Translate

24 Mayıs 2020 Pazar

Sevgimiz Bizi İnsan Yapar

İlkeli olmak bir ''YAŞAM'' biçimidir, kirlenmişliğe karşı bir duruş sergilemektir...
21. yüzyıla baktığımızda;
Bu çağa, bu görüntülere anlam vermek mümkün değil... ilkeleri olmayan, kendini kuma gömmüş, , tam olarak ne istedigini bilmeyen, bir türlü anlaşılamayan, sürekli yaşamı katledenlerden bıktık artık.
''Hiçbir çağda, insan bu kadar küçük hesaplar yapmak zorunda kalmadı.
Hiçbir çağda insan bu kadar zamandan, sevgiden, saygıdan yana fakir olmadı.
Hiçbir çağda sana biçilen yolun biraz dışına çıkmak bu kadar ağır cezalandırılmadı.
Hiçbir çağda, giyeceğin, yiyeceğin, içeceğin şeyler bu kadar çok başkaları tarafından belirlenmedi.''
Hiç bir çağda insan kendiyle bu kadar çelişmedi.
Toplum olarak yaşadığımız travmaları, kronikleşmiş sorunları aşma iradesi gösteremiyoruz.
Unuttuk kendimizi, geçmişimizi ve bizi bir arada tutan ortak değerleri, ahde vefayı..
Er veya geç herkes yaptıklarının bedelini ödeyecek. Doğruyu yazan kaleme herkes er veya geç muhtaç olacak.
Adalet herkes içindir, er veya geç herkesin defterine mürekkebi damlayacak...
Toplum olarak da hak etmeyenlere dağıttığımız değerlerin bedelini ödüyoruz.
Bir filozof seslenmişti "su gibi sevda gibi birbirinin nefeslerini dinleyen" pırıltılara muhtacız.
Önce adam gibi adam olmalıyız.
Kendimize ait bir doğrumuz yok ise başkalarının yanlışlarını doğru kabul ederiz.
Yanlışlar da zamanla doğruların yerini alır.
Ve herkes kendi çikarina göre yaşamayi ilke edinirse sürer bu vasatın esareti...
Düşünen ve sorgulayan her insan, hangi şartlar altında olursa olsun insanı, değeri ve değerleriyle değerlendirir.
Ve vicdanımız... vicdanimiz yanılmaz bir yargıçtır, biz onu öldürmedikçe..
İyi bir sabrı kuşanmadan, iç sesimizle yüzleşmeden hiç bir işe başlamayalım, önemli kararlarda rol almayalım.
Kendi sahne arkamizi başkalarının sahne ışıkları ile kıyaslamayalım.
Değilmi ki;
İnsan ruhu doğanın parçasıdır. Doğa gibi
boşlukları muhakkak doldurur.
İçinde sevgiye yer olmayan her şeyi
sevgisiz yapar ve sevgisiz insan zayıftır
çabuk yenilir.
Sevgimiz bizi insan yapar.
İnsan olanın da onuru, itibari olur, saglikli sevgi anlayışı olur.
Ortamın adamı olmaz...
Olcay Kasımoğlu

22 Mayıs 2020 Cuma

Herkes Kendi Yaşamından Sorumludur!

İnsan yaşamı anlam içermektedir. İnsanı güdüleyen şey, yaşamını anlamlı kılma çabasıdır. Bunun yanında; herkes için geçerli evrensel bir anlam yoktur. Her birey için, yaşamın anlamı farklı olabilir. Önemli olan, o bütünün parçasıyken, yaşamı yaşanılır kılmaktır. Sadece kendi acısına ağlayan, yada sadece kendi sevinçleriyle mutlu olan insanların yaşamlarında, ego hep ön saflarda yer alır. Buda, iç sesimize hep perdeler çeker. Engin bir sevgiyle kucakla-yamayız yaşamı ve insanları.
Hayat var oluş anlamıyla çok güzel, onu asıl niyetinden uzaklaştırıp, yokuşlara tırmandıran, al aşağı eden biz insanlarız. Dikkatsiz, duyarsız ve duygusuz yaşadığımızdan, hayatın asıl manasını ıskalıyoruz. Güzelliklere özen göstermiyoruz, ayrıntılara dikkat edemiyoruz…Hangimiz bir an olsun, içtenlikle yüreğimize dokunup, o günü güncelleyip, yeni bakış açılarıyla, yüreğimizin kollarını yaşama açıyoruz?
Hayat çetelesi, kayıplar üzerinden insana hizmet sunuyor, dün ölenler, bugün ölecekler, sıra kimde bilmeden. O zaman neyin telaşındayız?
Bir çok insan, karşılaştığı olayları, aklın ve mantığın süzgecinden geçirmeden, sorgulamadan kabul ediyor, özne haline gelemiyor. Özellikle, kendi düşüncesi konusunda fanatik, eleştiriye kapalı, empati yoksunu insanların verdiği zararlar tahminler ötesidir. Tarafsızlığın, renksizliğin, vurdumduymazlığın, neme lazımcılığın kurbanı yüz binlerce insan var. Bunca renksizlik içerisinde, kıyamın olduğu her yerde, her şeye rağmen insanlar; sevginin, dostluğun, iyiliğin gücüne inandıkları için, nefreti reddetmekte birleşiyorlar. Hangimiz, en sevdiği yemeği bir kaç tabaktan fazla yiyebilir veya aldığımız hangi eşya, bizi sınırsız bir süreyle mutlu edebilir ?
İnsan, kendi dar sınırlarından çıkıp, daha zengin bir yaşam deneyimine ulaştıkça, bakış açısı da değişiyor. Ruh-beden sağlığımızı korumak istiyorsak, yaşamın anlamlı karışımını bulmak, hayatımıza sahip çıkmak zorundayız. Başkalarının insafına ve merhametine bırakılan bir yaşam, baharı kışa teslim etmeye benzer.
Öte yandan, hayatta en iyi ve en mutlu yaşam, olumlu düşüncelerdeki yaşamdır. Bu nedenle, iyi, yapıcı ve yaratıcı düşüncelerin insana verdiği mutluluğu hayatta başka hiçbir şey veremez. Ve hiç bir şey ölmüyor yaşamda. Ölen, insanların kendi kafalarında, kalplerinde öldürdükleri aslında. Bizler ise, ölümlü dünyaya, bitimli hayatlar almaya çalışıyoruz ve birde bakıyoruz ki;
“Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrümüz, vakit gelip, sandıktan çıkardığımızda, tedavülden kalkmış.” (Anonim)
Emeğin hiç bir zaman sorgulanmadığı bir yaşam ve sağlıklı sevgi anlayışıyla büyümek, ahlaki olgunluğa erişmek, iyiliğin, sevginin parçamız olduğunu bilmek, insanın asıl doğasına ait tüm özellikleri unutmadan, varoluşumuzun, özümüzün güzelliklerinden utanmadan yaşama yürümek, yaşamı değerli ve anlamlı kılıyor.
Biz, yaşamın çocuklarıyız ve yaşam sürprizlere gebe. Bazen, iyi dediğimiz şeyler, yaşandıkça, kötü olarak da karşımıza çıkabilir, yada tam tersi, kötü dediğimiz şeyler, bizi iyiliğe götüren eylemlerde olabilir.
Acı çeken bir insan, belki de bir gün önce, mutsuzluğuna sebep olabilecek bir durumu, çok mükemmel bir olaymış gibi umutla beklerken, hiç ummadığı bir sonuçla karşılaşmış olabilir. Bu yüzden hayat konusunda, yanlış yargılara kapılmak mümkündür.
‘’İnanmadığın gibi yaşarsan, yaşadığın gibi inanırsın,’’ sözü oldukça anlamlıdır.
İnsan, sorgulamayla, zihninin alışkanlık perdesini yırtabilir ve mutlak gerçek olarak benimsediği kavramları sil baştan yeniden ele alma cesaretini gösterebilir, ezber bozabilir.
Yeter ki kendimize ve yapmak istediklerimize, yapabileceklerimize güçlü bir şekilde inanalım. İnanmış bir insani yolundan çevirmek zordur. İnanmak beklenti demektir; beklenti ise umut. Kendimize inanalım, değerimizi başkalarının gözünde aramayalım. Kendimize ait değerlerimiz ve kendimize ait bir yaşam felsefemiz muhakkak olsun.
Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Ne yapalım, kaderimiz böyleymiş deyip; öğretilmiş, öğrenilmiş çaresizliği kabul etmek cehalettir.
Yaşam; seçtiklerimizdir ve seçtiğimiz yolun yolcusu biziz. Bütün sapaklar, dönemeçler yolcuya aittir. Diğer insanların bizim hakkımızda ne düşündüğü, aslında o kadar da önemli değildir. Diğer insanlar için, bu dünyaya gelmedik. Herkes kendi yaşamını yaşamak ve yaşama olumlu katkılar sağlamak için burada.
İnsan bir şeye gerçekten gereksinim duyuyor ve istiyorsa, bunu ona sağlayan şey rastlantı değildir; kendi içindeki istek ve zorunluluk onu çekip, istediği her ne ise ona doğru götürmüştür. Aslında, dışımızda gördüğümüz şeyler de içimizdekilerin aynısıdır. Bu gerçeğe, bu kadar aykırı bir yaşam sürmemizin nedeni, kendi dışımızda ki her şeyi tek doğru sayıp, içimizde ki dünyaya söz hakkı vermememizdir. Oysa insan, bir kez işin bilincine vardı mı, illa ki çoğunluğun izlediği yolu seçmesi diye bir şey söz konusu olamaz. O zaman bunu kader, yazgı diye kabul etmez. Yeter ki bir kez olsun, içindeki dinamiklerle yaşamını buluştursun.
Ve insan, yaşamsal değer taşıyan hiç bir şeyi unutmamalı. Kendi yaşamlarına sahip çıkanlar ve yaşamın insana verilen en güzel hediye olduğuna inananlar; umut etmekten, inanmaktan, asla vazgeçmeyeceklerdir. Yeni değerler yaratanların etrafında döner dünya; ama sessizce!
Olcay kasımoğlu

Kendimizle Yüzleşmekten Korkmak

Bazen daha fazladır her şey ve yıllar ilerledikçe zevklerimiz, hoşlandığımız şeyler değişir!
O zaman insanı özel kılan nedir? Sadece bedeni mi? Hangi sınıftan olduğunu söyleyen giysileri mi? Parası mı, gücü mü? Yoksa içinde çalkalanıp duran, kartal olmak için bazen karanlıkta yarasalar arasında, kimi sürüngenlerle nemli iklimlerde, bazen de semanın ötesinde devinen ruhu mu?
Zamanla güçlü bir zeka ve ruhu olan insanlar isteriz yanımızda. Çünkü seçimlerinin de kendisinden bağımsız olmadığını biliriz. Seçtiklerimiz bize aittir. Seçtiklerimizin aynasında parlarız.
O zaman akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek niye?
Hepimizin kendine ait veya başkalarından alıp sakladığı sırları, sırlardan kurduğu surları ve yıkamadığı kaleleri var.
Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar bilmezler mi üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız. Eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz bir ömür boyu.
Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında.
İnsanlar da, kendi yaşamlarında gün gelir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalırlar.
İnsan, kendi hayatından sorumlu olduğu zaman, kendini disipline eder. Kişi kendine egemen oldukça hayata ve içindekilere de egemen olur.
Yeter ki kalbimizdeki sağanaklara hayat vereni, verenleri fark edelim…
Bununla birlikte İnsan, sıklıkla sosyal ilişkileriyle ilgili çıkarımlar yapar. Başkalarının düşünce ve davranışlarını anlamak ve tahmin etmek için sosyal işaretleri okumaya çalışır. Ne yazık ki, kişinin yaptığı bu çıkarımların yanlış olma ihtimali beynimizin kullandığı bazı kısa yollar ve sahip olduğumuz bazı ön yargılar nedeniyle oldukça yüksektir.
Bunun yanında her bireyin gelişimi, fiziksel, zihinsel ve duygusal yönlerini kullanma tarzı farklıyken, hayatı mücadele etmeye değer kılan ve şaşırtıcı hale getiren şey de bu seçim”Kendimizle yüzleşmek” ve farklılıklar değil midir?
Burada kendimizle kurduğumuz diyaloğun niteliği, kendimize dair hissettiklerimizi doğrudan etkilerken; Farklılığı anlayıp, yaşadıklarımız karşısında aldığımız tavırla, kendi iç benliğimizle yüzleşmek, “Neden ben” diyerek zaman kaybetmemeyi, onun yerine “Mimdi ne yapmalı?” demeyi öğretir. İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Peki, hangimiz, özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya ya da kendi gerçeğimizle yüzleşmeye hazırız?.
”Gerçek insanı özgürleştirir. Çünkü gerçekleri görmek ve kabul etmek, bize onları değiştirme gücünü verir. Kabul bu gücü içinde barındırır. Ama insanların çoğu gerçeklere inanmamayı, kendiyle yüzleşmemeyi tercih ediyor. Gerçeklerle yüzleşme cesaretini göstermek yerine, gerçekleri göz göre göre inkar ederek özgürlüğünü feda etmeyi seçiyor. Kendinden kaçan korku dolu insanlar için özgürlüğün bir değeri yoktur. Onlar güvence peşindedir, gerçek özgürlüğün değil.
”Kendimizle yüzleşmektense olan bitende başkalarını suçlarız. Başarsızlıklarımızı kabul kendimizle yüzleşmedir. Başarısızlığımıza başkaları neden olmadı. Sevgilimiz vefasız olduğu için bizi terk etmedi. Aile içinde diğer fertler kötü oldukları için bütün bunlar olmadı. Öğretmenlerimiz bizi sevmedikleri için kötü not almadık. Kendimizle yüzleşemeyiz çünkü kendi sorumluluğumuzu yüklenmek istemiyoruz.”
Oysa; Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır. Yeterince iyi olamadığımız düşüncesinden korkmamalı ve kendimizle yüzleşmeliyiz.
Korkularımız, birer birer masaya yatırıldığında ve onlarla yüzleşebilmek cesareti göstere-bildiğimizde hayatımızdan çekilirler. Korktuğumuz ve kendinizden uzak tutmak için uğraştığımız şeylere bilinçsizce karşı direnç oluşturarak kendimize çekiyor, yaşamımıza sokuyoruz. Korkularımızın samimi anlamda farkına varabildiğimizde, realitemizi değiştirmiş olacağız. Çünkü geçmişten öğrenmek ile geçmişte yaşamak aynı şey değildir.
İnsan her türlü gerçekten korkar, özellikle ruhsal gerçeklerden. İçinde bulunduğu realitenin gerçeklerinden, yaşamının gerçek amacını bilmekten, geçmesi gereken bir üst realite basamağının gerçeklerinden korkar. Tüm korkular, değişme cesaretini, gücünü bulamadığımız noktalardan kaynaklanır. Ve biz kaçtıkça gücümüz ve cesaretimiz azalır, korku büyür.
”Gerçeklerle yüzleşmek rahatlık alanımızın dışına çıkmayı gerektiriyor. Gerçeklerden korkuyoruz çünkü değişimden korkuyoruz. Çünkü bilinmeyenden korkuyoruz. Bildiğimiz alışık olduğumuz düzen bize ne kadar acı verirse versin tanıdık geliyor. Bu tanışıklık duygusu çocukluk dönemimize uzanıyor. Çocukluğumuzda annemize şiddet uygulayan bir babanın terörü altında yaşamışsak, bir erkeğin kadına şiddet uygulaması bizim için “tanıdık” oluyor. Maruz kaldığımız şiddet; Sözel, duygusal, fiziksel veya cinsel boyutta olabilir. Ne kadar acı çekersek çekelim, mutsuz olursak olalım, yine de bildiğimiz “tanıdık koşullar” altında yaşamak, bilmediğimiz “yeni koşullara” adapte olma sürecinden daha kolay, daha risksiz, daha güvenli geliyor. İngilizcede tanıdık (familiar) sözcüğü aile (family) kelimesinden geliyor. Bu bağlantı ilginç değil mi? Bu nedenle terk edemiyoruz bizi tüketen ilişkileri, bize zarar veren ortamları, bizi sömüren insanları… Çünkü onlar “aileden”, onlar “tanıdık”.
Neresinden bakarsak bakalım kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu, dışarıya akamayan bir irin gibi bedenimizi ve ruhumuzu ele geçiriyor. İçimize hapsettiğimiz her duygu aynı zamanda içimizin hapishanelerini yaratıyor.
Oysa yapabileceğimiz yegane şey; Duygularımıza dair anlayışı, saygıyı korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebilmemizdir.
Korkularımızla yüzleştiğimizde, asosyal topluma ve olumsuz insanlara karşı sağlam bir duruş geliştirebiliriz.
Bunun içinde kendi iç benliğimizle barışık olup, içimizdeki çocuğu özgür bırakalım.
Her şeyi belki yapamayız ama kendimize saygılı bireyler olarak bu hayatın içinde değerli, üreten, paylaşan, sevdiklerine ve sevdiğine omuz olan başlar olabiliriz. Bunu için hiç bir zaman geç değildir. Yeter ki biz kendimize geç kalmayalım.
Sığ sorunlarla, kendimize yaptığımız haksızlıklarla, yaşamak sevincini örselemek bu yaşama en büyük haksızlık değilde nedir?
Oyduğu bir kayadan akan bir suyun şırıltısı bile varlığını belli ederken yaşamı mazeretlere kurban etmek, hem kendimize hem yaşama en büyük haksızlık değilde nedir?
Kendi benliklerinin farkına varanlar, yaşamdan ne beklediğinin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz gerektiğini bilirler. Yanıtımızın doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerektiğinin de bilinciyle yaşama değer katarlar.
Kendini tanımak uyanışın esas bölümüdür ve yüzleşmek kendi gerçekliğimizin farkına varmak demektir. Dışımızdaki gerçeklerin farkındalığı o zaman anlam kazanır ve doğru bir temele oturur. Ancak o zaman insan kendi kendiyle yüzleşir. Yetişkin, özgür ve mutlu olabilir. Karanlığın bilincine vararak aydınlanabilir ve insan, kalbiyle, aklıyla yaşamın içine yürüyorsa bu dünyada hiç bir şey imkansız değildir…
Korkular, suçlanmalar, kendine güvensizliklerle oluşan bir kozanın içine de bir ömür boyu kalmak hem kendimize, hem bize bahşedilen yaşam armağanına en büyük haksızlıktır. Kendimizle yüzleşme, sorumluluğumuzu alma, hatalarımızı görme cesareti hem kozayı delecek hem de bizi güçlü kanatlara kavuşturacaktır.

19 Mayıs 2020 Salı

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı

İYİ ŞEYLER ASLA ÖLMEZ
Sorunları bahane ederek mutsuzluğa ve umutsuzluğa kilitleniyoruz oysa her çağ kendi karanlığını sonlandıracak ışığın tohumlarını içinde taşır.
19 Mayıs 1919, Türk Ulusunun uyandığı, emperyalizme başkaldırdığı Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ya istiklal, ya ölüm” diyerek ulus egemenliğine dayanan tam bağımsız bir devlet kurma kararının yaşama geçirildiği gündür.
Gençliğe, spora ve harekete de selam olsun...

Türkan Saylan'a Minnetle

Bazıları sadece kendi için yaşar, bazıları da hem kendini geliştirir hem başkalarının hayatlarına kendi emeğinden bir şeyler katmak ister...🥀
Sorunları ele almanın, tavır koymanın, gerçekliğe yönelmenin, kimi eylemlerin çekirdeğini taşıyan bizim karakterimizdir.
"Her eğitimli kadının bu Cumhuriyete borcu vardır." diyen
Kardelenler'İn annesi Türkan Saylan "Eğer bir yerlerde bilime, demokrasiye, barışa, aydınlığa aç bir çocuk senin ışığını bekliyorsa, sönmeye hakkın yoktur. Işıyacaksın! Ölüme saniyeler kalmış olsa bile."

Anısına saygıyla.

Olcay Kasımoğlu

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Yeniden Anlamak

"Yeni türkü" içime yolculuk"telli telli"yi dinliyorum...
İnsan kokuları, tabiatın rüzgarı gibidir;bir aralık, bir içtenlik görmeye görsün, hemen sızar; ışığın sızdığı gibi, rüzgarın estiği gibi...
Doğduğumuz,büyüdüğümüz yerlerden göçlere durduk. Bunda, gerek ülkenin gelir dağılımında ki adaletsizliği, gerek eğitim de ki çifte satandart insanlarin kendi doğup büyüdüğü coğrafyadan zorunlu ayrılmasına neden oldu.
Bunlar derin mevzular. Bunlarla ilgili çok şey söyleyebilir, yazabilirim. Çünkü yaşadım... bire bir...
Kendini Türkiye'nin batısında, bir şehirde doğup büyüdüğü için daha aydın, daha medeni sanan, bölgesinin ismiyle övünen o kadar çok yari aydin tanıdım ki, bazen okumakla, okuduğunu anlamak arasında ki o narin, o ince ayarı bir türlü bulamayanların ülkesinde faşizmin, bölgeciliğin, ağaliğin, bencilliğin elini kolunu sallayarak gezmesine şaşırmamak gerekiyor.
Kurtuluş savaşında herkes Türkiye'nin vatandaşıydı.
Kendini aşmış, bilincini bilgiyle, görgüyle, adalet ve hakkaniyetle beslemiş, vicdanı hür merhameti cömert sevgisi engin olanların statülere, makamlara, tapinmalara, isimler üzerinden kendilerini ifade etmeye ihtiyaçları yoktur.
Şimdilik bundan uzaklaşıp, bugüne, o çocuk kalplerimizin, siyah önlüklerin içinde ki çocukluğumuzu, gençliğimizi beraber beslediğimiz çocukluk arkadaşlarımızla, okul siralarini paylaştiğimiz dostlarimizla yeniden bir araya geldik
Ata, dede komşusuyuz ayni zamanda.
Kendi adıma, kalbimin bahçesine su taşıyan, çocukluğumun ve okul yıllarımın nazlı bahçesinde beraber büyüdüğüm canlara sonsuz minnetle teşekkürlerimi sunuyorum.
Bugünden çocukluğumuza bakıp o günden bu güne ne öğrendik diye sorduğumuzda, kendimize şu cevabı verebiliriz artik.
Anlamak için sorgulmayı, bilince çıkardıklarımızı hayatımızda gerçekleştirmeyi, gerçekleştirdiğimiz kadar da özgürleştiğimizi öğrendik diye yanıtlayabilirim. Hayatın akışı içinde bulunduğumuz konum, kariyer , şu kadar küçük veya bu kadar büyük olabilir.
Bu önemsiz değildir ama daha önemli olan hayat içindeki mücadelemiz de savunduğumuz dünya görüşü ve bir etkinliği gerçekleştirme yöntemimizdir.
Hepimizin yaşadığı ve unutmadığı derinlikler muhakkak vardır.
O bıraktığımız yerden o kalbi kocaman çocukları, anılarla tekrar yad ettik.
Çektirdiğimiz fotoğraf karelerinde kalan yaşımız bize gülümserken, kaç yıl geçmiş üzerinden.
Hani sıralarda yan yana otururken mahçup samimiyetin, içtenliğin olduğu, yalanın dolanın aramıza sınırlar koymadığı o yıllara bir gezi yapmak yeniden güzeldi.
Yüzümüzde ki çizgilerin, saçlarımıza düşen beyazların ilk tohuma durdukları yerden selamlamak gözlerimizi nemlendirdi. Olsun,
düşlerimizin diyarlarından süzülüp; bütün insanlığa, evrene katkı sağlayan dostları kucaklamak yeniden güzeldi.
Her nesil yaşadığı toplumun değerlerini yeniden yorumlamak ve sahip çıkmak zorundadır.
Tüm acılar bilgisizlikten kaynaklanır.
Bilgi, insanın ufkunu aydınlatan, sevgi ile biçimlenen bir öğedir. İnsan özellikle karşındakini anlamak için, onda olanı anlamaya niyetli olmalı. Buda kuru bilgiden uzak, açık bir zihin ve sevgi ile biçimlenen bir anlayışla mümkündür.
Yeniden başlamalı
Yeniden anlamalı
Yeniden dinlemeli
Ve yeniden dillendirmeliyiz
Yitip giden zamanları...
Hiç bir şey insandan daha değerli değildir. Kaldıralım aramızdan kulları, paranın saltanatini ve insan simsarlarını kaldıralım.
Bu güzel ülke hepimizin ve hepimiz bu ülkenin vatandaşlarıyız.
İnsan insana tutunarak yaşar...
Sevgiyle, saygıyla, insanca yaşamayı her birey hak eder...
Olcay KASIMOĞLU

13 Mayıs 2020 Çarşamba

Kendime Yürüyorum

Kısır döngünün yoldaşı yoktur.
''Yaşam çiçek “üstü” sonsuzdur.
Yaşam yer “çarpı” yüreğimizin çarpıntısıdır.''
Seviyorum yaşamla bağımı.
Ne kul, ne kuklacı, ne gösteriş budalası.
Başkalarinin gözünde aramamak kendini, kıvrılmadan, kıvılcım olup sanatla karışmak yaşamın içine ne hoş!
Bizi biz yapan söylediklerimiz değil, uygulamaya geçirebildiklerimizdir.
Ve hepimizin yaşadığı deneyimler sonucunda hayatımızla ilgili oluşturduğu bazı değerler ve çıkardığı dersler vardır.
En büyük ibadetlerden biride bunları insanlarla paylaşabilmektir...
Arayışın, cesaretin, sonsuzluğu hissedip sonlu insanın hiç çekişini yapan bir insanım.
Bahar toprağının doğum sancıları gibi umutlu ve direngen şiirler yazmaktan, yaşamı sorgulamaktan, iyi niyetli ve cesur insanları sevmekten, hakka ve adalete inan ve inandığı gibi yaşayan insanları sevmekten mutluyum.
Ne güzel demiş Plinius;
*Herkes kendisi için bir derstir; elverir ki insan kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir; başkasına değil kendime ders veriyorum.*
Her yeni gün yeniden doğmaktır ve sahici özgürlüğü coşkusal biçimde, insanca şiirleştirmektir.
Üzerimizde ki yıldızlı gökyüzünü unutmadan yaşama türkülerle, şiirlerle, cesaret ve sevgiyle; unutmadan çocukları ve iyi insanları birlikte yürüyeceğiz.
Şiir benim yaşam felsefem, şiirin felsefesini yazmak çok daha ciddi bir iş.
Şiire emek veren biri olarak şunu hep söylerim, her yerde her zaman söylerim; şair sahneyi dolduran değil, yaşamı yetkinleştirendir, muhaliftir, okuyandır, sorgulayandır.
Sadece sevilmek için, alkışlanmak için yazıyorsa şiirlerini, şiir şiirliğinden utanır kapatır perdelerini.
Yoksa muhaliflik nasıl derinleşecek, sahicilik kendini nasıl ifade edecek?
.Hasret Gültekin ne güzel der;
"Şairler şiirler yazıyor, ressamlar resim yapıyor ve biz ozanlar türküler söylüyoruz, dünya alışkanlıktan değil de,
sevgi ve mutluluktan dönsün diye."
Seviyorum, gönül yurdumdan, yaşadıklarımdan, acılardan ve sevinçlerden kurduğum gerçek bağla kendime yürüdüğüm bu yolculuğu...
Olcay Kasımoğlu

Hemşireler

Malzemesi ''İnsan Olan'' Hemşireler♥

Sağlık; bireylerde, zorunlu, vazgeçilmez ve hayatın her döneminde aynı önemi koruyan temel ihtiyaçlardan biridir. Bu ihtiyaca cevap veren personel içinde en önemli meslek grubu ise hemşirelerdir.
Hemşirelik; bireyin, ailenin, toplumun sağlığını korumak, geliştirmek ve hastalık halinde iyileştirme amacına yönelik hizmetlerin ''planlanması, örgütlenmesi, uygulanması'' değerlendirilmesinden ve bu hizmetleri yerine getirecek kişilerin eğitiminden sorumlu ''bilim ve sanattan'' oluşan bir sağlık disiplinidir.
Hasta haklarının, değişen sağlık ihtiyaçlarının, hasta ve hasta yakınlarının beklentilerinin karşılanması ile etkili, verimli ve duyarlı sağlık hizmeti sunulmasında hemşirelere önemli görevler düşmektedir.
Sağlık sektörünün köprüleri dediğimiz ''hemşireler'' hizmetlerini birey, aile ve toplumla işbirliği içinde yürütürler.
Hemşire kavramı bu yüzden tek başına bağımsız bir kavram olarak düşünülmez.
Sağlık öznesine bağımlı bir simge gibidir, kimine göre ''hastane, kan, iğne, ameliyat, beyaz önlük, derece, ilaç'' hep bu bağımlı gerçeğin yörüngesinde dolaşan gezegenler gibidir.
Sırf bu yüzden; bir hemşire kendi başına, bağımsız bir imge olarak görülmez.
Hemşirelikle ilgili kim ne düşünürse düşünsün, kim hangi tanımı koyarsa koysun ''sağlık sektöründe'' hemşirelik mesleğinin önemini kavrayamamış olanlara ''hemşirelik'' bu sektör içinde sıradan bir iş grubudur diyenlere söyleyeceğimiz, elinizi vicdanınıza koyun, hak ettikleri saygınlığı onlardan esirgemeyin.
Sağlık sektörü; sadece hizmeti verenle değil, hizmeti alanın da kendi üzerine düşen sorumlulukları yerine getirdiğinde anlam ve değer kazanır.
Hasta hakları dediğimizde; hasta da kendi üzerine düşeni yapmakla mükelleftir. Ancak o zaman, hak aramak, değer ve anlam ifade eder.
Her beyaz önlük giyenin sağlık çalışanı olamayacağı gibi, her sağlık çalışanının “hemşire” olamayacağı da açıktır.
Hemşireliği sadece ilaç verip ateş ölçen, duvarda sus işaretli bir resimden ibaret, doktorun sıradan bir yardımcısı olduğunu düşünenler, hemşireliğin tüm sağlık çalışanları içinde ''En insancıl ve en duyarlı'' meslek grubu olduğunu görebilirler mi bilinmez, sadece bu yönüyle bile hemşirelik, sağlık sektörü içinde ''diğerlerinden bağımsız'' ve nitelikli bir kesimi temsili ettiği görülebilir.
Dünyada tek holistik, bütüncül ve hümanist meslek grubu hemşireliktir.
Gönül İsterdi ki !
*Hemşireliğin bir uzmanlık dalı olduğu bilinsin.
Sadece enjeksiyon yapan, serum takan değil ''emeğini ve yüreğini de'' bu işe koyduğu bilinsin.
*Bu mesleği yapan insanların yaşam koşulları dikkate alınsın.
Bu ülkenin eğitim politikalarının oluşturulmasında söz hakkına sahip olsunlar.
*İnsan sağlığı bir ülkenin bel kemiğidir,o omurga zedelendimi her şeyde bir bozulma başlar. Bunun bilinciyle, çalışabilecekleri birimlerin yaşam koşulları alan kadar verenede sağlıklı hizmet verme koşulları sağlansın.
*Bu meslek, sağlık işleyişinin en temel hizmet dalı olduğu bu ülkeyi yönetenler tarafından bilinsin ve sahip çıkılsın.
Hastaneye gelen; hasta olsun ,olmasın, onlarda sağlık çalışanlarını da insan olduğunu unutmasınlar.
İnsaniz ''dilin kemiği yok'' bazen istenmiyen sonuçlar doğabilir.
Yeter ki telafisi mümkün olmayan sonuçlar oluşmasın.
Bizde bu hayatın içinde varız ve bizimde duygularımız, düşüncelerimiz var.
Bazen suratımızda gördüğünüz ''asık suratlı'' deyiminiz sizi yanıltmasın, o suratın arkasında bizimde acılarımız, kayıplarımız var ''BİZDE İNSANIZ'' unutmayın lütfen !
Bunları yaşamak yetmez çoğu zaman;
Biri ötekine benzemeyen sayısız doğum sancılarıyla kıvranan kadınların çığlıklarını, odalarından bir türlü çıkamayan süzülmüş loğusaları, ayrıca ölenlerin yanında bulunmak, sevenlerinin feryatlarının dalga dalga dolduğu odalarda bir ölünün yanı başında oturmuş olmak gerekir.
Çocuğunu kaybeden bir kadının feryadını, daha nice acılara... kulaklarımız sağır, gözlerimiz kör, kalbimiz taştan değil, inanın...
Anlamak yetmez, ancak bizde kan haline geldikleri, bakış ve davranış oldukları, adlarını yitirdikleri, kendimizden ayırt edilmedikleri zaman, işte yalnız o zaman biz onlar onlar biz olur.
Hemşirelik kadar kutsal denilen bu mesleğe hak ettiği değer verilsin,
kendimiz çalıp, kendimiz söyleyip ,kendimiz dinlemek zorunda kalmayalım...!
Önce bir insan, sonra bir hemşire olarak ,çoğu zaman unutulan sağlık emekçilerine, iyi ki varsınız iyi ki yaşamın içinde üreten, acıları hafifleten, umudumuzu besleyensiniz.
O umudu besleyen herkese kalben teşekkürler♥

12 Mayıs 2020 Salı

İçim Isındı

Bazı şeyler, bir fotoğraf olmaktan çok öte, ta ötesinde zamanın
Sevginin, öğrenmenin, değer katmanın; belli bir inancı, ülkesi, kalıbı, yaşı yok.
İnsanların eylemleri ve söylevleri şüphesiz ki, hayatla olan ilişkilerinin rengini ve biçimini de tayin eder..
Önemli olan ışık diliyle yaşama uzanmak, anlamak; anladığını yorumlamak ve sezgilerini, anlatabileceklerini biçimlendirebilmek.
Bir sanatçının kapasitesini o sanatçının bilinci belirler.
''Onat kutlar, yaşarken seslenmiş; düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin, unutmamak için, çünkü unutuluşun kolay ülkesindeyiz.'' diyor.
Ülkemizde o kadar çok ölüm ve acı var ki, sevinçlerimizi paylaşmaktan utanır olduk.!
Buna rağmen devam etmiş ve biliyoruz bahar mutlaka gelecek, demiş.
Umut, umut..hiç vazgeçmemişler. Bütüne varmanın ince kıvrımlarında eşelendikçe, ruhların yansımasında hayata dokunmuşlar, adanmışlıkla.
Kesinlikle adanmışlık; hiç bir koşula bağlı olmadan.
Furuğ Ferruhzade' nin seslenişi gibi;
Ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
Okyanusta yaşayan ve yüreğini tahta bir kavalda,
usul usul çalan
Küçük hüzünlü bir peri; geceleri bir öpücükle ölen
Ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan..."
Evreni dinleyen yüreğimizin sesine; şarkılar, türküler, şiirler kattıkça, aklımızı arındırdıkça, vicdanımızın kapılarını açık tuttukça, düşünce özgürleştikçe ‘sevginin’ bütün evreni kuşatacağına, inanıyorum.
Evet, kalben inanıyorum; sevginin gücüne sahip olmayana, hiç bir şey güç vermez...
''İnsan insana lazımdır.
Ama,
İnsan
_____ İnsana''
Olcay Kasımoğlu

7 Mayıs 2020 Perşembe

Yaşam Cesurları Sever

Sevginin, birlikte yaşamanın dili, dini, ırkı yok.
İnsan ne yaşayacaksa yürekli yaşamalı. Yaşama dair ne verecekse emek sarf etmeli.
İçten olmalı, samimi olmalı....
Parayla pulla da ilgisi yok bu işin... Sevgiyle ilgisi var...
İnsan; insan olmanın ayırdına varamadıkça, erdemli olmayı becerebilir mi ?
Ve hangi kitaba çağırırsan çağır, çağrıları duymadıkça duyabilir mi?
İnsan bir başkasının canı yandığında canı yanmıyorsa, egosunu arka cebine koyup da ''empati'' kurabilir mi?
Artan yemeği veremeyen 'nefsine rağmen' verebilir mi?
Hiç bir şeyin kölesi, sağırı, körü olmayalım.
Hayat bir senfoniyse gelin o seslerin içinde özgür, sağlıklı, sorumluluk bilinci gelişmiş, sorumluluk sahibi insanlar olarak hiç kimsenin kölesi olmayalım.
Olmak isteyenlere de göz yummayalım.
Unutmayalım ki;
Zalime, hırsıza göz yummak onu yapan kadar, bizi de mesul kılar.
Hepimiz insanız, hepimiz topraktanız, yaşamın içinde doğrularla, yanlışların iç içe geçeceği zamanlar da yaşayacağız. Önemli olan böyle zamanlar da vicdan ve merhametin terazisin de doğruya kulaklarımızı sağıra, gözlerimizi köre yatırmayalım.
İnsan kendiliğinden büyük olmaz; insanı ''olumlu eylemleri'' büyük yapar.
Nefretle, hakaretle, kinle, öfkeyle büyüyen bir güzellik yoktur dünya yüzünde.
Sağlıklı düşünen beyinlerde büyür insanın güzelliği.
Yaşam, cesur ve mücadelecileri sever.
Her günün yeni gün, her yeni gününün yeni bir başlangıç olduğu düşünüldüğünde, akan bir ırmak gibi olmak herkesin harcı değildir.
"Ummakla, dilemekle olmuyor, ayağa kalkacaksın! Her şeyden önce farkına varacaksın! Hangi öğretiye inanırsan inan, üstün körü anlamayacaksın. Bir bilgiyi gerçekten hayatında uygulayamıyorsan, o bilgiye sahip olduğun yanılgısına kapılmışsın demektir. Kendini kandırmayacaksın!
Önce kendinin, ne olduğunun, nelere sahip olduğunun, gücünün, yeteneklerinin, bu hayata neden geldiğinin farkına varacaksın.
Kendini tanıyacaksın, hem de çok iyi tanıyacaksın! Kimleri, neden ve niçin seçtiğini bileceksin.
Dünya da sensin, evren de! Kendini geliştireceksin. Büyüyeceksin, olgunlaşacaksın. Ruhunu da, aklını da bedenin gibi besleyeceksin."
Hepimiz gökyüzündeki yıldızlar kadar parlak, güneş kadar sıcağız.
Yeter ki zincirlere vurmayalım. Zincire vuranlara 'sus/kun' kalmayalım (!)

/şakşaklarla, ağamla, paşamla; merkepleri aslan yaptık/ yere, göğe sığdıramadık/üstüne üstlük, sırça saraylar yaptık/ diplomalı cahilleri başımıza alim, zalimleri de vicdana bekçi yaptık/ gün oldu başımız da taşıdık/ geçti gün, geçti devran/ biz aynı iç gömlek aynı astar/ ne bir eksik ne bir fazla/ oysa; üstüne libasları geçirdiğimiz merkepler /kendini bulunmaz Hint kumaşı sandı/ sattı dünya evini, bize de çeneye vurması kaldı...

İlla yaşadıkça

Yaz, yaşamın anlamını bırak satır aralarına… Sevdalarını, korkularını, umutlarını, insanlığını bırak. Ölmekle gömülmeyecek bir cümlen olsun hayata dair. Kendinden geriye okunulası bir hayat bırak. Yorulma yaşamaktan, yaşadığın kadarını yazmaktan…
Yaz, bizi kalem tutmak yormaz!

Güneş doğacaktır, çimler yeşerecektir, çiçekler açacaktır,
rüzgar esecektir ve yağmur yağacaktır, zorlamaya gerek yok, olması gereken kendiliğinden olur !
İzlemeye devam et, şahitlik güzeldir, hem olayın dışındasındır hem de içinde, o bir dengedir, o anlamlıdır, şahit ol, tanık ol, olan ile bütünleş, güzellik olanların içinden filizlenecektir; zorlamaya gerek yoktur, olması gereken kendiliğinden olur...!

Boş verdim artık beklemeyi hem niye beklemeliyim ki !
Hiç düşünmeden aradığım o yeri bulmalıyım derken;
Yaşamı yedeğimde saklamak değil yaşamı yaşanılır kılmak ve anlamlı yaşamak istiyorum, Her günü yeniden doğmak olduğu, her nefesin ışık süzmesiyle yeniden yaşamak olduğunu, özlemlerin, ihanetlerin olmadığı bir erguvan imparatorluğunda yaşam tacımı takıp, içtenlik, erinç, çoşku ne varsa olanca görkemiyle yaşamaktır dileğim.
Artık mutlu olmak kadar acılardan da öğrendim hayatın bir gelişme olduğunu lakin satın alamadığım bir örtüye bürünmüş yalnızlığın etrafımda kol gezmesini istemiyorum. Binlerce rengin içerisinden sıyrılıp mutluluğun rengine tutulmuş hayatı kucaklamaktır dileğim.
Bilmez olur muyum hiç, mutluluk da bir gelişmedir...
Yürek bir kez görür, sonra hep gözler görür, sıcaklığı bir ağustostur artık. Doğan gün ışımalarının altında, kendi derya mı enginlerde bulmuşum, umurumda mı bir yitip bir yükselen dağlar. Ve bundan sonra yaz rüzgarları saçlarımda esse, hiç konuşmasam bu yorgun, üzençli yüreği, benim değilmiş gibi yedi deryalar içinde kızgın güneşe biraksam. Yansa küle dönse arınsa, dıyar dıyar dolaşsa,acılardan uslanmış olarak tekrar yürek yurduma kement atsa, ne güzel olurdu yaşamak..
olcay

Hayat bir süre sonra sana seni anlatıyor ve diyor ki ey sevdasın da sorgusuz yürekler, dinleyin !
Herkes bir eli tutar, tutabilir. Bir eli tutmakla bir ruha dokunmanın ve köprü kurmanın arasındaki o narın farkı zaman sana teyit ettirir.
Aşkın ve güvenin; sadece birlikte yaşamak anlamına gelmediğini, bunun yaşamın bütün boyutların da sana eşlik ettiğini görürsün.
Yaşadıkça; hiç kaldıramayacağını sandığın acılarla karşılaşırsın. Onları karşılamayı ve beraber yaşamayı öğrenirsin. Aslın da, hayatın beklentileri içerisinde umduklarından ziyade, bulduklarınla yaşamayı öğrenirsin ve başın dik, yetişkin bir birey olmanın olgunluğuyla karşılarsın yenilgilerini, acılarını, hayal kırıklıklarını. Çünkü acıda öğretir bize ayakta durmayı, yarına çokta bel bağlamamayı, geçmişle yaşamamayı. Geçmişi tecrübe ve deneyimleme olarak algılayıp, geri bildirimleri sağlıklı olarak özümseyip yolumuza devam etmemiz gerektiğini öğreniyorsun.

Öğrenirsin; her şey gibi zaman da avuçlarından kayan kum tanesi ve gidenlerin hesabı hiç bir zaman geleceğe yazılmaz. Sana ağırlık veren her şeyi elemeden heybeye yenileri katılmaz...
Ve bir süre sonra anlarsın vaatlerle gönül kapısı aralanmaz, sevdanın sözleşmesi olmaz.
Öğrenirsin; seni yakan her şey sen istemediğin sürece bir daha senin bahçeni tarumar etmez.

Yaşadıkça öğrenirsin, hele sen yola çık, adım at, düş, sürün, kalk. Böyle böyle öğrenirsin yürümeyi. yürüdükçe öğrenir; öğrendikçe yürürsün. Sever, sevilir, insan iç yüzlerini, arka odaları da görürsün, kapıyı çarpıp çekip gitmeleri de. Hele sen bir niyetlen; günü de görürsün, geceyi de. Nelere şahit olur gökler, hangi şarkılarda yalnız kalır yıldızlar. Hele sen bir düş görmeye gör, nasıl takılır gidersin uçurtmaların peşine. Hangi kuşların ağladığını hangilerinin şakıdığını duyar kulakların. Hangi çiçeğin koklanacağını, hangisine el sürüleceğini, hangisinden uzak duracağını öğrenirsin. Baharın nefesini, kışın tipisini, yağmurun kalbinin atışını öğrenirsin ama unutma illa yaşadıkça. Hani diyordu ya şarkıda "açmadığın dalda sözün geçer mi, dünyada ölümden başkası yalan." Herşey gelir ve geçer, sen korkma. Ellerin kelebek, ellerin damla, ellerin çiçek, ellerin çivi, ellerin demir, ellerin pas, ellerin toprak, ellerin kor ateş illa dokundukça.

İlla Yaşadıkça...

olcay kasımoğlu

Hüzün Ve Yalnızlık

Alain De Botton'un, Görmek ve Fark Etmek adlı kitabını okurken Edward Hopper'in Otomat adlı resmini anlatıyordu. Diyordu ki: "Edward Hopper, yapıtları hüzünlü olan, ama onlara bakan bizleri kedere boğmayan sanatçılardandır, Bach'ın ya da Leonard Cohen'in resimdeki karşılığı diyebiliriz ona. Ana tema yanlızlıktır.
"Otomat (1927), yalnız başına oturmuş kahve içen bir kadını resmeder. Vakit gecedir, kadının üzerindeki mantodan ve şapkadan anlaşıldığı üzere dışarıda hava soğuktur. Görünüşe bakılırsa oda geniştir, boştur ve iyi aydınlatılmıştır. Dekor tamamen işlevseldir: üstü taştan bir masa, kalın ahşaptan siyah sandalyeler ve beyaz duvarlar. Kadının yüzünde içe dönük, biraz da korkmuş bir ifade vardır, kamusal yerlerde oturmaya alışkın değildir sanki. Belli ki o masaya oturmadan önce yaşamında bir şeyler ters gitmiştir. Kadın her şeyden habersizdir ya, yine de farkında olmadan resme bakan kişiyi öyküler yazmaya davet eder, onun geçmişiyle ilgili ihanet ya da kaybediş öyküleri. Kahve fincanını dudaklarına götürürken elinin titremesini engellemeye çalışır. Saat gecenin on biridir, aylardan Şubat'tır, yer Kuzey Amerika'da bir şehirdir. Otomat hüznün resmidir ancak hüzünlü bir resim değildir. İyi bir melankolik şarkının gücünü taşır. Eşyalar sert hatlıdır, evet, ama mekan tümüyle mutsuzluk taşıyan bir mekan değildir. Salonda başka yanlız insanlar da vardır; tek başına oturmuş, tıpkı resimdeki kadın gibidüşüncelere dalmış, toplumdan kopuk bir halde kahvesini yudumlayan kadınlar ve erkekler. Toplumdan kopuşluk, hepsinde ortak olan duygudur ve bu ortaklık insana yalnız olanın sadece kendisi olmadığını anımsatır. Hopper resimdeki kadının tek başınalığıyla özdeşleşmeye davet eder bizi. Resimdeki kadın onurludur, kendinden çok başkalarını düşünür; fakat başkalarına fazlaca güvenir, biraz naif bir hali vardır sanki. Bedeni, yaşamın sert bir köşesine çarpmıştır. Hopper bizi onun yerine koyar; bizi dışarıda yaşayanların yanına, evdekilerin karşısına yerleştirir."
Öz kaynağına yönelmiş insanların özgün duruşu, yürüyüşü inanılmaz derece etkiliyor beni. Onların yaptığı kişisel devrim karşısında büyük kargaşanın hayal kırıklıkları çok anlamsız geliyor. Ne olursa olsun ilk önce "insan-hümanizm " sanırım bizim yegane ilacımız onu yok saymadan insanlaşmak. Yaşam dediğimiz yolculuğa o kadar kapılmış durumdayız ki yaşamı anlamlı kılan diğer yaşamları farkında olmadan geçip gidiyoruz. Böyle bir durumla yüzleşmek, yüzleşe bilme anını yakalamak da bir şanstır.

Olcay Kasımoğlu

6 Mayıs 2020 Çarşamba

Vebayla Başlayan Kanıksanmış Kayıtsızlık

Rica ederiz, “Olağan.” demeyin hemen, her gün olup bitenlere!
Kargaşanın hüküm sürdüğü, kanın aktığı, düzensizliğin at oynattığı, keyfiliğin yasalaştığı yerde demeyin sakın: “Bunlar olağandır.” Bertolt Brecht .
Gerçek ahlak sahibi insan, kendini tanıyan;yerini bilen ve onun gerektirdiği şekilde davranan kişidir.
''Ağzı olan konuşuyor''söyleminin doğruluğunu ispat etmek için, insanlar birbirleriyle yarışıyor gibi, gibiler. Hal böyle olunca, insan dönüp kendine bir bakmalı, bu çarpık düzenden, dengesiz söylemlerden yana hiç mi payımız yok?
Şiddetin dilini kullanıp, nefret söylemleriyle toplum yaşamını kan ve göz yaşına boğanları alkışladık, kutsallaştırdık.
Toplumsal huzurun dip yaptığı, ekonominin can yaktığı, iyi ve kötünün birbirine karıştığı, neredeyse yalanın ve cambazlığın, çocuk istismarının ayyuka çıktığı; ölümlerin, umursamazlığın, kanıksandığı bir dönemde; insan, kendi öğretisinin tutsağıysa, ona insanca yaşamdan, hak-hukuktan, adaletten, ilkeli olmaktan nasıl söz edebiliriz ki?
Albert Camus’nün Veba kitabında” toplumsal tükeniş tasviri” 3. bölümünde şunları yazar;
“Belleksiz, umutsuz, yaşanılan anın içindeydiler. Aslında zaten her şey onlar için yaşadıkları an demekti. (…) Başka bir deyişle artık seçecekleri bir şey kalmamıştı. Veba bütün değer yargılarını ortadan kaldırmıştı. Bu da en çok, insanların giydikleri elbiselerin kalitesinden ya da satın aldıkları yiyeceklerle hiç ilgilenmeyişlerinden belli oluyordu. Her şeyi olduğu gibi, bütünüyle kabul ediyorlardı. (…) Vebanın kurduğu düzeni kabul etmişlerdi. Etkisi kuvvetlendikçe, o ölçüde de bayağılaşıyordu. Artık içimizde büyük duygular yok olmuştu. Herkes en monoton duygularla yaşamaktaydı. (…) Değişmişti, veba onda bütün kuvvetiyle inkar etmeye çalışsa da, gene de şiddetli bir azap halinde sürüp giden bir KAYITSIZLIK yaratmıştı.”
İnsanların bencilliği ile başlayan kayıtsızlık, zamanla içselleşerek; akılsızlaşmayı, vicdansızlaşmayı ve beraberinde omurgasızlaşmayı başlattı.
Kimi servetine servet kattı, kimileri hiç hak etmediği etiket ve unvanlarla onurlandırıldı, kimileri sevdiklerini terör belasında, kör bir kurşuna kurban verdi, kimileri bombaların gölgesinde sevdiklerinin cesetlerini topladı.Kimileri ise, çocuklarını emanet ettikleri eğitim kurumlarında; sapık zihniyetin kurbanı oldular. Söylemeler ise, tecavüzün kendisi kadar korkunçtu ''Bir defadan bir şey olmaz'' oysa, ağzımızdan çıkan her söz bizi bağlar, hele birde ülke yönetiminde söz sahibi isen ! Ben onu demek istemedim, demelerin mazereti olmaz, olmamalıda zaten.
İnsanlar, değerlerini yitirmeden önce; sevginin dilini konuşarak, ortak bir akılla bu duvarı aşarlardı, kendilerine umut veren başka değerleri yardıma çağırırlardı.
Özellikle bilgi çağının bu kadar tepe yaptığı bir devirde, halen başkalarının bize ölçüp, biçtiği yaşamları oynuyor olmamız tesadüf olamaz.
Hiç kimsenin, yaşam hakkına, hukukuna zulüm etmeye hakkımız yok. İnsanca yaşamlar büyütmek için, hanlara, şatolara ihtiyacımız yok.
Nereden gelirse gelsin her türlü şiddet, insan vicdanını rahatsız etmeli
Şiddetin her türlüsüne karşıyım, kayıtsızlık da bir şiddettir. İnsanlar acı çekerken, bundan rahatsız olmuyorsan, taştan ne farkın var ?
İlkeli olmak bir ”YAŞAM” biçimidir, kirlenmişliğe karşı bir duruş sergilemektir.
Yaşatmak, yaşamak bir değerse, duyarlılık da bu sürecin tamamlayıcısıdır.
İnsanların ortak değerlerinin örselendiği yerde, evrensel bir hürriyetten bahsedilemez.
Sokakta ki vatandaşa muhabir mikrofon uzatıyor, başbakan istifa etmiş,ne düşünüyorsunuz?
Cevap; şu an ülke karışık zamanı değildi !
Neden istifa ettiğini biliyormusun ?
Cevap; bilmiyorum.
Gerçekçi olmak zorundayız, kitleler “ sürüleştikçe” sonu gelmez bu acıların.
Bu uyuşukluğu, bu kayıtsızlığı sarsacak, yeniden politik hareketliliği sağlayacak bilinç ve eylemliliklere gereksinim vardır.
Eğer farkında ve fark yaratanlardan olabilirsek, sıradanlığın ötesinde yaşama bir değer, varlığımıza bir anlam katabiliriz.
Yaşam bir deneyimdir ve yaşamda doğruları bulmanın yolu, doğru soruları sormakla başlar.
Öğrenmek, araştırmak, doğruyu bulmak ve doğru yönlenmek için; doğru yanıtlara giden yol, soru sormanın inceliklerini bilmekten geçer.
Kime, neyi, ne zaman, nerede, niçin ve nasıl sorduğumuz, yanıtların kalitesini belirleyecektir. Sormayan gelişemez, gerçekleri öğrenemez, ezber bozamaz, fark yaratamaz, daha iyiye ulaşamaz.
Umursamazlık almış başını gitmiş, şiddet ve ölüm haberlerinin, etkili bir korku filmi tadında izleyen seyircinin “kurban etkisi” denilen şiddete kayıtsız kalma durumuna dönüşmüşse, yeniden silkelen meliyiz !
Kendi hayatının anlamını değil, başka hayatların anlamı üzerinden yaşama yürüyenler, kendi hayatlarının yaratıcısı nasıl olabilirler ?
Körü körüne bir şeye inanmak onu haklı ve ahlaklı yapmaz.
Bir ülkede 30 milyon insan aç ve yoksulluk sınırında yaşıyorsa, zulme- yalana sesini çıkarmıyorsa, kadınlar hunharca öldürülüyorsa, çocukların geleceği katlediliyorsa, erkek egemen kültürüne destek veriliyorsa ve insan sadece kendi egosuna hizmet ediyorsa, ben insan değilim.
Bizler, kimliği sadece insan olanlar;
*Egemenlerin, kendi şahsı çıkarlarını korumak için ”şiddeti ve insan açlığını” gizliden gizliye desteklemelerini reddediyoruz.
*Dünya yüzünde birbirine düşman halklar yaratılarak, egemenlerin amaçlarına hizmet için suni gündemler yaratıldığını biliyoruz, bu oyunda piyon olmayı reddediyoruz.
*Kadınların, çocukların ve savunmasızların, siyasetin malzemesi olmalarını reddediyoruz.
*Yaşayan her insanın insanlığa ve evrene karşı sorumlulukları var.
Emek ve sermaye çelişkisinin gerçekliğine suskun kalamayız.
Emeğin özne olduğu, sınıfsız bir yaşamın mümkün olduğu bilinciyle ” Dünya herkese yeter” anlamının içtenliğiyle, egemenlerin oyunlarına hayır diyoruz.
*Üreterek yaşamlarını anlamlandıran, sadece kendisi için değil herkes için ”daha güzel, eşit, adil, özgür” bir yaşam kurmak için mücadele eden, haklıdan yana tavır alanlar;
Sorgulamadan inanmanın, anlamadan yorumlamanın, araştırmadan bilmeden ahkam kesilmenin bütün olumsuz taraflarını reddediyoruz.
Ne olursa olsun, yaşamak, kulun kula kulluğu değildir. Onurunla, namusunla, halkınla, şerefli, bağımsız yaşamaktır, yaşamak.
Emeğin hiç bir zaman sorgulanmadığı bir yaşam ve sağlıklı sevgi anlayışıyla büyümek, ahlaki olgunluğa erişmek, iyiliğin, sevginin parçamız olduğunu bilmek, insanın asıl doğasına ait tüm özellikleri unutmadan, varoluşumuzun, özümüzün güzelliklerinden utanmadan yaşama yürümek, yaşamı değerli ve anlamlı kılıyor.
Sadece üzüldüm demekle, duvar olmakla, katı olmakla, mazeretlerin arkasına saklanmakla, bulamayız yaşamın o incecik yolunu.
İnsan olalım yeter ''insan olmak'' onurlu bir kelimedir !
Olcay Kasımoğlu

5 Mayıs 2020 Salı

Hayat Güçlüleri Sever

''Herkes yalnızca yüreğini verdiği şeylerin değeri kadar değerlidir.''
Öylede olmalı, yoksa hayata mana katmak için emek verenlerin bir anlamı olmazdı bu dünyada..!
Eteklerine kadar kirlenmiş dünyanın yenik düşen insanları olsak bile ''hayat'' bir yudum sevdaya serenat yapmıştır çoğu zaman.
İnsanlar başlarına kötü bir şey geldiğinde ben bunu hak etmedim derler...Bence hayat ,bu insanlarla aynı fikirde değildir.
Hayat iyilerden çok güçlüleri sever, güç doğada vardır.
İyilik ve kötülük tamamen insan aklının ürünüdür, iyi insan olmak araç değil amaçtır. İyi insan olmak başına kötü bir şey gelmeyeceği anlamına gelmez.
İyi insan olmanın ödülü zaten iyi insan olmuş olmaktır.
Başımıza gelen kötü sonuçlar için kötü insan olma şartı yok.
Neden ben diye sorarken kendimize, iyiliğe güvenmek güzel ama ona dayandırmak akıllıca değildir.
Başımıza gelenlerin ne olduğuyla değil ''içimizde olanların'' ne olduğu ile ilgilidir. Önemli olan bakış açımızı ve hayatı kendimize borçlandıran inançlardan zihinlerimizi temizlemek.
İnsan kendini en iyi eylemleriyle ele verir. Goethe'nin dediği gibi ''İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanır''.
Hayatımızda ne olursa olsun ne yaşamış olursak olalım kendi ilkelerimiz, değer yargılarımız olsun.
Kafa karışıklığı tüm kötülüklerin anasıdır, insanı içten içe yer.
Hayatla aramıza tel örgüler çeker. Bunun için zihnimizi düzenleyip, yargılarımızı periyodik olarak gözden geçirmek bize akıl yollarını açar.
Ve kalbimiz, kalbimizde kirlenir onu da ışığa çıkarıp ara bir temiz hava aldırmak gerekir.
Her fikre açık olalım ama kalbimize sadece seçtiklerimizi alalım.
Hırslar, egolar kalbimizi katılaştırma-sın, hiç bir şeyin bizim gül bahçemizi tarumar etmesine izin vermeyelim.
Hep ebru tekneleri olsun. Canı cana çağıran sevgiyle buluşturan edeple yoğuran.
Kendimizi başkasına anlatmak için dil dökmeyelim.
Bizi seven insanın buna ihtiyacı yoktur ki.!
Sevmeyen bir insana da ne anlatırsanız anlatın, yüreğin dilinden durmadıysa söze, nafile...
Sağlıklı ve olgun bir birliktelik dengeli olduğunda yürür, yoksa bir şekilde önü tıkanır çöküşü başlar.
Nedense hayatımız da hep yakınırız neden kadersizim diye ?
Burada kaderin direk bir suçu yok, bence biz karşımız da ''bize ayna olmayan kalplere'' fazla anlamlar yüklüyoruz.
Bize değer verenleri ağlatıp, vermeyenler için ağlıyoruz.
Hayatımıza değer katmayanlara, hayatımızdan çalanlara, yere çarpanlara, sözsüz duvarlara, katı kalplere çok fazla anlamlar yükleyip o yükü de sırtımızda,ruhumuzda taşıyoruz.
Garip ama gerçek…
Anlamlı yaşamak, yaşamına sahip çıktığında değer kazanıyor.
Kendini tanıyan insan, gerçekle yüzleşiyor, her şeyin farkına varıyor.
Geçmişi bıçak sırtı gibi sırtımızda taşımayalım, hayatı olumlayarak deneyimlemek büyük bir şans dır.
Kendimize en yakın dünya yine kendimizdir, değişime ihtiyacımız olduğun da yine kendimizden başlayalım..
Başkalarının yaptığı kaleler er geç yıkılıyor.
Yaşamayı seçeceğiz, mutlu olmayı, mutlu etmeyi...
Yaşamanın tadını çıkarmaktan korkanlar hayatı hep seyredeceklerdir..!
Olcay Kasımoğlu

Sevgiler Ayak Üstü

hep aynı sessizlik
hep aynı yalan masal
ah ki ah hep aynı çıkışlar
değişmiyor melodisi
aynı yüzlerde farklı sesler
anlamıyor bendeki yürek


Aslında ben şanssızım, kadersizim diyen insanlarla hayat aynı fikirde değildir. Hayat güçlü ve cesurları, kendi yaşam manifetosunu oluşturanları sever.
Sevgiler ayak üstü,yanlış aynalara yöneldik unutmak için öyle bir süsledik ki eksik kalan insan yanlarımızı saklı öykünmelerle örseledik hoyrat yüreklere düşen sevdalar..
Teknoloji ve insan; ekmek aslanın ağzında derken, yaşamın yolları üzerimizden birer birer kayıyor.
Kah deniz, kah kara, kah başımızın üzerinde dönüp duran gökyüzü bizimle zahir zamanı yudumluyor.
Akıl ve emekle büyük şehirler inşa ettik ama ekmek yine aslanın ağzında.
Ne kadar buluş ne kadar teknoloji o kadar sevgiler ayak üstü.
İcat ettiklerimiz yaşama kolaylık getirirken, kurulan fabrikalar insan yararına derken; ruhlar dişi çarklar arasına sıkıştı.
Fabrikalar insan aklı ve gücüyle katıldı hayata.
Oysa; ne kadar teknoloji o kadar yalnızlık düştü insan payına.
Ekmek, aslanın ağzında değil; midesinde.
Aslında çelişkilerle dolu bir denge.
İcat fazlalaştıkça, insanlar bilinçleneceğine, insan insana kul oldu.
Tersine günden güne arttı yoksulluk. Mide yoksunluğu, akıl ve duygu yoksunluğu artıkça artıyor..
Yaşamı ciddiye almak; başkalarının kendi olabilme haklarını ihlal etmeden, yaşamın her anını kuşkuya, hesaplara dökmeden ''insan olabilme coşkusuyla yaşamak'' dünyaya güzel gözlerle, yüreğin derinliğinden bakmak.
Yaşamı yedeğimde saklamak değil, yaşamı yaşanılır kılmak ve anlamlı yaşamak istiyorum diye bilmektir yaşamak.

Sadece gördüğüyle yaşamı yorumlayanlara, yaşama gereksiz anlam yükleyenlere fazla bir şey vermez.
ağırdır yeryüzüyle yaşamak
hafiflemek, kuş olmak isteyen
sevmeli kendini
örselenmiş bir sevgiyle değil
sağlam bir sevgiyle sevmeli
sevmeli ki
dolaşabilmeli diyar diyar
katlanabilmeli kendine
insan ki
en çok kendine gömüdür
özgür soluğu
kapatılmış ruhları
çıkarmalı gün yüzüne
kendini ince ince işlemeli sevgiye
var olan can
oluşa dolan can olmalı
inişi de yükselişi de
kendinde taşıyan
gülüşü kalkan
güneşle esrimiş can da açan
sağlam bir sevgiyle
kişi kendini diri sevmeli...

Olcay Kasımoğlu

4 Mayıs 2020 Pazartesi

Amortiye Oynarız

 Sorunlardan, kendimize yaptığımız haksızlıklarla bu dünyadan göçüp gitmek, bu yaşama en büyük haksızlık değilde nedir ?
Hayatın kalbi bir ritimdir ve o ritim herkesde var, önemli olan o ritme yön verebilmek ve içimizde ki çocuğu kaybetmemek. Kilometrelerce bir yolculuk bile, tek bir adımla başlarken, yaşamak bu kadar güzelken ve saniyelere bağlıyken; neyin telaşında, neyin kavgasındayız ?
Yaşamı ıskalamadan hakkını vermek gerek, dönüşü yok yaşananların.
Yaşam içerisinde ‘hayatın anlamını’ hep uzaklarda ararız.
Yaşamı çok fazla ciddiye alırız, içine neşe katmayız. Ciddiyet ile eğlenmeyi, cesur olmakla temkinli yaşamayı ve bir çok şeyi birbirine karıştırırız.
Hayatın anlamını ertelemeden, anları yaşamayı kendimize yaşam rehberi kabul edersek yaşamın anlamına da hak ettiği değeri vermiş olacağız.
Fındık kabuğunu doldurmayacak sorunlarla hayatımızı heba ederken, yaşamın anlara bağlı olduğunu unutup, hep sınırsız zaman diliminde yaşıyormuşuz gibi nefesimizi gereksiz ayrıntıların içinde bitiririz.
Yaşam şansı elimizdeyken hep amortiye oynarız.
Hayat bize her zaman fısıldar ”ömür dediğin bir nefes” bunu doğru anlamak tamamen bize kalmıştır, çünkü hayat ‘’olumlu bakışlarımızla’’ anlam kazanır.
Yaşamın anlamını sadece tek bir şeye bağlamak da çoğu zaman hayata haksızlıktır.
Okuyarak öğrenebiliriz ama sevmek, sevince anlarız, anlamlı kılarız.
Güzel olan her şey sevgiden geçer...
Başkalarını incelediğimizde;deneyim ve tecrübelerimizle birlikte bilgin,
''kendimizi'' incelediğimizde aydınlanmış insanlar oluruz.
İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman daha dikkatli ve özverili oluruz.
Başkalarının duygularını örselemeden onları anlamaya çalışırız.
Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman evrende bizi dinler...
''İnsanın kendini anlatmaktan vazgeçmesidir ayrılık''
Dışarıda güneşli bir gökyüzü, cıvıl cıvıl kuşlar, ışıldayan nehirler, denizler hepsi nafile...
Gözlerinin gördüklerine küs halini, hüzünle yüreğine yedirmesidir ayrılık...
İnsan gidişi ayrılık değildir, sadece ayrılmadır, için de umut bırakır, belkiler bırakır asıl ayrılık insanın ''kendi içinden'' vazgeçmesidir...

3 Mayıs 2020 Pazar

Yaşam Değerlidir

Dünya denilen bu kokuşmuş çöplükte, bu yüzü, bu bakışı unutabilir mi insan...;((
Ve sonuçları doğuran nedenleri sorgulamayan insanları, bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın diyen zihniyeti görmemezlikten gelebilir mi insan olan?
Ünlü Fotoğrafçı / Steve Mc Curry
''dünyanın yarım kalan albümü '' isimli fotoğrafı...

Ölümün kanıksandığı, sizden bizden algısına dönüştüğü yerde, hangi vicdandan bahsedebiliriz ?
O kadar çok kayıtsızlık örneği yaşamaya başladık ki artık yeter diye çıkıp bağırasım geliyor.
İnsanların bencilliği ile başlayan kayıtsızlık, zamanla içselleşerek; akılsızlaşmayı, vicdansızlaşmayı ve beraberinde omurgasızlaşmayı başlattı.
Sevgiye kayıtsızlık, şiddete kayıtsızlık, yaşananlara kayıtsızlık, emeğe kayıtsızlık almış başını yürümüş.
Yaşadığımız acıları, kayıpları görmemezlikten gelen kör vicdanların, sağır kulakların canı cehenneme diyorum.
Her akşam televizyon dizilerinin başında, hayatlarını başkalarının hikayeleri üzerinden yaşayanlar, dizi kahramanlarıyla özdeşleşerek gerçeklik algısını yitirenler, kendi hayatlarına ne kadar ilgi gösterirler veya kendi hayatlarının sözcüsü olabilirler?
“Hissetmediğimiz yaraları iyileştiremeyiz.” demiş S.R.Smalley.
”Başkalarından uzak durabilirsiniz ama kendinizden değil. İçinizdeki bildiğiniz değil, bilmediğiniz sizi yönetir. Önce içinize sonra çevrenize bakın ve ilgi gösterin; yıkıcı bir sona doğru gitmemek için”
Umursamazlık almış başını gitmiş, şiddet ve ölüm haberlerin, etkili bir korku filmi tadında izleyen seyircinin “kurban etkisi” denilen şiddete kayıtsız kalma durumuna dönüşmüşse yeniden silkelen meliyiz !
Kendi hayatının anlamını değil, başka hayatların anlamı üzerinden yaşama yürüyenler, kendi hayatlarının yaratıcısı nasıl olabilirler.
Kendi sosyal statüsünü kaybetmekten korktuğu için susmak, yaşanan kıyımları görmemezlikten gelmek ve her şeyi akışına bırakmak, bana dokunulmasın da ne halleri varsa görsünler düşüncesi hakim olmaya başladıkça; amaçsız, bencil, hoyrat benlikler çoğalmaya devam ediyor. Bunları gördükçe midem kabarıyor.
Albert Camus’nün Veba kitabında” toplumsal tükeniş tasviri” 3. bölümünde şunları yazar;
“Belleksiz, umutsuz, yaşanılan anın içindeydiler. Aslında zaten her şey onlar için yaşadıkları an demekti. (…) Başka bir deyişle artık seçecekleri bir şey kalmamıştı. Veba bütün değer yargılarını ortadan kaldırmıştı. Bu da en çok, insanların giydikleri elbiselerin kalitesinden ya da satın aldıkları yiyeceklerle hiç ilgilenmeyişlerinden belli oluyordu. Her şeyi olduğu gibi, bütünüyle kabul ediyorlardı. (…) Vebanın kurduğu düzeni kabul etmişlerdi. Etkisi kuvvetlendikçe, o ölçüde de bayağılaşıyordu. Artık içimizde büyük duygular yok olmuştu. Herkes en monoton duygularla yaşamaktaydı. (…) Değişmişti, veba onda bütün kuvvetiyle inkar etmeye çalışsa da, gene de şiddetli bir azap halinde sürüp giden bir KAYITSIZLIK yaratmıştı.”
Kayıtsızlık, akıl sağlığının ve sağ duyunun yitirilmesine yol açarken, insanlar kendi hayatlarına sahip çıkmadıkları sürece siyasi iktidar değişikliğiyle var olan hiçbir şey değişmeyecektir.
Nereden gelirse gelsin her türlü şiddet, insan vicdanını rahatsız etmeli.
Şiddetin her türlüsüne karşıyım, kayıtsızlık da bir şiddettir. İnsanlar acı çekerken, bundan rahatsız olmuyorsan, yaşam içerisinde zombiden bir farkın yoktur.
Acılar zamanla dilsizleşir, unutur geldiği yeri. Bıçak gibi keser, keseni bile unutur. İnsan olmak onurdur, onurlu olmak insan olmaktır.
Yaşatmak, yaşamak bir değerse, duyarlılık da bu sürecin tamamlayıcısıdır.
Onuru ve sağlıklı bilinci olan herkes haktan ve adaletten yana tavır alır.
Şu an bu topraklar üzerinde yaşıyorsak, kime ve kimlere vefa borcumuz olduğunu unutmayalım, çocuklarımıza öğretelim...İnsan olalım, insanca yaşayalım, yaşatalım yeter.