Translate

28 Ekim 2019 Pazartesi

Ne Güzel Demiş, ''Onlar Oluşurlar''♥

"Tanıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş romantik ve anarşist olan insanlardır. Bu kişiler yaşama karşı geliştirdikleri kendine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla ; şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar ; onlar oluşurlar "
Elisabeth Kubler Ross
Acıda insanı eğitir, olgunlaştırır doğrudur..
Lakin olgunlaşmak sadece acı çekmekle olmaz, olmamalı !
Acıyla tanışmak acıyı yaşamak insanları eğitir eğitmesine ama tek başına '' yaşam olgunluğu için'' elzem değildir.
Ders alabiliyorsak yaşadığımız şeylerden ancak o zaman olgunlaşırız..
Yaşadıklarımızın sorumluluğunu üstümüze alabiliyorsak yaşama dik yürürüz...
Bunu acı- tatlı diye sınıflamak yersiz ancak ikisini de birlikte yaşarsak, deneyimleyebilir sek olgunlaşırız.
Ne yani hayatta hiç mi gülmeyeceksin?
Güldüğün zamanda sana ders veren, seni çocukça düşüncelerinden çekip olgunca düşündürmeye sevk eden, kısacası güldürürken olgunlaştıran bir çok film, kitap, tiyatro var bu hayatta... Zaten hayatın kendisi çoğu zaman bir tiyatrodur.
Gülerken içimizin nasırlaşmış kuytularına enerji göndeririz, eritiriz gülüşlerimizin içinde bize acı veren yaşanmışlıkları.
Aslında hayat bir senfonidir ve bu senfonin bütün parçalarından nasiplenmek akıl işidir.
Lütfen sevdiklerinize, çocuklarınıza sadece acıyla olgunlaşır insanlar demeyelim..
Aksi takdirde hepsi mazoşist, hepsi pesimist olgun olacaklar..
Yaşadığı, üzerinde bulunduğu dünyanın ağırlığını hissedip, bir köşede fazlaca olgunlaşıp çürüyecekler.
Bunu hiçbirimiz istemeyiz, olmasın da zaten...
Yoksa; sadece ''acıyla, kederle'' olgunlaşan ruhların bir tarafı hep üşüyecektir.
Acılar insana sebat katar katmasına lakin sevinçlerdir bizi hayata harmanlayan, umudu diri tutan!

Kutlu Olsun Cumhuriyet Bayramımız.

Herkesin her şeyi kolayca konuştuğu, arkasını döner dönmez unuttuğu zamanlardayız.
Herkes kendi sanıklığıyla kör, tanıklığıyla yargıç.
Anlayabilene, sorgulayabilene, doğrudan yana yaşamını düzenleyebilene, tercihini demokrasi, adalet hak-hukuk ve özgürlükten yana kullanabilenlere ne güzel seslenmiş;
''Özgürlüğün de, eşitliğin de adaletin de dayanağı, ulusal egemenliktir''.
Mustafa Kemal Atatürk
Tarih bilincimizin her gün biraz daha önemsizleştiği, toplumsal değerlerin yozlaştırıldığı, bana değmeyen yılan bin yaşasın anlayışının bencilce toplumlara lanse edildiği, insanların kafalarını kuma gömdüğü, komşusundan haberdar olmayan, selamsız, sabahsız bir toplum olma yolunda bütün hızımızla yürürken, kapitalist ülkelerin çıkarlarına el pençe kullar olduk.
Unuttuk bu günlere nasıl geldiğimizi, balık hafızalı, bencil, tutarsız insanlar olmaya başladık, ahde vefayı çok çabuk unuttuk.
''Egemenlik Kayıtsız şartsız Milletindir'' diyen anlayış, yeni dünya düzeninde kendine yer bulamıyor.
Kapitalist insan egosu buzdan dağ gibi; önüne gelen her şeyi, hiç düşünmeden ezip geçiyor.
Her kuşak kendisinden sonraki kuşaklara daha iyi bir ülke bırakmak sorumluluğundadır.
Bu ülkemize ve yarının büyükleri olan çocuklarımıza karşı temel sorumluluğumuzdur.
Bir ülkenin yönetim biçimi; milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır ya da esaret ve sefalete terk eder.
Bunun için, toplum yaşayışımızın gereksinimlerine uygun düşmesi ve çağımızın getirdiği ve gerektirdiği gerçeklere uygun düşmesi gerekir.
Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya düzeninde bütün insanların, düşünceyi adam yerine koyduğu ''İnsan düşünceyle değerlenir'' anlayışla insanca yaşanır, buna yürekten inanırım...
Düşünceyi, adam yerine koyalım; düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikeli olur...
İnsanları sınırlara bölmeden, bunun farkındalığına vararak, sahip olduğumuz değerlere, ilkelere sahip çıkmak, insan olma sorumluluğumuzdur.
Egemenlik; bir ulusun onurudur, dik duruşudur, insanca yaşamından ödün vermemektir, sömürüye kapalıdır.
Ulusal egemenliğin karşısında saltanatlar, haramiler, tahtlar yok olur gider.
Yaşasın Kayıtsız Şartsız Milletin Egemenliği.
Vicdanı Hür İnsanlara Selam Olsun..
29 Ekim Cumhuriyet Bayramını sevgiyle, munnetle, vefayla kutluyorum.
Olcay Kasımoğlu

Suyu Geç Kendinden Geçme

Her olay ve insan bir sebeple ortaya çıkar, rastlantı diye bir şey yoktur.
İnsan tanıdıkça ya yaklaşır ya da uzaklaşmaya başlar.
Bu ince çizgiyi çok iyi tanımlamak lazım.
"Kendini geç, suyu geçme, diyor zaman...
Suyu geç, kendinden geçme diyor şaman..."
Bazen insanlar kendilerini tanımlamakta gerçekten zorlanırlar. İfade ve tanımlama yoksunluğu yaşarlar. Bunun içinde, insanlarla ortak yaşam alanları olsun, paylaşılan mekanlar olsun, beraber çıkılan bir yolculuk olsun yada beraber bir olayın şahitliğini yapmak ve onun üzerinden beden dili ve sözel tanımlamalar olsun, algısı açık insana çok şey verir aslında.
Hataların insanlara mahsusu olduğunu, hata yapma hakkımız olduğunu bilip, yaşamın içinde karamsarlığa süreklilik vermeden, dip yaptığımız yerlerde fazla kalmadan; hayata bir eyvallah gülüşü vermeyi unutmadan, zamana gereksiz yükleri bindirmeden, yaşamın içine; içimizde ki çocukla karışmaya devam edeceğiz.
Yaşamın köhne alışkanlıklarına bağımlı olmak, sınırlara ve öğretilere boyun eğmek doğaya aykırıdır.
Dünyayı özgürleştirmek, hırstan, nefretten, kibirden, hoşgörüsüzlükten kendimizi arındırmak için, sağduyulu bir dünya için çalışalım.
Unutmayalım ”yalnızca dünyayı aşmış olanlar” iyi bir dünya yaratabilirler.
İyi bir dünya ”mutlu ve dingin insanlarla” süreklilik arz eder.
Yaşamın ruhsal derinliğinde hatalar yoktur, yalnızca dersler vardır ve büyümek bir deneyim sürecidir. Başarı kadar yenilgiler de bu sürecin bir parçasıdır ve kendimizi araştırıp keşif ettikçe, yaşamın bize sunduğu bilgelik payıdır, bu bilgelik, yaşama dokunmak ve dokumaktır.

''Çay gibi insanoğlu.
Ateşe düşmeden demini almıyor..''
kitabın içindeki dile durdum
insan okudum içe işleyen
ayrı gayrı görmeyen ilimde pişen
insanı sınırsız ummanlarda yıkayan
insanı insanda eriten iyiliği sevgiyi
doğru ve bükülmez kılan erdemi okudum
Gönül'e durdum
gönül penceresinden yarı okudum
bahçe oldum çiçeklere durdum,
dallarındaki tomurcuğu okudum
toprak oldum
içinde cana duran cemreyi okudum
derdin içinde dermana duran iyiliği okudum
Tenimi soluğumu yıkayan sana durdum
fikirlere durdum piştim yoğruldum
dost sofrasında irfana durdum
sohbet kazanında piştim
gönlümü dilsiz selamla yüreğe vurdum
candan öte,
''hiç''liğe durdum...

Kısır Döngünün Yoldaşı Yoktur

'İnsan ne çok gönül yarasıyla buluşmaya gelmiş, oysa ömür bir kirpik arası...'
İnsana huzur veren şafağın fısıltıları arasında;
İçimde yenilmez bir yaz olduğunu artık biliyorum.
Hala kuşlar konabiliyor kalbime, onları ürkütmüyorum
Zira ne dem baki ne gam artık biliyorum...
''İçsel meselelerimizi hayatımıza biraz daha insan eklemekle ya da çıkartmakla çözemiyoruz. Bu olsa olsa aynı senaryoları tekrar eder.''
Mevzu içselse çözümü dışarıda arama.
''Hayatla kavganızı besleyecek birini değil hayatla kavganızı dindirecek eşler seçebilmek, bu dünyada kendinize verebileceğiniz en anlamlı destektir. Çünkü o ya da bu şekilde herkesin sorunlu bir yönü var. Ama bazı kişiler bu yönleri artırır. Gelişme yolculuğunuzda umut kırar. Bazı kişilerse yatıştırır. Hoşgelmek budur.''
Kısır döngünün yoldaşı yoktur. Gerçeği algılamak farkında olmaktır.
"Öteki” Olmayan Kadınlar: The Help" filmini izleyince kendime yeni bir yolculuk yeniden başlattım.
Sadece gördüğüyle yaşamı yorumlayanlara, yaşama gereksiz anlam yükleyenlere fazla bir şey vermez bu hayat.
Gözyaşlarının çoraklastiği, sevgi için ağlayanlarin aşağılandığı, duygularin arsizlaştigi, sevginin yozlaştığı bu dünyada;
Bencillerden, bahane üretenlerden, kendine saygısı olmayanlardan, gösteriş budalası palyaçolardan uzak yürüyorum kendime...
Olcay Kasımoğlu

Sakıp Sabancı Müzesi Klasığı

insan içinden yaralıysa
tutsak kalır gülü🌹
derdim sus sula
ışık girsin içeri...
Açtığın tüm kapılar senin olsa ne yazar açtığın kapı gönül sarayın olamadıktan sonra
Etrafın insan mahşeri olsa ne olur kötü günde dostun yaranı saramadıktan sonra...
Bütün yüzler sana gülse ne olur yarın yüreğinde ki gülüş senin yüreğinin çırası olamadıktan sonra
Herkes seviyorum dese ne yazar sevdası senin yüreğine dil olmadıktan sonra...
Gözleri ahu ceylan olsa ne olur baktığı yer senin cennetin olmadıktan sonra
Herkes peşinde pervane olsa kaç yazar yüreği sedefe inci olamadıktan sonra...
Gönül bahçesi binlerce güzele yurt olsa ne olur içinde sana verecek barınağı olamadıktan sonra...
Dinlemesini bilen insan, sorunların tespiti ve çözümünde daha az hata yapar. Dinleyerek daha iyi gözlemler yapar. Farklı bakış açıları edinir.
Önyargıdan uzak objektif kararlar verebilir. Problemlere yeni çözüm yolları bulur.
İnsan kendi iç sesini dinlediği zaman, başkalarının sesine de derinlik kazandırır. Empati yeteneğini geliştirir.
Başkalarını duygu ve düşüncelerine, kim olduğuna ve neler ya
şadığına daha derinlemesine yaklaşır.
Kendimizi dinlediğimiz de güçlü ve zayıf yanlarımızı keşif ederiz, böylece başkalarının da artı ve eksilerine yaklaşım tarzımız değişir. Daha insanı bakış açıları kazanırız.
Dinlemek öze inmektir, bakılan ama görünmeyenlere dokunmaktır. Karşımızda ki insanlara gönül gözüyle dokunduğumuz da biz onun en yakını oluruz.
İnsanların duygularını anlamak kendimize olan güveni artırdığı kadar başkalarının da bize güven duymasına neden olur.
İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman daha dikkatli ve özverili oluruz.
Başkalarının duygularını örselemeden onları anlamaya çalışırız. Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman evrende bizi dinler, bizimle iş birliğine girer.
Yankısı bulmuş sesin gelip yüreğimizde bizimle buluşmasından kim mutlu olmaz ki(!)

''Sadece Evcilleştirdiğin Kişiyi Anlayabilirsin”

Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki.
“İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!”
“Ne yapmam gerekiyor peki?” diye sordu küçük prens.
“Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamalara neden olurlar. Ama her gün, biraz daha yakına gelebilirsin.”
Ertesi gün küçük prens yine geldi.
“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim. Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.
“Gelenek nedir?”
“Bu da çok sık unutulan bir şeydir” dedi tilki.
“Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden ayıran şeydir. Örneğin, şu benim avcıların da gelenekleri vardır. Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de Perşembe benim için harika bir gündür. Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim. Ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil
yapamayacaktım.”
Böylelikle küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ve ayrılma vakti geldiğinde
“Ah! Sanırım ağlayacağım” dedi tilki.
“Bu senin hatan” dedi küçük prens. “Ben sana zarar vermek istemedim. Seni evcilleştirmemi sen istedim.
“Doğru, haklısın” dedi tilki.
“Ama ağlayacağını söyledin!”
“Evet, öyle.”
“O halde bunun sana hiçbir yararı olmadı.”
“Hayır, oldu. Buğday tarlalarının rengini gördükçe seni hatırlayacağım. Şimdi git ve güllere bir kez daha bak. O zaman kendi gülünün evrende eşsiz ve tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmek için buraya geri döndüğünde,
sana hediye olarak bir sır vereceğim.”
Küçük prens güllere bir kez daha bakmaya gitti.
“Hiçbiriniz benim gülüm gibi değilsiniz. Çünkü henüz hiçbiriniz evcilleşmediniz. Ve siz de hiç kimseyi evcilleştirmediniz” dedi onlara.
“Siz tıpkı tilkinin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki.”
Güller bu duyduklarına çok bozuldular.
"Evet, güzelsiniz. Ama boşsunuz. Sizin için kimse yaşamını feda etmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgarın onu üşütmesini engelledim. Tırtılları onun için öldürdüm ( ama birkaç tanesini kelebek olmaları için bıraktım). Onun şikayetlerini ve övünmelerini dinledim. Ve bazen de suskunluklarına katlandım. Çünkü o benim gülüm.”
Bunları söyledikten sonra tilkinin yanına döndü.
“Elveda” dedi.
“Elveda” dedi tilki de.
“Ve işte sırrım: Bu çok basit. İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.”
“Temel olan şeyi gözler göremez” diye tekrarladı küçük prens. Öğrendiğinden emin olmak istiyordu.
“Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir"
dedi.
“İnsanlar bu en önemli gerçeği unuttular. Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun. Gülüne karşı sorumlusun.”
“Gülüme karşı sorumluyum” diye tekrarladı küçük prens, öğrendiğinden emin olmak için. Sonra yoluna devam etti.
Antoine de Saint-Exupery - Küçük Prens

Yaşamımızı Bir Baş Yapıta Dönüştürmek Bizim Elimizde!


Hayat eşya değildir, gerçek olan yaklaşımlarımızdır, içimizdeki sesimizdir... Yaşamı ve yaşamak hakkını sadece kendi bulunduğu sınırlarda arayanlar ve sananlar ülkesinde; İnsanlara rağmen, güneşi zapt etmek, cesur ve onurlu insanların işidir.
Görünüşüne, giyimine, memleketine, diline bakarak ‘kıro’ dediğimiz bu coğrafyada insan olmak, yeni yaşamlara uzanmak, yeni dünyalar büyütmek sanıldığından daha zordur. Payına sorgulanmak, yargılanmak, potansiyel suçlu kabul edilmek ve kibirli bakışların rüzgarına tutulmak vardır.
 Yaşama iki sıfır yenik başlarsın ve yolun hep tren katarıdır. Her vagonda yeni bir şeyler bulma ve yeni bir şeyler keşif etme telaşı sarar ruhunu.
Ülkemin yol bilmez, kervan geçmez yerlerinde, yüzlerce beşikten, sayısız vedalarla, sayısız sevinçlerle ve yeni günlerin taşkınlığında, sayısız hayatlarla karşılaştım. Bilirim iç parçalayan insan seslerini, örtüsüz kimlikleri.
Medeniyetlerin beşiği Asya, Anadolu, Mezopotamya…Bütün esintilerin süzülüp günümüze taşındığı bozkırlarda, çöllerde, yalçın dağların kervan geçmez yerlerinde yaşam savaşı veren, törelerin biçtiği yazgıyı kader diye kendilerine laik gören zihniyetin çocukları olmak zorken; bunu bilgiyle, görgüyle eğitimle taçlandırmak gerekirken, sürgün yeri olarak görülen bu topraklarda insan olmak kolay değildir.
            Yıllarca sen batılı(aydın) diğerleri doğulu( bağnaz) diyen anlayışın, bu ülkeyi yönetenlerin hiç mi suçu yok? Sistem ve külde mangal bırakmayan yarı aydınlar kusursuz mu? Oy deposu olarak gördükleri ağalık sistemini destekleyen siyasetin, kaçak para girişine destek veren, silah tüccarlığından trilyonları cebe indiren, okumuş büyüklerin hiç mi suçu yok?  Erkek hegomanyasını açıktan açığa destekleyen sistemin hiç mi suçu yok?
Kendi vatan toprağına sürgün yeri yakıştırması yapan, savcısı-hakimi işlenen suçlara sessiz sedasız kalırken, eğitmenler- öğretenler hep tepeden bakarak  mevcut koşulları yadırgarken, küçümserken hiç mi suçlu değil?
            Ülkemizin kanayan bir yarasıdır doğulu olmak. Çoğu zaman insanların kör ve sağır kalması, kendine sıra gelince gıkını çıkarması sosyal ve toplumsal bir yaradır aslında. Kızına veya oğluna talip olan ailenin memleketinin önem kazandığı yerdir.
            Oysa yaşam bir bütündür. Dünyanın diğer ucundaki bir değişim, gelişim bir diğer alanı değiştirirken hala yerinde durmayı ve yerinde saymayı marifet sananlar, daha da gerilere düştüğünün, her gün bir parça eksildiğinin farkında bile değildirler.

            Sadece kendini görmek, çok yönlü düşünememek, etkileri, tepkileri hesaplayamamak, başka insanların yaşam haklarına saygı göstermemek; iki yüzlülüğü, riyakarlığı, yaşama ihaneti kaçınılmaz kılmaktadır.
Yaşamda var olan ayrıcalıkları sadece kendi tekelinde görenler hiç düşündünüz mü, kimsesiz ve kimliksiz kalanlar bir gün hesap sormaz mı? Yaşamı sorgulamayanlar, sadece kendi durduğu yerden bakanlar, evreni bir bütünlük içinde görmek ve algılamak yetisinden yoksundurlar. Onlara göre yaşam siyah ve beyazdan ibarettir ve o en iyisi, diğeri en kötüsüdür.
Dünyanın sadece kendi etrafında döndüğünü sananlar, kendi yaşamlarının dışında başka yaşamların önemi konusunda bencildirler. Kendi yaşadıkları coğrafyanın verdiklerine, düşünce ve yaşam tarzlarına anlayış ve nezaketle yaklaşıp başka insan diyarlarına, yüreğini, algısını kapatan insanlar yaşamı bir bütünlük içerisinde görmekten çok uzaktırlar.
            Farklı coğrafyada doğan ve yaşam koşulları gerçekten zor olan insanları anlamak yerine, ezici bir üstünlükle tepeden bakmak, görmek, dünden kalmış argümanlarla bugünü değerlendirmek, insanların sağlıklı bir düşünce anlayışına sahip olmalarını ve sağlıklı bir bakış açısı getirmelerini engelleyecektir. Ve dünden kalanlar dünün söylemleriyle bugünü görmeye çalıştıkları için yaşamı ıskalamaya devam edeceklerdir.
Başkalarına önyargıyla yaklaşan insanlar, yenilikten korkarlar. Kendi dünyalarında farklı, içinde bulundukları ortamda farklıdırlar. Resmi görüşleri ayrı, içsel düşünceleri farklıdır. Bunlar için yaşamın etkinliği, işine ve çıkarına geldiği gibidir. Neyi savunuyorlar, neye göre, kime göre yaşamlarını düzenlerler bilinmez.
            İnsanı insan yapan en büyük özellik adaletli olmasıdır. Yaşamın içerisinde üretim, paylaşım ve bütünlük içinde daha huzurlu ve güven ortamında yaşama devam etmesidir. Bunları ıskalayıp, bir yığın neden veya gerekçe ile düşmanlık üretenler ise akıldan, aydınlık düşünceden uzaklaşmış, hedefinden sapmış demektir. Düşünmek, her insana verilmiş bir özellik olarak düşünülse de maalesef bu özelliği kullananların sayısı dünya üzerinde çok fazla değil.
            Bunun için de sadece bakmak yetmiyor. Gördüğünü anlamak, yorumlamak, empati ayağını kullanmak ne kadar önemliyse, duygu ve düşüncelerde samimiyet de bir o kadar önemlidir.
Her nesil yaşadığı toplumun değerlerini yeniden yorumlamak ve sahip çıkmak zorundadır. Geçmişin korkularıyla yaşama tutunmak değil, her şeyiyle yüzleşmek ve yaşamı beklentileri yüksek olmayan bir bakış açısı ve arayışları ince bir ruhla anlamlı kılmak gerekiyor. Çünkü hiç bir şey insandan daha değerli değildir. ‘Muhabbet  insana, cana muhabbet’ diyen bir kültürden geliyoruz. Gönüllerde olduğu kadar yaşamda da iç içe olmalıyız.
Kültürel değer yargılarını sadece öğretmek değil, eğitileni değerlerin bilgisiyle donatmak gerekir. Önemli bir hayat yaşamak rastlantıyla olmaz. İnsan insana tutunarak yaşar. Aydınlanmanın özgünlüğünü, insanca yaşamanın sorumluluğunu aklı ve kalbiyle taşıyanlar yaşamı işler.

             Hayat insanın umut ettiği ve yaşamak istediği kadardır. İnsanın bulunduğu ya da yaşadığı yerin büyük ya da küçük oluşundan ziyade, düşüncelerinin boyutu ve hayatı sorgulama biçimi yaşam için daha elzemdir.  

Olcay Kasımoğlu

İçimizdeki Biz

"Nedir dedi yaşamak
Bir düş, dedi...
Bir kaç görüntü..." Ne güzel dersin Hayyam, ruhuna minnetle...

Akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve bize hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek, yaşamsal tatlara sırtımızı dönmek niye?

Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar bilmezler mi üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız, eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz bir ömür boyu.

Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında. Ve yaşamdan bize ne yansıyorsa, o biz davet ettiğimiz için burada.
Bu algı, evreni ve içindekileri onurlandırmadığımız anlamına gelmemeli aksine bize yansıyan bu güzellikleri içselleştirmemizdir, ''onlar ve siz'' ayrımını ortadan kaldıran.

Yaşam ki bizden kendi gücümüzü, benliğimizi keşfetmeye cesaret edin diye bağırıyor, bunları bize sık sık hatırlatıyor.
Yaşam içerisinde ki iniş ve çıkışlarla, kayıplar ve kazanımlarla.

Bu yaşamı ertelemeyelim, bir başka uygun anı beklemeyelim, şimdi yaptığımız seçimler küçük görünsede kendimizi olduğumuz halimizle kucaklamanın, kendimize doğru yürümenin ödülü bize özgürlüğümüz olarak dönecektir.

Yeter ki biz buna inanalım, inanmaksa tamamen bize kalmış. Ne dersiniz, çok geç olmadan, yaşamın yüreğine yüreğimizi değdirmeye değmez mi?
Kanatlarımızı enginlere açmaya, keşkeleri olumlamaya, kalbimize aldıklarımızla aydınlık bir umuda el ele yürümeye değmez mi ?

Yaşadıkça, yetersizlik ve güvensizlik duyguları yaşamın her alanında karşımıza çıkacak, bunu zamanda yol aldıkça görüyoruz zaten.
Onu göğsümüzde büyütmediğimiz sürece geldikleri gibi giderler. Görüyoruz yaşadıkça.
''Ruhsal sağlığımızın ölçüsü tökezleyip tökezlemediğimiz değil, tökezlediğimizde ne yaptığımızdır. Ayağa kalkar, üstümüzü temizler ve yaşamaya devam ederiz.'' diyen düşünüre hak vermemek mümkün mü!''

Yaşam hep bir karşılama ve uğurlama değil midir zaten.
Kaldı ki hayat hep devam eder taa ki etmeyene kadar.

Bakış açımız, algılama zerafetimiz bütüncül olduğu sürece yaşamın yedek oyuncuları değil, yaşamın göbeğinde terimizi akıta akıta, kana kana içerek bu yaşamın ırmaklarında derinleşebiliriz.
Ne kadar uzun ne kadar kısa yaşadığımızın bir önemi de yok aslında.

"Zamanın iki boyutu var.
Uzunluğu güneşe, derinliği tutkulara bağlı..." diyen Amin Maalouf zamanın gizemini fısıldamış kulaklarımıza..

Yaşadığımız talihsizlikleri, şansızlıkları, yanlışları başkalarına yükleyerek başarılı olamayız, içimizdeki bizi mutlu kılamayız.

İçimizdeki biz, herkese yalan söyleyebilir lakin kendine asla! Başımıza gelen kötü sonuçlar için kötü insan olma şartı yok.

Neden ben diye sorarken kendimize, iyiliğe güvenmek güzel ama o’na dayandırmak akıllıca değildir.
Başımıza gelenlerin ne olduğuyla değil, içimizde olanların ne olduğu ile ilgilidir.

Olcay Kasımoğlu

Doğada Hiç bir şey Kendisi İçin Yaşamaz

Doğada her şey birbiri için yaşarken;
"Dünyada güzele, çirkine, hüzne sevince dair ne varsa her şeyden beslenip bu kavramları anlamlı bir kaideye diken biricik canlı yine insandır."
Tabiatın en vazgeçilmez öğreti ve heyecanları yaşama tutunanlara dönüktür.
Vazgeçenlerle, pişman olanlarla işi yoktur. Evrenin sadece arka fonu tamamlamakla görevlidir onlar...
Doğa; görebilen gözlere, hissedebilen yüreklere aittir.
En önemli özelliği de çeşitlenmesi ve öykünmesidir, tıpkı sanat gibi.
Bize bilginin tohumlarını verir, her şeyi en çıplak haliyle gözlerimizin önüne serer.
Birbiri için yaşamak doğanın kanunudur.
Mevsimleri bize sunuşu muhteşemdir.
Bunu yorumlamak için fizik kanunları yetmez.
Ona; aklın, yüreğin, sesli harfler eklemesi gerekir
Derelerin ve ırmakların içinden geçerken pırıldayan sular yalnız su değildir.
Güneşin yüzünü yeryüzüne sürüşü yalnız sıcaklık değildir.
Gökyüzünde parlayan yıldızlar sadece yıldız değildir.
Yediğimiz ekmekten, içtiğimiz suya, soluduğumuz havaya kadar her şey doğanın bize verdiği hediyelerdir.
Hayatimin fısıltılarindan,
iklimlerin dilinden, doğanın yüreğinden öğrendim; insan hayatına anlam katan biricik şeyin, bir ağacın dallarına hayat veren kökün, toprağa can veren ''kutlu bir müjde gibi'' yağmurlarla, güneşle, poyrazla, sevgiyle beslenmesini, hayat da öyle...
Bukowski'nin dediği gibi;
"Düşündüm de, insan kendi yaşamının yağmurlarında ıslanma fırsatını kaçırmamalı…"
Ah insanlar bunu bir anlasalar..!
Anlamaya yakın, çok yakın olduğu halde anlamamak ne hazin...
Olcay Kasımoğlu

Bir Aldanış Çağı Yaşadığımız;

Sevdiklerimize sarılamadık-tan sonra, yaşamak dediğin nedir ki ?
bazen;
bir bakış deşer yarayı,
kanatır sözleri ,
gönül titretir,
yürek hoplatır
bazen;
içinde ki şehla gözler,
gördüklerine ağlar,
bu nasıl dünya...
insanlar neden kula kul
göz ağlar, yürek susar...

Bir Aldanış Çağı Yaşadığımız;

Dünyaya hakim olmaya çalışan insan zihniyetine bakıyorum, susuyor *insan onurlu bir kelimedir* diyen sözcükler.
*Görmeyi, hissetmeyi, aydınlanmayı bilmeyen insanların elinde yanlış anlaşıldı bütün bilgiler* ne kadar doğru bir tespit.
Hayat: düşünceye, duyguya dayalı olduğu oranda; sağlam, doğru, yaşanılası olur.
Bunun yanin da duyudan yoksun olan kimse, ister yargı nitelikli, ister tasarım nitelikli olsun duyuya dayanan bütün bilimlerden yoksun olur.
Hayatın içinde duyularımızın çoğunu kaybettik, kalanlarda yaralı.
Baktığımız her şeyde bir ikilem yaşar olduk.
Acabalarımız, kuşkularımız amansız bir hastalık gibi yayılıyor.
Baktığımız,gördüğümüz her şeye karşı negatif enerjiyle doldurulmuşuz gibiyiz.
Yüzümüzde ki gülüşün ifadesinden bile şüphe duyar olduk.
Haklının ''haksızlığa'' sesini yükselttiği yerde kulaklarımızı tıkayıp, körleri oynuyoruz..
Bir bahanecilik aldı başını gidiyor. Hani bana dokunmayan yılan sonsuz yaşasın der gibi.
Yanımızda ki adam gibi adamlardan bile şüphe duymaya başladık, yok canim bir insan bu kadar iyi olamaz, diye.!
Yaşadığımız çağa ve yaşanılan bunca vahşete bakınca: sözcüklerin arasında çöl rüzgarları esiyor.
Olmuyor, hangi diyara bağdaş kurarsak kuralım, sapa kalıyor çorak düşlerin eksik umutları.
roma.jpgOlmuyor, söz dolanıyor boğazımıza; sanki yüzyıllık sessizlik.
Ve tarih kendi sahnesini yeniden kuruyor, yaşam kendi döngüsünü tamamlıyor.
Bir aykırı duruş gibi, sesimizde şiir, düşsel rüzgarlardan geçip, geleceği yeniden bahara teslim edeceğiz.
Dönüp, dünya tarihine bir yolculuk başlattığımızda bunu görmek mümkün.
İnsanoğlu dersini ezber ediyor lakin ezber bozmuyor.
Sahne yine aynı sahne, sadece oyuncular değişmiş.
Alkışlayan zihniyet yine aynı, ezber bozan zihniyet yine aynı.
Göğüslemek için karanlık yarınları, teknolojiyi geliştirirken önce insandan başlamalı (!)

Olcay Kasımoğlu

Dostumsun Diyen Diller !


''Fani dünyanın baki padişahı değiliz. Biz parçalanmış gönül hırkalarını yamar dikeriz. Biz dostlarla ağlar dostlarla güleriz.''

Bazen hayatımızın sekteye uğradığı, işlerin ters düz olduğu zamanlar olur bu dönemlerde sanki her şey üst üste geliyormuş gibi hissederiz.
Hayatın bir anlamı kalmamış, hiçbir beklentiniz karşılanmamış gibi de hissedebiliriz. Her ne olmuş olursa olsun insan bu dönemde dost dediklerinden vefa bekler.

Bir insanın benim dosta ihtiyacım yok demesi kadar vahim ve elim bir şey olamaz. Böyle bir insanın dostluktan yana umudunu kaybetmesi kendisinde bir eksiklik olduğunu gösterir. Sağlıklı bir insanın, dostluğa gereksinim duymaması mümkün değildir.
Koşullar ve imkanlar her zaman yer değiştirir, değiştirebilir.
Vefalı dostlar hayatta en çok ihtiyacımız olduğu anlarda en güzel gülüşleri,en samimi bakışlarıyla ışık tutarlar yolumuza.

Zaten dostluğun iyi yada kötü günü olması şartı yoktur, olmamalı. Ne zaman, neye ihtiyacın varsa o yanındadır. Dostluk değerdendir !
Ve hayat; bazen bizi yorganıyla örter, bazende bu yorganı üstümüzden kaydırır, çeker, atar ortada bırakır. Öyle şeyler yaşarız ki içimiz üşür ve her şeyde bir o kadar üzerimize gelir.

Böyle günlerde insanlar güneş olur, yağmur olur yada tipi boran olur alır seni savurur.
Üşürsün, kimsesiz kendi acılarınla baş başa kalırsın, sızlanır isyan edersin yada dediğimiz gibi güneş olurlar ısıtırlar seni, yalnızlık duygusundan alıp sulu sepken acılarının üzerine yağarlar, dökülür gider acıların.
Bu yüzden unutmayız kötü gün dostlarımizi bu nedenle unutmayız iyi gün dostlarını, onlar ki bizi bize gönüllü kılan. Cemal Süreyya'nın dediği gibi "En koyu yalnızlık bile bir tanığa ihtiyaç duyar"
Sadece 'kötü gün dostu' olmanın tanığı olmayalım, acılar paylaştıkça nasıl hafifler, azalırsa ''sevinçlerde'' paylaşıldıkça çoğalır
.
Bunun yanında; dostluklar vardır gönülden gönüle, güneşle gölgenin dostluğu gibi, nasıl gölge güneşsiz yerini bilmez, onsuz düşmez hiç bir yere samimi ve içten insanların dostluğu da öyledir.
Birde uzak görünen dostluklar vardır hiç görmesen de hayatının içinde olmasalar da, histen köprüler kurarsın, mesafelerin anlamı kalmaz, yüreğin konuşur gözlerin görmese de...dostluğunun mesafesi yoktur.

Bazı dostlar da denizlerin yosun tutan taşlarıyla, dağların üzerine düşen karlar gibidirler/Dostluklarını gündüz kuşlarla, gece yıldızlarla iletirler birbirlerine.
Yine dile gelmeyen dostluklar vardır;dokunmanın sessizliğine bırakılmış, sadece yüreğin hissettiğine yazılmış, her şeyden konuşur sessizce.

Kopmak istesen de kopamadığın dostluklar vardır; gecenin sabaha mecburiyeti gibi, birbirine benzemeyen ama terk saati değişmeyen dostluklar.
Ayak uyduramazlar birbirlerine ama günün devranında, dönüşü birlikte tamamlayan...
Birde mevsimlere benzeyen dostluklar vardır, günü gelince bir bahçede açan gülün, kış gelince cemalini saklaması gibi..
Yada kocaman ellerin kopardığı güllerin bahçeden ayrılması gibi, vakitsiz gelen dostluklar vardır.
Elimize bırakılan, emeksiz sahip olduğumuz ama en küçük fırtınada sahip çıkamadığımız, geldiği gibi vakitsiz biten dostluklar vardır.

Zamanın getirdiği türlü türlü sıkıntılarla; dertlere, kederlere bürünüyor insan. Kırılıyor gönlü, tarumar oluyor avuç kadar yüreği.
Dedik ya ''dostluk değerdendir' o zaman yaşamımıza mana katanları, gitmeyenlerin sadakatini ve sarılıp bırakmayanların sıcaklığını, içtenliğini,vefasını hiç unutmayalım (!)

.../kar suları, yüzün gibi/ temiz, pak...sevilesiydi/ sen dostumdun, tereddütsüz yüreğime kilimler serip oturttuğum/ oysa şimdi, yürek pür yare/ kurtlar,kuşlar figanda/ sesin bir buz dağına çarpmış gibi/ konuştukça zemheri soğuğu/ üşüyor, dostumsun diyen diller/olduğun yer neresi, söyle/dostum değil misin/ benim yüreğim senin olduğun yer /neredeysen, oraya yüreğimi sermek isterim/...

Olcay KASIMOĞLU

Ben Ben Diye Öldürecekler Bizi !!

''Akıllı ve zengin olmaya çalışırken
Amaçsız ve duygusuz yaşamak
İşte bütün hikayemiz bu''...
Amacımız: yaşamımızı, geleceğimizi, kişisel ve finansal kaderimizi yaratır.
Hedeflediğimiz amaçlar yaptığımız seçimlerde görülür. Sonuçları belirleyen de aslında bu seçimlerdir.
Yemek sofralarının, ne giydiğinin, nereleri gezdiğinin '' Sanat paylaşımları hariç'' sağdan, soldan bir zahmet çekilen resimlerin ve sanatmış gibi güzelliklerini çektiği resimlerle alabora eden insanların dünyasında dolaşırken, ne çok şeye dokunmadan geçmişiz. Dünyada,ülkemizde ne çok şey giydirilmiş bize farkında olmamışız bile. Bir zahmet dokunmamışız, bize anlatılan masalların sahiplerine kulak kabartmayı geçin kimdirler,nereden geldiler, ne yaptılar diye bir kez o netin yalancı büyüsünden uzak araştırmadık bile. Velhasıl kaynıyor kazanlar,hadi rastgele..
Özellikle: doğayla uyumsuz kentleşme ve teknolojinin beraberinde getirdiği yabancılaşma, kirli bilgi çağı'' insanca yaşamayı zorlaştırmaya, insanları amaçsız ve idealsiz bir dünya düzenine mahkum etmeye başladı.
Bu bakış açısıyla bakıldığında;
''Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum.
Çağın ideali köşeyi dönmekse, toplumsal adaletsizlik üzerine kuruluysa'' evrensel değerleri ötekileştiriyorsa, insan yaşamına para egemense, ateş düştüğü yeri yakıyorsa, herkes sadece kendi ölüsüne ağlıyorsa; ben böyle bir çağı, böyle bir düzeni kabul etmiyorum.
Hedefimizden sapmadan, onursuz insanların etki alanına girmeden ve onlar tarafından aldatılmadan böyle bir düzene baş kaldırmak ve direnmek yaşamımızın biricik amacı olmalı.
İnsan kendi iç sesine yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça '' kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi'' amaç edindiğinde,yaşamı yeniden sorgulamaya başlar.
Olcay Kasımoğlu

Eleştiriden Feyz Almak Akıllılıktır

Kültürel ve sanatsal öksüzlüğün kol gezdiği bir toplumda çağdaş değerlerden bahsedilemez.

Bilim, ilim ve sanat, insanın insan olma özünü en yatkın biçimde yansıtan değerlerdir.


Çağdaş değişimsel anlayışın önünü açan, bu ütopyanın gerçekleştirilmesine katkıda bulunan bilim ve sanat aydınlanmadan yana olmayan kan emicileri rahatsız eder.

Düşünce ve duyguların bir arada eylemlere yönelmesi, hayatımızın en önemli noktalarından biridir. Bizi bağımsız, aydınlanmış, sorumluluk bilinci gelişmiş bireyler yapar.
Bağımlı olmak ise cesareti yok eder.

Sindirmenin, susturmanın ve yoksunluğa mahkum etmenin en iyi yolu, sömürüye hizmet eden faşizan kapitalist sistemi desteklemektir.
*Kapitalist zihniyet, kendine sorgusuz itaat edecek bağımlı insanlar ister. Bunun içinde, bir sürü oyunlar tertip edilir.

*Silah tüccarları savaşı körükler, evrensel değerler üzerinden insan duygu ve düşünceleri yozlaştırılıp, toplumu birbirine bağlayan ortak değerler, bütünsellikten çıkarılıp, bireylerin tekeline verilir.
*Egemenler, güdülmeye hazır bir toplum yaratmak için önce kamu kurum ve kuruluşlarını etkisizleştirerek, akademik çalışmaların önüne engeller koyarak, medyayı satın alarak, bilgilenme ve aydınlanmanın önünü kapatırlar.
* İnanç kültürünün ve dinsel korku dürtülerinin yarattığı kısır döngü, toplum yaşamına egemen olmaya başlar.
*Eğitimsiz, okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, menfaatlerini insan yaşamının üstünde gören; bencil, kendine namuslu insanların yaşadığı bir toplumda kul ve efendi ilişkisi başlar.
*Bilinç düzeyi eksik insanlar, kendilerini bağımlı hale getiren sisteme körü körüne bağlı olmaya yatkındırlar, eleştiriye asla tahammül göstermezler. Burada ki ilişki de, gelene ağam gidene paşam dönemi başlar.

Napolyon ”Eleştiriden feyz almak akıllılıktır, almamak sinirlenmek ancak başarısızlığını ve beceriksizliğini kapatmaya çalışan insanların yaptığı tepki olmalı” demiş
Bizim istediğimiz, herkesin emeği oranında pay alabildiği, adaletli bir üretim, hiç bir ayrımcılığın ve ötekileştirmenin olmadığı, sevgi barışın egemen olduğu bir toplum düzeni.

Özellikle kurumlar kokuşmuşsa, yürekler nasırlaşmışsa, ortak değerler kişi ve kişiler üzerinden ifade ediliyorsa, yatırım ranta dönüşüyorsa, bunun adı da ”gelişme ve hizmet” olarak insan anlayışına empoze ediliyorsa, hangi adaletten, haktan, hukuktan bahsedebiliriz ki?
Bilmezler ki sonlu olan sonsuz olanın bedelidir.
Toplumun iletişim mekanizmalarını şahsı menfaatleri için kullananlar, kendilerine imtiyazlı sorumluluk tanıyanlar, toplumun önünü tıkamak için her türlü alavereyi-dalavereyi yapmaktan çekinmiyenler bu yetmezmiş gibi bunları haklı gerekçelere dayandırarak, insanların zihinlerine perde çekenler;
*İnsan olma hakkımızı çalandır, yaşamımıza yasaklar koyan, onu yok edendir.
*Halkları birbirine düşman edip, bu düşmanlıktan çıkarları beslenenlerdir.
*Üreteni ve sorgulayanı suskun köleler haline getirmeyi hedefleyen Kapitalizmin emir erliğini yapanlardır.
Özellikle TV başında pembe dizilerin, kadını onursuzlaştıran, eşya gibi alınıp-satılan bir obje gibi sunan programların, şiddeti ve öfkeyi; savunma ve korunma aracı olarak insan algısına sunan filmlerin, çağdaş uygarlık yolunda tökezlediği kesindir.

Bu çelişkilere, bu serzenişlere, bu yarım yamalak öykünmelere bakınca;
Kendini arayanlar, kendini bulamayanlar nereden beslenecekler. Bu insanlara, insanca köprüler inşa etmesen, nereden geçecekler.
‘sorgulayamayan insan cahil, sorgulatmayan insanda zalimdir’ bu zihniyete en uygun tanımlama bu olsa gerek.
Toplumun yaşamsal kazanımları önemli, bunun içinde herkese önemli görevler düşüyor.
İbn-i Sina’nın dediği gibi ‘ bilim ve sanat iltifat görmediği ülkeleri terkeder’ diyor
Bilimsellik ve sağlıklı düşünen bir toplum anlayışı bütün kesimleri kucaklar.
Bir ülke de 30 milyon insan aç ve yoksulluk sınırında yaşıyorsa, sadece siyası kimliği üzerinden iş buluyorsa, inancı üzerinden değer görüyorsa, zulme- yalana sesini çıkarmıyorsa, kadınlar hunharca öldürülüyorsa, çocukların geleceği katlediliyorsa, erkek egemen kültürüne destek veriliyorsa ve insan sadece kendi egosuna hizmet ediyorsa, ben insan değilim.
Bizler, kimliği sadece insan olanlar;
*Egemenlerin, kendi şahsı çıkarlarını korumak için ”şiddeti ve insan açlığını” gizliden gizliye desteklemelerini reddediyoruz.
*Dünya yüzünde birbirine düşman halklar yaratılarak, egemenlerin amaçlarına hizmet için suni gündemler yaratıldığını biliyoruz, bu oyunda piyon olmayı reddediyoruz.
*Kadınların, çocukların ve savunmasızların, siyasetin malzemesi olmalarını reddediyoruz.
*Yaşayan her insanın insanlığa ve evrene karşı sorumlulukları var.
Emek ve sermaye çelişkisinin gerçekliğine suskun kalamayız. Emeğin özne olduğu, sınıfsız bir yaşamın mümkün olduğu bilinciyle ” Dünya herkese yeter” anlamının içtenliğiyle, egemenlerin oyunlarına hayır diyoruz.
Körü körüne bir şeye inanmak onu haklı ve ahlaklı yapmaz.
*Üreterek yaşamlarını anlamlandıran, sadece kendisi için değil herkes için ”daha güzel, eşit, adil, özgür” bir yaşam kurmak için mücadele eden, haklıdan yana tavır alanlar;
Sorgulamadan inanmanın, anlamadan yorumlamanın, araştırmadan bilmeden ahkam kesilmenin bütün olumsuz taraflarını reddediyoruz.
Ne olursa olsun, yaşamak, kulun kula kulluğu değildir. Onurunla, namusunla, halkınla, şerefli, bağımsız yaşamaktır, yaşamak.
Emeğin hiç bir zaman sorgulanmadığı bir yaşam ve sağlıklı sevgi anlayışıyla büyümek, ahlaki olgunluğa erişmek, iyiliğin, sevginin parçamız olduğunu bilmek, insanın asıl doğasına ait tüm özellikleri unutmadan, varoluşumuzun, özümüzün güzelliklerinden utanmadan yaşama yürümek, yaşamı değerli ve anlamlı kılıyor.
Öte yandan, hayatta en iyi ve en mutlu yaşam, olumlu düşüncelerdeki yaşamdır. Bu nedenle iyi, yapıcı ve yaratıcı düşüncelerin insana verdiği mutluluğu hayatta hiçbir şey veremez.
Velhasıl yaşamak ve yaşatmak ince bir iştir...

Olcay Kasımoğlu

Çocuklarımıza Bizden Daha Yakın Kim Olabilir?

Kim onları hayatla tanıştırırken; sevgiye emeği de katarak yanında koşulsuz durabilir?
Biz onların hayata akan köprüleriyiz.
Kendi kendine yetmenin verdiği mutluluğu anlatalım, kendi ayakları üzerinde durmanın önemini, saygınlığın, erdemin, öz güvenin aydınlığını anlatalım.

Namuslu olmanın ''cinsiyet üzerinden değil'' erdemli, onurlu olmanın süzgecinden geçtiğini, geçerken de kimseyi kirletmediğini ve en büyük namusun beyinde olduğunu öğretelim.
Namusu etek boyuyla izah eden her türlü düşünceye hayır diyen bir bilinç geliştirmesinin önünü açalım.
Kıyafetlerin mistik sevincini sevdiren, incelten zevkini yaşatalım.

Sahip çıkmakla,sahiplenmenin aynı şeyler olmadığını öğretelim.
Kıskanılmanın, güvenle karıştırılmayacak o nezih çizgisini sindire sindire anlatalım.
Sevdiği ile gurur duymanın içtenliğini, faziletini ve birliktelikleri nasıl büyüttüğünü anlatalım; anlatalım ki, duvarlar arkasında entrika çevirenleri, bencil egosuna hapis eden zihniyeti iyice tanısın.
Kendine güveni olmayandan, güven beklemenin zaman kaybı olduğunu,
kendine saygı duymayandan; saygı beklemenin nasıl bir aldanış olduğunu anlatalım.

Eğitimin yaşam şekli olduğunu, insana yapılan en büyük yatırımın eğitim olduğunu anlatalım.
Hiç kimsenin kölesi olmadan; fikri hür, vicdanı hür insan olmanın erdemleri üzerine bir yaşam kurmanın en büyük zenginlik olduğunu anlatalım.
El,etek öpmeden, yaşama sıkı sıkı sarılmanın en büyük mucize olduğunu
ve sevdiği için, sevdikleri için, koşulsuz sevgilere durmanın iç huzurunu anlatalım.
Ve en önemlisi bunları anlatırken kendimizi güncelleyip, söylediklerimizi yaşama geçirerek, verdiğimiz sözlerin arkasında durarak, yemin etmeden sözümüzü inanılır kılarak, eylemlerimizi dürüstçe çocuklarımıza yaşatalım.

Ancak o zaman anlattığımız,söylediğimiz, örnek verdiğimiz şeyler anlam kazanacak yoksa çocuklar büyüklerine güvenmeden, onların yaşam manifestosuna saygı göstermeden, söylenen hiç bir şeye inanmazlar.
İnanmadıklarını kalplerine indirmezler.
Kalplere inmeyen her şey zamanla unutulur, unutulmayanlar eylemlerdir.
Yarının büyüklerine, kinden,nefretten arınmış bir dünya bırakmak bizim elimizde.
Olcay Kasımoğlu

16 Ekim 2019 Çarşamba

Vefa alınmaz, satılmaz

Özü ve sözü bir olan bunu da yaşamıyla destekleyen insanlar aklıma geliyor. Verdiği sözün arkasında olan, verilen sözün bilincine sahip insanlar ne olursa olsun verilen sözleri unutmazlar, gerekirse kendi hayatları pahasına yerine getirirler. Sözün kime verildiği önemli değildir, verilen söz insanı sorumlu kılar. Bu sorumluluğun yerine getirilmesine de ahde vefa denir.
Verilen sözlerin yerine getirilmemesi, yapılan iyiliklerin unutulması da vefasızlığı tanımlar.

İnsanların vefasızlığı hiç bir şeye benzemez bakmayın insanlar ''dünya vefasız'' derler ya bence dünya vefasız değil, vefasız olan insandır. Hayatımız boyunca bir çok insanla iletişim halinde oluruz, kimine kendimizden bir şeyler katarız, emek veririz, hayatının belli dönemlerinde sahip çıkarız. Bizimle büyür bizde onunla büyürüz. Gün olur yollar ayrılır herkes kendi seçimleri doğrultusunda yaşama karışır. Hiç ummadığın bir yerde o insanın kapısını çalarsın yada çalmak zorunda kalırsın hani onun için hayatından ödün verdiğin dostun, arkadaşın o zaman ahde vefayı ya görürüsün yada ne vefasızmışsın der kendine ve verdiklerine yanarsın. Varsın hatırlamasın varsın unutsun bunlar bir yerde insanı yıkmaz sadece üzer. Asıl önemli olan hayatını önüne serdiğin, canını dişine katıp geceni gündüzünü ona adadığın bir insanın gün gelip senin tam zıddında sana ve yaşamına kast, zulüm ettiği an bittiğin, kırıldığın andır. Artı bu vefasızlıktan öte düpedüz zulümdür. İyilik inancını zedeler, kendine kendini sövdürür.

İnsanoğlu, çıkarları mevzu bahis olunca her şeyi unutabilen, hatta satabilen bir varlıktır. Bu tür insanlara ne kadar değer verirseniz verin, ne kadar iyilikler yaparsanız yapın, gün gelir bir anda silip atar sizi.
Bu insanlar gönül borcunu, vicdan borcunu, vatanı için ölen insanlara ahde vefayı bilmezler.
Para ve çıkar üzerine kurulmuş bütün arkadaşlık ve dostluklar gün gelip çıkarlar çatıştığında muhakkak yıkılacaktır. İçinde sevgi, saygı, sadakat, vefa olmayan bir ilişki yolunu nasıl tayin edebilir ki ? İçinde insanı boyutu barındırmayan her türlü birliktelik er veya geç sancılı biter bunun kaçınılmaz sonucu her zaman hüsran ve acıdır.

Bakınız ” Hz. Mevlana vefayı şöyle anlatmış; “Vefa nedir bilir misin? Vefa, arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır. Vefa; dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet katmamandır. Vefa; ötelerin sonsuz mükâfatı karşısında, cehennemi hafife almaman, ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır”.Vefayı, yürekli insanların nasıl algıladığını ve eyleme dönüştürdüğünü çok güzel özetlemiş.
Vefa; dost olmak demek, zor zamanları beraber aşmak, hiç bir şeye benzememek, güvenin en yakın arkadaşı, gerçeğin sağlaması,elinden gelmese bile, yüküne, emeğine ortak olabilmek için hala yanıp tutuşana sahip çıkmaktır lakin emek artık esirgendiğinde, niyet tükendiğinde, arkandaki, kucağındaki ağır bir bohçaya dönüştüğünde, yağmur damlaları sadece senin başına düştüğünde ve artık sana da, ona da yazık olmaya başladığında, kalanlara rağmen yola tek başına devam etmek gerekir.

Vefalı olmak, bambaşka bir şeydir, keşkelere, hayıflanmalara yedirilmeyecek kadar kıymetli ve zamana yenilmeyen, diyardan diyara söylenen, hatırlanan,hatırlandıkça yüreğin tortularını süpüren, yeniden yeniden ışığa çıkaran…
Bütün bunlara binayen varsın sadece zaman vefasız olsun, herkesin payına düşen, akan giden bir saat ibresi üzerinde hayatla sözleşmesini bitiren, zaman değimlidir zaten(!)
Zaman vefasız anlasana
sen miydin, gelip ömrümü bir gülüşünle alan,
yoksa o yalnızlığım mıydı
senin gülüşüne kendini tutsak kılan.
oysa kör karanlıkta açarken gözlerimizi,
dilimizde akşamdan kalma,
...bir ayrılık türküsü.
buda gelir buda geçer ağlama...
oysa, geçmiyor öyle her şey değdiği yerden.
kimi yaralıyor, kimi derinden derine kanatıyor.
kiminin üzerinden de tan ağarmasıyla,
nice sabahlar geçiyor...
hani bırakılacak bir şey olsa da,
sabahları çöpçülerin ellerin de kalsa.
onların elleriyle okşanırdı yalnızlıklarımız.
hiç ummadığımız ellerin sıcaklığıyla.
oysa, umarsız yalnızlığım benim.
saçlarına dolanmış ay ışığı gibi.
başucumda, senin gülüşün, bir de evren.
olduğum yer, öyle açık seçik ki.!
ne kadar sen düşsen yanıma o kadar ben.
ve artık saymıyorum, çoğul yalnızlıklarımı.
zaman sebil, zaman kanatlı.
zaman vefasız, anlasana.!
ne kadar bizli yaşarsak o kadar iyi.!.

Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında;

Kapadokya¸ Pers dilinde "Güzel Atlar Ülkesi"
Bütün kültürlerin iç içe geçtiği; et, tırnak olduğu, öteden bugüne insan kokan, tarih kokan bir coğrafya-dayım.
Dünyanın ortak kültür miraslarının başında gelen ve halen 'UNESCO Dünya Kültür Mirası' listesinde yer alan Kapadokya¸ tarihi İpek yolu'nun da en mühim kavşaklarından biri.
Çok net bilgiler verilmemesine rağmen burada ki 'peribacası' denilen doğal oluşumların altmış milyon yıllık bir geçmişi olduğu söyleniyor.
Özellikle "Avanos¸ Ürgüp¸ Göreme¸ Akvadi¸ Uçhisar ve Ortahisar Kaleleri¸ El Nazar Kilisesi¸ Aynalı Kilise¸ Güvercinlik Vadisi¸ Derinkuyu Yeraltı Şehirleri¸ Ihlara Vadisi¸ Selime Köyü¸ Çavuşin¸ Güllüdere Vadisi¸ Paşabağ¸ Zelve" belli başlı görülmesi gereken yerler arasında yer alıyor.
Gördüğüm otellerin çoğu kendine özgü kaya içine oyularak ya da yöreye özgü tüf taşından yapılmış.
Öte yandan çevredeki antika dükkanlar sizi geçmiş zamanların gizemli dünyalarına götürüyor.
Gezi boyunca gördüklerimiz¸ büyülü bir masal iklimine seyahat ettiğimiz hissine sürüklüyor.
Sanki taşlar¸ taş olmaktan çıkıp kadim bir zaman koridorunda atların nal sesleri insanların sesine karışmış bizi karşılıyor.
Rehberimiz sevgili Uğur bey; 'Göreme'yi göremeyen çok şey kaybeder' derken içimize yapacağımız yolculuğa da bir nevi silke-nişin ön hazırlığını da yaptırıyordu.
Göreme¸ dünya miras listesine girmiş bir çeşit açık hava müzesi. Özellikle kaya kiliseleri¸ duvar bezemeleri ve erken dönem Hristiyan resimleriyle ön plana çıkıyor.
Yine Nevşehir denince Hacıbektaş gelir akıllara.
Zamanımız az olduğundan kapanış saatinden önce yetişemedik. Yine de bazı bölümlerine ziyaretimizi yaptık.
Adını 13. asrın büyük Halk dostu Hacı Bektaş-i Velî'den alan bu şirin ilçe;
"Kadınlarınızı okutunuz. İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu." diyen bu bilgin insan¸ çağların ötesinden günümüze seslenirken ne mutlu Hacı Bektaş-i Veli'nin derinliğine yolculuk yapanlara demekten kendimi alamadım.
Birde Avanos'da ki taa Hititlere kadar uzanan çanak ve çömlekçilik sanatının halen devam eden atölyeleri beni kendine hayran bıraktı
Yine Derinkuyu'da yumuşak tüf kayalara oyularak yapılmış çok sayıda yeraltı şehri var.
Risk ve tehdit altında yaşayan insanlar buralara sığınarak can güvenliklerini sağlamışlar. Milattan evvelki üç binli yıllara kadar götürülebilen bu sıra dışı mekan bana göre gezinin en esrarengiz kısmıydı desem abartmış olmam.
Her bir bölümü diğerine dar tünellerle bağlanıyor. Her giriş¸ değirmen-taşı biçimindeki hareketli kaya kapılarla kapatılabiliyor.
Aynız zamanda yeraltı şehrinin şarap yapımında kullanılan odaları var.
Şehir toplam kırk metre derinlikte sekiz kattan oluşuyor. Şehrin mükemmel bir doğal havalandırma sistemi var. Ortak mutfağı ikinci katta yer alıyor. Bu yer altı şehri¸ derinleştikçe derinleşiyor.
Mucizevi bir çark, kendine hayran bırakıyor. Akılları zorluyor.
Diğer bir yeraltı şehri de Ihlara yolu üzerinde yer alan Kaymaklıyı ise kelimelerle anlatmak mümkün değil.
Kısacası Nevşehir anlatılmaz¸ yaşanır.
Bana süzülenler şimdilik bu kadar ama inanıyorum ki ben yine yollara düşüp Nevşehir'in o gizemli tarihi dokusuna yine yeniden dokunacağım başka bir dünya zamanı dilimiyle.