Translate

4 Ekim 2018 Perşembe

                                        OLUMLU YAKLAŞIM 



İnsan, yaşamsal değer taşıyan hiç bir şeyi unutmamalı.
Yaşamım boyunca hep olumsuz düşünen, baktığı her şeyde olumsuzluğa odaklanan, her-şeyde kusur arayan insanlardan oldum olası haz etmem. Sanki, felaket telalığı yapmak yaşam biçimleri olmuştur. Mümkün oldukça bu insanlarla bir arada olmamaya özen gösteririm.
Aslında, olaylara nasıl baktığımız çok önemlidir. Çünkü hayat niyete, niyetlere göre şekillenir. Çoğu zaman baktığımız yerde olanı değil, görmek istediğimizi görürüz.
Bu anlamda hayata olumsuz bakan insanlar, olumsuz ve karamsar düşüncelerin içinde kendini bulurlar, etrafındaki insanlara da bunu bulaştırmak isterler. Oysa hayat, olumsuzluklarla ziyan edilmeyecek kadar zaman yitimine endeksli bir kavram, geri dönüşü olmayan ve sürekli akışı olan..
Tabi ki olumsuz düşünen insanlara olumlu bakış açıları kazandırmak kolay değil. Sürekli kendini savunmak zorunda hisseden bu tarz insanlar, başkalarının kayıplarından, yanlışlarından beslenirler, hoşgörüleri sığ ve sevgi kanalları ya boştur yada yaralıdır. Bu olumsuz düşüncenin hayatı nasıl eksilttiğinin farkına varamayan insanı, insanları uyandırmak gerekir. Buda sabır ve emekle birlikte sağlıklı bir bilinç ister.
Hayat aslında güzel, sadece onu asıl niyetinden uzaklaştırıp yokuşlara tırmandıran, al aşağı eden biz insanlarız. Dikkatsiz, duyarsız ve duygusuz yaşadığımızdan güzellikleri ıskalıyoruz. Güzelliklere özen göstermiyoruz, ayrıntılara dikkat ediyoruz.
Hangimiz, bir an olsun yüreğimize dokunup sevdiklerimiz aşkına, o günü yeni sayfalara açıyoruz ?
Hayat çetelesi kayıplar üzerinden insana hizmet sunuyor doğrudur, dün ölenler, bugün ölecekler, sıra kimde bilmeden...
O zaman neyin telaşındayız? Yüreğimizi neden bu kısır,olumsuz düşüncelerle haşır neşir ederiz.
Sorunlarımızın olmaması mümkün değil, deriz ya ''Sorunsuz insan, sorunsuz cihan olmaz'' diye, lakin her sorunun birde çözümü vardır, yeter ki çözümsüzlüğe çanak tutmayalım. Sorun üreten değil sorun çözmenin parçası olalım. Kim etrafında sürekli şikayet eden, mızmız bir insanla ömür geçirmek ister? Düşünsenize, sürekli felaket tellallığı yapan bir insan ruhumuzu karartır. Hayata olumlu bakan, nerede ne yapması gerektiğini bilen, olgun, yaşadığı hayatı deneyimleyip bize olumlu bakış açıları kazandıran her şeyden önemlisi yanındayken kendimizi iyi ve güvende hissettiğimiz bir insanın yanında kim olmak istemez ?
Hayatında yaşadığı olumsuzlukların sorumluluğunu üstüne almayan, faturayı başkalarına kesen bir insanın hayatı olumlama gibi bir olgunluğu olamaz zaten. Her zaman suçlayıcı, kaderci, zayıf ve depresiftir.
Sorunları bahane ederek mutsuzluğa ve umutsuzluğa kilitleniyoruz, oysa her karanlık, kendisini sonlandıracak ışığın tohumlarını içinde taşır.
Ne olursa olsun, herkes hayata kendi yürek penceresinden bakar ve sadece görmek istediğini görür.
Hayata olumlu bakan insan, olumlu bakıştan üreyen umut ve cesaretle, daha cesur ve sevgi dolu oluyor.
Çözümü olan her sorun “küçük sorun”dur. yaşamımız boyunca hepimizin yaşadığı sorunlar olmuştur, çözümsüz görünen, bizi yaşamın bitim noktasına getiren..

Belli bir zaman sonra aslında hiçbir şeyin durağan olmadığının, acının, sevincin, kederin zamanla yer değiştirdiğine kendimiz şahit olur ve deriz ki aman Allah'ım ben nasıl bu kadar dayanabildim yada ne kadar mutluymuşum da kıymetini bilmemişim. Bu ve bunun gibi bir çok şeye hayatımızın belirli dönemlerinde, zaman kendimizi şahit kılar. Aslında ölüm dışındaki tüm sorunlar küçüktür! Bunu gerçekten büyük ve çözümsüz problemlerle karşılaştığımız zaman anlarız.
Telafisi imkansız tek şey var: oda ölüm. Yaşıyorsak sorun yok! Nasılsa çözeriz, nasılsa bir telafisi olur ama iyi ama kötü.
Önemli olan problemlerin üstesinde gelebilmek, hayata olumlu yaklaşmak ve umudumuzun tükendiği anlarda bile yeniden umutlanmak, olumlu yaklaşmak; umut insana moral verir, yaşama gücü verir, en kötü olaylara bile olumlu bakış açıları geliştirir.
Hayat birilerine, birilerinin sırtına dayanarak kendini bize adil kılmaz. Kendi kanatlarıyla uçmanın bedelini bir dönem için ödemeyen insanlar, kendi kafeslerinde kalmanın, kendi farkındalığını yaşamamanın bedelini bir ömür boyu öderler…
Bizler yaşamımızı kolaylaştırmak adına öyle kurallar, öyle ilkeler koyar ve kabul ederiz ki sonuçlar sebepleri unutturur ve kaderimiz olur.
Bunlar genellikle biri söylediği için inandığımız ve asla üzerinde düşünme ve araştırma zahmetinde bulunmadığımız şeylerdir. Yöresel adetler, gelenekler, töreler, dinler, felsefeler, efsaneler, hepsi dogmatik inanç biçimleri olarak bizi yönetiyor. Kan davaları, dinsel ritüeller.... vs ve daha birçok şey.
Bir deli Kuyuya bir taş atıyor, kırk akıllı çıkarmaya çalışıyoruz.
Düşünmek ve araştırmak ve daha iyisini ortaya çıkarmak yerine, bir başkasının düşündüğüne, hazırladığına ve ortaya çıkardığına peşin kabul veriyor ve üzerine atlıyoruz.
Hayatta hiç bir şey nedensiz ve anlamsız değildir. Ben buna puzzle parçaları gibi bakıyorum. Her parça diğeriyle anlam bütünlüğüne sahiptir. Bir parçanın eksik olması bütünü bozar. İçimizde var olan gücün önüne sahte güç bentleri yapmayalım, farkındalığın, olumlu yaklaşımın hünerlerini keşif edelim. Unutmayalım; güç beynimizde. Akla hayale gelmeyecek kadar mucizevi bir çark dönümü bedenimiz.
Her karesi hayata göre kurgulanmış. Bize kalan ise bu senfoni orkestrasına iyi bir şef olmak. Hangi notanın hangi tuşuna nasıl basmamız gerektiğini bilmek. İnsan yaşadıkça, kendi iç sesine yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça; kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi; amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor. Başladıkça da yaşamını olumlamaya, farkındalık katmaya başlıyor.
Bunun en iyi yol taslağı da hiç kuşku yok ki; objektiflik, tutarlılık, doğruluk, eleştiriye açık olmak, genellik, öngörü ve toplumsal gerekliliktir diye düşünüyorum..
Seçmeci olanın, klişenin zamanı çoktan geçti.
Bağırmakla, çağırmakla, demagojiden öte gitmeyen söylemlerle dünya güzelleşmiyor..
Geleceğin ebeveynlerinin bize ihtiyacı var, çocuklarımızın geleceği için kendimize ve geleceğimize sahip çıkmalıyız.
BU ÇAĞIN AĞLAYAN DİZELERİNİ YAZABİLİRİM !!


Önemli olan yargılamak değil; anlamaktır.
Online bir yalnızlıktayız ve teknolojinin sunduğu imkanlara kapılmış gidiyoruz. Seçici olmadan, bilgiyi sorgulamadan fikir sahibi oluyoruz.
Zekamız genişliyor, genişledikçe çok fazla düşünüyor ama çok az hissediyoruz, gülüşlerimiz tutsak, samimiyetimiz azaldı. Asık suratlı, sabahına yorgun ve bitkin uyanan ruhlarla yaşamı kucaklıyoruz.
Düşlerim uçurtmaların kanadında avareyken, içimin derinliklerini gökyüzüne çıkarabilir miyim.Yada anamın babamın yılan yuvalarına su taşımamış ellerini çeşme başlarına fıskiye yapabilir miyim...
Ölümün kutsandığı, sevilerin dar ağaçlara asıldığı, cehaletin yürüyüşe geçen ayak sesleri ve barışın zehri yeşil kupalarda nasıl baş tacı edildiğini,zaafların nasıl egolarla tango yaptığını,kaçak rengi aşkların göz yaşlarını nasıl tuzla buz ettiğini yazabilirim.
Çocukları, parklara hasret kılan beton yığınlarının, kaç müttehatın kesesini doldurduğunu ve kaç kurşunda çocuk bedenlerin yere serildiğini, gökyüzünde uçan kuşların atılan bombalarla nasıl katar katar yere düşüp öldüğünü yazabilirim.
Ey çağımın kumpasları, hayalı yalanları ne idüğü belirsiz kravat takan hokkabazları bu kadar çiğ sözleri değirmende öğütebilirmiyim
Bu çağın pas tutmuş yüreklerini fabrika artıklarıyla kirletilmiş sularınızla yıkayabilir miyim
Güzelliğe,insana, sanata, bilime, sevdaya, barışa, çiçeğe,ağaca düşman zihniyeti, ideolojileri,basma kalıp sözleri, ezbere büyümüş yaşamları dipsiz kuyulara gönderebilir miyim?
Hayvanların, doğanın katledildiği, tarihi çakalların yazdığı bu hain çağı hangi mürekkeple yazabilirim.
Atlarımız kişnemiyor, üzerilerine bahisler oynanıyor. Kedilerimiz unuttu miyavlamayı, ayaklarımızın dibinde iplikle kovalamaca oynamıyor. Köpeklerimizin boyunları tasma izleriyle dolu, kendine verilen talimatları ezberliyor. Ey bu çağın drakulaları, urganlarınız yağlı, çivilerimiz paslı, görünüşleriniz cilalı, sözleriniz kalabalık, ufkunuz kör karanlık; daha neleri astınız boynumuza, hangi vicdan mahkemeleri aklayacak bunca yalanı dolanı
İçimden sessizce geçiyor zamanın ayak sesleri, kim kimden alacaklı. hangi günahın ederidir bu, mazlumlar teneşire kanlı uzanıyor. kadınlar unutmuş saçlarına takılan gülleri..Ey bu asrın insanları ne çabuk unuttunuz gül kokulu sevdaları. Sırtlarınızı betonlara dayadınız,başlarınızı kumlara gömdünüz. Mideler tok,ruhlar aç bu hangi aklın oyunu. Görünüşün altın çağı etiket fiyatı ve üstünde yazılı markası. Sözler teslimiyetçi, gülüşler çalkantılı,göz yaşları timsah, iyilik çıkmış kaf dağına..Yol yolcu karışmış arap saçına, dolanan dolanana. .
Yarattığımız korkuları dünya sahnesinde pazarlar olduk. Senlik, benlik davası çağın hokkabazı, bizlik olmuş sihirbazın tokmağı.
Soğuk, ıssız ve eğreti bir gülüşle hayatı anlamlandırmaya çalıştıkça karşımıza yeni hesaplarla yeni yüzler çıkıyor. Yetişemiyoruz ikircikli hesaplara, ucuz basma kalıp söylemler, iki yüzlü, içtenliğini yitirmiş dostluklar, çıkarcı ilişkiler, onursuz davranışlar, insanın yüreğini incitiyor. Lağım çukurlarına döndü serzenişler.. Susmanın sınırını tüketiyoruz, tiksindiriyor ucuz çıkar ilişkileri…
Uykularımıza acılar sızıyor, içimiz sızlıyor, küle dönüyor, karabasan oluyor rüyalarımız. Düşündükçe yabancılaşıyor duygularımız. Öfkeleniyorum…
Unutmak istiyorum bütün kötülükleri, haksızlıkları.
Oysa İnsan umudunu terk-etmeden, dişiyle, tırnağıyla mücadele edip, tüm acılara rağmen yaşamalı ve sevmeli diyorum…
Bunun içinde, seslere aks, adımlara ayak,ayaklara adım, yürümeye sefer, sefere menzil, menzile yürek gerek. Bu kokuşmuşluğa son verelim, sevelim sevilelim..Yaşam bir avuç, bir nefes nede olsa...
Parçalanmış bir dünya da kendi olmaya çalışan bir insanın yalnızlığından doğan acı yaşamı, hüzne yedirir.
Hüzünlü yaşama yedirilmiş bir ömür de, düzeni değiştirmeyi başaramayan edilgen, şaşırmış,korkmuş,sisteme ayak uyduramayan, işleyişini anlayamadığı ama anlamakta istemediği, onu aşan, gücünü zayıflatan düzenin tehdidi altın da ne kadar mutlu olabilir.
Düşünse de,duysa da yaşamına yön veremeyen, bilinmeyenin kader olduğu bilincine ulaşmamış bir toplum da, kendinde ki öze inemeyen,inmeyi göze alamayan, insan olma hakkına sahip çıkamayan insanlar topluluğun da zordur kendin olarak kalman...


                                     Erdemli saygı bir korku imparatoru yaratmaz.

             




''Farklılıklara Saygı erdemdir
Hangi çiçek diğerini sarı açtı diye ayıplar
Hangi kuş farklı ötünce diğerine yasak koyar
Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar
Ah insanlar, her şeyi bulup kendini bulamayanlar.''

''Yolumuz birbirimizi anlamaktan geçmiyorsa, hiçbir yere varamayacağız demektir..''
İnsanların; fikirlerine, yasam tarzına, hayata bakış açısına saygı göstermek ''farkındalık'' duygusundan kaynaklanan ''olgun davranışların'' toplamıdır.

İnsanları; sırf kendi tercihlerinden, seçimlerinden dolayı yargılamamak, ön yargılı ve kişisel yaklaşmamak gerekir. Çünkü saygı bir davranış biçimidir, dar bir görüş değildir.
Bizim sorguladığımız saygı; değer vermektir, güvenmektir, samimi olmaktır.
Farklılıklara saygılı olmak ve bunları zenginlik olarak görmek önemlidir.
Her şeyden önce; her birey saygıya değer bir varlıktır bu nedenle hiç kimse kendinden faklı olanı hor görmeye ve ötelemeye hakkı yoktur.

Hangi dinden, dilden, coğrafyadan, düşünce ve fikirden olursa olsun her kesin, yaşama, kendini tanımlama ve değerli kılma hakkı vardır.
İnsanların; değerleri, yaşam tarzları, olaylara bakış açısı, inançları, beklentileri inançları, zevkleri ve dünyayı algılama ve yorumlama şekilleri farklı olabilir.

Bunlar, dünya hayatının zenginlikleridir. Siyahla-beyazın dışında ara renklerdir. Bunlar hayatın lunaparklarıdır. Ne kadar çeşit o kadar yaşamı renkli ve anlamlı kılmak...
Bu nedenle olsa gerek; toplum yaşamında olsun, ikili ilişkilerde olsun
olaylara bakış açıları farklı farklı olabilir. Bu farklılık bir ayrışma sebebi olmamalı, farklılıklar zenginliğimiz olmalı.

Bu kilim desenlerine benzer her ilmek nakış nakış işlenirken ara renkler serpiştirilir. Hepsinde ayrı bir görsellik ve emek vardır, bu emeğe saygı duyarız, değer veririz, anlamlı kılarız.. İnsana saygıda budur...görmemezlikten gelemezsin yada senin farklılığın beni rahatsız ediyor dediğin an dünya senin tekelindeymiş gibi olur.

Ne sevgi ne saygı, hiç biri hiç kimsenin tekelinde değildir.
Farklılıklara tahammülü olmayan insanların muhakkak kişilik problemleri vardır. Bencil olurlar, paylaşım duygusundan yoksun ve sevgi anlayışları kısırdır. Birey olamamışlardır ben merkezli yaşarlar, cesur değillerdir.

En küçük çatışmada çirkinleşirler ve korkaktırlar. Yenilikten, bilimden,ilimden korkarlar.
Bu korkular, yaşamın zenginliğini durduran perdeler değil midir. 
Biz ancak ''kendimizin, insanlığın, çevremizin fakındalığına'' vardığımızda bu perdeler içeriden açılır. 
O zaman ''gönlümüz, aklımız'' insanların ''değerini'' renkleriyle, dilleriyle, cinsiyetleriyle ve maddi güçleriyle ölçmekten vazgeçtiğinde bu dünya yaşanılası bir yer olacaktır.
İnsanların yaşam tarzlarına müdahale etmenin, dışlamanın insan onuruna yakışmadığını, insana saygının bir erdem olduğunu anlayan, algılayan insanlar, hayatın içinde ''saygının'' bir ''kültür'' olduğunu benimsemişlerdir.
Buda; onlara empatı yapmayı ve bunun üzerinden insanlara ulaşmanın kapılarını açar...ne güzel değil mi !
Saygı; toplum yaşamı için, aile yaşamı için çok önemlidir ve yaşamın, insan olmanın onurudur, olmazsa olmazıdır...
Öyle ki; bizim ilişkilerimizi, sosyal ve dini ritüelleimizi, cinsel tercihlerimizi, kendimize saygımızı, durduğumuz yerin farkındalığını, konuşma yetkinliğimizi, insanlara verdiğimiz değeri düzenleyen çok önemli bir ''yaşam anahtardır'' saygı...
Saygı bir erdemdir ve erdemin olduğu her yerde bizi güzelliğe yönelten davranışlar olur.
Korkudan kaynaklanan, göstermelik bir saygı da erdem yoktur.
En önemlisi; karşıdakini tanımak ve anlamak onu kendi değer yargıları içerisinde ''muhasebe etmek'' söz konusu değildir.
Saygı aynı zaman da; karşında ki insanı değerli kılmaktır, önemsemek, dinlemeyi bilmek gibi ve anlamaya niyetli olmak !

Kendine saygı duymayan bir insanın, başkasına saygı duyması mümkün değildir. 
Yaşamı anlamlı kılan her birey kendine ve yaşama saygılıdır.
Otorite ya da korku karşında ceket ilikleme tutumunu saygı olarak algılayamıyorum. 
Bu bana hep saygı konusun da çelişkiler sunmuştur ve bu konuda kendimi de çok eleştirmişimdir. 
Çocukken olsun yetişkin olduğumuz dönemler olsun bize her kese saygı göstereceksin, her kesin düşüncesine saygılı olacaksın denildi, öğretildi.
Çoğu zaman bu saygı kavramı bende çelişkiler yarattı...

Büyüğe saygı deniliyordu, ben her büyüğe saygı duymam gerektiği anlayışını bana empoze eden zihniyeti zamanla sorguladım. Bir insanın yaşama hakkına saygı gösterebilirsin lakin topluma ve kendine faydalı olmayan bir insana saygı duymanın nasıl bir izahı olabilirdi ?

İyi bir insan olmadığı herkes tarafından onaylanırken sırf büyük olduğu için saygı duymam isteniyordu.
Saygı duymuyordum o zaman nasıl saygı gösterecektim, burada bir belirsizlik vardı. Saygı karşındaki insanın varlığını kabul etmekse ben bu çelişkiyi samimi bulmuyordum.
Bir şeyin yada kişinin varlığını kabul ettiğinizde ona yok muamelesi yapamazsınız.
Yaşamla birlikte ''saygının'' hiç bir zaman yanlışa toleranslı davranmak, görmemezlikten gelmek, katlanmak demek olmadığının öğreniyorsun.

Ve saygının; insanın, gerek ruhsal dünyasında gerekse çevresinde sevgi ile barışık yaşadığı ''farkındalık'' duygusu olduğunun ayrımına varıyorsun.
Bu nedenle ''erdemli saygı'' bir korku imparatoru yaratmaz.
Faklılıkları anlamaya çalışır, ön yargısız tutum sergiler.

Hümanist ve evrensel insanların en büyük özelliğidir saygıyı kendilerine ilim olarak seçmeleri çünkü karşılarında ki insanlara ''ölçülü, seviyeli ve kibar davranırlar'' ön yargılı ve yargılayıcı değildirler. Farklılıklara saygıyı, toplum yaşamın en önemli bağı olarak görürler. Kendi düşünce ve yaşam tarzını her şeyin üstünde tutan insanlarla gönül bağı kuramazlar...
Otoriteye bağlı olan saygının hiç bir zaman samimi ve içten olmadığını bilirler. 
Ne olursa olsun; karşımızda ki insanın fikri, düşüncesi, tercihleri bir başkasının yaşamını yok etmeye yönelik olmadığı sürece bir arada yaşamanın muhakkak yolu vardır yeter ki önce insan olalım. İnsan olmak onurlu olmaktır....

Olcay Kasımoğlu

1 Ekim 2018 Pazartesi


                                           Sevdikçe seni hep çocuk kalacağım...



hiç ummadığın yerlerden
güneyden
kuzeyden
esen rüzgarların
incinmedik yerinden
gün geceye karışırken
gece sabaha inerken
güneşe dokun
uyandır uykusundan
ağaran güne
penceren açık
ister
sarı sıcağından
ister
güngörmüş
maviler içinden
süzülüp gelirim

yeter ki
yüreğinde ki yerimi
hep sıcak tut
incecik avuçlarımızda
birleşti kokularımız
sevdikçe seni
hep çocuk kalacağım
biliyorum...
Olcay Kasımoğlu


                                      Neden herkes güzel olmaz, yaşamak bu kadar güzelken !


Değerlerin kaybına medeniyet diyorlar...
Kör bilici; yaşasın teknoloji, yaşasın ezbere yaşamak diye fısıldar.
Oysa, iklimlerin dilinden,doğanın yüreğinden öğrendim; insan hayatına anlam katan biricik şeyin, bir ağacın dallarına hayat veren kökün, toprağa can veren ''kutlu bir müjde gibi'' yağmurlarla, güneşle, poyrazla, sevgiyle beslenmesini, hayat da öyle.

Şebnem Ferah’ın ‘Sil Baştan’ dizelerinde dediği gibi:
''Hayatı sıfırlamak…
Sanki bugün son günmüş gibi,
Dolu dolu yaşamak istiyorum ben.''
Yıllar ilerledikçe zevklerimiz, hoşlandığımız şeyler değişir!
O zaman, insanı özel kılan nedir?
Sadece bedeni mi?
Hangi sınıftan olduğunu söyleyen giysileri mi?
Parası mı, gücü mü?
Yoksa içinde çalkalanıp duran, kartal olmak için bazen karanlıkta yarasalar arasında, kimi sürüngenlerle nemli iklimlerde, bazen de semanın ötesinde devinen ruhu mu?
Ne olursa olsun, yolu nereden geçerse geçsin;
İnsan, önce kendine engin olmalı.
Başkalarının yaşamlarına saygılı değilse, kendi varlığını sadece yüce görüyorsa, henüz tamamlanmamış demektir..
İnsan, kendi hayatından sorumlu olduğu zaman, kendini disipline eder. Kişi kendine egemen oldukça hayata ve içindekilere de egemen olur.
Sevginin, paylaşmanın, koşulsuz sevmenin diliyle kendine yürür.
Kendini bulmuş, kendiyle barışık insandan kimseye zarar gelmez.
Güzel insanlar geçsin bu dünyadan, sevgiyle, adaletle dokunsunlar dünyanın dokusuna.
İnsanca yaşamak ve yaşatmak en büyük sanattır bence..

                                  Yerini seven çiçeğin coşkusu



Bir insan yüreğinde, sevginin gücünü hissediyorsa,
hiçbir şey; ışıldayan bir göze, sevgi dokunmuş bir yüreğe engel koyamaz.
İnsan isterse, yaşama anlam ve mana katar, ezber bozar yoksa ne yaparsak yapalım durduğu yerde saymaya, toplumsal dayatmalara boyun eğmeye, sürü bilinciyle hareket etmeye devam eder.
''Kurbağa kendi batağından çıkmamışken ben ona nasıl denizden söz edebilirim?
Kendi yöresinde kalan yaz kuşuna buzdan nasıl söz edebilirim?
Bilge, kendi öğretisinin tutsağıysa ona nasıl yaşamdan söz edebilirim ki?'' Çin atasözü
Mutlu olma adına, zihni sıfırlamak, takılmadan geçmişe, her ne çıkarsa yola, selam verip yürümek; kalbimizdeki sağanaklara hayat vereni, verenleri fark ederek yaşamlar büyütmek tamamen bizim algıdaki seçiciliğimize kalmış.
Ne güzel demiş, Schopenhauer; ''Hayat bir parça nakış işlemesine benzetilebilir. Hayatının ilk yarısındaki herkes işlemenin ön tarafını görür, ikinci yarısında ise tersini. ikincisi o kadar güzel değildir, ama daha öğreticidir, çünkü iplerin birbirine nasıl bağlandığını görmemizi sağlar.''

 Peki nasıl ‘insanca’ yaşarız?
Bu iki cümleyle cevaplanacak bir soru değil. İnsanca yaşamanın çok temel bir öğesini söylemekle yetineyim; bunun için de Kant’ın ilgili sözüne başvurayım. Başka insanlarla ilişkilerimizde ‘kendimizi ve başkasını yalnızca bir araç olarak değil, aynı zamanda bir amaç olarak’ görerek eylemde bulunmak… Ben kendi dilimle bunu şöyle dile getiriyorum: Ben size bir şey yaparken, onu sizin için yapmış olmak, bana bir şey dönsün diye yapmamak. İşte etik eğitimi ve değerler eğitimi bunu amaçlamalı. Yolu da kültürel değer yargılarını öğretmek değil, eğitileni değerin ve değerlerin felsefi bilgisiyle donatmaktadır.

10 Eylül 2018 Pazartesi


                    Bilmek acı çekmektir...

Yaşarken kendini sevmeyen o kadar çok insan var ki !
Ne kadar çok insanda var ki, sevenini göremeyen.
Umutsuzluk içinde hayata tutunurken,
Yüreğinde, ne çok şey yeşermek için bekler...

Çoğumuz hayatımızı dengede tutmak için kurallar koyarız. Düzgün konumda tutmaya çalışırken, içine neşeyi katmayı çoğu zaman unuturuz..
Oysa hem neşeli hem de düzgün yaşayabiliriz varsın bazı günler hayat rutinden çıksın. Ne olur yani ara birde olsun bizim de çılgınlıklarımız olsun.
Niye her şeyi yaşa dizeriz ne yani illa on sekizinde mi gece mehtap izlenir. Ne yani, balon uçurmak için illa da çocukmu olmamız gerekir.
Bırakalım, hayat içimize, zamanlara bölmeden mutluluk içinde aksın. Aklımız ilime, bilime daha iyi bir dünya için çalışsın.
Çocukların köklerine fideler ekelim. Büyüdükçe güneşe dönsünler yüzlerini, verdiğimiz güvenle solusunlar havayı, ısıtsınlar yüreklerini.
Kınamak, yargılamak kelimelerinin sadece anlamını bilsinler. Her zaman çözüm ustası olsunlar. Çözümsüzlüğün değil çözümün parçası olmanın haklı gururunu yaşasınlar.
Yaşamamızdan, yaşadıklarımızdan biz sorumluyuz eyer biz bu bilince sahip değilsek yaşamamız için gereken emeği/çabayı gerektiği gibi ortaya koyamayız. Hayat karşılıklı bir aynadır. Vermek kadar almak/almayı bilmekte yaşama karşı sorumluluklarımızdandır.


İnsan kendi iç sesini dinlediği zaman başkalarının sesine de derinlik kazandırır, empati yeteneğini geliştirir. Başkalarının duygu ve düşüncelerine, kim olduğuna ve neler yaşadığına daha derinlemesine yaklaşır.
Kendimizi dinlediğimiz de güçlü ve zayıf yanlarımızı keşif ederiz, böylece başkalarının da artı ve eksilerine yaklaşım tarzımız değişir. Daha insanı bakış açıları kazanırız.

Olcay Kasımoğlu.
                                  Bana engin olmak yaraşır...

'''Bazen önemli olmamalı gidecek olan yada gelmeyen... Çünkü bazen; başlaman gerekir herşeye yeniden...''

Özü değişmez insanın ve İnsan ancak doğru anlayışla özü kavrayabilir.
Gerçek sevgiyi ve anlayışı bilen, bunu da başkalarıyla paylaşabilen insan aranmaktadır günümüzde.
Hepimiz; kendi renklerimizle bu dünyanın döngüsüne hizmet ederiz.
Mevlana ne güzel demiş !
''gel, gel, ne olursan ol yine gel,
ister kafir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel,
bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…”
Burada ki sevginin en önemli özelliği ''beraberinde anlayışı da barındırmasıdır'' lakin burada ki anlayış, yanlışa tolerans değildir.
Mutluluğu sağlayan en temel duygu ''sağlıklı sevgi'' ve ona yol açan anlayıştır.
Hoşgörü diye yıllardır nitelendirilip durulan ancak bir türlü kavuşulamayan duygunun ortaya çıkmakta zorlanmasında ki temel etken de budur.
Çünkü: sadece hoşgörü ile ''sevgi anlayışına'' varabilmemiz mümkün değildir.
Burada ki davetin; çoğu zaman yanlış anlaşıldığını düşünmüşümdür.
Burada ki çağrı ''kötüde olsan, namussuz da olsan, hakta yesen, zalimde olsan'' gel değildir.
Burada ki anlayış tamamen insan oğlunun dünya evi üzerinde ki siyası, dini kimliklerin hangisinde karar kılmış olursan ol bizim dergahımız iyilik, umut,sevgi yolu gel diyor, kaldır aradan engelleri...
Ve en önemlisi; herkesi sevemeyeceğini de her şeyi bilemeyeceğini de fark edebilmeli insan, her şeye sahip olamayacağı gibi.
Her şey için çok geç olmadan, kendi özümüzle tanışmak ve varlığın diliyle yeniden doğabilmek için ötelediğimiz, ertelediğimiz ne varsa hayata geçirmeli, hepsinden önce ''bilgilenip'' sonra ''fikir sahibi'' olmalıyız.
İnsan: özgür yaratılmış iken, bitip tükenmek bilmeyen bencil arzularına yenik düşünce, zaaflarının esaretinde bir köle olarak yaşadığını fark edemez bile.
Artık fedakarlığın hakikatinde ''kendimize'' emek vermenin vaktidir.
Her şey insanın kendi ruhuna yapacağı yolculukla başlar...

Olcay Kasımoğlu

8 Eylül 2018 Cumartesi



                                     HAYIR DİYEBİLMEK İNSANCA BİR HAKTIR





''Gitmek. Hem de nasıl gitmek. Tüm yolları birbirine düğümleyip, tüm kapıları duvarlarla örerek gitmek.
Kim diyebilir ki, ben hiç gitmedim birilerinden. Kaçarcasına değilse bile usul usul.
Ama beni böyle cami avlusuna bırakır gibi gidişin...
Kundağımdan beri üşür gibiyim...''


Neden bazı insanlar, hayır demekte zorlanırlar ? Hayır diyebilmek neden bu kadar önemlidir?

İnsanlarla bir arada yaşamak için, işbirliği ve dayanışma yapmak önemlidir. Bunun için, evet ve hayırların bir seçiciliği ve dengesi olmalıdır.
Başkalarını gücendirmeyelim derken, kendi kendimizi gücendirmeye başlarız. Doğru bildiğimiz şeylere bile sahip çıkamaz, kendi ilkelerimizden ödün vermeye başlarız. Hayatın her boyutunda, bize gerekli olan denge unsuru, burada da karşımıza çıkıyor böylece.

İnsanın, kendi özünde ki benliği özümsemesi, olaylar ve sorunlar karşısında takındığı tutum ve davranışla kendini belli eder.
Herkes aynı koşul ve imkanlarda yetişmiyor. Herkesi farklı aile yapılarında büyüyor, farklı davranış kalıplarına sahip bireyler olarak yetişiyor. Olayları algılama, anlamlandırma ve olaylar karşısında takındığımız tutum ve davranışlarda, bu farklılıklar çerçevesinde şekilleniyor.
Bu farklılıkların bize kattıkları doğrultusunda; bize söyleneni, gördüğümüz ve algıladığımız kadarıyla yapabiliyoruz.

İnsan zamanla oluşur, tıpkı nehirler gibi. Çağlayan bir şelale mi, yoksa cılız bir dere mi olacak, bunu zaman gösterir? Bunu da, yetiştiği aile ortamı, yaşadıkları, içinde bulunduğu sosyal ve toplumsal kimlikler karşısındaki tutumları belirliyor.

Hayır demek, diğer anlamıyla ret etme hakkını kullanmak, öğretilmiş davranışları kırmak, inanmadığımız, onaylamadığımız düşüncelerin arkasında olmamak demektir. Kendi kararlarımıza güvenmek ve bağımsızlaşmanın bir gereğidir aynı zamanda.
Birey olmuş, bir üst kimliğe ulaşmış, doyumlu ve olgun insanlar, nerede ne zaman hayır demesini çok iyi bilirler.

Ömrümüz boyunca; bir çoğumuz, mükemmel bir eş, sorunsuz bir öğrenci, iyi bir vatandaş, iyi bir evlat olmak adına, unuturuz kendi fıtratımızı. Denge ve huzuru korumakla, kendimizi hiçleştirmek arasındaki sınırı çizemez hale geliriz.

Hayır demek, kişinin kendi iç disiplini ile yakından alakalıdır. İnsan, sağlam bir kişiliğe sahip ise, zaaflarını törpülemişse, kendini ve yaşamı iyi okumuşsa; ne zaman, kime, neden hayır denilmesi gerektiğini bilir.
İnsan hayır derken, karşıdakini kırmak, dökmek zorunda değil. Sadece tercih hakkını kullanmanın çok insancıl bir seçim olduğunu hissettirsin.
Karşısındaki insan, insanlarında, kendilerine çeki düzen vermelerine neden olacak bir tavır ve duruş sergilesin. Her hayır, kendi içinde bir tutarlılığa sahip olsun.
Hayır demek bir tutumdur, sadece kişi ve kişiler üzerinden anlam ifade etmez.
Hayır dediğimiz için, bir insanı mutsuz edebiliriz lakin bizden dolayı sadece mutsuz olmaz.
Kendi evetinin, hayır’ ının farkındalığına sahip olmayan bir insandan, seçicilik beklemek en büyük yanılgıdır.

Toplumun temel birimi olan ailenin, dolayısıyla her insanın bir değerler sistemi ve bir yaşam felsefesi vardır.
Başkalarının dayattığı kurallara ve değerlere göre yaşıyoruz. Yalanları sorgulamadan kabul ettikçe, hayır demedikçe içimizdeki sızı ve yalnızlık daha da artıyor.
Her şeye sahip olmak için uğraştıkça, hayatlarımıza sahip olunuyor. Düşlerimize birer birer el koyuyorlar. Her şeyin ucuz bir metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı bir ortamda; sevgiyi, dostluğu, bilgiyi, güveni, içtenliği; parayla, imajlarla satın almaya ve mutlu olmaya çalışıyoruz.
Kimse yuvasında değil, herkes başkasının kapısını çalmakta, başka hayatlarla avunmakta, hazıra konmayı amaç edinmekte, hazır söylemlerle yaşama sarılmakta, ne olduğunu bilmeden, kendine sunulan yaşam tarzlarını benimsemekte.
Bu tarz insanlar, onaylanmanın, kabul görmenin; ebeveynlerinin istediği gibi davranmaktan geçtiğini çok küçük yaşta öğreniyor ve kendi duygularını bastırıp, anne ve babasının takdir edeceği şekilde davranmayı yine o yaşlarda öğreniyorlar.

Hayır diyebilmek, anlamlı ve gerekli bir davranış kalıbıdır.
Hayır diyebilmeyi bilen çocuk ve ergen ,önüne çıkabilecek pek çok yaşamsal tehdit karşısında çok daha güçlü ve donanımlı olacak, kendisini pek çok tehlikeden koruyabilecektir.
Biraz cesaret, biraz sezgi, biraz algı ve kendine saygı aslında.

Doğru bulmadığımıza hayır diyemediğimiz için, gerçek benliklerimizi oluşturamıyor, sınırlarımızı koruyamıyoruz.
Sosyal statüsü, ekonomik durumu, kabul görmeme korkusu, imaj kaygısı, kaybetme korkusu gibi bir çok nedenden ötürü, hayır demekte zorlanan, kendi istekleri ile çevresindekilerinin istekleri arasında sıkışıp kalan bireyler yetişiyor.
Korkup susan ve sessizce acı çeken, eşinin ve ailesinin baskısına ‘’el alem ne der’’ korkusuyla, sineye çeken insanlarla dolu toplumumuz.

İstek ve ihtiyaçlarımızın ne olacağını, başkalarının belirlediği, öğretilerin hakim olduğu yapıların içinde yaşıyoruz.
Zamanla mutsuz ve amaçsız hale gelip, çözümü ya antidepresan ilaçlarda yada hayatı hem kendimize, hemde hayatı bizimle paylaşanlara zehir ediyoruz.

Hayır demeyi öğrenmenin ve ‘gerektiğinde’ hayır demenin insan yaşamına getireceği yenilik, gelişim paha biçilemez değerdedir.
Karşımızda ki insanlara, içtenlikle ve samimiyetle özveride bulunduğumuzda, bunun karşınızda ki insan için bir anlam ve mana hissetmediği hissine kapıldığımız her durum, hayır demek için bir nedendir.

İnsanlar, bizden yapabileceklerimizin üstünde bir beklenti içerisine girdikleri an açık ve net bir şekilde hayırlarımız olmalı.
Yoksa, kırıcı ve incitici olabiliriz, oysa kesin bir hayır, daha samimi ve dürüst bir iletişim kurmamızı sağlar.
Yeter ki sağlam bir dayanağı olsun hayırlarımızın.

Eğip bükmeden, amasız, keşkesiz hayır demek, hem kendi yaşamımızı, hem de başkalarının yaşamını kolaylaştırır.
Her zaman, kendi ihtiyaç, istek ve beklentilerimizle, diğer insanlarınkini dengeleyerek kuracağımız ilişkiler, daha sağlıklı zeminlere oturacaktır.
Yeterki neye hayır diyebileceğimizi, neyi kesip atmamız gerektiğini bilelim.
Çünkü ‘’Hayır’’ diyebilmek, insanca bir haktır.

Olcay Kasımoğlu
                                               OLGUNLAŞMAK 💕

Hepimiz bunaldığımızda bir çıkış tüneli aramaz mıyız, dayanacak sağlam bir kale, yaşımız ne olursa olsun sıcacık bir kucak aramaz mıyız?
Şefkat duygusunu besleyen ve geliştiren ''en güvenilir şefkat abidesi'' bana göre tanınan özgürlük içerisinde gelişen sevgidir.
Biz buna güven ya da uyum, bütünlük de diyelim; bir kişinin niyetiyle davranışları birbiriyle tutarlıysa, uyum içindeyse, içi dışı birse, o kişi bütünlüğe sahiptir.
İnanırlığı ve güveni yaratacak olan da uyum dur. Zaten uyumlu insanlar kendi derin değerleri ve inançları ile ahenk içindedirler, özleriyle sözleri birdir. Aynı zaman da bu bütünlük tevazuyu da içerir. Bütünlük zor olduğunda bile doğru şeyi yapma cesaretini verir.
Hepimiz kendi hapishanemizin gardiyanları değil miyiz zaten? Duvarlar da korkularımız...
O zaman hepimiz ''sevginin dilini kullansak'' güven duyabileceğimiz limanların sayısını arttıracak davranışlarda bulunsak, döktüysek doldurmaya, yıktıysak yeniden yapmaya çalışsak; Başka türlü yaşanmaz mı bu dünya (!)

Can Dündar'ın  Olgunlaşma yazısı çok hoşuma gitti, paylaşmak istedim.
''Artık eskisi gibi her hafta sonu birileri ile dışarı çıkmak istemiyorum. Beni yoran ilişkiler, yeni tanışmalar, yeni yüzler aramıyorum. Eski dostlukların da özetini çıkarmaya başladım.
İlişkilerde tasarrufa gidiyorsun her şeyde olduğu gibi ve gereksiz insanları hayatından atmak istiyorsun.
Yapmacık, inanmadan konuşmak istemiyorum artık.
Beni anlamayanlarla konuşmak cümle kirliliği yaratıyor ve hak edenlere saklıyorum enerjimi.
İstediğime istediğimi deme özgürlüğüne sahibim, eleştirme hakkını oluşturan yaşamışlık ve yeterli yaş faktörü artık bende de var.
'Ben demiştim' ,'ben bilirim', 'ben zaten anlamıştım',sendromunda olanlarla arkadaşlıkları bir kez daha sorguluyorsun. İlişkilerini sadeleştirmeye başlayınca sıra iyi ve kötü gün dostlarını ayıklamaya geliyor. Kötü gün dostlarını belirliyor ve onlara daha çok önem veriyorsun.
İyi gün dostu bulmak ne kadar kolaysa kötü gün dostu bulmak bir o kadar zor, biliyorum.
Zamanın ne kadar kıymetli olduğunu öğreniyorsun buralara kadar gelirken.
Uzun düz otobanlardan olduğu gibi, kestirme bozuk yollardan da ulaşabilirsin hedeflerine.
Kestirmeleri de öğrendim gide gele.
Boş geçen her saniye değerli artık.
Daha yapılacak çok şey var ama, kendimi çok yormaktan çok hırpalamaktan yana değilim.
Gerektiğinde 'HAYIR' demeyi öğrendim ve bu kelime başta karşındakine kırıcı gelse de senin için hayat kurtarıcı olabiliyor.
Sevgiye önem vermek gerektiğini, zamanı geldiğinde elinde sadece sevginin kalacağını biliyorum.
Sevgi paylaşıldıkça oluşuyor, olgunlaşıyor.
Aileme ve seçtiğim tüm dostlarıma daha önce göstermediğim sevgi, anlayış ve ilgiyi gösteriyorum. Biliyorsun ki gidenlerin ardında sadece iyilikler kalıyor, ne kadar sevgi dolu olduğu hatırlanıp anılıyor.
Bana çok genç olduklarını hatırlatırcasına nedense tecrübelerimi, fikirlerimi sormaya başladılar.
Vereceğim cevaplar belki çok anlamsız geliyor ama yine de dinliyorlar ama ben biliyorum ki yaşamadan hiçbir şey öğrenilmiyor.
Yasamışlığın oluşturduğu bir alçak gönüllülükle gülüyorum içimden sadece.
Ayıp, günah ya da ne derler korkuları çoktan geride kaldı.
Sonra Sezen'in şarkısındaki gibi anneni daha sık düşünüyorsun ve hatta anlıyorsun.
İşte bu yeni alışmaya başlanan ve giderek hoşa giden yeni duruma olgunluk deniyor.
Yasamışlığın, görmüşlüğün, geride kalmış üflenmiş doğum günü mumlarının bir sonucu kendiliğinden ortaya çıkıyor hayatın bir dönemecinde bu olgunluk.
Ne zaman dersen herkese göre, ne kadar dolu yasadığına göre değişiyor bu olgunluk çağına ermek.
İnanın bana hayattaki düşüşler, zor alınan virajlar bu zamanı hızlandırıyor.
Kendi dünyanın küçüklüğünü keşfetmek ve buna rağmen kendinin kıymetini bilmek çok ise yarıyor.Bir gün hepimizin buhuzurlu olgunluğu bulmasını diliyorum.''
💕 

· 
Türküler, şarkilar, şiirler insanların söyleyemediklerini söyler.
O yüzden mi bu kadar çok sevilir...💙

"Sen dostumdun benim, gülünce güneşler açardı
Su gibi azizdin, yurdumdun, alnında ateşler yanan
Işıklı bir ırmak gibi aktığımız o uzun yürüyüş
Daha dündü sanki, her patlayan sağanak bunu anlatır
Fabrika düdükleri bunu anlatır bana her vardiyada
Hazırladığımız ilk taş baskısı afişi anımsar mısın
Bükülüp giden kent sokaklarını, fabrika önlerini
Sonra kitapları (kokuları hala burnumda onların)
Hangi mayısta taşıdık kentlere küllerin rengini
Gerçi gülistan olmadı ömrümüz, gam değil
Belki tanırdın ilk vurulanı, o gün hiç ağlamadık
Hayır ağlamadık, çıldırdık o gün çıldırasıya
Adını çocuklarımıza verdik onun, çoğaldı
Mezarlar çoğaldı o günden sonra, yetişmedi bize
Öldürülecek kadar büyümüştük, öyle demişlerdi
Ve hayat öylece akıp durdu işte, akıp duruyor
Kimilerinin bakışlarına yine karlar yağmış
Saçları dumanlı bir geçit sanki, dudakları lâl
Kitap yakanlar eksilmiyor, şu uçuşup duran
Kırlangıç ölülerini görüyor musun kentin üstünde
Sen dostumdun benim, gülünce güneşler açan
Bulutlara, rüzgara asarım suretini her akşam
Her akşam bir mektup yazarım dağlar kadar
Kayıp bir adresten geliyor sesin şimdi, üşüyorsun
Unutma dostumsun sen, neredeysen orada ölmek isterim...
AHMET TELLİ

1 Eylül 2018 Cumartesi

                                                      Kelebeğin Rüyası


''Belki bir kelebek o kadar memnun ki rüyasından
Uyanmak istemiyor uykusundan…”
Yılmaz Erdoğan ne iyi yapmış da bu filmi yapmış..Filmin sahnelerinin bir kelebeğin rüyası cinsinden olmasına sebep.
Muhteşem üç şair olan Muzaffer Tayyip Uslu, Rüştü Onur ve Behçet Necatilgil'i biraraya getirmesi yanısıra henüz yeni modernleşen madenci kenti Zonguldak yeşilligi ile harmanlanan sade mütevazı memuriyet yaşamlarının yeni Cumhuriyet ile modernleşme ye çalışan memleketin içsel sıkıntılarının bu üç adam üzerindeki psikolojik manevi baskıların yarattığı bir dizi olaylar zinciri mi? sanat edebiyat şiirle bütünleşen bu otobiyografik film tümüyle sizi 
bugünlerden o günlere götürebilir.mi?
Kararı izleyerek sizler verin isterseniz.
Tabii bu yoğun şiir trafiği içinde Belediye Başkanı’nın kızı lise ögrencisi Suzan’dan bahsetmezsek olmaz.
Dram dolu bir sürü film karesinin içine serpiştirilmiş şiirsel mizah dolu repliklerle örülü kelebeğin rüyası..Tıpkı bir kelebeğin bir günlük ömrünün bitimiyle oluşumundaki süreçte oluşan harükülade kozanın oluşumu gibi.
Gelin gorunkü ki bu tarihi gerçek hikayeyinin kahramanlarından Rüştü Uslu ile Mediha hanımın yaşadığı sokak ile evin gerçek hikayesini ögrenmem, üç nesil Beşiktaş,lı..biri olarak bu filmle benim için milat olmuştur.
Tarihi gerçek hikaye ise şöyle..imiş
**Rüstü-onur-karisi
İstanbul’dan Zonguldak’a giderken Anafartalar Vapurunda Mediha Sessiz adında güzel bir kızla tanışır. Mediha’ya aşkının ifadesi olan duygulu mektuplar ve şiirler yazar. Önce nişanlanırlar sonra da 1942 yılında evlenerek, Beşiktaş’ta Mediha’nın evine yerleşirler.
Ne yazık ki bir talihsizlik sonucu Mediha bir karın zarı iltihabı geçirir ve 12 Kasım 1942’de yaşamını yitirir. Bu ölüm Rüştü Onur‘a çok fazla gelir. Eşinin ardından adeta canına kıyarcasına yaşamını boş verir.
Yaşama sevdiği karısından sonra ancak iki hafta dayanabilir. 2 Aralık 1942’de Beşiktaş’ta Şair Leyla Sokağı’ndaki evinde ciğerlerinden fazla kan gelmesi nedeniyle boğularak ölür.
Halen Ortaköy mezarlığında “Boğazın lacivert sularına bakan” bir sırtta eşiyle yan yana yatmaktadır."

Kelebeğin Rüyası’nda şiir okuyan ilk isim Kıvanç Tatlıtuğ’un hayat verdiği Muzaffer Tayyip Uslu. ,(1922 ) 1946 yılında -henüz 24 yaşındayken- Zonguldak’ta hayatını kaybediyor. Lise sıralarındayken Behçet Necatigil‘in öğrencisi olan Muzaffer Uslu da parasızlık ve hastalık yüzünden eğitimini yarıda bırakmış ..O yıllar herkesçe illet hastalık diye nitelendirilen verem hastalığı Muzaffer Uslu ve Rüştü Onur'un aynı biçim de ölmesine sebep olmuş.


İki şair hatta Behçet Necatigil de..olunca ne dizeler biter ne hikayeler.
Boşuna dememiş Muzaffer bey,
Günaydın Muzaffer Bey
Sokaklar seni bekliyor
-Sokaklar beni bekliyormuş-
Günaydın
Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan.
VE...
Güzel olan yaşadığımızdır
Bir gün öleceğimiz değil.''


29 Ağustos 2018 Çarşamba

                             Ancak doğru anlayışla özü kavrayabilirsin.



*Eğer başın yıldızlarda yaşarsan,er yada geç içlerinden biri beynine saplanacaktır.
*Dağın göl üzerindeki yansıması, gülümsediğinde ki ifadene benziyor.
*Var olmanı özledim. Hakkımda bilmediğin şeyleri saklamayı özledim. Çünkü ne zaman istersem açılabiliyordum sana, dinlediğini bilerek. Anladığını ve yardımcı olduğunu bilerek, hep yaptığın gibi.
Ne kadar saçma olduğunu biliyorum. Bugün sırf beni duymadığın için çaba harcayıp daha önce kimseye anlatmadığım şeyler söylememin.
''Savaşmadan asla vazgeçmem''



*İnsan beyni,sonsuzluğu hiç bir zaman kavramayacak,tam anlamıyla aşki bile. Her şeyin bir mantığı var. Tek bildiğim doğum anında, hepimize ölümsüzlük bahşedildiği. Diyeceksin ki! O halde neden ölüyoruz?
Çünkü var oluş sürecimizde, bir hata yaparız,sadece bir. Ancak, bu bizim,sonsuz yaşamı kaybetmemize neden olur.
Hala sorduğunu duyar gibiyim. Ne hatası?
Bunu bilme becerisi bize verilmedi. ancak sırf bu hata yüzünden insan ölümlü olur.
*Mantık mantık mantık
Ben hatamın ne olduğunu anladım.
Herkes bunu çözemez. Benim hatam, seninle daha erken tanışamamak. Seninle daha uzun yaşayamamak. Bu bana,oldukça iyi bir sebep gibi görünüyor.
Ölümsüzlüğü kaybetmem için özgün bir kapanış düşünüyorum ama tek aklıma gelen ''Seni seviyorum.'' sözleriyle kapanır perde.

Böylesi keskin bir duygu hayatta bir kez hissedilir.ve her şey başladığı yere geri döner ve tekrar edip durur. Döngünün bizden istediği budur.
Sinemanın gücünü bir kez daha kutluyorum.