıkı sarılmak.
Sevdikçe kainatın sende toplandığını görmek.
Kendini aşarsın ''sevince'' tüm iyiliklerin içine aktığını hissedersin.
Kalayım sevgili kapında, eşiğinde kalayım demekse sevgi; ne mutlu içine düşene !
Çok büyük umutlara bel bağlamak ta değildi.
Sadece umut dolu ışıltılı gözlerini görmek yeterdi sevgiyi anlamaya..
Sevgi inanmaktı..Sevdiğine inanmaktı... sorguya,suale durmadan inanmaktı.
Sevgi "sonu olmayan bir varıştı sevgiliye" sonlanamayan bir varoluş..

Olcay KASIMOĞLU
Neden yalan söyleriz ?

İnsan neden yalan söyler, buna neden ihtiyaç duyar ?
Hepimiz, yalanın kötü bir şey olduğunu öğrenmişizdir buna rağmen hepimiz hayatımızda mutlaka bu yola baş-vurmuşuzdur.
Bazen çok güçsüz kalırız sorumluluk yüklenmemek için yalandan bir şeyler söyleriz. Egomuzu tatmin etmek, acizliğimizi saklamak adına, sevdiklerimizden acı olayları saklamak adına yalan söyleriz…
İnsanlar, yalan ve yalancılık üzerine bir çok görüş ileri sürer. Yalanın ne kadar kötü olduğu anlatılır ve bu konuda örnekler verilir.
Sahi nedir yalan, neden yalan söyleriz?
Karşımızda ki insana, bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylediğimiz her söz bir aldatmaca değil midir?
Böyle bir dürtünün içinde olmak sadece çıkar amaçlı mı kullanılır yoksa içinde başka dürtüler var mıdır ?
Mesela; eğlenme, intikam, kötülük yapma isteği listeyi uzatmak mümkün. Bunların hepsi kişinin içsel dürtüleri tarafından tetiklenir.
Korktuğumuz için yalan söyleriz, başımızdan savmak için yalan söyleriz, köşeye sıkıştığımızı hissettiğimizde yalan söyleriz.
Yalan söylemek ve doğruyu söylememek arasında çok ince bir çizgi var.
Doğru söylediğimizde doğacak sonuçların etkileri, karşılayabileceğimiz kadar hafif değildir.
Şuna yürekten inanıyorum; doğru olanı kabul ettiğimizde kendimizle ilgili eksik bir yönümüzün açığa çıkacak olması, yalanı savunma mekanizması olarak kullanmamıza neden olabilir. Yalanın olduğu, yaşandığı bir dünyada kendin olarak kalmak, yalan söylememek gerçekten zor lakin imkansız değil, bunların da bir bedeli var.
Doğru olduğunda ve eyleme geçirdiğinde önünde zorlu bir süreç başlar, kendinden çok yalan söyleyen insanlarla mücadele edersin, yalanın doğurduğu sonuçlar seninde yaşamını dolaylı etkiler.
Doğru olmak o kadar da basit bir tercih değildir. Doğru söylediğimiz de doğacak sonuçların etkileri, karşılayabileceğimiz kadar hafif de değildir.
Doğru olmak her durumda ve olay karşısında olanı olduğu gibi ifşa etmek sorumluluğunu gerektirir.
Doğru oldukça, doğruları savundukça toplumda her zaman güvenilir ve istenen insan olman, yalan söyleyen için seni potansiyel tehlike yapar.
Sen onun için bir engelsin ve yok edilmen gerekir o ne kadar yalansa senin o kadar doğru olman onu yolundan alı koyabilir. Doğru olmak emek ister, sabır ister.
İnsanlaşmak, derinliğine aydınlanmak demektir, yalan ise kolaydır emek istemez, sabır istemez hep yolları kısa, kolaydır; zayıf ve mağdur insanların acılarından faydalanmaya açıktır, yüzsüzdür, erdemli olmadığı içinde her yol onun için mubahtır.
Bazen uğranılan haksızlıklar sonucu birikmiş öfke de yalanın nedeni olabilir. Bazen de yalana neden olan zihin karışıklığıdır.
İkili ilişkilerde sık sık yalan söyleniyor olmasının nedeni genellikle çıkarlar için kullanılan en doğru yöntemin yalan olduğunu tecrübe etmiş olmakla birlikte en kolay yol olduğu için maalesef en sıkta başvurulan iletişim tarzı olmuştur. Söyle kurtul, ne kadar basit değil mi !
Düşünsenize ; etrafımızdaki herkes bunu yapıyorsa ya da doğruluk konusunda edinmiş olduğumuz hassasiyet ilişkilerimizi zorlaştırmaya başlıyorsa, yalnız kalmaktan korktuğumuz için geliştirilmiş bir alışkanlığa dönüşmüş olabilir mi yalanlarımız ?
Aslında yalan söylemekten çok, yalan söyleten durumları incelememiz gerekir.
Bir insan neden yalana ihtiyaç duymak zorunda bırakılır, bunu da sorgulamamız gerekir. Biri bize yalan söylediğinde oturup bunu düşünmemiz gerekir. Onu, "neden yalan söylemek zorunda bıraktığımızı"...
Elbette bize yalan söylendiğinde kendimizi kötü hisseder ve tek suçlunun yalan söyleyen kişi olduğuna yürekten inanırız. Ama çoğu zaman bu doğru değildir.
Kişilerin özel alanlarını ihlal etmemek gerekiyor. Söylemek istemediği bir konuda ısrar edersen, susma hakkını elinden alıyorsun; o zamanda zorla söylettiğiniz sözcükler ürkütülmüş gerçekler halini alır, sizde azmettiren olursunuz, ne kadar düşündürücü bir sonuç değil mi!
Bazen sırf kendi merakımızdan dolayı insanları zor durumlarda bırakıyoruz.
“Bilimsel olmayan merak maraz doğurur” Evet hayatımızda yalanlar olmasın, yalan söylememek için kullandığımız susma hakkı da ihlal edilmesin bu çok önemli...
İnsanlar yalan söylemek zorunda kaldıkları insanlardan uzak durmak isterler, buda zamanla köprülerin yıkılmasına ve aşılmaz duvarların oluşmasına neden olur.
Her ne olursa olsun yalanın mazereti, yalanı meşru yapmaz.
Yalan söyleyen rahatsız değilse söyleminden, eylemlerinde de samimi olamaz.. Böyle insanlarla gönüllü bir birliktelik paylaşmanın da anlamı olmaz.
Azıcık insan psikolojisinden anlayan bir insan, sürekli yalan söyleyen, yalanların ardına sığınan insanlarla bir arada yaşayamaz. Muhakkak bir yerinden incelir ve kopar.
Olgun ve kendini bilen insan yapabileceğini söyleyen ve söylediğini yapan insandır.
Yunus Emre’ye sorarlar ''ey yunus, ormanda başka ağaç yok mu hep dosdoğru odunlar getirmedesin'' soran Taptuk emredir ve Yunus Emre derki ''bu kapıdan odununda eğrisi giremez.'' kalben inanan, inandığın gibi yaşar.
Yalanın gücü, doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalanın olduğu yer bataklık gibidir, inandıkça içine çeker.
Doğru yalnızdır, çamurla sıvanamaz.
Yalanın geleneği var, takipçisi var, kolayına kaçmanın emeksiz sığınağı var.
Doğru bilenmeli, sınava çekilmeli, yenilmeyen doğru yenmiş sayılmaz ki !
Yalana karşı, içinde sabrı işleye işleye, emeği bileye bileye.
Çünkü hiçbir miras, doğruluk kadar zengin değildir.

Olcay Kasımoğlu

19 Kasım 2018 Pazartesi

Çakıl taşları

''Öylesine anlar var ki, ne yazdıkların yetiyor, ne okudukların.
"insanoğlu kendi kendine yetmeyi bilseydi, en önemli sorununu çözümlemiş olurdu."
 Sonum başlangıçtır demişti başka biri de.. bu gerçeği ret edenlerin elinde kalan sonsuz seçeneklerinden biriydi ; azaldıkça çoğalmak...
Çünkü azaldıkça arar insan
Azaltmak-azalmak iki kelime ne kadar yakın ve ne kadar uzak birbirine..
Çoğaltmak-çoğalmak da öyle..birinde birey var diğerinde yok sanki..azalmak da yok...azaltmaktan yana kullanılırsa şans bu bilinç demek sanki..çoğaltmaya akar-akabilir...çoğaltmak için aramaklar bitmesin.
Fakat yepyeni var mıdır..bilinmez..olmalı mı mutlaka olmalı..umut da tam orada duruyor sanki...başlangıç umutla özdeş..ıssızlıkta kendin için bir evren ol...demiş biride
Peki insan kendini azaltabilir mi?
 Elbette yapar bunu...
Yakinlaştikça uzaklaşmak,... uzaklastikça yakinlaşmak.. azalmak belki de bütüne ulaşamamadir, ulasma arzusudur.
Sonsuzdur çünkü yeni, bütüne giden yolun çakıl taşları ...
Bütün inanılır olmalı...bütün teslimiyeti içermemelidir..benliğin bütünlük içinde erimeyeceğini kim söyleyebilir..bütünle bütünleşmek yokluk değil midir?
Tekbaşlığın sonu denebilir mi buna?

Ya da parça bütününün kodlar-ini taşır kaynağa dönmek, tamamlanmak...''

Her şeye tıpatıp uyan ve her şeyi çoktan bilenlerin şarkısı;
bir şey yapılması gerektiğini ve de hemen
çoktan biliyoruz
ama daha erken olduğunu bir şey yapmak için
ama artık geç olduğunu bir şey daha yapmak için
çoktan biliyoruz
ve işlerimizin yolunda olduğunu
ve bunun böyle süreceğini
ve bunun anlamı olmadığını
çoktan biliyoruz
ve suçlu olduğumuzu
ve suçlu oluşumuzda bir suçumuz olmadığını
ve elimizden bir şey gelmeyişinde suçlu olduğumuzu
ve bunun bize yettiğini
çoktan biliyoruz
ve belki de ağzımızı tutmanın daha iyi olacağını
ve ağzımızı tutmayacağımızı
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz
ve kimseye yardım edemiyeceğimizi
ve bize kimsenin yardım etmeyeceğini
çoktan biliyoruz
ve yetenekli olduğumuzu
ve hiç ve gene hiç arasında seçme yapabileceğimizi
ve bu sorunu temelden incelememiz gerektiğini
ve çaya iki tane şeker attığımızı
çoktan biliyoruz
ve baskıya karşı olduğumuzu
ve sigaraların pahalılaştığını
çoktan biliyoruz
ve her seferinde bir şeyin olacağını önceden kestirdiğimizi
ve her seferinde haklı çıkacağımızı
ve bundan bir şey çıkmayacağını
çoktan biliyoruz
ve her şeyin yalan olduğunu
çoktan biliyoruz
ve bir şeyi atlatmanın her şey değilde hiçbir şey olduğunu
çoktan biliyoruz
ve bizim bunu atlatacağımızı
çoktan biliyoruz
ve bütün bunların yeni olmadığını
ve yaşamanın güzel olduğunu
ve bunun her şey olduğunu
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz
ve bunu çoktan bildiğimizi
çoktan biliyoruz.
/Hans Magnus Enzensberger
Çev: Sezer Duru
Ah insanlar!

Her şeyi bulup kendini bulamayanlar… 
Charles Bukowski
Farklılıklara saygılı olmak ve bunları zenginlik olarak görmek önemlidir.
Her şeyden önce; her birey saygıya değer bir varlıktır bu nedenle hiç kimse kendinden farklı olanı hor görmeye ve ötelemeye hakkı yoktur.
Hangi dinden, dilden, coğrafyadan, düşünce ve fikirden olursa olsun herkesin, yaşama, kendini tanımlama ve değerli kılma hakkı vardır.
İnsanların değerleri, yaşam tarzları, olaylara bakış açısı; inançları, beklentileri inançları, zevkleri ve dünyayı algılama ve yorumlama şekilleri farklı olabilir. Kaldı ki bu bir suçta değil.
Bunlar, dünya hayatının zenginlikleridir. Siyahla-beyazın dışında ara renklerdir. Bunlar hayatın lunaparklarıdır. Ne kadar çeşit o kadar yaşamı renkli ve anlamlı kılmak…
Farklılıklara tahammülü olmayan insanların muhakkak kişilik problemleri vardır. Bencil olurlar, paylaşım duygusundan yoksun ve sevgi anlayışları kısırdır. Birey olamamışlardır ben merkezli yaşarlar, cesur değillerdir.
En küçük çatışmada çirkinleşirler ve korkaktırlar. Yenilikten, bilimden,ilimden, öz eleştiriden, aydınlıktan, korkarlar.
Bu korkular, yaşamın zenginliğini, gelişmenin ve yenilenmenin önünü durduran perdeler değil midir.
Biz ancak ”kendimizin, insanlığın, çevremizin fakındalığına” vardığımızda bu perdeler içeriden açılır.
O zaman ”gönlümüz, aklımız” insanların ”var olma nedenlerini, değerlerini” renkleriyle, dilleriyle, cinsiyetleriyle ve maddi güçleriyle ölçmekten vazgeçtiğinde; bu dünya yaşanılası bir yer olacaktır.
İnsanların yaşam tarzlarına müdahale etmenin, dışlamanın insan onuruna yakışmadığını, insana saygının bir erdem olduğunu anlayan, algılayan insanlar; hayatın içinde ”saygının” bir ”kültür” olduğunu benimsemişlerdir.
Buda; onlara empatı yapmayı ve bunun üzerinden insanlara ulaşmanın kapılarını açar…
Özümsemek, her zaman her yerde her şeyi özümsemek farklı olanı anlamak açısından çok önemli
Yoksa körü körüne bir şeye inanmak onu değerli ve ahlaklı yapmaz. İnsanın kendi değerleri kendini değerli kılar.

18 Kasım 2018 Pazar

Rüzgarın soluğunu aldım
gece karanlığı
sabahına söz keserken
ben senin düşünün içindeyim
seni
sevdanı
bana gelişinde ki içtenliği
sensiz yaşanan günleri
sensiz olmanın yoksulluğunu düşünürüm
sonra
sen olmasan da yanımda
yalnızlığı nasıl paylaştığımızı
her şeye rağmen
birbirimizi nasıl anladığımızı
aynı sevinçle çarpan yüreğimizi
aynı haksızlıklara,birlikte karşı duruşlarımızı
isyan bayraklarını
nasıl beraber yerle bir ettiğimizi düşünürüm
içime yaşam sevinci dolar büyürüm
her gün güneşi getiren ay aşkına
zamanın rüzgarına bırak teninin kokusunu
alsın beni benden getirsin senin diyarına
yüreğime giden bütün yollar sana çıkarken
tüm rüyalarım sana yenik düşerken
varlığının büyüsüyle sarhoşken
sende öte hiç bir şey umurumda değil
Olcay KASIMOĞLU
Herşey davetsiz geldi

Yaşamı geride izleyenler, sorunları öz güven eksikliği içinde değerlendirirler.
Özüne güveni yitirenler ya birilerine hayran ya da düşman olurlar.
Yaşamın içerisinde sağlam ve istikrarlı bir kişilik oluşturamazlar.
Gecikmenin telaşı içinde ya birlerine yaranmanın ya da saldırmanın körlüğü içindedirler.
Hiç bir zaman kendilerine ayna olmayı düşünemezler.
Çünkü onlara göre, kader denilen baht oyun oynamıştır.
Oysa yaşam onlarla aynı fikirde değildir.
Yaşam cesur ve güçlüleri sever...

her şey
davetsiz geldi
gün
ışığını yere vurdu
kuşlar 
dallara yuva yaptı
gökyüzü maviye
dağlar
ovalar yeşile
her şey
birdenbire oldu
davetsiz
hesapsız
görünmez
birdenbire
gülüşleri
değdi yüreğime
yankısı
düştü sesime
her şey
birdenbire
sevinç
birdenbire
terin
kirpiklerin
saçların
düştü avuçlarıma
bir şey demeden
hiçbir şey almadan
bir şey vermeden
her şey birdenbire oldu
süzüldü
yaşamın mavisi
engin yüreklere
artık
bu karalar
yaşamın tadı değil

Olcay KASIMOĞLU
YAŞAM GÜÇLÜLERİ SEVER

''Aranızda dolaşmak için giyiniyorum” demiş Tezer Özlü..
Ve devam etmiş:
“…Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirtiniz. 
Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz… 
Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi hava alanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.”

Kendi olmanın, akılını ve bedenini özgürleştirmenin yolunu aradı yaşamı boyunca. Toplumun çürümüşlüğünü ve iki yüzlülüğünü, kişinin kendine söylemeye cesaret edemediği bazı ”gerçekleri” haykırdı. Aklın ve ölümün peşinden sözcükleriyle koştu. “Yaşamın, öğretildiği, ve anlatıldığı gibilerlerde -başka bir dünyada- değil, yaşanan her anda olduğunu yazdı. 

Güneşe batırılmış sevinçlerim eritiyor buz kesmiş kederleri
Hadi gel diyorum düşlerimde ki yaşamak haykırışlarına
Kaldır sesinde ki tülleri
Sussun kötülüğün hoyrat esişleri
Şimdi dünyaya şiirden resimler çizeceğim
İnandırmak için içimdekilerin sahiciliğini...
.

Olcay KASIMOĞLU
RUHUNU ÇALIŞTIR...

İnsana duran siyaset;
Her şeyi olduğu gibi devam ettirmek için değil ''olması gerekenleri'' gerçekleştirebilmek için yapılmalıdır.
Hırslardan,egolardan arınmış, ilim ve barışın eşliğin de insana duran, birleştiren,ayrıştırmayan,nefreti körüklemeyen; aydınlanmanın ışığın
da güven ortamı oluşturup, herkesi; bulunduğu toprağa ait olma duygusuyla
harmanlayan, inancını tevvekülden çıkarıp; yobazların cehaletine terk etmeyen
bir siyaset anlayışı olmalı...

Ve aydınlanmış insan;
İdollere değil, evrensel değerlere sıkı sarılıp, putlaştırılmış inanç ve değerler yerine açık, basit, anlaşılır vicdani değerleri yaşatıp büyütmeli.

Bugün her şey nasıl var idiyse dün de vardı, yarınlarda da evrimsel olarak varolacak.
Önemli olan duyu organlarının algılayamadığı nesnel gerçeklikleri yok saymamak ve ruhumuzu, gönlümüzü, zihnimizi; eşgüdümlü-koordineli çalıştırmak
Sezgilerimize ve sağduyuya önem vererek...

Bütün kültürsüz insanların ilgisi malzemeye yöneliktir, işleme tarzına değil.

İdollere değil, İDEALLERE sıkı sarılalım.
Putlaştırılmış inanç ve değerler yerine açık,basit,anlaşılır vicdani değerleri yaşa ve büyüt.

Bugün herşey nasıl var idiyse dün de vardı, yarınlarda da evrimsel olarak varolacak.Duyu organlarının algılayamadığı nesnel gerçeklikleri yok sayma.
Ruhunu, gönlünü ve zihnini eşgüdümlü-koordineli çalıştır.Sezgilerine ve rüyalarına önem ver...

Küçük büyük ayırmaz, istikrarı,değişimi,yürüyeni,çabuk olup ağır olmanın erdemini sever yaşam. Renksizlikten renk üretmeyi,sıfır hacimden büyük evrene dönüşmeyi bilenlerindir yaşam..

Unutalı güzel sevda sözlerini
Kapıları sustu yüreklerin
Önce gözlerimiz vazgeçti
Sonra gülüşlerimiz
ve ne olduysa
Dilsiz kaldı yüreklerimiz..!



Olcay Kasımoğlu
Kendimizi kitlelerin ruhundan arındırmak


Herkese gücüm yetmeye bilir ama irademe gücüm yetebilir.
En uzun yolculuk, beynimizden yüreğimize yaptığımız yolculuktur.
Bu yolculuk da;
Ezber bozmak, kendine eleştirel bakmak ve karşılıklı öğrenmeyi önemsemek ve kendi iradeni özgür ve dingin kılmak yeni bakış açıları kazandırır.
Bunun en güzel araç ve gereçleri de sanat ve edebi dünyanın çeşnilerini yaşamımızda ağırlamak..
Edebi dünyamızın silahşörlerini tanımlarken,her şey yine insanda başlayıp insanda yolunu bulur diyor, Ursula K. Le Gui.
''Sizin de bildiğiniz gibi, kitaplar sadece ticari bir mal değildir. Kar dürtüsü çoğu zaman sanatsal hedefleriyle ters düşer. Kapitalist bir dünyada yaşıyoruz; kudreti karşı konulmaz görünüyor. Ama kralların gücü de öyle görünürdü. İnsanlar tarafından dayatılan herhangi bir kuvvete direnip onu değiştirecek olanlar yine insanlardır. Direniş ve değişim ise sıklıkla sanatla, daha da sıklıkla bizim sanatımızla, kelimelerin sanatıyla yapılır."
Kendimizi kitlelerin ruhundan arındırmak, kelimelerimizi otoritelerin elinden almak, “hiç” hissetsek bile “hiçliğimizi” kendimiz belirlemek, değerimizi kendi irademizle fark etmek, ülkesiz olup tüm dünyanın “ötekileriyle” birleşmek… Belki bir gün başarırız kim bilir?

ey sevgili
mavi kokulu
karanfillerden güzelsin
fakat ne gelir elden
yırtık ama mavi
bir çığlık şehrinden geldim
çocuklar kadar beyaz
çocuklar kadar mavi değilim
ben güneşe direnen
terlerin rengiyim
konmasın yağmurun çingeneleri
ay erirken bir dal üstüne
güneş doğana kadar
dinmesin yıldızların hüznü
kalbimiz tenha iken
güneş dilimize değsin
nasıl olsa
güneşe direnen
terlerin renginde
şiirler yazan
mavi kokulu bir karanfilim
bu ömrün son külü
asılırken kirpiklerinin kıvrımına
fırtına kopsa
bir karanfil düşse ayak uçlarına
titreyerek beni de al getir yanına
sevdalandım sana
ışığa doymak için...

Olcay KASIMOĞLU
ANLATILAMAYANIN SESSİZLİĞİ

Kelimeler susuyor çünkü anlatmaya yetmiyor. Sanki yeni kelimeler icat etmek gerekiyor da dil yetersiz kalıyor. Woolf da benzer şeyler söylemiş: “Kelimeler her şeyi söyler mi? Kelimeler herhangi bir şey söyleyebilir mi? Kelimeler ulaşılmaz noktadaki sembolleri yok etmiyorlar mı?” Kelimelerin her şeyi söyleyemeyeceği, ifadesiz kalacağı durumlar yaşıyoruz doğrudur evet, anlam asılı kalıyor çoğu zaman havada çünkü dil susuyor, dil dolanıyor, kelimeler söyleyebilecek bile olsa “ulaşılmaz noktadaki sembolleri” yok ediyor. Çünkü semboller yaşananların göstergelerini açıklamaya yetmiyor. Ve böylece geriye hȃkim olan şey sessizlik oluyor. Anlatılamayanın sessizliği.
İnsan değiştirmek istediklerini değiştiremediğinde, umuttan çok umutsuzluğa mahkȗm hissettiğinde, kederi artık varlık nedeni haline geldiğinde yani kendisini değersizleştirdiğinde bir “hiç” gibi hisseder. Ve bu doğaldır ancak bize “hiç” gibi hissettirenleri de göz ardı etmemek gerekir belki de.

bir uzak gönül denizidir gittiğin kapı
ellerinde rüzgârın aşındırdığı yaralar var
toplarken hüzne kalmış yanlarını
gözlerinde unuttuğun o eski anılar
inan yitik şehirler gibi
soluğunda ise
yosun kokusuna benzer bir hüzün var
terk edilmek korkusu desem susarsın
susarsın dudaklarında kalır hüznün
dokunmalarım yaralarına güldür bilirsin
öpemem, öpersem gülüşüne hasret ölürüm
sen bana dokunulmamış acılarını ver
kollarım dolansın acılarına varsın tuz ol
yeter ki senin gittiğin el kapıları kapansın
senden gayrisine zaten kapalı benim yollarım
sen esmer tenine sevdalarımı sürdüğüm
saçlarına ay ışığı gecede yıldızları düşürdüğüm
denize vuran yakamozlara sen diye baktığım
nasıl taşıdın bunca yıl sükunete hasret acılarını
bilmez misin dokunsam dağlar taşlar eriyecek
dokunmasam eşkıya aşkına dağları mesken tutacak...

Olcay Kasımoğlu