Translate

27 Şubat 2020 Perşembe

Savaşın Mazereti Olmaz

Seçimin riski de, zaferi de insanındır.
Savaş üzerine stratejik değerlendirmeler, siyası hesaplar yapacak bir konumda değilim.
Lakin bu ülkenin bir bireyi olarak yıllardır bu coğrafyada olsun, sınır komşularımız da olsun sürüp giden, adına savaş denilen bir trajedi yaşıyoruz.
Öyle bir noktaya geldik ki;
İnsanın kendisi en büyük tehlike ve aynı zamanda tek umut haline geldi.
Bir dünya vatandaşı olarak savaşların sebepleri ve sonuçları üzerine, savaşı haklı gösterecek hiç bir geri bildirimde bulunmayacağım. Ben savaşı ret etmede insanlarla birleşebilirim .Savaşın kazananı yoktur, acıların istatistiği olmaz. Ölen bir çocuğun karşılığı sayısal olarak ifade edilemez. Barutlarla katledilen doğanın, yıkılan binaların istatiği olmaz.
Bu savaşlar zenginlerin ve onlara inanmayı seçen kulların savaşı, insanlığın savaşı değil. O zaman Brecht’in şiirinde tanımladığı gibi “tankınız ne güçlü generalim, yüz insanı ezer geçer, ama bir kusurcuğu var, insan ister yapacak” der. Burada zihniyeti sorguluyor. Tankı yapanda insan, biz istemezsek savaş olmaz.
Silah şirketlerinin para hırslarına, ekonomistlerin tüm para teorilerine, insanların kafalarında yarattıkları sınırlara topyekun karşı olunmadıktan sonra bu sefalet sürecek.
Evrensel fikirlerin savaşa ve yok etmeye değil, barışa ve uzlaşmaya hizmet etmesi gerektiğine inanıyorum.
Ergün Artar'ın kaleme aldığı ”Bir çocuğun barış günlüğünden” size seslenmek istiyorum, sonuna kadar destekliyorum ve savaşa hayır diyorum.
''Merhaba Günlük;
Öğretmenimiz günlük tutmamızı, tuttuğumuz günlüğe isim vererek yaşadıklarımızı, düşlediklerimizi yazmamızı tavsiye etti bugün. Sana Barış demek istiyorum. İsmin Barış olsun tamam mı? Cinsiyetin, ırkın ve dinin yok senin. Benim arkadaşımsın ve çocuksun yalnızca…
-Pazartesi-
Sınıfımda Rus bir arkadaşım var Barış. İsmi Tatyana. Üç yıl önce ailecek Türkiye`ye gelmişler. Çok iyi anlaşıyorum Tatyana`yla. Bugün, komşularının çocuğu demiş ki ona, “sen Müslüman olmadığın için cehenneme gideceksin ve sonsuza kadar yanacaksın!” Korkmuş Tatyana, bana anlatırken çok üzgündü. Tuttum elinden, “beslenmenin bir kısmını pencereye gelen güvercinlerle gizli gizli bölüştüğünü biliyorum; sen çok iyi bir insansın” dedim. “Korkuyorum cehenneme gitmekten, ne yapmalıyım?” dedi. “Bana inan, biz yanmayacağız; iyi insanlar için cehennem diye bir yer yok” dedim. “Yemin et” dedi, yemin ettim ben de.
-Salı-
Öğretmenimiz bir dörtlük yazdı tahtaya bugün.
ıslık çaldım duydunuz mu
benden yana koştunuz mu
bir kuş gibi uçuyorum
siz de bana uydunuz mu…
“Bu dörtlüğe tek kelimeden oluşan bir isim söyleyin” dedi. “Mutluluk” dedi arkadaşlarım. Tatyana suskun kaldı, başını öne eğdi. Tatyana`ya baktım öylece. Dörtlüğü bir kez daha okudum. Parmak kaldırdım, “bu dörtlüğün adı “Göç” olsun öğretmenim” dedim. “Göç var bu mısralarda” dedim. Okul paydos olunca beni yanına çağırdı öğretmenimiz ve “iyi ki öğrencimsin” dedi bana. Ben çok mutlu oldum Barış…
-Çarşamba-
Bugün, arka sağ ayağı olmayan bir sokak köpeği gördüm. Yanında, onu hiç bırakmayan, kendini ona yaslayıp yürümesine yardım eden bir köpecik vardı. Çok güzeldiler… Ama ne oldu biliyor musun? Onca sıkıntılar içinde yaşayan bu canlara insanlar küfretti ve kimseye zararları olmamasına rağmen onları kovdu. Ben çok utandım Barış; öyle ürkektiler ki, beni duymadılar ama görünmez oluncaya kadar özür diledim hayvan dostlarımdan defalarca…
-Perşembe-
Öğretmenimiz bir şiir ezberlememizi istemişti. Benim okuduğum şiire bir çok arkadaşım şaşırdı, “bu nasıl şiir böyle?” dediler. Ama Tatyana çok sevdi.
küçüğüm
karıncayı incitmeyenlerden değil
bir çay kaşığı şekeri
karıncadan esirgemeyenlerden ol
ömrün boyunca…
Öğretmenimiz tebrik etti beni. “Kim yazmış bu okuduğun şiiri?” diye sordu. Hatırlayamadım o anda, “annem bulmuştu şiiri; anneme sorar öğrenirim” dedim. Yatmadan önce sorayım anneme. Tatyana dedi ki bana, “biz de karıncalara şeker verelim çay kaşığında.” Yarın birer çay kaşığı ve bir avuç toz şeker getireceğiz yanımızda. Tenefüslerde bahçeye çıkıp karınca arayacağız Tatyana`yla…
-Cuma-
Annem, evimizdeki çiçekleri sularken şarkılar söylüyor Barış; uzunca bir süredir bilmediğim dillerde şarkılar söylüyor annem. Sordum bugün anneme, “anne, sen hangi dillerde şarkılar söylüyorsun?” dedim. “Bir çok dilde” dedi, “Kürtçe, Rumca, Ermenice”…“Sen nasıl öğrendin bu dilleri?” diye sordum. “ Keşke öğrenebilseydim, yalnızca şarkılar biliyorum” dedi. “Bana da öğretir misin?” dedim. “Tatyana farklı bir ülkede doğdu, farklı bir dil konuşuyordu buraya gelmeden önce. O tatlı kız Türkçe öğrenebildi. Sen Tatyana`nın en iyi arkadaşısın. Keşke arkadaşının dilinde şarkılar öğrensen “ dedi. Hak verdim anneme. Tatyana`dan bana Rusça şarkılar öğretmesini isteyeceğim…
-Cumartesi-
Bugün pikniğe gittik Barış. Toprağa uzandım boylu boyunca, çimenlerin üzerinde yuvarlandım. Üstüm başım toprak oldu. Şimdiye kadar hiç kirlenmemiştim böyle. Ne toprak var bizim mahallede, ne börtü böcek ne de çiçekler var. Tabiat Ana`ya çok uzak oturduğumuz semt ve ben ilk kez sevinçliyim bu kadar. Annem gülümsedi bana bakıp, “sen yeter ki oyna toprakla, ben sana hiç kızmam” dedi…
Babam mandalina almış pazardan. Ben pek sevmedim tadını, bıraktım tabağımda. “Bir mandalinada kaç canın, kaç işçinin emeği var, farkında mısın?” dedi babam. Diyemedim bir şey. “Mandalinayı fidanken dikenler, sulayanlar, büyümesine emek verenler,olgunlaştığında toplayanlar, nakliyesini yapanlar, hallere ulaştıranlar, pazarlara getirenler, tezgahlarında müşteri bekleyenler…” Ah Barış, ben hiç düşünmemiştim bunları. Bir daha şikayet etmeyeceğim böyle. Saksıda mandalina yetiştirebileceğimi söyledi annem. Ben çok heveslendim bunu duyunca. Yarın Tatyana`ya da söyleyeceğim. “Mandalina yetiştirelim mi saksıda?” diyeceğim. Tatyana`nın bana öğrettiği şarkıları söyleriz mandalina çiçeklerine. Annemle de paylaştım bunu. Gözleri doldu annemin…''
İçimdeki başka bir dünya var.
Barış, başka bir dünya mümkün mü dersin…
Teşekkürler Barış, dünya insanoğludur ve dünya insanla vardır.
”Eğer savaşlara, işgallere karşı duyuyorsam, bunun birçok nedeni var ancak en önemlisi, insan medeniyetinin kendiliğinden gelişen, son derece bireysel olan ve zengin bir şekilde farklılaşan birçok başarısının bu karanlık güçlere kurban gitmesidir. Büyük basitleştirmelerden nefret ediyorum. Kalite ve taklit edilemez ustalık anlayışı ile biricikliğe ise hayranım.”
Farklı ırklara, uluslara, dillere, davranışlara ve bakış açılarına sahip insanların var olmaları bu dünyanın döngüsüne en büyük armağandır diye düşünüyorum.
Her şekil ve renkten farklılığın bu güzel dünyamızda uzun yıllar yaşamasını diliyorum.

Olcay Kasımoğlu

Doğruları Gelecek Söyleyecek

Bazen anlamak hoşumuza gitmiyor. Anladığımız şeyleri değiştirmeyince ruhumuzun ayarı bozuluyor. Sadece büyümüş bedenlerin içinde kendimize gizli saklı yaşıyoruz, yüreğimiz üşüyor, ne garip değil mi ?
Aslında hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır.
Başımıza gelen her şeyle, onlara verdiğimiz tepki ve yanıt arasında geniş bir hareket alanı vardır…
İnsan; birey olmayı başaramayınca; ne anlamı kalır özgürlüğe inanmanın, geleceğe dair umutlar beslemenin. İnsan kendine kısır olunca; hayatla, insanlarla, kırık ve bağlantısız oluyor…
Yaşamımızın her alanı, ilişkilerimiz, bize kim olduğumuzu hatırlatmak adına ışık tutarken; yaşamımıza hakim olan düşünce tarzlarımız, davranışlarımız, inançlarımız,duygularımız, tepkilerimiz; bizim yaşam üzerinde ki rollerimizi de belirleyici kılar.
Çünkü yaşam tek düze değildir, her şey birbiriyle ilişkilidir. Gök ve yer, hava ve su, her şey ancak bir şeydir; birlikte olmadıkları yerde, yalnızca tamamlanmamış bir eser vardır.
Bizler, kimliği sadece insan olanlar; yaşam tek ve biriciktir.
Emeğin hiç bir zaman sorgulanmadığı bir yaşam ve sağlıklı sevgi anlayışıyla büyümek, ahlaki olgunluğa erişmek, iyiliğin, sevginin parçamız olduğunu bilmek, insanın asıl doğasına ait tüm özellikleri unutmadan, varoluşumuzun, özümüzün güzelliklerinden utanmadan yaşama yürümek, yaşamı değerli ve anlamlı kılıyor.
Bunun yanında, yaşadığı toplumda,toplumsal olaylara kayıtsız kalan ”Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışıyla hayatına devam eden, yıkıma,kıyıma, hırsızlığa,adaletsizliğe karşı kayıtsız kalarak, kendi varlığını kutsayan ne çok insan var.
Bununla birlikte, egemenlerin, kendi şahsı çıkarlarını korumak için ”şiddeti, savaşı ve insan açlığını” gizliden gizliye desteklemelerine omuz veren o kadar çok, yoksul ve fakir insan var ki yeryüzünde, şaşkınlıkla izliyorsun.
Dünya yüzünde birbirine düşman halklar yaratılarak, egemenlerin amaçlarına hizmet için suni gündemler yaratılırken, bu oyunda oyunlarına piyon olanları, hangi kefeye koyacağını şaşırıyorsun.
Kadınların, çocukların ve savunmasızların, siyasetin malzemesi olmalarına göz yuman sanatçıların pişkinliğini hayretler içerisinde izliyorsun. Sanat ve sanatçının yeniden tanımlanması gerektiğini düşünüyorsun..
Emek ve sermaye çelişkisinin gerçekliğine suskun kalamayız söylemleriyle, kendilerinin varlığını tanımlayan sendikaların; sistemin sözcüsü kesilmelerini, çelişkilerle dolu bir sinema filmi gibi izliyorsun.
Oysa, emeğin özne olduğu, sınıfsız bir yaşamın mümkün olduğu bilinciyle ” Dünya herkese yeter” anlamının içtenliğiyle, egemenlerin oyunlarına hayır diyen emeğin, adaletin temsilcisi sendikalar, akıl ve sağduyunuz gaz odalarına mı hapsedildi ?
Üreterek yaşamlarını anlamlandıran, sadece kendisi için değil herkes için ”daha güzel, eşit, adil, özgür” bir yaşam kurmak için mücadele eden, haklıdan yana tavır alanlar;
sorgulamadan inanmanın, anlamadan yorumlamanın, araştırmadan bilmeden ahkam kesilmenin bütün olumsuz taraflarını ret ederken, her cacığa nane olanlar, hangi cenneti istersiniz ?
İnsanların, sağlıksız çalışma koşullarında ölmesine; kaderdir, yazgıdır denilmesini reva görenler,bu dünyada neyin şahitliğini yaparsınız ?
Ölümün, vurdumduymazlığın,toplumsal tükenişin tavan yaptığı toplumlarda; körü körüne bir şeye inanmak, onu haklı ve ahlaklı yapmaz.
Albert Camus’nün Veba kitabında” toplumsal tükeniş tasviri” 3. bölümünde şunları yazar;
“Belleksiz, umutsuz, yaşanılan anın içindeydiler. Aslında zaten her şey onlar için yaşadıkları an demekti. (…) Başka bir deyişle artık seçecekleri bir şey kalmamıştı. Veba bütün değer yargılarını ortadan kaldırmıştı. Bu da en çok, insanların giydikleri elbiselerin kalitesinden ya da satın aldıkları yiyeceklerle hiç ilgilenmeyişlerinden belli oluyordu. Her şeyi olduğu gibi, bütünüyle kabul ediyorlardı. (…) Vebanın kurduğu düzeni kabul etmişlerdi. Etkisi kuvvetlendikçe, o ölçüde de bayağılaşıyordu. Artık içimizde büyük duygular yok olmuştu. Herkes en monoton duygularla yaşamaktaydı. (…) Değişmişti, veba onda bütün kuvvetiyle inkar etmeye çalışsa da, gene de şiddetli bir azap halinde sürüp giden bir KAYITSIZLIK yaratmıştı.”
Kayıtsızlık, akıl sağlığının ve sağ duyunun yitirilmesine yol açarken, insanlar kendi hayatlarına sahip çıkmadıkları sürece, siyasi iktidar değişikliğiyle var olan hiçbir şey değişmeyecektir.
O zaman
Eğitimde fırsat eşitliğinin, sağlığın, doğuştan sosyal bir hak olduğu ve yasalar önünde herkesin eşit olduğu bilinciyle, bilinçli çocuklar yetiştirmeliyiz. Yetişmeli ki, evrensel hürriyetin, özgürlüğün ve en önemli sanatın, yaşamak sanatı olduğunu kavrayabilsinler.
Kul-efendi ilişkisi olmadan, tek başına birey olmanın dinamiğini içselleştirebilsinler.
Yoksa bencil, mazoşist, akıl ve ruh sağlığı tamamlanmamış, tamamlanamamış insanlar tarafından yönetilen toplumların koyunları oluruz. Buda kaçınılmaz sonu ”kayıtsızlığı ve vurdumduymazlığı” yaşam biçimimiz kılar.
Hiç bir şey insan hayatından daha kutsal değildir. Buna kalben inanan ve yaşayan insanlardanım. Hiç kimsenin yaşam hakkına, hukukuna zulüm etmeden yaşamlar büyütmek için hanlara, vaatlere, içi boş söylemlere, şatolara ihtiyacımız yok.
Nereden gelirse gelsin her türlü şiddet, insan vicdanını rahatsız etmeli
Şiddetin her türlüsüne karşıyım, kayıtsızlık da bir şiddettir. İnsanlar acı çekerken, bundan rahatsız olmuyorsan, kötülüğü yapandan ne farkın var.?
İnsan olmak onurdur, onurlu olmak insan olmaktır.
Yaşatmak, yaşamak bir değerse, duyarlılık da bu sürecin tamamlayıcısıdır.
Hayatın yerleşikliği ne kadar kök salarsa, bağlandığımız şeyler de o kadar artıyor.
Güvenlik adına sunulan banka kartları, statükoyu koruma uğruna ertelenen hayatları sözde korumaya çalışırken; daha çok kayıtsızlık, güvensizlik, gelecek korkusu siniyor ruhlarımıza.
Kitabı (okumayı) sevmeyen, dinlemeyi bilmeyen, saygısız, bencilliği özgüven zanneden, her şeyden şikayet eden, hiçbir sorunu çözmeye çalışmayan, en ufak bir engelde yelkenleri indiren insanlar beni rahatsız ediyor.
Halen, ırksal söylemlerle, kadının namusunu; kıyafetle, cinsellikle tanımlayanlarla, cinsiyet söylemleri üzerinden kendine pay çıkarmaya çalışanlarla, geçmişiyle yüzleşmeyenlerle, dini siyası bir propagandaya çevirenlerle neyi, nasıl çözebiliriz?
Kaldı ki, İnsanların ortak değerlerinin örselendiği yerde, evrensel bir hürriyetten bahsedilemez.
Kendine ayna olmayan, başkasına ayna olamaz.
İnsanın, akıl ve vicdanı beraber çalışıyorsa, iç iradesi güçlü ve yaşamı insanca paylaşıyorsa, duyarlılık gerçekten büyük bir lezzettir.
Gerçekçi olmak zorundayız, kitleler “ sürüleştikçe” sonu gelmez bu acıların.Tıpkı bir ping pong maçına döner ve biz kendimizi top yerinde buluruz.
Bu uyuşukluğu, bu kayıtsızlığı sarsacak, yeniden politik hareketliliği sağlayacak bilinç ve eylemliliklere gereksinimiz var.
Eğer farkında ve fark yaratanlardan olabilirsek, sıradanlığın ötesinde hayatımıza bir değer, varlığımıza bir anlam katabiliriz.
Bu çocuklarımızın geleceği için, ortak değerlerimiz için, kendi beden ve ruh sağlığımız için şart.

''Söylediğinizi Sandığınız/Söylediğiniz''

''Anlamak istediği/ anladığını sandığı''
Günlük hayatta, iletişim içinde olduğumuz insanlarla bir çok olay yaşarız. Kimisiyle birlikte çalışır , kimisiyle sadece selamlaşma şeklinde münasebetlerimiz olur. Bazılarıyla da dertlerimizi, sevinçlerimizi paylaşır, hayallerimizi, isteklerimizi anlatırız. Dostluğu, arkadaşlığı, kardeşliği, sırdaşlığı paylaşırız.
Bütün bu duygular kendiliğinden oluşmaz. İletişimin sağlıklı ve sağlam zemin oluşturması için ”Güven” kavramı çok önemlidir, insanının altı vasfını da bildirmektedir.
İnsanın karakterinde; mütevazılık, sadakat, hoşgörü, hakkaniyet, cesaret, sabır, çalışkanlık, sadelik gibi üstün vasıflar varsa, bunlar insanda güven uyandırır. Fakat bunların bir insanda olması tek başına yeterli değil önemli olan insanlarla iletişim kurabilmek ve bu meziyetleri yaşatabilmektir.
Bunun için de yaşamı deneyimlemek ve içselleştirmek önemlidir. İletişimin de kendi içinde yasaları vardır,
1. En önemlisi açık iletişimdir.
Kişilerin duygu ve düşüncelerini açabilmesi için o kişiyle olan yakınlık, samimiyet ve güven derecesi arasında yakın bir ilişki vardır.
Bir insanın karşısındakine güven duyabilmesi ise zaman içinde gerçekleşir.
Açık iletişimde duygu ve düşüncelerde samimi olmak çok önemli ve her şey karşı taraftan beklenmemeli. 
Çünkü, açık iletişimin riskleri de vardır.
Yaşamımızda ki bütün başarılar, az çok riskli davranışlara dayanır. Buna rağmen karşımızdakine güvenir ve değer verirsek o da güven duyar ve değer verir.
Kişinin gerçekleri öğrenmesi ve düşündüklerini gerçekleştirmesi için yapılan bütün atılımlar açık olma riskini kabullenmeye bağlıdır.
Güven sağlamanın sırrı budur, insanlarla iç içe ve samimi olmak; kendini insanlardan bir insan olarak görmek, bütün egoları, meziyetsiz meziyetleri siler temize çeker. 
Birde açık iletişimde açık sözlü olmakla patavatsız olmayı birbirine karıştırmamak lazım.
Herkese sevgi, saygı ve samimiyetle muamele etmek  gerekir.
İnsanlardan ne beklediğimizi kesin olarak belirtirsek, İnsanlar kendilerini güvenli hissederler, canla başla çalışırlar ve o zaman yapamayacakları bir şey yoktur.
2. Düşüncelerimizi paylaşmak  güveni artırır.
İnsanlarla ortak paydaları paylaşmak ve yapılması gerekeni birlikte yapmak güveni artırıcı bir davranıştır. İnsanların eşit haklara sahip olduğu inancını besleyen insanlar ; birlikte yaşadıkları, beraber çalıştıkları insanlarla aralarına uçurumlar koymazlar. 
Ulaşılabilir, paylaşılabilir bir anlayışla işlerini ve görevlerini icra ederler ve daha rahat iletişim kurarlar. Kendi düşünce ve duygularını, işini, görevlerini başkasıyla daha rahat paylaşırlar. Buda güven duygusunun oluşmasında en etkili yollardan biridir.
3. Etkili iletişim kurmanın yollarından biride  ”anlamak için” yargılamadan dinlemek gerekir.
Dinlemesini bilen insan sorunların tespiti ve çözümünde daha az hata yapar. Dinleyerek daha iyi gözlemler yapar, farklı bakış açıları edinir. 
Önyargıdan uzak objektif kararlar verebilir, problemlere yeni çözüm yolları bulur.
İnsan kendi iç sesini dinlediği zaman, başkalarının sesine de derinlik kazandırır, empati yeteneğini geliştirir. Başkalarını duygu ve düşüncelerine, kim olduğuna ve neler yaşadığına daha derinlemesine yaklaşır. 
Kendimizi dinlediğimizde güçlü ve zayıf yanlarımızı keşif ederiz böylece başkalarının da artı ve eksilerine yaklaşım tarzımız değişir. Daha insanı bakış açıları kazanırız.  Dinlemek öze inmektir bakılan ama görünmeyenlere dokunmaktır. Karşımızda ki insanlara gönül gözüyle dokunduğumuzda biz onun en yakını oluruz.
İnsanların duygularını anlamak, kendimize olan güveni artırdığı kadar, başkalarının da bize güven duymasına neden olur.
İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman ise daha dikkatli ve özverili oluruz. Başkalarının duygularını örselemeden onları anlamaya çalışırız. Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman, evren de bizi dinler.
4. İletişimin en önemli ayaklarından biride; anlaşılır olmak.
Dünya yeterince karışık, gelin anlaşılır ve tutarlı olalım. Birlikte olduğumuz insanlar kendilerini güvende hissetsinler. Anlaşılır olmak, hayatta yeni fikirlere açık olmayı kolaylaştırır. Ayağı sağlam basan birinden kim etkilenmez ki, kim güvenmez ki !
Sağlam ve anlaşılır olmak, insanların güvenle bir arada çalışmalarını, risk almalarını ve kendileri olmalarını sağlar.
Anlaşılır ve tutarlı olmak karşımızda ki insanlara rahatlık hissi verir, güven duygusu sağlar, sağlıksız ilişkilerin oluşmasına izin vermez.
Olaylara, insanlara bakış açımız; seçenekleri görmemize, değişmemiz gerektiğinde kendimizi ”güncellememize” yardım edecektir.
Kendimize karşı açık, sade, duru olmak  ‘ her zaman kendimizi İfade etmemizde’ gereksiz olanların elenmesine yardım eder.
Para, güç vb. uğruna dünyanın bir çok yerinde, onca insanın katledildiği bir zamanda;
Duygularımızda samimi ve içten olalım. Ne kadar ayrı fikirlerde olursak olalım, insanları birleştiren duygulardır….
Akraba, sevgili, eş veya arkadaş olarak, bir insanı ne kadar severseniz sevin, sağlıklı bir ilişkinin ancak; özen, samimiyet, dürüstlük ve saygı ile kurulup yaşatılabileceği gerçeğini unutmadan, sevginin direngen ruhuyla sarılalım yaşama ve sevginin gücüne..Hiç bir şey insandan daha değerli değil !..

Farklı Olanı Anlamak


”Akıllı insan, düşündüğünü söyleyen değil, söylediğinin sorumluluğunu ve getirdiği sonuçları da bilerek üzerine alıp konuşan insandır.”
Yaşam içerisinde dış görüntümüze, görüntülere çok fazla önem veriyoruz, büyük anlamlar yüklüyoruz. Düşünce ve algılarımızı geliştirmek için kendimize emek vermiyoruz, hayatı ve içindekileri sorgulamıyoruz.
İnsan: düşünmeyi, düşündüğünü ifade etmeyi, farklı düşünceleri dinlemeyi , gerektiğinde uygun bir biçimde itiraz etmeyi, sorgulamayı olanaklı hale getirerek, özgür bir birey olmanın yollarını açarak, yaşamı ve içindekileri kucaklayabilmeli.
Bunun içinde;
Egolarından arınmış, kendine emek vermiş ve ruhsal bir olgunluğa ulaşmış olmalı. Bu olgunluğa ulaşan insan, insanlığın doğuştan yaşam hakkı olan değerleri sonuna kadar savunabilen, evrensel değerleri içselleştirebilendir.
Aklın ve bilimin ötelenmesine, doğanın talan edilmesine, özgürlüğün önündeki engellere, şiddete, haksızlıklara, eşitliksizliklere, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, egemen olana, cinsiyet ayrımcılığına sonuna kadar hayır diyebilme cesaretini ve yürekliliğini göstere-bilendir…
Kazım Koyun’cunun ”Herşeye rağmen” seslenişinde olduğu gibi;
”Kötü şeyler gördük.
. Savaşlar, katliamlar,
ölen-öldürülen çocuklar gördük.
..Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük.
Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar,
her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük.
…. Biz de öldük.
Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.”
İnsanlar, doğuştan getirdikleri ırk, cinsiyet vb. bireysel biyolojik farklılıkların yanında, toplum olarak tarihsel gelişim sürecinde kazandıkları
pek çok kültürel farklılıklara da sahip bulunmaktadırlar. Kaldı ki söz konusu farklılıklar, tarih boyunca insanlar arasında eşitsizlik ve toplumlar arasında
çatışma sebebi olarak devam etmiş, tarihte bir çok savaşın tetikleyicisi olmuştur.
Ve uygarlık düzeyi çerçevesinden olaylara baktığımız zaman, bütün bu farklılıkların birer ayrılık, çatışma sebebi değil aksine, zenginlik, paylaşma ve bütünleşme vesilesi olabileceklerini görebiliriz. Görebilmek içinde insanda sağlam bir kişilik ve sağlam bir benlik olması gerekiyor.
Tüm acılar bilgisizlikten kaynaklanır. Bilgi, insanın ufkunu aydınlatan, sevgi ile biçimlenen bir ögedir. İnsan özellikle karşındakini anlamak için, onda olanı anlamaya niyetli olmalı. Buda kuru bilgiden uzak, açık bir zihin ve sevgi ile biçimlenen bir anlayışla mümkündür. Çünkü, ancak o zaman doğru bilgiye, sağlıklı bir bakış açısıyla ulaşabiliriz.
”Zaten, çağdaş toplumların ve aydınlanmış bireylerin yapması gereken; kendi farklılıklarını ötekine dayatmak değil, farklılıklarının farkında olmak, olduğu gibi kabul etmek ve uzlaşılabilecek ortak değerler zemininde buluşarak iletişim kurmak ve kendini ifade etmek olmalı. Böyle bir atmosferde kendi zenginliklerini karşı tarafa göstermek daha kolay olabileceği gibi, evrensel barış ve huzur ortamının tesisine daha fazla katkı sağlama imkanı da
yakalanmış olacaktır”
Şiddetin, egemen olanın bildiğini okuma ve okutma trajedisi o kadar uzun zamandır devam etmekteki, bunca telaşın, şaşkınlığın dip yaptığı insan coğrafyasında; düşünen, sorgulayan her insan, hangi şartlar altında olursa olsun, ‘insanı ve yaşamı’ değeri ve değerleriyle değerlendirir.
Rabindranath Tagore’nin seslenişi de oldukça anlamlıdır!
”Biliyorum, bu yaşam sevgi olgunluğundan yoksun, bütün bütüne yok olmadı.
Biliyorum, gün doğarken solan çiçekler, çölde kuruyan dereler bütün bütüne yok-olmadılar.
Biliyorum, ne varsa geride kalan, ağır ağır ilerleyen bu yaşamda, bütün bütüne yok olmadılar.
Biliyorum, daha gerçekleşmedi düşlerim, şarkılarım söylenmedi, ama senin çalgının tellerinde geziniyor hepsi, bütün bütüne yok olmadılar.”
İnsan öz farkındalıktan yoksunsa, farklı olanı anlaması neredeyse imkansızdır. Ve insan kendine kısır olunca; hayatla, insanlarla kırık ve bağlantısız oluyor… Bu yüzden özümsemek, her zaman her yerde her şeyi özümsemek farklı olanı anlamak açısından çok önemlidir.

26 Şubat 2020 Çarşamba

Her-şeyin Bir Bedeli Var

Hayatın, mecburiyetten bir mışlar ülkesinde yaşanan her saniyesine çok ama çok üzülenlerdenim. Tabii ki herkes kendi değer  yargısına sahip olmakta özgürdür. Her zaman özgür iradeyle verilmiş kararlara, tutumlara saygı duyarım. Herkes hayatının seçimlerini yapar ve sonuçlarını yaşar ama hiç bir yanlış seçim ömür boyu devam etmek zorunda değildir, bunu hiç bir şey meşru yapamaz.
Kendi hayatımıza sahip çıkalım, çıkarken de neyi bitirip, neyi yenilememiz gerektiğine çok iyi karar vermeliyiz. Eyer ödenmesi gereken bir bedel varsa ödemeliyiz. Sonuçlarını da yiğitçe yaşamalıyız. Geçmişe dair  yaşanmış ne varsa geleceğe gölge etmemeli yoksa çıkmaz sokaklar çıkar hep karşımıza.
Birde yaşanan hayal kırıklıklarını yorumlama  şeklimiz çok önemlidir. İnsanlar başlarına kötü bir şey geldiğinde  ben bunu hak etmedim derler… Bence hayat, bu insanlarla aynı fikirde değildir. Hayat iyilerden çok güçlüleri sever. Güç doğada vardır. İyilik ve kötülük tamamen insan aklının ürünüdür.
Önemli olan bakış açımızdır
Hayat insana vaatte bulunmaz. İyi insan olmak araç değil amaçtır. İyi insan olmak başına kötü bir şey gelmeyeceği anlamına gelmez. İyi insan olmanın ödülü zaten iyi insan olmuş olmaktır. Başımıza gelen kötü sonuçlar için kötü insan olma şartı yok. Neden ben diye sorarken kendimize, iyiliğe güvenmek güzel ama O’na dayandırmak akıllıca değildir. Başımıza gelenlerin ne olduğuyla değil, içimizde olanların ne olduğu ile ilgilidir.
Önemli olan bakış açımızı ve hayatı kendimize borçlandıran inançlardan zihinlerimizi  temizlemek. İnsan kendini en iyi eylemleriyle ele verir. Goethe‘nin dediği gibi ”İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanır” Hayatımızda ne olursa olsun ne yaşamış olursak olalım kendi ilkelerimiz, değer yargılarımız olsun. Kafa karışıklığı tüm kötülüklerin anasıdır, insanı içten içe yer, hayatla aramıza tel örgüler çeker. Biz dünyayı ne kadar aklımızla tasarlasak da, yaptıklarımızla şekillendiriyoruz… Bunu için zihnimizi düzenleyip, yargılarımızı periyodik olarak gözden geçirmek bize akıl yollarını açar.
Karasızlık karanlığa benzer
Her zaman kalıcı değişimler içten dışa doğrudur. Güzel olan her şey önce içte başlar. İnsan  aldığı kararlarla gelecek değişimleri hafife almamalı. Her şeyi belki yapamayız ama kendimize saygılı bireyler olarak bu hayatın içinde değerli, üreten, paylaşan, sevdiğine omuz olan başlar olabiliriz. Bunun için hiç bir zaman geç değildir.
Keşkesiz bir yaşam için, yalnızca hayatı seyretmeyelim. Hayatın kendisini yaşayalım. Hayata geldiğimiz yer ile gelmek istediğimiz yer arasında geçiyor ömrümüz. Seçtiğimiz her şey için, başka bir şeyden vazgeçmemiz gerekiyor. Bazılarımız şartlara şekil veriyor, bazılarımıza da şartlar şekil veriyor. Keşkelerle yaşayacak kadar uzun değil ömür. Hayat içinde seçimini kullanıp hayatı hoyratça kullanan insanlara  mutluluğumuzu törpüleme fırsatı vermeyelim.
Hayat her zaman eylemi ödüllendirir. Kartal resimlerine baktığımızda bir kanadında zeytin dalı diğerinde  ok vardır, ”Barışı severiz ama gerektiğinde savaşırız.” Hayatta barış içinde yaşamak için bile savaşı kazanacak kadar güçlü, inançlı olmalıyız. Yüreğimizle inanmalıyız. Yaşadığımız talihsizlikleri, şansızlıkları,yanlışları başkalarına yükleyerek hayatta başarılı olamayız, içimizdeki bizi mutlu kılamayız. İçimizdeki biz, herkese yalan söyleyebilir ama kendine asla.
Neden ve niçinlerle, endişe ve kuruntularla geçen bir yaşamın değer ve anlamı ne kadar olabilir? Özgün, dingin ve yaşamaya değer ömürler; iç sesini dinleyen, gerçek istek ve ihtiyaçlarını fark edip,  gereklerini yerine getirme cesareti gösterenlere özgüdür. Kendimizi kitlelerin ruhundan arındırmak, kelimelerimizi otoritelerin elinden almak, “hiç” hissetsek bile “hiçliğimizi” kendimiz belirlemek, değerimizi kendi irademizle fark etmek, ülkesiz olup tüm dünyanın “ötekileriyle” birleşmek… Belki bir gün başarırız kim bilir?
”Hiç olunmadan hep, hep olunmadan hiç olunamaz” derler… Belki de en büyük farkındalık; içimizden geldiği, doğamızın gerektirdiği gibi ve tam da neyi neden yaşadığımızı bilerek yaşamak gerekir.  Kim bilir, belki o zaman sağırları, körleri oynamayız. İki kuruşa, bir arşın kumaşa, iki tatlı söze, mala-mülke satmayız ruhumuzu !

kendi Düşüne Sarıl

”Fakirliği düşleyebiliriz.
Zenginliği düşleyebiliriz.
Cehennemi veya cenneti düşleyebiliriz.
Ölümü veya sonsuza dek sürecek bir yaşamı düşleyebiliriz.
Hepsi bize bağlıdır.
Dünya tıpkı onu düşlediğimiz gibidir.”
Stefano D’Anna,
İnsanoğlu evrensel değerlerden uzaklaşıyor, olumsuz düşünüyor ve hissediyor. Düşüyoruz birer birer yaşamın kıyısından. Adına döngü diyelim, adına değişim diyelim ne dersek diyelim, gördüğümüz ve dokunduğumuz her şeyin, yeniden var olabilmesi için, arkasında bir düşümüzün olması gerek…
Hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesimizin yankısını duyarak yaşamın anlamını  keşfedemeyiz. Etik değerler ve bütünlükle hareket eden yeni bir liderler neslini yaratmak için çocuklarımıza etiket fiyatını değil, evrensel değerlerin önemini öğretmeli ve emsal teşkil etmeliyiz.
”Dünyamıza sıkıntı veren binlerce yıllık problemlerin esas kaynağı, ahlaki değerlerin çöküşü, iş dünyasına ve politikaya adeta kutsal bir göreve hizmet edermişçesine yaklaşma kapasitesine sahip liderlerin eksikliğidir. Adaletsiz ve acımasız durumlara karşı, çürümekte olan insanlığın kaderini değiştirmeye ve yeni bir zeka pırıltısı getirmeye kabiliyeti olan yeni  nesillere ihtiyaç vardır. Politikada, iş dünyasında en etkili motive edici faktörün para olduğu, liderlerin insanlık pahasına güçlerini kazanabildiği, insanların ve bütün ulusların talihsiz ekonomilerinin hizmetinde olduğu bir çatışma toplumunda yaşıyoruz. İnsanların geleceği hakkında alınan kararların; silah üretiminden çevresel kirliliğe, ilaç üretiminden organize suçlara kadar, güzel bir düş’ün izinde alınmadığını gösteriyor. Çocuklarımıza miras olarak aldığımızdan daha da kötü koşullarda bir dünyayı teslim etmekteyiz.”
Zihinsel bir silkelenmeye ihtiyacımız var. İşe gerçekleri söylemekle başlayabiliriz. Bunun içinde insan, önce kendine ayna olmalı. Kişinin kendi içine bakması, dünyayı tanımasının anahtarıdır, bu durum aynı zamanda onu, olayları anlamaya ve öngörüye götüren yoldur.  İnsan kendine karşı dürüst olduğunda kendi iç sesini dinler. Bedeli ne olursa olsun dürüst insan maske takmaz, sahicidir. Yaşamınızın her alanı ve tüm ilişkilerimiz, bize kim olduğunuzu hatırlatmak adına ışık tutar. Tüm yaşamımızı yöneten  düşünce tarzlarımız, davranışlarımız, korkularımız, kalıplarımız bizim şu an mutsuz, acı içinde, huzursuz, parasız, sevgisiz, hasta vs negatif enerjiler içinde olmamıza neden oluyor.
Eylemlerimizden, söylediklerimizden sorumlu olmak, kendimize karşı dürüst olmamızı da sağlar. Kaldı ki, ”Değişim hiçbir zaman bir inanç sisteminden, bir felsefeden, bir devrimden ya da bir siyasi partiden gelmez. Değişim, yalnızca tek bir kararlı bireyin kişisel gayreti ile ufacık bir kıvılcım gibi başlayarak, dünyayı kasıp kavurabilecek kadar güçlü bir ateş gibi yayılabilecek parlak bir fikirden meydana gelir.
Her insani başarının ardında, her yeniliğin, her bilimsel veya sosyal zaferin kökeninde, dünyanın en zorlu çabalarının, ticari girişimlerinin; güzel, faydalı, ve varlıklı olan her şeyin ardında istisnasız tek bir insan, bir birey ve onun düşü vardır.”
Bizler yaşamın kurbanları değiliz. Kurban rolünden çıkıp yaşamımızın, seçimlerinizin farkına varabiliriz, hayatlarımıza sahip olunmasına izin vermeyebiliriz. Yaşamınızda, hiç kimsenin veya hiçbir olayın bizi yönetmesine izin vermeyelim. Yaşamımıza sahip çıkalım. Merkezimizde ve dengede kalalım…
Yaşamı, çok katmanlarıyla anlamaya çalışmak bir nevi kayıtsızlığa, vurdumduymazlığa geçit vermemektir. İnsanları kontrol etmeyi, yaşamlarına müdahale etmeyi bırakalım. Kızgınlık, öfke, yargılama, suçlama vs içinde yaşamak, yaşam enerjimizi sabote eder.  Bir bütün olamayız ve yaşamın içinde tam olarak var olmak imkansızlaşır. Yaşamın içinde bütün ve tam olmamız sevgimizi ve ışığımızı yükseltecektir.  Yaşadığımız dünyaya, topluma ve bizi bir arada tutan değerlere sahip çıkalım. Neyi, niçin yaptığımızın farkında olmak, bizi tutsaklıktan ve pişmanlıktan korur.
Bunun tek çıkış yolu da bilinçlenmek ve eleştirileri hiç bir zaman göz ardı etmemek ve tek bir insanın dünyayı güzelleştirebileceğini de yıkabileceğini de unutmamak çok ama çok önemli. Bizi bize hatırlatanlara, geleceğimize bir tuğla koyanlara, farkındalık yaratanlara, bakış açımıza yeni pencereler  açanlara haksızlık etmeyelim. Daha iyi yaşamak adına kendimizden verdiğimiz ödünlerde bir nevi ”Sarı öküzlerin” hikayesidir aslında. Bir fikri savunduğumuzda, onu  özel bir menfaatimizden dolayı savunursak çocuklarımızın gelecek düşlerini sabote etmiş oluruz.
İnsan hakkına ve yaşama saygımız bağlamında herkes kendi üzerine düşeni yapmakla mükelleftir. Ancak o zaman hak aramak değer ve anlam ifade eder.
Ağaç ekelim, savaşlara hayır diyelim. Eğitimi cehalete teslim etmeyelim, cinsiyet ayrımcılığını yok edelim. Vicdani hür, aklı hür eğitmenler yetiştirelim. Irk, din, etnik, renk, dil, cinsiyet bunlarda aranmaz doğruluk. Dünya üzerinde iyi insan kötü insan, faydalı insan faydasız insan vardır.
Öğretelim çocuklarımıza insan olmanın erdemini. Farkında olmalılar; kendisinin, hayatın, olayların. gidişatın farkında olmalılar, yoksa nasıl sahip çıkacaklar gelecek düşlerine !

24 Şubat 2020 Pazartesi

Kalite Tesadüf Değildir

Deneyimlerimizden çıktığımız yolculuğumuzda her durakta ve her yolda hayatın anlamına dair edindiğimiz her öğreti bize yeni bakış açıları sunar.
Kendini bilen insanın akılla bağlantılı bir eylemi vardır. Kendine özgü bir canlı olmanın da ötesine geçerek yaşama anlam katar. Bunlar da kendini tanıma, sınırlarının farkına varma, bilgi sahibi olma ve yürekliliktir. Bu olumlu özelliklerin varlığıyla belli bir zihinsel olgunluğa erişince insan, sahip olunan bilgileri anlamlı ve sağlıklı kullanma, yaşamı doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlayabilme bilgeliğine de ulaşmış oluyor.
Hayatın anlamına derinlikli bir bakış açısı kazandırıyor.
Bende;
''Yıllar boyu gerek özel yaşamımda, gerek arkadaş çevremde, geçmişe takılmak yerine, olumsuz koşulları aşmayı bilen, bireysel gelişimlerine önem ve öncelik veren insanlar tanıdım. Bu insanlara saygı, sevgi ve hayranlık duydum.
Bu insanların ortak noktası; kültürlerini arttırmak ve bilinçlerini geliştirmek için verdikleri çaba, duyarlılık ve emek ile ezberci eğitimin dışında kazanılan bir yaşam deneyimiydi.
Bu sadece diplomayla, etiketlerle yada parayla kazanılacak bir şey değildi.''
Bu bir tercihti. Yaşam kültürüydü.
Kültür, insanın ve yaşamın kalitesini arttıran en önemli unsur ve bir yaşam manifestosudur.
Yaşamı anlamak ve kendiyle barışık yaşamak isteyen her insan da mutlaka belli bir kültür birikimine sahip olmalıdır.
Birikim yollarından aklımıza ilk gelenler gözlemek, dinlemek, okumak ve yaşamaktır.
Bu dört ana unsur birbirlerini tamamlayıcı etkiye sahiptirler.
Bu etkiler aynı zamanda kendiyle barışık bireyin portresinin nasıl olabileceği üzerine farklı bakış açıları sunar bize.
Kendine emek vermemiş, yaşamda bir duruşu olmayan, mazeretlere sığınarak,sürekli bir günah keçisi arayan insanların yaşama katacağı çok fazla bir şey yoktur.
Kendiyle savaşı bitmemiş bir insanin yaşama katacağı bir şeyde olamaz. İnsan kendini bilince nerede susması, nerede inisiyatif alması ve nerede konuşması gerektiğini bilir.
Her şeyde olduğu gibi;
''Tutarlı olmalı insan; siyah gibi, beyaz gibi... Güven vermeli... Gri olmamalı...Kapıları olmalı insanın...Ya açık ya kapalı ''YARI AÇIK'' olmamalı...''
En küçük dalgada alabora olan, sapla samani birbirine karıştıran, egoist insanları yaşamımızdan uzak tutarak, hayatımızdan gün çalanlarla değil; hayatımıza anlam katanlarla çoğalmak sevgiyle, inançla...
Bir tutam can'la derinliğimizi gören insanlarla yürümek yaşamın içine...
Düşüncedeki derinliği, sevgide ki cömertliği görmeyenleri kendi haline bırakın, zaman onlara anlatsın.
Zaman en iyi öğretmendir...
Olcay Kasımoğlu

Düşünce Namusu

https://yenisoluk.com/yazar/olcay-kasimoglu

Bir ya da birçok konuda eğitim almak, diplomalara sahip olmak kişi ve kişileri aydın yapmaya yetiyor mu? Aydın olmak sadece bilgi birikimiyle mümkün müdür?
Bir meslek dalında eğitim alıp diploma sahibi oluyoruz. Diplomalar meslekleri icra etmek içindir. Sadece eğitilmişlere, diplomalılara aydın demek çok kısır bir döngüyü savunmak olur. 
Bilgi sahibi olmakla bilgiyi doğru anlamak ve kullanmak aynı şey değildir. Bir insan ezber bir eğitimle diploma sahibi olabilir. Bu onun aydınlanmış bir insan olduğu anlamına gelmez. Aydınlanmak için kişinin önce yaşamın bütününe bakması ve gerçeğin farkında olması gerekiyor. Bu sadece diplomayla kazanılacak bir yetkinlik değildir. Kaldı ki düşünme ve muhakeme yetenekleri aşınmış insanların diploma sahibi olması, insanı aydın yapmaya yetmez.
Bilgili olmanın, aydın olmanın temel koşulu olduğuna inanan bir çok insan var. Aydın insan entelektüel birikime sahip; özgür düşünceye, özgür tartışmaya, eleştirel düşünceye yaşama şansı tanıyan, ön yargılardan arınmış, vicdanı ve ahlakı sorumluluğu içselleştirmiş insan demektir.
 Sınırlı bir bakışla, anlamadan sonuç çıkarmakla hakikati göremeyiz. Bu tıpkı bir ormanda sadece ağaçları görüp ormanın varlığını özümsememektir. Ne olursa olsun gerçek bütündür. Hakikat bütündedir. 
Bir insan alanında çok iyi olabilir. Çok güzel eserler çıkarabilir. İyi bir ressam, şair, yazar, mühendis, bilim adamı olabilir. Yeterli mi tabii ki değil. Önemli olan iyi bir aydının aynı zamanda iyi bir entelektüel olmasıdır. Onu entelektüel; insanı toplumsal olaylar karşısında aldığı tavır, haksızlıklar karşısında takındığı tutumdur.
Kütüphaneler dolusu kitap okuyup hiç yaşama dokunmamış, toplumsal olaylarda sorumluluk almamış, başkalarının yaşamında olumlu bir rol edinmemiş insanlar sadece fikir beyan eder, soyut kavramlar üzerinden ahkam kesilirler.
Paul Baran'ın bu konuda güzel bir değerlendirmesi var, “Entelektüel denilen kişi, yaptığı işin özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni, daha güzel daha insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne olduklarını arayıp bulmayı, incelemeyi ve bu yoldan bunların aşılmasına yardımcı olmayı kendisine dert edinmiş kimsedir. O, bu nitelikleriyle toplumun vicdanı ve toplumun belli bir tarih döneminde içinde yaşadığı ilerici güçlerin sözcüsü haline gelir. Egemen sınıfların ve onların devletinin her türlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda hiç bir tabuya, yasağa, inkarcılığa itibar etmeyen, sorunları sadece mahalli, ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp kavramaya çalışandır .''
Bütün toplumsal olaylarda tepeden bakma, aşağılama anlayışıyla başarı ve ilerlemenin olmayacağını kavramış her aydın birey; toplumunu tanıyan, halkla iç içe yaşayan, toplumsal olaylara duyarlı, engin görüşlü ve sağduyu sahibi yetkin kişidir. Bu düşünce anlayışıyla; bilimsel, sanatsal, teknolojik alanlarda, insani toplumsal ve uygarlık adına bilgisini görgüsünü kullanmayı öncelik kabul etmiştir.
Yaşadığı topluma, kendi varlığına ve geleceğe iyi bir evren bırakmayı kendine ilke edinmiş; aklın, iradenin ve hissiyatın tarafında rol almış herkes değerlidir. Özellikle 21. yüzyılın çeyreğinde insanlığın ve uygarlığın geleceğini güvence altına almak, radikal eleştiriler yapmak hiç bir tarihte bu kadar önemli olmadı. 
Ne olursa olsun aydın olmak önce düşünebilmekten geçer. Düşünceyi ciddiye almak ve düşüncesinde tutarlı olmak önemlidir. Aydın entelektüel önce kendine sonra topluma karşı dürüst olan insandır. Bu bağlamda düşünce namusu çok önemlidir. Neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi ve kötü olduğuna bizim adımıza başkaları karar veriyorsa orada aydınlamadan bahsedemeyiz.
Aydınlanmış insan koşullanmış düşünceden arınmış, yeniliklere açık kişidir. Her türlü ayrımcılığın, adaletsizliğin, güvensizliğin ve kötülüklerin yaşandığı bir dünyada aydın olmak aynı zamanda tarihi bir sorumluluktur.
 Bu sorumlulukta birleştirici ve barışçı olur. Duyarlıdır, evrensel düşünür. Düşünce üretir aydınlatır. Kötülükleri önler, bilimsel düşünür. Gerçeğin yanındadır.
Çok geçerli bir söylemle bitirmek isterim. Gerçeği söyleyenin düşmanı da çoktur. Santiago Rámon, “Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Her halde ya gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç sevmedin!” derken aydın insan kendi yaşadığı çağın sıyası, ekonomi ve toplumsal gerçeğinin farkında olmalı.  
 Olcay kasımoğlu

Uyanışın Esas Bölümü

Bazen daha fazladır her şey ve yıllar ilerledikçe zevklerimiz, hoşlandığımız şeyler değişir!
O zaman insanı özel kılan nedir? Sadece bedeni mi? Hangi sınıftan olduğunu söyleyen giysileri mi? Parası mı, gücü mü? Yoksa içinde çalkalanıp duran, kartal olmak için bazen karanlıkta yarasalar arasında, kimi sürüngenlerle nemli iklimlerde, bazen de semanın ötesinde devinen ruhu mu?
Zamanla güçlü bir zeka ve ruhu olan insanlar isteriz yanımızda. Çünkü seçimlerinin de kendisinden bağımsız olmadığını biliriz. Seçtiklerimiz bize aittir. Seçtiklerimizin aynasında parlarız.
O zaman akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek niye?
Hepimizin kendine ait veya başkalarından alıp sakladığı sırları, sırlardan kurduğu surları ve yıkamadığı kaleleri var.
Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar bilmezler mi üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız. Eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz bir ömür boyu.
Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında.
İnsanlar da, kendi yaşamlarında gün gelir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalırlar.
İnsan, kendi hayatından sorumlu olduğu zaman, kendini disipline eder. Kişi kendine egemen oldukça hayata ve içindekilere de egemen olur.
Yeter ki kalbimizdeki sağanaklara hayat vereni, verenleri fark edelim…
Bununla birlikte İnsan, sıklıkla sosyal ilişkileriyle ilgili çıkarımlar yapar. Başkalarının düşünce ve davranışlarını anlamak ve tahmin etmek için sosyal işaretleri okumaya çalışır. Ne yazık ki, kişinin yaptığı bu çıkarımların yanlış olma ihtimali beynimizin kullandığı bazı kısa yollar ve sahip olduğumuz bazı ön yargılar nedeniyle oldukça yüksektir.
Bunun yanında her bireyin gelişimi, fiziksel, zihinsel ve duygusal yönlerini kullanma tarzı farklıyken, hayatı mücadele etmeye değer kılan ve şaşırtıcı hale getiren şey de bu seçim”Kendimizle yüzleşmek” ve farklılıklar değil midir?
Burada kendimizle kurduğumuz diyaloğun niteliği, kendimize dair hissettiklerimizi doğrudan etkilerken; Farklılığı anlayıp, yaşadıklarımız karşısında aldığımız tavırla, kendi iç benliğimizle yüzleşmek, “Neden ben” diyerek zaman kaybetmemeyi, onun yerine “Mimdi ne yapmalı?” demeyi öğretir. İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Peki, hangimiz, özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya ya da kendi gerçeğimizle yüzleşmeye hazırız?.
”Gerçek insanı özgürleştirir. Çünkü gerçekleri görmek ve kabul etmek, bize onları değiştirme gücünü verir. Kabul bu gücü içinde barındırır. Ama insanların çoğu gerçeklere inanmamayı, kendiyle yüzleşmemeyi tercih ediyor. Gerçeklerle yüzleşme cesaretini göstermek yerine, gerçekleri göz göre göre inkar ederek özgürlüğünü feda etmeyi seçiyor. Kendinden kaçan korku dolu insanlar için özgürlüğün bir değeri yoktur. Onlar güvence peşindedir, gerçek özgürlüğün değil.
”Kendimizle yüzleşmektense olan bitende başkalarını suçlarız. Başarsızlıklarımızı kabul kendimizle yüzleşmedir. Başarısızlığımıza başkaları neden olmadı. Sevgilimiz vefasız olduğu için bizi terk etmedi. Aile içinde diğer fertler kötü oldukları için bütün bunlar olmadı. Öğretmenlerimiz bizi sevmedikleri için kötü not almadık. Kendimizle yüzleşemeyiz çünkü kendi sorumluluğumuzu yüklenmek istemiyoruz.”
Oysa; Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır. Yeterince iyi olamadığımız düşüncesinden korkmamalı ve kendimizle yüzleşmeliyiz.
Korkularımız, birer birer masaya yatırıldığında ve onlarla yüzleşebilmek cesareti göstere-bildiğimizde hayatımızdan çekilirler. Korktuğumuz ve kendinizden uzak tutmak için uğraştığımız şeylere bilinçsizce karşı direnç oluşturarak kendimize çekiyor, yaşamımıza sokuyoruz. Korkularımızın samimi anlamda farkına varabildiğimizde, realitemizi değiştirmiş olacağız. Çünkü geçmişten öğrenmek ile geçmişte yaşamak aynı şey değildir.
İnsan her türlü gerçekten korkar, özellikle ruhsal gerçeklerden. İçinde bulunduğu realitenin gerçeklerinden, yaşamının gerçek amacını bilmekten, geçmesi gereken bir üst realite basamağının gerçeklerinden korkar. Tüm korkular, değişme cesaretini, gücünü bulamadığımız noktalardan kaynaklanır. Ve biz kaçtıkça gücümüz ve cesaretimiz azalır, korku büyür.
”Gerçeklerle yüzleşmek rahatlık alanımızın dışına çıkmayı gerektiriyor. Gerçeklerden korkuyoruz çünkü değişimden korkuyoruz. Çünkü bilinmeyenden korkuyoruz. Bildiğimiz alışık olduğumuz düzen bize ne kadar acı verirse versin tanıdık geliyor. Bu tanışıklık duygusu çocukluk dönemimize uzanıyor. Çocukluğumuzda annemize şiddet uygulayan bir babanın terörü altında yaşamışsak, bir erkeğin kadına şiddet uygulaması bizim için “tanıdık” oluyor. Maruz kaldığımız şiddet; Sözel, duygusal, fiziksel veya cinsel boyutta olabilir. Ne kadar acı çekersek çekelim, mutsuz olursak olalım, yine de bildiğimiz “tanıdık koşullar” altında yaşamak, bilmediğimiz “yeni koşullara” adapte olma sürecinden daha kolay, daha risksiz, daha güvenli geliyor. İngilizcede tanıdık (familiar) sözcüğü aile (family) kelimesinden geliyor. Bu bağlantı ilginç değil mi? Bu nedenle terk edemiyoruz bizi tüketen ilişkileri, bize zarar veren ortamları, bizi sömüren insanları… Çünkü onlar “aileden”, onlar “tanıdık”.
Neresinden bakarsak bakalım kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu, dışarıya akamayan bir irin gibi bedenimizi ve ruhumuzu ele geçiriyor. İçimize hapsettiğimiz her duygu aynı zamanda içimizin hapishanelerini yaratıyor.
Oysa yapabileceğimiz yegane şey; Duygularımıza dair anlayışı, saygıyı korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebilmemizdir.
Korkularımızla yüzleştiğimizde, asosyal topluma ve olumsuz insanlara karşı sağlam bir duruş geliştirebiliriz.
Bunun içinde kendi iç benliğimizle barışık olup, içimizdeki çocuğu özgür bırakalım.
Her şeyi belki yapamayız ama kendimize saygılı bireyler olarak bu hayatın içinde değerli, üreten, paylaşan, sevdiklerine ve sevdiğine omuz olan başlar olabiliriz. Bunu için hiç bir zaman geç değildir. Yeter ki biz kendimize geç kalmayalım.
Sığ sorunlarla, kendimize yaptığımız haksızlıklarla, yaşamak sevincini örselemek bu yaşama en büyük haksızlık değilde nedir?
Oyduğu bir kayadan akan bir suyun şırıltısı bile varlığını belli ederken yaşamı mazeretlere kurban etmek, hem kendimize hem yaşama en büyük haksızlık değilde nedir?
Kendi benliklerinin farkına varanlar, yaşamdan ne beklediğinin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz gerektiğini bilirler. Yanıtımızın doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerektiğinin de bilinciyle yaşama değer katarlar.
Kendini tanımak uyanışın esas bölümüdür ve yüzleşmek kendi gerçekliğimizin farkına varmak demektir. Dışımızdaki gerçeklerin farkındalığı o zaman anlam kazanır ve doğru bir temele oturur. Ancak o zaman insan kendi kendiyle yüzleşir. Yetişkin, özgür ve mutlu olabilir. Karanlığın bilincine vararak aydınlanabilir ve insan, kalbiyle, aklıyla yaşamın içine yürüyorsa bu dünyada hiç bir şey imkansız değildir…
Korkular, suçlanmalar, kendine güvensizliklerle oluşan bir kozanın içine de bir ömür boyu kalmak hem kendimize, hem bize bahşedilen yaşam armağanına en büyük haksızlıktır. Kendimizle yüzleşme, sorumluluğumuzu alma, hatalarımızı görme cesareti hem kozayı delecek hem de bizi güçlü kanatlara kavuşturacaktır.

18 Şubat 2020 Salı

Yaşam İşleyeni Severim

Hayatın içinde: 
Emek, mizah, sevgi, vicdan ve sanatla yoğrulmayan hiçbir şeyin yaşamsal tadı yoktur, aslında!
O zaman;
Akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve bize hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek, yaşamsal tatlara sırtımızı dönmek niye?
Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar bilmezler mi üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız, eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz bir ömür boyu. Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında. Ve yaşamdan bize ne yansıyorsa, o biz davet ettiğimiz için burada.
Bu algı, evreni ve içindekileri onurlandıramadığımız anlamına gelmemeli aksine bize yansıyan bu güzellikleri içselleştirmemizdir, ''onlar ve siz'' ayrımını ortadan kaldıran.
Yaşam ki bizden; kendi gücümüzü, benliğimizi keşfetmeye cesaret edin diye bağırıyor, bunları bize sık sık hatırlatıyor. Yaşam içerisinde ki iniş ve çıkışlarla, kayıplar ve kazanımlarla.
Bu yaşamı ertelemeyelim, bir başka uygun anı beklemeyelim, şimdi yaptığımız seçimler küçük görünsede kendimizi olduğumuz halimizle kucaklamanın, kendimize doğru yürümenin ödülü bize özgürlüğümüz olarak dönecektir.
Yeter ki biz buna inanalım, inanmaksa tamamen bize kalmış. Ne dersiniz, çok geç olmadan, yaşamın yüreğine yüreğimizi değdirmeye değmez mi?
Kanatlarımızı enginlere açmaya, keşkeleri olumlamaya, kalbimize aldıklarımızla aydınlık bir umuda elele yürümeye değmez mi ?
Yaşadıkça, yetersizlik ve güvensizlik duyguları yaşamın her alanında karşımıza çıkacak, bunu zamanda yol aldıkça görüyoruz zaten. Onu göğsümüzde büyütmediğimiz sürece geldikleri gibi giderler, yaşadıkça görüyoruz. Ruhsal sağlığımızın ölçüsü tökezleyip tökezlemediğimiz değil, tökezlediğimizde ne yaptığımızdır. Ayağa kalkar, üstümüzü temizler ve yaşamaya devam ederiz.
Yaşam hep bir karşılama ve uğurlama değil midir zaten. Kaldı ki hayat hep devam eder taa ki etmeyene kadar.
Bakış açımız, algılama zerafetimiz bütüncül olduğu sürece yaşamın yedek oyuncuları değil, yaşamın göbeğinde terimizi akıta akıta, kana kana içerek yaşamın ırmaklarını derinleşe-biliriz. Ne kadar uzun ne kadar kısa yaşadığımızın bir önemi yok aslında. Önemli olan öğrenmeye başlamak, aramak, bulmak ve özgürleşmek inanarak.
Karşılaştığımız şeyleri ne kadar iyileştirirsek, tercih ettiklerimizi ifade etmede o kadar net oluruz.
Olcay KASİMOĞLU

16 Şubat 2020 Pazar

Kıymayın Çocuklara

Çocukluğu uçurtmaların tellerine takılmış bir çocuk 😞 anne...

Hastane nöbetleri her zaman sürprizlere gebedir. Ne geleceği, ne ile karşılaşacağını bilemezsin.
Doğum sancılarıyla gelen kadınlarla dolar taşar doğumhane koridorları. Yine bir gece nöbetinde, sedyenin tam tum sesleri ile nöbetçi odasından dışarı çıktım. Personelimiz, ebe hanim doğum var dedi. Tamam, doğum odasına alin geliyorum.
Eldivenleri elime geçirip muayene masasına döndüğümde, karşımda duran gebe kadının bir çocuk olduğunu görünce başım döndü. Kaç yaşındasın deyince cevap vermedi, gözlerini yere indirdi. Hemen yani başında iki büklüm duran kadına yaşını sordum. Ne söylesem, sadece başını sallıyor. Söylesene kaç yaşında? Dudaklarının arasından zorla çıkan tek bir rakam, "on dört" dedi. Ne kadar başlık parasına satıldı dedim. Personel hemen yanıma geldi. Aman ebe hanim ne yapıyorsunuz? Burada bunlar normal karşılanır, başınıza belamı arıyorsunuz? Ne demek dedim ya bu çocuk, görmüyor musun daha çocuk. Daha ne olsun. Nasıl kıyarlar bu çocuğa. Gözlerim yerinden fırlamış gibi, etrafda ne varsa elimin altında ateşe dönüyordu.

Kayıt tutarken adının Güldünya olduğunu öğrendim. Doğum başlamıştı. Yardıma ebe arkadaşımı çağırdım. Gebemiz ürkek bir serçe gibi, insan bakmaya kıyamıyorum. Hani yel olsam alsam götürsem çocukların satılmadığı, tecavüze uğramadığı, şiddet görmediği, çocuk gelinlerin olmadığı, çocukların çocukluğunu yaşadığı, eğitim hakkını aldığı başka bir diyara. Lakin gerçek elimde kanlı, canlı duruyordu. Bir çocuğun içinde, başka bir çocuk dünyaya gelmek için çırpınıyordu. O an tek düşündüğüm Güldünya’ya nasıl yardim edeceğimdi. Bedeni narin, sesi varla yok arası. Sancılar sıklaştıkça bırak beni kendi halime der gibi engel olmaya çalışıyordu. Saatler geçiyor, sancılar sıklaştıkça inleme seslerine ağlama sesleri karışıyordu. Bir ara kapı aralığından gözüm annesine ilişti. Bir anne neden kızının satılmasına sessiz kalırdı? Kafamda tehlikeli sorular geçiyordu. Ya babası, babası nasıl kıyardı bu kınalı yavrucağa. Öylesine güzel bir isim vermişlerdi ki, ismine yaraşır yaşamalıydı! Lakin doğum masasında bir çocuk, doğum sancısı çekiyordu. Bütün duygularım istila edilmiş gibi annesine doğru yürüdüm. Kocası kaç yaşında dedim. Ebe hanim bilmem ki yaşını, geldi istediler kocam da olur dedi. Ya sen, sen ne dedin? Bana kimse sormaz ki fikrimi! Bizim buralar sizin oralara benzemez. Bizim oralar dediğin neresi ki? Ayni gökyüzünün altında yaşıyoruz işte..
Durdum, bir an yüzüne baktım, ne kadar çaresizdi. Babası hangisi diye sordum. Koridorun sonunda duran şu tıknaz adam benim kocam olur, dedi. Koridorda yürürken ayaklarımın çıkardığı ses bile isyan ediyordu, Yürüdüm gittim, karşısına dikildim.

Güldünya’nın babası sen misin diye sordum? Evet benim ebe ğanim dedi. Sen nasıl bir babasın, daha küçücük bir çocuk o, hiç mi vicdanın yok senin? Arkamdan biri formamı çekiştirip duruyor. Döndüm bizim personel Sülo. Ne var, dedim. Kurban olam ebe hanim etme, uğraşma bu adamlarla.
Daha sözü bitmeden doğumhaneden gelen feryatlarla soluğu doğum masasının başında aldım. Arkadaşım pür telaş, yüzüme endişeli bakıyordu. Eldivenleri elime geçirip tekrar doğumun seyrini takip etmeye başladım. Uzun sürdü bebeğin dünyaya gelişi. Belli ki oda istemiyordu gelmeyi. Artık ıkınmaktan gücü azalan çocuk annemiz iyice yorulmuştu. Hadi dedim son bir gayret, bebeğin başı görüldü. Devam et, bana güven, bebeğini kucağına vereceğim. O an bile bunu söylerken içim burkuluyordu. Çocuğu çocuğa emanet etmek gibi bir şeydi bu.

Sona geldiğimizde kendinden geçti. Elime süzülerek gelen bebeği parmaklarımın arasından geçirip avucuma aldığımda her şey o an için anlamını yitirmişti. Küçücük bir beden ve daha gözlerini açmamış yeni bir dünya. Çocuk annenin yüzüne baktım. Her şey yolunda diye göz kırptım. İlk kez gözlerimin içine baktı. O gözlerde her şey vardı. Umut, korku, endişe ne ararsan. Bebeğin göbeğini kesip, direk karnın üzerine bıraktım. Çok severdim, yeni doğan bebekleri annenin karnının üzerine koyup saniyelik de olsa buluşturmak. Anneyi ve bebeği arkadaşıma teslim edip, kalan işleri tamamlamak için odadan çıktım.

Anne ve babasını odama çağırdım. Onları ürkütmüş olacağım ki dut yemiş bülbülden farksızdılar. Ne yargılamaya nede ahkam kesilmeye niyetim yoktu. Benim tek derdim çocuk yaşta nasıl evlendirilirler kızlarını? Adliyede, çocuk olduğu için şahitliği kabul görmeyen, doktor muayenesinde çocuk polikliniğinde muayenesi kabul görülen ve daha bir çok şey..
Bunda sadece anne ve babanın mı suçu mu vardı? Gelin edilirken kamu-kurum ve kuruluşlarında görev yapan hakimin, savcının hiç mi suçu yoktu. Bu eril düzeni besleyen toplumsal ahlaki normlar hiç mi suçlu değildi? Ne olursa olsun hiçbir şey bu olayı haklı gösteremezdi. Kimin ne kadar suçlu yada masum olduğu değil, bu koşulların devamı neyle, nasıl besleniyordu? Yoksa daha okul çağında, okulunda olması gereken Güldünya neden okulda değil de, doğum masasındaydı? Önce bunların cevabi verilmeliydi.

Bütün bu sorular kafamı istila ederken yüzümü babasına çevirdim. Söyle şimdi hastane kayıtlarına nasıl geçireceğim bu olayı? Personele doğum parasını ödeyecek gücümüz yok demişsiniz? Birde üstüne üstlük olarak amcasının kızının yeşil kartıyla giriş yapmışsınız. Neresinden tutsam elimde kalıyor. Sizi ve kocasını yetkili mercilere şikayet edeceğim. Yapma ebe ğanim, seni yaşatmazlar buralarda. Sen şimdi git savcılığa, ne çocukların güvende olur ne canın. Oh ne güzel birde gözümü korkutuyorsunuz öyle mi? Bak sende çok gençsin ebe ğanim, bizi bırak yolumuza gidelim. Bu düzen buralarda baş keser. Senle bitmez. Benle de bitmez. Ben kızımı satmadım senin deyiminle. Bu bizim düzenimiz, bağ bana ebe ğanim senin adaletin buralarda işlemez. Yap işini yeter. Ne diyorsun sen? Bu haksızlığa sesini çıkarma diyorsun öyle mi? He valla öyle. Dışarıda benim kaşımı oynatmamla kurşunu alnın ortasına indirecek insanlar var. O yüzden bizimle uğraşma. Buranın polisi de, jandarması da, hakimi, savcısı da bunu biliyor. Dinledikçe içimin sesi susmuyordu.
On dört yaşında bir çocuğun yasal olarak devletin koruması altında olduğunu anlatmamın hiçbir faydası yoktu. Haklıydı, düğün dernek kurulurken bu ülkenin savcısı, hakimi neredeydi? İmam nikahını kıyan imam efendi bunun daha çocuk olduğunu bilmiyor muydu? Gebeyi muayene eden doktor, bu hamileliğn insan gelişim aşamalarına uygun olmadığını bilmiyor muydu? Savcılığa suç duyurusunda bulunması gerekenlerin susması bu bataklığı beslemiyor muydu? Baktım babanın yüzüne, kanıksanmış cehaletin hangi damarını kesecektim. Halk deyimiyle alanda, verende memnun gözüküyordu.
Çocuk gelinler düşüncesi bile midemi bulandırmaya yeterken, söylediğim her söz kurşun olup alnıma dayanıyordu. Anneye döndüm, sen diyorsun bu hususta; benim söz hakkım yoktur ebe ğanım, bende on üçünde evlendirildim. Kocamın yüzünü görmemiştim bile. Üzülüyorum emme elimden bir şey gelmez. Yüzüne baktım, omuzlarına çöken hayata baktım.

Kapı vuruldu, gelen Süloydu. Ebe hanim başhekimim sizi görmek istiyor bi hele seğirdin bağın neymiş diyecem emme niçin çağrıldığın belli. Koridorda gebenin kocasının üzerine yürümüşsün. Şikayetçi olmuşlar. Vaay birde şikayet öyle mi! Ben şimdi gidiyorum, sanmayın bu burada bitecek. Odamdan çıktığımda bağını koparan kim varsa üzerime kükrüyordu. İşte bizim gelinin kocasını, babasını savcılığa verecek olan ebe vs. Başhekimin odasına vardığımda içerisi kaynıyordu. Ebe hanim, sorun ne ? Durumu kısaca izah ettim. İçeride tanımadığım insanların içinde sorguya tutulmak duygusu kendimi iyi hissettirmedi. Ebe hanim, misafirlerimiz ilçenin ileri gelenlerinden. Doğumhanede sorun yaşanmış, ne olduğunu merak edip gelmişler. Şaşırmıştım. Bu ne şimdi? Hiçbir şey söylemeden müsaade istedim. Doğumhane katına yürürken bir anda etrafım kuşatılmıştı. Babaya kızgınlığım bunların yanında masum kalırdı. Bu yaşananlar, olayın perde arkasının daha ciddi boyutlarda olduğunun bir göstergesiydi.

Dönüşte baş-hemşireyle karşılaştım, ne oluyor, bu ne telaş? Haberin vardır belki, doğumhaneye çocuk yaşta bir gebe getirildi. Çok üzüldüm. Suç duyurusunda bulunacağımı söyledim, maşallah bütün ilçe ileri gelenleriymiş, her ne oluyorsa bu denilen, başhekimin odasına hücum etmişler. Oradan geliyorum. Canım arkadaşım, sen hakikaten başına bela saracaksın. Daha önce de karısına şiddet uygulayan kocayı şikayet etmiştin. Başına gelmedik kalmadı. Bu gidişle canına, malına bir haller gelecek. Hele birde buralı değilsin, vallahi seni harcarlar. Yapma, bari bunu sen söyleme. Ne yapalım, susalım mi? Bizim görevimiz sadece sağlık hizmeti vermek mi? Yapamam, başımı yastığa koyduğumda, gözlerimin önünden gitmiyorlar. Kızıma sarıldığımda, ayni şeyin onun başına gelebileceğini düşündüğümde canım acıyor. Tamam haklısın, hepimiz biliyoruz bunu ama bu düzenin dişlileri hepimizi ezer. Ben aynı düşüncede değilim. Hepimiz görevimizi yaptığımızda bu düzen diye bir şey kalmaz. İşte olayın bu halkasın da herkes yanılıyor. Bütün suçu sadece devleti yönetenlere, yada yasa yapıcılara atmakla aklanılmıyor. Asil soru, biz bu olayın neresindeyiz?

Hadi bana eyvallah,doğumhaneye gidiyorum. İçeri girdiğimde herkes koşturuyordu. Bağıran, feryat, figan. İçeride bir telaş, ne oldu dedim? Ebe hanim sizin doğum yaptırdığınız gebe var ya, kanaması başladı. İçeri girdiğimde ebe arkadaşımın yüzü kireç gibiydi. Ne oldu? Kanama başladı durduramıyorum. Örtüyü kaldırıp baktığımda başımdan kaynar sular döküldü. Atoni’ ye girmişti Güldünya’miz. Ameliyathaneye haber verildi, kanamayı durdurmak mümkün görünmüyordu. Apar, topar ameliyata alindi. Dışarıda bekleyen anası ağıtlar yakıyordu. Dışarı çıktığımda ellerime yapıştı. Kurban olurum kızımı kurtarın. Gözyaşları sahiciydi lakin cehalet de çok sahiciydi. Hiçbir şey söylemeden yanından geçtim. İçimden hiçbir şey söylemek gelmedi. Odama geçip bakıcımı aradım, kızım nasıl, sesini duymak istiyorum dedim. Telefonu kapatınca ağladım. Bütün Güldünya’lar için ağladım.

Gidişatı sonuna kadar takip etmiştim. On dört yaşında bir kız çocuğuna, doğum sonrası gelişen kanaması durdurulamadığı için histerektomi yapılmıştı. Bir daha anne olamayacaktı. Doğurduğu çocuk kızdı. Muhtemelen erkek çocuğu da isteyecekti sevgili kocası. Düşünmek istemiyordum sonrasını, düşündükçe mideme bıçaklar saplanıyordu. Bu ne ilkti ne son olacaktı. Üzerinden çok zaman geçmeden bir sabah arabamın bütün camları kırıldı. Bir yıl sonra tayinim çıktı, oradan ayrıldım. Büyük bir şehirde görevime hemşire olarak devam ederken, aslında insan cehaletinin her yerde farklı şekillerde cereyan ettiğini de gördüm. Şekiller farklı, öz ayni. Değişen bir şey yoktu. Memleketler, doğduğun yer, yaşadığın yer insani daha insan yapmıyor. Bu çok farklı bir şey. İnsan olmanın coğrafyası yok. Yaşadım, gördüm.

Olcay Kasımoğlu