Yaşam yalındır... Ve sevgi büyük bir yaşamdır ''Sevdiğim her şeyi-yalnızca sevdim.''
Translate
25 Ağustos 2018 Cumartesi
Gün uzun anlatamayacağım kadar...
''Birinin ruhuna düş gibi süzülüp girmek bir sanattır, çıkmak ise bir başyapıt."
Durgun bir deniz ve mışıl mışıl uyuyan bir şehirle beraber, el sallayarak beyaz bir gemiye, ait olduğu yere, yaşama bırakıyorum... bir dostu sonsuzluğa uğurlar gibi...
Aşka dair öğrendiğim ise; ''Bir kuğu yeminliyse aşka, ömrü gibi göldür bütün dünya, bitmez boynun eğriliği...'' Kalbimizde ki yarayı sağaltmak gerekiyor...
Olur ya belki bir gün olur ya hayatım sana gerekecek olursa gel ve al onu Öğretti bana; Sabahın kimsesizliği ve yalnızlığın sesi taşıdığım bu hüznün senin için olduğunu Biliyor musun Aşk bağışlanmış hüzündür çok önemli buluyorum bunu *Ne varsa işitilen, duyulan ve koklanan, desin ki: "seviştiler."
'Hayat Iskalamayı affetmez' ''Ve biterken herkes en çok kendisidir. Ve biterken herkes bir yudum dost arar. Ve biterken herkes en çok yalnızlığı yaşar…''
Bölüşürken suskunluğu
Kim çizdi hikayemize bunca yol ayrımını
Ya duvarlarını indir
ya vazgeçmeyi öğren
ya da sevmeyi..
İnsan ancak doğru anlayışla özü kavrayabilir...
Yaşamımızda her neyi deneyimliyorsak, onun ötesine geçmek ve yeni bir kapı açmak üzere deneyimlediğimizi bilmek ve bunu hatırlamak önemli.. Zira tüm zorluklar bizi pişiren, hamlığımızı alan ve olgunlaştıran bir etkiye sahiptir.
Kendimiz olma hali ve yaşamı göğüsleme direncini ancak yaşayanlar bilir...
Gülten Akın'da yaşamış... sen, ben gibi;
“biz azaldık” dedim, “dünya da eksildi”
çapaklar kılçıklar temizlendi aramızda
uzaklık mı gerek peki, aşk nerede
“aşk sessiz dolaşır” dedi O
“bir yerlere yağmur yağıyordur, öyle”
eksilenleri topladım, işte, hepsi
geride az bir şey kaldı''
Kimi zaman tüm çevrenin ve şartların tarafsız bir gözle resmini çizemeyiz, değerlendiremeyiz. Bu nedenle, eskilerin deyimi ile, “Mülahaza kapısı”nı açık bırakmalıyız. Yeni düşünce ve alternatifleri dinlemeye, yeniden düşünmeye ve sonuç çıkarmaya açık olmalıyız.
Düşünmek ya da doğru düşünmek konusu tarihe mal olmuş pek çok bilim adamı ve filozof için de belli bir önem taşır.
Honoré de Balzac’ın “Düşünmek görmektir,” deyişi, Confucius’ün “Doğru düşünen haddini bilir,” ya da “Düşünerek yapılan her işin sonu hayırlıdır,” diyen Socrates hemen aklıma gelen bir kaç örnek...
Aldığımız eğitim, niyetlerimiz, olaylara bakış açımız, menfaatlerimiz sorunların ve gerçeklerin karşısında “gözümüze perde” indirebilirler.
Dış dünyayı algılamamız ya da dünyanın görüntüsü bulanık olabilir. Bu görüntüleri tam berrak hale getirebilmek için okumak, akıllı insanlarla konuşmak, tartışmak, empati yapmak, başkalarının duygu ve düşüncelerini önemsemek ve düşünce sanatını öğrenmek gerekiyor.
Düşüncelerimiz bir şekilde ''Ses ya da yazı ile'' ifade edilmezse kültürel katkısı olmaz.
Sözcükler esastır ve ilişki doğru kelimelerle kurulmalıdır.
Böylece anlaşmazlık, çatışma, yanlış anlama gibi küçük ya da büyük karmaşaların oluşması önlenebilir.
Kullandığımız kelimeleri yalnızca bizim değil, karşımızdakinin de anlaması, aynı anlamı yüklemesi halinde uzlaşma sağlanabilir ve sağlıklı iletişim kurulabilir.
Yaşam bir avuç, zaman mutlak.
Kasıntıya, mala-mülke, üne, statüye tamah yorar insani..
Olcay Kasımoğlu
24 Ağustos 2018 Cuma
İnsan zafiyeti hiç bir şeye benzemez...
Bir çok insan; hiç kimsenin ya da hiçbir görüşün etkisi altında kalmadan, olayları olması gerektiği gibi objektif değerlendirmek ve yorumlamak olgunluğuna, bilgeliğine sahip değildir.
Özellikle kendi düşüncesi konusunda fanatik, eleştiriyi kaldıramayan, insanlara zarar veren, empati yoksunu insanların verdiği zarar tahminler ötesidir. Tarafsızlığın, renksizliğin, vurdumduymazlığın, neme lazımcılığın kurbanı yüz binlerce insan var.
Bu Konuda Şairimiz Gülten Akın' da Seslenmiş; dipsiz hüzün ve bezginliğin şu tekrarlı günlerinde,oraya gidip,dünyayı unutmak,unutmuş ve unutulmuş olmak,incelmek,uçuşmak,bulutları mekan eylemek i s t i y o r u m...
Zira hayat çıplak gözle katlanılası bir ahvalde değil nicedir.sevgisizlik,sevebilme özrü,yalan-dolan aşklar,kurgulanmış,pazarlıklı ilişkiler...benim soframda değilse de,eline-koluna çarpıyor insanın her adımında. soluduğumuz maviyi kirletmiyorlar mı? göğün türküsünü bulandırmıyorlar mı....?
Bunca renksizlik içerisinde, kıyamın olduğu yerde her şeye rağmen insanlar; sevginin, dostluğun, iyiliğin gücüne inandıkları için ''nefreti reddetmekte'' birleşiyorlar. Fikirlerin, ilimin, bilimin ''müzakeresini, rekabetini'' değil ''sen ben'' davasının küçük adamları gibi hesapçı yaşıyoruz. Büyük sürülerin çelimsiz ayaklarına dönüşüyoruz. Her adımda kendimize çarpıp düşüyoruz..
Olcay Kasımoğlu
Hepimizin ihtiyacı olan Mutluluğu sağlayan en temel duygu sevgi ve ona yol açan anlayıştır. Belki de yeniden öğrenmemiz gereken budur…
Kendimizi ve doğayı tanımak için, duyguları, düşünceyi ve eylemi uzlaştırmak için, bireysel ve toplumsal yaşamı uyumlaştırmak için, bencilliğe karşı cömertliği anlamak ve yaşamak için, ayrımların karşısına bütünleşme fikrini koyarak; hoşgörü, sevgi, anlayış, saygı gibi değerleri anlamak ve yaşamak için, yaşamın bilinçli bir kaşifi olabilmek için, daha iyi bir dünya ve iyi bir yaşam için; insan olduğunun farkına varan, maddi ve manevi faaliyeti sırasında hem kendi hem de toplum hayatının şartlarını oluşturan motivasyon ve eğilimlerini iç çatışmaları azaltacak şekilde örgütleyip kaynaştıran, diğer kişilik ve karakterlere karşı uyumlu davranış sergileyen, başkalarını türlü açılardan ve değişik yöntemlerle değerlendirebilen kişilikli insanlara ihtiyacımız var.
Dinlemesini bilen insan, sorunların tespiti ve çözümünde daha az hata yapar. Dinleyerek daha iyi gözlemler yapar, farklı bakış açıları edinir. Ön-yargıdan uzak objektif kararlar verebilir. Problemlere yeni çözüm yolları bulur. İnsan kendi iç sesini dinlediği zaman başkalarının sesine de derinlik kazandırır. Empati yeteneğini geliştirir. Başkalarını duygu ve düşüncelerine, kim olduğuna ve neler yaşadığına daha derinlemesine yaklaşır. Kendimizi dinlediğimiz de güçlü ve zayıf yanlarımızı keşif ederiz böylece başkalarının da artı ve eksilerine yaklaşım tarzımız değişir. Daha insanı bakış açıları kazanırız. Aynı zamanda dinlemek öze inmektir, bakılan ama görünmeyenlere dokunmaktır.
İnsanların duygularını anlamak kendimize olan güveni artırdığı kadar başkalarının da bize güven duymasına neden olur. İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman daha dikkatli ve özverili oluruz. Başkalarının duygularını örselemeden onları anlamaya çalışırız. Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman evrende bizi dinler. Yoksa, neden ve niçinlerle, endişe ve kuruntularla geçen bir yaşamın değer ve anlamı ne kadar olabilir ?
Kendiniz olduğunuzda; ''Sevgi size derin bir anlayış veriyor ve bu anlayış da değerli bir şey. Anlayış, aitliği besler. Gerçekten anlaşıldığınızı hissettiğiniz zaman kendinizi, diğer ruhun güvenine ve sığınağına bırakmak konusunda özgür hissedersiniz.''
Yaşama amacımızı gözden kaybetmeden; Ruhu duyarlılıktan yoksun olmayan, sevme kapasitesi olan bilinçli özgürlüğe, samimi ve içten sevgilere ihtiyacımız var. Ben buna sevgi sanatı diyorum.
''Bu sevgi sanatı, diğer insanın özel ve kutsal kimliğini açığa çıkarır. Sevgi, diğer insanın bireyselliğinin ve ruhunun gizli imzasını gerçekten okuyabilecek tek ışıktır.''
Hayatta arzulanabilecek çok şey var. Önemli olan bir insanın en çok ihtiyaç duyduğu iç dünyasında eksikliğini hissettiği şeyin farkında olması onu arzulaması ve onun peşinden gitmesidir....
Kaybedenler veya elde etikten sonra zevkini yasayamayanlar genelde en çok ihtiyaç duydukları şeyi (iç dünyalarında aç oldukları şeyi) değilde gelişi güzel seçtikleri için arzularını elde edince de zevkini yaşayamıyorlar daha doğrusu o tatmin edici huzur verici duyguyu yakalayamıyorlar.
Gönülden, gözden düşmeden; Hayatımıza giren insanlara yüreğimizden söyleyebileceğimiz en güzel dörtlük bu olsun, ne dersiniz?
''Seni "Eğer" diye sevmedim Beklentiler olduğu için. Seni "Çünkü" diye sevmedim Çıkarlar olduğu için. Seni "Rağmen" sevdim Her şeyinle olduğun gibi, Her şeye "Rağmen"...''
Dünya zamanı, bir kirpiğin birbirine değmesinden daha kısa!
Sevgiyle gideceğimiz yerlerimiz, yolumuzu gözleyen ve yolumuzu karşılayan sevdiklerimiz olsun.
Aşkla kalın...
Olcay Kasımoğlu
13 Temmuz 2018 Cuma
'Her can kabul etmez viraneler var...''
Yaşama amacımızı gözden kaybetmeden;
İnsanca yaşamak için gösterişe, bizim olmayanla avunmaya, başkalarının gözünde kendimizi aramaya, onanmaya ihtiyacımız yok.
Ruhu duyarlılıktan yoksun olmayan, sevme kapasitesi olan bilinçli özgürlüğe, koşulsuz sevgilere ihtiyacımız var.
Ben buna yaşamın aşuresi diyorum, hepsinden biraz. Marifet, o hepsinden birazla lezzeti yakalamak ve kendini, yerini, haddini bilmek...insanın en büyük zaferidir bence. . Hayatımıza giren insanlara yüreğimizden söyleyebileceğimiz en güzel dörtlük bu olsun, ne dersiniz?
''Seni "Eğer" diye sevmedim Beklentiler olduğu için. Seni "Çünkü" diye sevmedim Çıkarlar olduğu için. Seni "Rağmen" sevdim Her şeyinle olduğun gibi, Her şeye "Rağmen"...''
Ve bir gün apansızın '' Sadece seni görmek için geldim ...'' diyenleri olmalı insanın... Güzel olmaz mi, hoş olmaz mi?
''Gönülden, gözden düşmeden/ Sevgiyle, umutla ve dimdik olma vakitlerine inançla; yaşama yeniden, sımsıkı sarılma vakti...''
Ve Sevgiyle gideceğiniz yerleriniz, yolunuzu gözleyen sevdikleriniz olsun...
Yaşam bir fısıltı solukta..Gün umut gün sevgi ola...
Teşekkürler hayat, bana çok şey verdin
Bana iki göz verdin ki onları açtığımda
Kusursuzca ayırdedebiliyorum, siyahı beyazdan Ve yukardaki göğün yıldızlı zeminini, Ve kalabalıkların içinden sevdiğimi. Bağışlayan hayat, Teşekkür ederim. Bana verdiğin kulaklar tüm boyutlarıyla, Kaydediyor -gece gündüz- cırcır böceklerini ve kanaryaları, Çekiçlerin, türbinlerin, tuğlaların ve fırtınaların, Ve sevgilimin şefkatli sesini. Teşekkürler hayat, bana çok şey verdin. Bana sesi ve alfabeyi verdin. Ve o sözlerle istediğimi söyleyebiliyorum; kim ‘anne’, ‘dost’, ‘kardeş’ ve nedir parlayan bir ışık, Ve aşkın ruhun kökünden geldiğini. Teşekkürler hayat, bana çok şey veren, Yorgun ayaklarımla yürüyebilme yetisini de verdi bana. Onlarla şehirleri ve su birikintilerini teptim Vadiler ve çöller, dağlar ve ovalar. Ve senin evini, senin sokağını ve senin avlunu. Teşekkürler hayat, bana çok şey veren Bana bir kalp verdi; tüm bedenimi ürperten, İnsan aklının meyvesini gördüğümde, İyinin kötüden ne kadar uzak olduğunu, Senin gözlerinin berraklığıyla… Teşekkürler hayat, bana çok şey veren Bana kahkahayı ve hasreti verdi. Onlarla mutluluk ve acıyı ayırdediyorum. Şarkılarımı yapan. Ve senin şarkını da, çünkü aynı şarkımız. Ve herkesin şarkısı; benim asıl şarkım.
''Bir gün geleceğim ve bir haber getireceğim … damarlara ışık saçacağım ve sesleneceğim içerden: ey sepetleri uykuyla dolu olanlar! elma getirdim, elma …kızıl güneş. … geleceğim. dilenciye bir yasemin vereceğim, cüzzamlı güzel kadına da yeni bir küpe… köre diyeceğim ki: bak, nasıl da güzel bahçe! … çerçi olup dolaşacağım sokakları ve sesleneceğim: çiyci geldi, çiyci geldi, çiyci! yoldan geçen diyecek: sahiden de karanlıktır gece. ve samanyolunu vereceğim ona. köprüdeki kötürüm kızın büyük ayıyı asacağım boynuna. bütün küfürleri süpüreceğim dudaklardan. bütün duvarları yıkacağım yere. haramilere diyeceğim ki: gülümseyiş yüklü bir kervan geldi! bulutu parçalayacağım. gözleri güneşe bağlayacağım gönülleri aşka gölgeleri suya dalları rüzgara sonra bütün bunları birbirine ve çocuğun uykusunu da cırcırböceklerinin mırıltılarına bağlayacağım. uçurtmaları uçuracağım gökyüzünde, saksılara su vereceğim. … geleceğim. atların, sığırların önüne okşayışın yeşil otunu serpeceğim. susuz kısrağa çiy kovasını sunacağım. yoldaki yaşlı eşeğin sineklerini kovacağım. … geleceğim. ve her duvarın başına bir karanfil dikeceğim. her pencerenin altında bir şiir okuyacağım. her kargaya bir çam vereceğim. yılana diyeceğim ki: kurbağa nasıl da fiyakalı ama! barıştıracağım. tanıştıracağım. yol alacağım. ışık içeceğim. seveceğim...''
Sohrab Sepehri
İRADEM İYİMSER...
Sevmek, hissiyat ile iradenin işidir.
Aklını ve yüreğini ''sevgiye,derine, sanata, bilime ve sonsuzluğa atmışsan'' korkma sessizlikten, seslerden, gün doğuşundan, ne de gün batışından...
Duvar olmakla, katı olmakla, tavır almakla, mazeretlerin arkasına saklanmakla bulamayız yaşamın o incecik yolunu…
Geleneğin gücü, bizim eşsiz bir şey ortaya çıkarmamıza izin vermediği sürece ona bağlanıp kalmamızın bir anlamı yoktur.
Sözler yerine deneyimi, öğreti yerine birey oluşu olumla-malıyız.
Seviyorum; Kendini bilenleri, gösterişten uzak doğanın yüreğinde bir nefes soluklananlari ve yaşami bir bütün görüp; içindekileri gözlemle, duyulan seslerden öte yürek titreşimlerini duyanlari ve sevginin cesaret ve cömertlik olduğunu yaşam felsefesi yapanları...
Alain De Botton'un, Görmek ve Fark Etmek adlı kitabını okurken, bir defa daha ne ballı zamanda yaşadığımı düşündüm. Yazar, Edward Hopper'in Otomat adlı resmini anlatıyordu. Diyordu ki: "Edward Hopper, yapıtları hüzünlü olan, ama onlara bakan bizleri kedere boğmayan sanatçılardandır, Bach'ın ya da Leonard Cohen'in resimdeki karşılığı diyebiliriz ona. Ana tema yanlızlıktır."
Durur muyum? Önce Otomat'ın, Hopper'in hangi resmi olduğunu gugula sordum. Hey! Ben bu resmini çok seviyorum. Lakin adını bilmiyordum. Otomat'mış. Cohen'in şarkılarını dinleyerek, resmi seyretmeye koyuldum. Sonra ekranda Hopper'in hüzünlü resmi, fonda Cohen'in kederli sesi, Botton'un yazdıklarını okumaya devam ettim.
"Otomat (1927), yalnız başına oturmuş kahve içen bir kadını resmeder. Vakit gecedir, kadının üzerindeki mantodan ve şapkadan anlaşıldığı üzere dışarıda hava soğuktur. Görünüşe bakılırsa oda geniştir, boştur ve iyi aydınlatılmıştır. Dekor tamamen işlevseldir: üstü taştan bir masa, kalın ahşaptan siyah sandalyeler ve beyaz duvarlar. Kadının yüzünde içe dönük, biraz da korkmuş bir ifade vardır, kamusal yerlerde oturmaya alışkın değildir sanki. Belli ki o masaya oturmadan önce yaşamında bir şeyler ters gitmiştir. Kadın her şeyden habersizdir ya, yine de farkında olmadan resme bakan kişiyi öyküler yazmaya davet eder, onun geçmişiyle ilgili ihanet ya da kaybediş öyküleri. Kahve fincanını dudaklarına götürürken elinin titremesini engellemeye çalışır. Saat gecenin on biridir, aylardan Şubat'tır, yer Kuzey Amerika'da bir şehirdir.
Otomat hüznün resmidir ancak hüzünlü bir resim değildir. İyi bir melankolik şarkının gücünü taşır. Eşyalar sert hatlıdır, evet, ama mekan tümüyle mutsuzluk taşıyan bir mekan değildir. Salonda başka yanlız insanlar da vardır; tek başına oturmuş, tıpkı resimdeki kadın gibidüşüncelere dalmış, toplumdan kopuk bir halde kahvesini yudumlayan kadınlar ve erkekler. Toplumdan kopuşluk, hepsinde ortak olan duygudur ve bu ortaklık insana yalnız olanın sadece kendisi olmadığını anımsatır. Hopper resimdeki kadının tek başınalığıyla özdeşleşmeye davet eder bizi. Resimdeki kadın onurludur, kendinden çok başkalarını düşünür; fakat başkalarına fazlaca güvenir, biraz naif bir hali vardır sanki. Bedeni, yaşamın sert bir köşesine çarpmıştır. Hopper bizi onun yerine koyar; bizi dışarıda yaşayanların yanına, evdekilerin karşısına yerleştirir."
Ve kitap ve resim ve müzik ve hüzün ve ben... Teşekkür ederim Tanrım... Ne güzel!
Zordur köprüleri yakmak... Sıradan sabahların mahmurluğuna alışmışlar için, bir şafak vakti aniden geçmişinden ve bugününden vazgeçmek ve içinde her nasılsa saklanmayı başarmış bir yarın heyecanının kanadına tutunarak havalanmak cesaret ister. Kurulu düzen öylesine rahat, öylesine huzur doludur ki, ruhuna gömülü çocuğu, yıllarca kınında beklemiş keskin bir kılıç gibi uyandırıp dörtnala ileri atılmak, yaman bir karara dönüşür.
Zordur insanın onca zaman, bunca emekle kurduğu ne varsa hiçe sayıp, mağlup ama mağrur bir komutan edasıyla yeni seferlere niyetlenmesi... Bugüne yenik düşenler, yarını sadece hoş bir hayal olarak düşleyip, dünde yaşarlar. Bedel ödemeyi göze alanlar ise, yelkenleri atlastan gemilerle, arkalarında külden köprüler bırakarak meçhul bir istikbale doğru dümen kırarlar...
Yakılan sırat köprüsüdür. Geçer ve orada kalırsınız: cennetse cennet, cehennemse cehennem... dönüşü yoktur...
* * *
Clint Eastwood'un son filmi "Madison Kasabasının Köprüleri" çoğumuza bir kez daha ruhumuzun derinliklerinde saklanan o yakılası köprüleri hatırlattı. Hayatı, sohbetsiz sofralara yemek hazırlamaktan ibaret, kendi halinde bir ev kadınının günün birinde kapıyı çalıveren bir yabancıyla yaşadığı 4 günlük "yasak ilişki", içimizdeki şeytanın kapılarını çaldı. 40 yıl kendirli, kendinden bile saklamış bir kadının, 4 gün içinde kendisiyle tanışması ve 40 yıldır ıskaladığı bir mutluluğu bir "yabancı"da yakalaması, dünyanın dört bir yanındaki izleyicilere pek tanıdık bir duygu gibi geldi.
Sinema çıkışında ellerindeki küçük mendilleri gizli gizli göz pınarlarına bastıran hanımlarla, yaşlı gözlerini kara gözlüklerinin ardına saklamaya çalışan beyler, yasak bir
İlişkiye gözyaşlarıyla onay veriyorlardı adeta...
Yolboyu eşler birbirlerini yokladı, ihmal edilmiş heyecanlar çıkarıldı naftalinli sandıklardan... Kimi, köprüleri yeniden kurmanın yollarını aradı, kimi yakma vaktinin gelip de geçtiğini düşünürken...
Lakin zordur köprüleri yakmak...
Meçhul bir istikbal uğruna bugününden vazgeçmek korkutur insanları... Mazinin hatıraları taze, dostluklar sıcak, kurulu düzen güvenlidir. Nitekim filmin kadın kahramanı da kendi köprülerini yakmaktan son anda vazgeçer. Ruhunun köprüleri yerine, cesedini ateşe vererek, bir imkansız aşkı, küllerin buluştuğu öbür dünyaya erteler.
Köprüleri yakmak cesaret ister... ama siz kararsızlanırken köprünün karşısından ışıl ışıl yeni bir hayat umudu inatla gülümser insana... Bir elte bugünün yerleşikliğine tutunurken, öbürüyle yarın macerasına uzanmaya çalışır, arada çırpınır durursunuz.
Belki orayı bilmemek, bilmekten iyidir. Bilip de gidememek en beteridir çünkü...
Sinema çıkışında izleyicilerin düşünce balonlarında köprüler sallanıyordu. Eşler yolboyu birlikteliklerinin muhasebesini yaptılar, kimileri işi cesur bir hesaplaşmaya dönüştürerek, kimi kaygılarını dillendirmeye çekinerek...
Kimi evlerde eski aşklar tazelendi ve yeni köprüler kuruldu, ihmal edilmiş diyaloglardan... Kimi evlerde ise yeniden sohbetsiz sofralara dönüldü... Rahat oturma odalarının kurulu düzenlerine sarılanlar, heyecan dolu bir aşkı beyinlerinde büyüterek kaşıkladılar yemeklerini..
...ve ertelediler, ruhlarının köprülerini kavuracak bir heyecan ateşini; o ateşin ancak cesaretlerini yakacağı güne kadar...
Kovalarındaki çiçekler kadar gerçekler...
''İki çocuk;henüz tabularla tanışmamışlar; bahçenin toprak, çiçek kokulu yerinde, henüz daha küsmeyi bile bilmiyorlar; mevsimler kadar güzel, çiçekler kadar gerekli iki şey; iki gerçek; iki can..'' demiş, dost... <3
İnsan tanımak gerçekten ince bir sanattır ve bu sanatın ciddi parametreleri vardır. Çaba ve inanç gerektirir. Yoksa, payımıza hep yanılgı ve hayal kırıklıkları düşer. İnsanlardan darbe yediğimizi, ,insanların ne kadar güvensiz olduğunu ve hep aldatıldığımızı, şanssız olduğumuzu söyler dururuz o zaman. Oysa, önce kendimize, var olan bakış açımıza,hayat deneyim ve tecrübelerimize biraz kafa yorsak, bu yanılmalarda; aslında ne kadar çok kendi payımız olduğunu görüp şaşıracağız.
Her insan bir dünyadır ve bu dünyanın şekillenmesinde; çocukluğu, yaşadığı bölgenin yaşam koşulları, tercihleri,seçimleri, aldığı eğitim, seçtiği kişi ve kişiler, bir yaşanmışlık bırakmıştır. Ne kadarını kendinde topladığı, ne kadarında demlendiği, belli davranış kalıpları içerisinde kalıp kalmadığı; bize yansıttığı geri bildirimlerde, tutum ve davranışlarda kendini ele verir. Daha dikkatli baktığımızda muhakkak göreceğiz. Bunun içinde önce kendimizin, engin ve dingin bir yaşamla iç içe ve kendimizle barışık olması gerekiyor. Önyargılarından azade, geniş bir bakış açısıyla, insanlarla iletişim kurduğumuzda; daha doyumlu ve uyumlu birliktelikler oluştururuz.
İnsan tanıdıkça, ya yaklaşır yada uzaklaşmaya başlar. Bu ince çizgiyi çok iyi tanımlamak lazım. Bazen insanlar kendilerini tanımlamakta gerçekten zorlanırlar. İfade ve tanımlama yoksunluğu yaşarlar. Bunun içinde, insanlarla ortak yaşam alanları olsun, paylaşılan mekanlar olsun, beraber çıkılan bir yolculuk olsun yada beraber bir olayın şahitliğini yapmak ve onun üzerinden beden dili ve sözel tanımlamalar olsun, algısı açık insana çok şey verir aslında. Hani büyüklerin kullandıkları yaşamsal deneyler vardır. Birini tanımak için;
*Yolculuk yapın *Emanet teslim edin *Sırlarınızı paylaşın *Bilerek fikirlerine karşı çıkın *İçki sofrasını paylaşın *Borç para verin * Sevmediği konularda açık yürekli konuşun * Çocuklar ve korunmaya muhtaç insanlar hakkında düşüncesini sorgulayın
Liste uzar gider, sonuçta kişi ve kişilerin etki ve tepkileri kişilik ve karakterleri hakkında bize bir fikir verebilir. Tabii ki bunları yaparken, rencide etmeden, kırmadan, dökmeden içten ve samimiyetle yapalım. Biz ne savcı, ne hakimiz, zaten sağlıklı gelişen birlikteliklerin; savcıya, hakime,avukata, doktora, polise ihtiyacı olmaz.
Olcay Kasımoğlu
12 Haziran 2018 Salı
NADİDE NİLÜFER ÇİÇEĞİ
Lise yıllarında hatıra defteri tutardık. Okul arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz duygu ve düşüncelerini yazardı.
Anılara sörf yaparken, o nadide, eşsiz defterim elime geçti. Duygulandım, gözlerim doldu. Özellikle, matematik öğretmenimin ''Aydın Bakkal'' yazdığı bir bölüm; Sen ''Bataklıklarda açan nadide bir Nilüfer(Lotus) çiçeğisin sevgili Kasımoğlu'' demiş... Hadi bakalım yıllar sonra, gecenin bir yarısı elimde yeniden hayat bulan bu ani defteriyle birlikte Nilüfer çiçeğinin yurduna bir gezi yapalım, dedim. Hiç bir şey nedensiz çalmaz insanın kapısını.
Araştırdıkça bir çok kaynağa ulaştım. Hepsi çok özel ve anlamlıydı. Teşekkür ederim sevgili öğretmenim. Bazen bir söz, bir sözcük insani nereden nereye taşıyor.
Okuyalım bakalım;
''Lotus Çiçeğinin Anlamı: Ruhsal olgunlaşma, Aydınlanma ve Diriliş..
Lotus çiçeği başka dünyalardan aramıza katılmış bir canlı gibi. Toprak değil de göl üzerinde arzı endam etmesi bu hissi verse de, tek neden bu değil. Binlerce yıllık Budizm ve Hinduizm geleneklerinin önemli bir parçası olması da dünya literatüründe özel bir yere koyuyor.
Lotus çiçeğinin en önemli özelliği, bataklıkta kök salmasına rağmen harika çiçekler açması. İnancı ve dirayeti ile suyu yarıp geçerek nefes alabileceği yere kadar yükselip güzelliklerini döker. Aslında çoğu anlamı bu karakterinden doğuyor. Özellikle Budizm öğretilerinde verimsiz ortamlarda bile kendini tanıyıp huzura erişmek, lotus çiçeği metaforu ile ifade ediliyor.
Budizm’de Bodhi isimli bir felsefe var. Tek kelime ile çevrilecek olursa “aydınlanma” diyebileceğimiz Bodhi, varlıkların asıl doğalarını ve anlamlarını kavrama anlamına geliyor. Bodhi felsefesinde de Lotus çiçeğinden yoğun ilham alınıyor.
Lotus çiçeği köklerini bataklığa salar, oradaki güzellikleri toplar, suyun geçit vermez görüntüsüne rağmen yarıp geçer ve aldığı güzellikleri su üzerine; gözler önüne serer. Kişinin neşet ettiği ortam ne olursa olsun, zorluklara rağmen iç güzelliğini yakalayıp olgunlaşarak ortaya güzellikler saçması gerektiği gibi.
Konfüçyüs öğretilerinden ilham alan Zhou Dunyi’nin lotus çiçeğini sevmesinin nedeni de tam olarak budur.
Buda Efsaneleri ve Lotus Çiçeği Efsaneye göre Buda’nın annesi kraliçe Maya, Buda doğmadan önce bir rüya görüyor. Rüyasında beyaz erkek bir filin, hortumunda beyaz lotus çiçeği tuttuğunu görmüş. Akabinde Buda doğar doğmaz yürümeye başlamış ve ayak bastığı her yerde lotus çiçek açmış.
Buda’nın birçok farklı heykeli lotus çiçeği üzerinde oturur şekilde yapılmıştır. Bazılarında ise elinde lotus çiçeği tutmaktadır.
Buda’ya tanrı olup olmadığı sorulunca şu yanıtı vermiş1:
“Aynı kırmızı, mavi veya beyaz lotus çiçeğinin bataklıkta doğup, büyüyüp, su üzerine çıkması ve bataklığın onu kirletememesi gibi ben de dünyada doğdum, büyüdüm ve dünyanın üstesinden geldim; ama dünya beni kirletemedi. Ey brahman (din adamı), beni aydınlanmış olarak hatırla.”
Lotus Çiçeğinin Budizm’deki Diğer Anlamları Çok yoğun bir sembol olduğu için lotus çiçeği bu kültür içinde aşağıdaki gibi anlam zeminlerine de yayılmıştır:
Sabır Saflık, ezeli temizlik Mistisizm Doğrudan ruhsal iletişim Arzulardan ve hırslardan arınmışlık Bağımlılıklardan kurtulmak Varlıkları derinlemesine sevme ve onlara tutkuyla bağlanma Kendini bilme Ruhsal gelişim esnasında inancın tam olması Çile ve sıkıntılardan sıyrılarak yücelme Bu maddelere baktığımız zaman her birinin ruhsal olgunluğa erişme ve aydınlanmanın basamaklarını teşkil edeceği görülür.
Lotus çiçeği nefes alabilmek için zor kullanmaz. Nazenin yapısı ile barış ve huzur içinde suyu yarıp yükselir. Sıkıntılardan kurtuluşa ermek için mega güçlere gerek olmadığını hatırlatır. Bu amaç uğrunda önemli olan kendi iç huzurunu yakalamaktır.
Diriliş ve Güneş Antik Mısır Medeniyetinde lotusun yaratılan ilk çiçek olduğuna inanılırdı. İlk Su’dan (Nun) yükselerek güneşe selam veren çiçek. Onlar için diriliş temsillerinden biriydi Lotus çiçeği. Her gece yapraklarını çekerek suyun altına girdiği, güneşle birlikte tekrar çiçek açtığı zannedildiği için böyle inanılmış. Bu nedenle yeniden doğuş ile birlikte güneşi de sembolize eder.
Her ne kadar lotus çiçeği üç gün süre ile suyu yarıp yükselip dördüncü günün sabahında çiçek açsa da, çıkarımın tamamen yanlış olmadığını söyleyebiliriz.
Mısır’ın kadim kitaplarında, ölen kişiyi lotusa dönüştüren ve reenkarnasyona fırsat sağlayan büyüler olduğuna da inanılırdı.
Hiyeroglif ve Duvar Resimleri Mısır hiyerogliflerinde mavi lotus sık kullanılmıştır. Pembe ve beyaz olanları da medeniyetlerinin bir parçası idi. Mavi lotus çiçeğinin resmedildiği bir çizimi buradan görebilirsiniz.
Hinduizm Sembolleri ile İç İçe Lotus çiçeğinin Hint dilindeki karşılıklarından biri de Padma. Bu kelime içerisinde kutsallık anlamı da barındırıyor. Hinduizm’in o kadar fazla tanrı ve tanrıçası lotus çiçeği ile bağlantılı ki, onlar için en önemli çiçek olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin lotusun ilk önce Brahma’yı (üstün yaratıcıyı) çiçek açtığına inanılıyor.
Hinduizm’e inananlar aşağıdaki gibi tanrılarına saygı sunarken lotus çiçeği verirler:
Lotus Oturuşu ve Saygı Özellikle yoga yapanların aşina olduğu bir pozisyon lotus oturuşu. Aynı lotus taç yapraklarının iç içe geçmesi gibi bacaklar iç içe geçirildiği için bu isim verilmiştir. Hem Hindu hem de Budist öğretilerinde ayak tabanının karşıya gösterilmesi ayıp karşılandığı için, tapınaklarda ve meditasyonlarda lotus pozisyonu kullanılır. Bu açıdan, lotus çiçeğinin saygı anlamına da geldiğini söyleyebiliriz.
Dövmede Lotus Çiçeği Anlamı Lotus çiçeği dövmesi genellikle Hinduizm’e veya Budizm’e gönül veren kişilerce yaptırılıyor. Genel olarak mütevaziliği ve kibirden sıyrılmayı, iç huzuru bulmayı simgeliyor.
Renklerine lotus çiçeği dövmesinde aşağıdaki anlamlar da yüklüdür:
Beyaz: Zihinsel ve ruhsal aydınlanma, Mavi: Ruhun beş duyu organı üzerindeki hakimiyeti, bilgelik ve zeka Mor: Budist dini ritüellerine saygı Pembe: Doğrudan Buda’yı temsil eder Kırmızı: Kalbin en ilkel ve doğal hali, aşk, tutku, ve diğer kalbi duygular..''
Lotus çiçeği hakkında ki bu bilgilere ulaşırken değerli öğretmenimin bana Nilüfer(Lotus) çiçeği demesi, şu an ki bilinç ve irademle, hem durduğum yerden, hemde geçmişe ve bugüne kadar yaşadıklarımdan deneyimlediklerimle, inişlerim, çıkışlarımla, kırgınlıklarım, hayal kırıklıklarım, umutlarım, sevinçlerim, kazanımlarım hepsi ve hepsi bir sinema şeridi gibi geçince gözümün önünden, dedim ki; ''Öğretmen olmak sadece bir kelime değil, değilmiş... '' Yine bir şeyler öğrettiniz, dokundunuz dünden bugüne değerli öğretmenim.
Sevgimle, saygımla selamlıyorum. İyi ki varsınız, iyi ki hayatımıza dokunmuş, dokumuşsunuz...
"Ölümden korkmuyorum. Çünkü ben varken o yok, o varken de ben yokum. Ne kâr ne de zarar ölümden daha önemli değildir" diye başlıyor Bahman Ghobadi'nin yönetmenliğini yaptığı film.
"Yol" filmidir Yarım Ay. Adı gibi yarım kalmış bir hikayenin tamamlanması umudunu taşır. Güldürür, hüzünlendirir hatta korkutur.
Yaşlı Mamo ünlü müzisyendir. Saddam Hüseyin'in devrilmesinden sonra, 37 yıldır gidemediği ülkesi Irak'a gitme şansı yakalamıştır. Hayali, orada oğulları ile eşsiz bir konser vermektir. O gün gelip çattığında devreye Kako girer. Irak'a alınmış vizenin sevinci ile yol hazırlığına başlar. Otobüs hazırlanır, oğullar toplanır, enstrümanlar yerleştirilir ve yola çıkılır. Vize alınmış olsa da ne hayal kolaydır ne de sınırı geçmek. Umuda yolculuk ölüm yolculuğuna dönüşecek, yorgun ve yaşlı bedenin azmine tanık olacağız.
Ölüm hep aklındadır Mamo'nun. Hep olması gerektiği gibi. Ruh bedende iken hala, gökyüzü izlenir o son mekandan.
Hayalin gerçekleşmesinde tek eksik kalmıştır artık. "Eşlik edecek ruhani bir ses, katledilmiş bir ses, nesli tükenmiş bir ses" diye tanımlar Mamo, Haşo'dan bahsederken. Onsuz eksik olacaklarını söyleyip tehlikeye atar bu yolculuğu. Haşo, 1334 kadının sürgün edildiği köyde yaşamaktadır ve köyden çıkması yasaktır. Bu köy de, tek ses olmuş köyün kadınları da filmi büyüleyici yapar.
Vazgeçsen de yaşamaktan, istediğinde gelmez ölüm. Her şeyi geride bırakmak zamanıdır artık, zaman dönmek zamanıdır. Ama sen pes etsen de, gökten baş ucuna düşen yarım ay tutar elinden. "Hadi" der, ölü ya da diri o alkışları duyması için söz verir. Papoola'dır (Kelebek) gökyüzünden düşen. Niwemang da derler bu tek günlük ömre sahip olan kadına. Mamo'yu, yaşam savaşı vereceği karlı dağlardan geçirir. Soğuktur kar. Beyazdır kar. Ölüm gibi, sonsuzluk gibi, tüm renklerin varlığı gibi. Gücü yetmez insanın karşı koymaya ve vazgeçer ruh bu bedende yaşamaya. "Ölüm bile kötü şans değildir". diye anlatıilan filmin ruhuna aşına olmamak mümkün değil.
Filmi izlerken 1334 kadın şarkıcının sürgün edildiği yerde binlerce kadın sesinin tek vücut olmuş hali beni büyüledi.
Ve insan; gezgin, göçebe, yolların yolcusu olmayı seçebilir. Eğer; Gördüklerini, duyduklarını, hissettiklerini, dokunduklarini sezgilere dönüşen bir senfoniye çevirmişse; daha bir soylu, daha bir özlem uyandırıcı bakar soylu tepelere, ağaçlara, kuşlara, çiçeklere ve insanlara… Her şey alabildiğine yumuşak bir atmosfer içinde, ahenk dolu ve doğal uyumun eşsiz devingenliğinde süzülür hücrelerimize.
Kendi içimize doğru derinleşmenin, neye dönüşmek istiyorsak ona karar vermenin ve yenilenmenin zamanı olmadığını; yeniden, bir kez daha; umutla, dirençle fısıldadi yüreğime..
Işığınızın ve sevginizin önce sizi, sonra yaşamınızı ve tüm evreni aydınlatması dileğiyle iyi seyirler.
Trois Couleurs: Bleu Yönetmen Krzysztof Kieślowski Oyuncular Juliette Binoche Benoît Régent
Film müzikleri Zbigniew Preisner Yapım yılı, ülkesi 1993 Fransa, Polonya ve İsviçre
Krzysztof Kieslowski
Kimilerine göre insan doğası ve modern yaşam fikri üzerine fikir yürüten bir filozof Kieslowski. Bazıları içinse sinema tarihinin en iyi hikaye anlatıcısı. Onun görüntülerle düşünmenin doruk noktasında bir dahi ve duygularla resim yapma sanatını çok iyi kullanan bir şair-yönetmen olduğunu düşünmemek elde değil. İnsanı daha ilk kareden ele geçiren yoğun duygular silsilesi içinde müziği, kurgusu ve zekice örülmüş senaryolarıyla adeta büyüleyen bir yönetmen.Onun filmleri herkeste farklı bir tat bırakıyor şüphesiz. Rastlantılar ile biçimlenen yaşamlar, eş ruhların oyunları, kendilerini alışılmadık durumlar içinde bulan sıradan insanlarla ve bir gün ben de yaşayabilirim dediğiniz durumlarla karşımızı çıkarıyor yönetmen. Ahlaki ikilemlere değinen senaryolarıyla hiç bitmeyen, aksine filmin yaşamımızdaki kalıcılığını artıran sorularla baş başa bırakıyor.
Yaşamın bir yanılsamadan ibaret olduğunu düşünen ama bu yanılsamanın içinde bile kendisine yürüyecek sağlam bir yol bulmayı sürdüren yönetmen, mesafeli fakat bir o kadar da duyarlı üslubu ile benzersizliğini korumakta...
Polonyalı yönetmenin doğum ve ölüm yıllarının pek bir önemi olduğunu sanmıyorum benim anlatımım açısından. Ha, şu an neden Polonyalı olduğu ayrıntısını verdin o zaman öyleyse derseniz, yönetmenin 3 renk filmine değineceğim. Bu 3 renk olan mavi-kırmızı ve beyaz, Fransız bayrağının renkleridir. Polonya’da sinema, 2.dünya savaşı’nın bitiminde itibaren Sovyet modelini benimseyen bir propaganda aracı olarak algılanmış, yönetim sanatsal çıkışlara fazla prim vermemiş, daha çok konularını tarihten ve gündelik yaşamdan alan “sosyal-gerçekçi” filmlerin yapımı desteklenmişti. Daha sonraları Kieslowski’nin yanı sıra birkaç genç yönetmenle birlikte sinema sahnelerinde kendilerine yer edinmeye başladıkları dönem içinde ahlaki sorunları ele alan, birey ve toplum ilişkilerini irdeleyen ve sansür baskısının etkisiyle simgesel bir anlatım üslubunu benimseyen filmler üretmeye başlamışlardır. En azından bu anlatımın sansür baskısından geçebilmesi için filmin isimlerine verilen renkler ülke propagandasını alenen ilgilendirmektedir.
Üç Renk: Mavi
Üçlemenin ilk filmi olan “Mavi”, özgürlük ilkesi üzerinde düşünmeye çağırıyor biz izleyicileri. Diğer iki film ise Üç renk: Beyaz ve son film de Üç Renk: Kırmızı’dır. Ünlü bir besteci olan kocasını ve beş yaşındaki kızı Anna’yı bir trafik kazasında yitiren Julie, içine düştüğü bunalımı tüm geçmişinden kurtularak aşmaya çalışmaktadır. Önce ölüm acısını ölümle dizginlemek ister ama intihar etmeyi başaramamıştır. Öyleyse tek yapması gereken “yaşayan bir ölü” ye dönüşmektir. Evindeki tüm eşyaları satan, aşkını ilan eden Olivier’ı kendinden uzaklaştıran, “çocuksuz” bir apartmanda tuttuğu yeni dairesinde, hiçbir iş yapmadan yaşamayı tercih eden Julie; aşkı, sevgiyi, arkadaşlığı birer aldatmaca olarak görmekte, tüm bunları günü geldiğinde acı çekmesine sebebiyet verecek bir tuzak olarak düşünmek istemektedir. Bu yeni ve basit hayatında tamamen soyutlanmış bir şekilde “özgür” ve yalnız olmayı arzular.
Ama hep derler ya kurtulmak istese de insan geçmişinden kurtulabilir mi diye.Yaşadığı acının kuvvetiyle hissizleşen genç kadının geçmişe sünger çekmek deyiminin ne kadar da aptalca olduğunu fark etmesi de uzun sürmez. Tamamen özgür olmak, hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü, bizi biz yapan şeyin ta kendisidir yaşadıklarımız. Eğer aksi doğru olsaydı, Julie’ nin geçmişi büyük oranda silinmiş olurdu. Bir yandan da, bunu yapmayı gerçekten istemedi Julie, evini boşaltırken o mavi rüzgar çanını yanına alışı, dahası onu yeni yaşamına dahil etmek isteyişi ve yeni evinin salonunun tam ortasına asarak her bakışında o eşsiz müzik ziyafetiyle eski anılarını hatırlatışını isteseydi yok edebilirdi. Unutmanın imkansızlığı, bu denli güzel bir anlatımın yanı sıra müzikleriyle de yeterince vurgulanıyor filmde.
“Mavi” rengin yarattığı o mesafeli soğukluk, duygularla örülen resimler tek kelimeyle mükemmeldir. Ayrıca sahnelerin kurgulanması konusunda da büyük bir titizlik arz eden çalışmasıyla karşımıza çıkan Kieslowski, açılışta yer alan trafik kazasının yakın planlara ağırlık veren sert stilinden, bir kelebeğin kozasından çıkışları anımsatan final bölümüne dek, Julie nin zaman zaman maviden siyaha doğru ekran kararmalarına yol açacak unutma çabaları içerisinde mavinin her tonu ile birbirine bağlanmış sahne efektleri ile filmin renginin ve doğadaki ne çok mavi ışığın var olduğunu bir keşfe çıkmamıza sebebiyet veriyor diyebilirim.
Zbigniew Preisner imzalı müzikler, sadece fonda yer alan bir besleyici öğe olmaktan çok, adeta film ile bütünleşmiş durumda ve filmin en önemli kahramanlığına soyunmuş konumdadır.
“Mavi”nin senaryosunu yazarken, gençlik yıllarına ait bir anısından yola çıkmıştır yönetmen.Yol kenarında otostop çekerken yanından hızla geçip giden bir arabanın ardından “cehenneme git!” diye bağıran ve arabanın bir anda devrilip, şoförünün ölmesine tanık olan Kieslowski, yaşadığı bu olayı hiç unutmamış, sadece “Mavi” nin senaryosunda değil, ”Sonsuz” filminin de bir sahnesinde aynı durumu kullanmıştır.
Kapanış sekansında koro ile söylenen bestenin sözleri aşağıdaki gibidir.
Zbigniew Preisner - Song for the Unification of Europe (Julie's Version)
''Eğer meleklerin diliyle konuşsam, Ama sevgim olmasa, Ses çıkaran bir bakırdan farkım olmaz. Eğer peygamberlikte bulunabilsem, Bütün sırları bilsem ve bütün bilgiye sahip olsam, Eğer dağları yerinden oynatacak kadar Büyük bir imanım olsa Ama sevgim olmasa, Bir hiçim. Sevgi sabırlıdır Sevgi şevkatlidir Sevgi her şeye dayanır, Her şeye inanır. Sevgi asla son bulmaz Ama peygamberlikler ortadan kalkacak, Diller sona erecek, Bilgi ortadan kalkacaktır Peygamberlikler ortadan kalkacak, Diller sona erecek, Bilgi ortadan kalkacaktır İşte böylece Kalıcı olan, İman,ümit ve sevgidir Bunlardan en üstün olanı da “Sevgi”dir.''
Bu sözlerin eşliğinde dolan gözlerle “mavi son”u bulur film... İzlemediyseniz bir güzel ve yorucu bir seyir dilerim; izlediyseniz, biliyorum benimle hemfikirsiniz: “bu filmi unutmak mümkün değil...”
''Yağmur yağıyor yüreğime Kentin üzerine yağar gibi Şu bitkinlik neyin nesi İşlemekte yüreğime."
Modigliani, Paris’e gelmiş bir İtalyan göçmenidir. İlkeli, gururlu ve vicdanlı bir insandır. Özellikle insanların gözlerine çok duyarlıdır. Gözlerin ruhun aynası olduğunu düşünür. Resimlerinde de özellikle buna dikkat eder.
Modigliani’yenin unutulmaz repliği;
’''Ruhunu tanıyınca gözlerini çizeceğim’''
Sadece bu sözleri bile sanatçının ruhundaki derinliği sezmemiz de yeterli olacaktır.
Genç yaşta trajik bir biçimde yaşama veda eden Amedeo Modigliani’nin öyküsünü anlatan bu film özellikle sanatçı oluşun duygusal boyutları açısından düşündürücü bir örnek teşkil etsede insan zaaflarının diğer yakasını da gözler önüne seriyor.
Yine filmden repliklerle devam edelim.
''Gerçek aşkın ne olduğunu biliyor musunuz? Gerçek aşkın ! Hiç kendinizi cehennemin sonsuzluğuna mahkum ettiğiniz güçlü bir aşk yaşadınız mı? Ben yaşadım...
Aşkın bütün yükünü paylaştım fakat paylaşan kimse yok ve sonra seni düşündüm. Senin ve her şeyin.''
Modiglian öldükten sonra karısının Paplo'ya söyledikleri, kalbin gerçek sahibine ait oluşunu bir kez daha hissettirir.
“Ne hissediyorum biliyor musun Pablo sana söyleyeyim mi? Hiçbir şey hissetmiyorum, karnımda bir çocuk var. Bir başka kalp atışı bir başka arzulayan ruh.. ve ben bomboşum bir bardak gibi.. eve gideceksin dopdolu ve zengin bir yaşam süreceksin fakat tanrıya yemin ediyorum zamanı geldiğinde ölüm döşeğine yattığında Modiglian'in ismi dudaklarından ayrılmayacak bu geceden sonra bir daha resim yapamayacaksın.''
Kayıtlara geçtiği gibi Picasso ölürken son sözü Modigliani olmuştur. Bir daha resim yapamamiştir.”
Ve en sevdiğim repliklerden bir;
''Bir keresinde onu dans ederken gördüm Balzac heykelinin önünde. Yüzü çok güzeldi ve dansı harikaydı… Kuğunun ölmeden önceki son şarkısı gibi, gülümsedi. Bir zamanlar olduğum her şeydi. O anı çaldım ve zihnime kilitledim...''
Bende bulduklarını başkasında arasan işte o zaman üzülürüm !!!
İnsan nereye giderse gitsin yüreği de ona eşlik eder. Daima ve sonsuza kadar...
Sevgi sanattır, sanat sevmeyi onurlandırır. Bütün ruhuyla sevmemişler anlayamaz bunu...
Anam Cara ve Gerçek Arkadaşlığın Özü: Şair ve Filozof John O’Donohue
Aristoteles, felsefi bir kurum olarak arkadaşlığı, iki ruhun birbirine ayna tutması sanatı olarak tanımlamıştır. İki bin yıl sonra Emerson, arkadaşlığın iki sütunu olan doğruluk ve şefkat kavramları üzerinde düşünmüştür. Bir asır sonra ise C.S. Lewis şöyle yazmıştır; “Arkadaşlık; tıpkı felsefe, sanat ve evrenin kendisi gibi, gereksizdir… Onda herhangi bir hayatta kalma değeri yoktur; aksine, hayatta kalmaya değer katan şeylerden birisi o’dur.” Fakat arkadaşlığın güzelliği, gizemi ve ruhu besleme özelliği; önemli bir şair ve filozof olan John O’Donohue‘nun (Ocak 1, 1956 – Ocak 4,2008) 1997 yılında yazdığı “Anam Cara: A Book of Celtic Wisdom” isimli şaheserinde daha canlı bir hal almıştır. Kitap ismini Keltçe’de “ruh-arkadaşı” anlamına gelen; Aristotle, Emerson ve Lewis tarafından da hoş bir şekilde ele alınmış olan “Anam Cara” kavramından almıştır. O’Donohue terimin özünü ve kökenine dair şunları söylüyor: Kelt geleneğinde, güzel bir sevgi ve arkadaşlık anlayışı vardır. En büyüleyici şeylerden birisi de Kelçe’de anam cara olarak adlandırılan bu ruh-sevgi fikri. Keltçe’de anam kelimesi ruh, cara ise arkadaş anlamına geliyor. Yani Keltçe’de anam cara “ruh arkadaşı” anlamına geliyor. Eski Kelt kilisesinde öğretmenlik, arkadaşlık ya da manevi rehberlik yapan kişiye anam cara deniyordu. Terim aslında, hayatınızdaki saklı ve özel şeyleri ifşa ederek günah çıkardığınız kişiye ithafen kullanılıyordu. Anam Cara ile en içinizdeki benliğinizi, zihninizi ve kalbinizi paylaşabiliyordunuz. Bu arkadaşlık bir tanınma ve ait olma eylemiydi. Bir anam cara’ya sahip olduğunuz zaman arkadaşlığınız bütün geleneğe, ahlaka ve kategorilere üstün geliyordu. Antik ve sonsuz bir yola “ruhunuzun arkadaşı” ile girmiş oluyordunuz. Kelt anlayışı, ruhun üzerine herhangi bir zaman ya da mekân kısıtlaması koymuyordu. Ruhun bir kafesi yoktur. Ruh, sizin içinize ve Öteki’nizin içine akan kutsal bir ışıktır. Bu ait olma sanatı, derin ve özel bir arkadaşlığı uyandırıyor ve besliyordu. O’Donohue, bir insanın anam cara‘da bulduğu türden bir arkadaşlığın, çok özel bir sevgi biçimi olduğunu – ve bizi platonik veya romantik aşkı karşılaştırmaya itmeyen; aslında daha büyük ve yüce bir şey olduğunu belirtiyor: Bu sevgide siz maskesiz ve gösterişsiz bir şekilde anlaşılıyorsunuz. Yüzeysel ve işlevsel yalanlar ve sosyal tanışıklığın getirmiş olduğu yarı-gerçeklikler geri çekiliyor, kendiniz olabiliyorsunuz. Sevgi size derin bir anlayış veriyor ve bu anlayış da değerli bir şey. Anlaşıldığınız yer evinizdir. Anlayış, aitliği besler. Gerçekten anlaşıldığınızı hissettiğiniz zaman kendinizi, diğer ruhun güvenine ve sığınağına bırakmak konusunda özgür hissedersiniz… Bu sevgi sanatı, diğer insanın özel ve kutsal kimliğini açığa çıkarır. Sevgi, diğer insanın bireyselliğinin ve ruhunun gizli imzasını gerçekten okuyabilecek tek ışıktır. Bu dünyada yalnızca sevginin okuma yazması vardır; kişiliğin ve kaderin şifresini çözebilir. Anam cara olmak, istekli bir var oluş gerektirir – bizden mutlak bir istek bütünlüğü göstermemizi ister. O’Donohue’ya göre bu içsel niyetlilik, gerçek anam cara‘yı diğer gelişigüzel arkadaşlıklardan ayıran şeydir. Günümüzde bu ayrım daha önce hiç olmadığı kadar önemlidir, çünkü kültürümüzde “arkadaşlık” kelimesini düşüncesiz bir şekilde sık sık kullanıyoruz ve kendimizi üstünkörü ilişkilerin içerisinde buluyoruz. Yanında olmak, yani destek olmak eylemi yalnızca soyut bir şey olmaktan çıkıp, etkin bir eylem halini almalıdır – kendisini bir arkadaş olarak ilan eden, fakat diğer ruhun ihtiyacı olduğu zaman onun yanında olmayan kişi bir anam cara değildir. O’Donohue şöyle diyor: Kalp yeni bir hissetme sanatı öğreniyor. Bu türden bir arkadaşlık mantıksal da değildir, soyut da. Kelt geleneğinde anam cara bir mecaz ya da fikir değildi. Aksine, bilinen ve takdir edilen bir sosyal yapı olan ruh bağıydı. Kişilik ve algı terimlerinin anlamlarını değiştirmişti. Sevginiz uyandığı zaman, zihin dünyanız yeni bir duyarlılık ve şefkat kazanıyordu… Farklı bir şekilde bakıyor, görüyor ve algılıyordunuz. İlk başlarda bu karışık ve garip gelebilir, fakat gitgide duyarlılığınızı arındırıyor ve dünyada var oluş biçiminizi değiştiriyor. Çoğu tutuculuk, açgözlülük, şiddet ve baskı durumlarının, fikir ve sevginin ayrıldığı noktada ortaya çıktığı söylenebilir.Anam cara görüşü yücedir, çünkü bizim bu antik aitlik ahengine girmemize izin verir. O’Donohue, Aristoteles’in arkadaşlık fikrinden alıntı yaparak onu daha geniş bir şekilde açıklıyor: Bir arkadaş, içindeki vahşi olasılıkları serbest bırakmak için senin hayatını uyandıran, sevdiğin birisidir. […] Sevdiğiniz kişi, anam cara’nız, ruh arkadaşınız, ruhunuzu yansıtan en gerçek aynadır. Gerçek arkadaşlıktaki dürüstlük ve açıklık ise ruhunuzun gerçek şeklini ortaya çıkarır. Anam cara; sevgi, iş, yaşlanmak ve ölüm gibi değişmeyen ve insana ait kavramları inceleyen – antik Kelt bilgeliğinin ebedi objektifi aracılığıyla okunabilecek olan geniş bir kavramdır. Arkadaşlığın ruhunuz için – varlığınız ve karakteriniz ve zihniniz ve sağlığınız için – ne kadar önemli olduğunu fark ederseniz; ona zaman ayırırsınız… Fakat birçoğumuzun, bir şeyin önemini fark etmeden önce başımızın derde girmesi gerekiyor… Bizi perişan bir hale sokan şeylere umutsuzca tutunmamız, insanların yalnızlık nedenlerinden birisidir ve… neye sahip olduğumuzu, onu neredeyse kaybedecekken anlarız.
Bazen de insanlar, ne olursa olsun bazı insanlar için; "Çiçekli bir yol vardı, yürüdüm." der. "Ayaklarıma dikenler battı ama her ormanda olur böyle şeyler" der...
Ve en sevdiğim bölüm ''Anlayış, aitliği besler. Gerçekten anlaşıldığınızı hissettiğiniz zaman kendinizi, diğer ruhun güvenine ve sığınağına bırakmak konusunda özgür hissedersiniz.''
''Aitliğin Kelt Çemberini Keşfedin
John O'Donohue, şair, filozof ve alim, sizi, İrlanda hayal gücünün ruhani manzarasında yönlendirir. Anam Cara'da, "ruh arkadaşı" için Gaeliç, Kelt bilgeliğinin eski öğretileri, öyküleri ve nimetleri, arkadaşlık, yalnızlık, sevgi ve ölüm gibi evrensel temalar hakkında bu kadar derin kavrayış sağlar:
Işık cömert
İnsan kalbi asla doğmaz
Eski tanıma olarak sevmek
Vücut ruhun meleği
Yalnızlık aydınlıktır
Güzellik ihmal edilen yerleri sever
Tutkulu kalp asla yaşlanmaz
Benatural olmak kutsal olmaktır
Sessizlik ilahi kardeşin
Özgürlüğe davet olarak ölüm...''