Translate

26 Ağustos 2019 Pazartesi

Paylaşabilmeli insan

Dürüst olmakla övünülmez, çünkü dürüst olmak insanlığın vazgeçilmezidir.
Dürüst olmak, herkesin herkesten bekleyip birbirinden sakındığı veremediği, verdiği zaman övünç kaynağı olarak gördüğü, ancak herkeste muhakkak olması gereken ahlaki değer.


İnsan söz ve davranışlarıyla, hayatın içinde kattıklarıyla kendine ayna olur.
Dürüstlük;

 İnsan onurunun ve sağlıklı toplumların olmazsa olmazıdır, insanın kendisine verdiği sözü tutmasıdır.
Dürüst insan verdiği sözün farkındadır ve sorumluluk yüklendiğini bilir.
Haksızlık yapmaz, yapana da o fırsatı vermez.
Duyarlıdır, ezileni ezmez, ezene de seyirci kalmaz.
Ne kadar acıtsa da haksız olduğunda kendi aleyhine karar vermesini bilir. Yapılan yanlışının sorumluluğunu ve sonuçlarını üzerine alır.
Başkalarına fatura kesmez, iftira atmaz, yalan limanına sığınmaz.
Dürüst insan; 

Cesur, merhametli ve vicdanının sesini dinler, dimağını törpülemiştir asla bencil değildir.
Bütün bunların toplamında dürüst olmak kadar “doğru dürüst” olmakta ayrıca erdemdir.
Çünkü çoğu zaman dürüst olmak yetmiyor.
Kendimiz için kurallara uygun doğrularımız vardır ve bu kuralları savunuruz.
Savunduklarımızda samimiyizdir.
Başka insanların doğrularını desteklediğimiz zaman yanlışsız, dürüst insan oluruz.


Eksik bedenlerin içinde bilge bir ruh olmayı başaramadık.
Dilimiz yüreğiyle konuşmuyor, kimi zaman riyakar kimi zaman samimiyetsiz!
Gelin sadece “dürüst” değil “doğru dürüst” olalım. Bilge yanlarımıza daha çok duyarlılık katalım.
Unutmayalım her gönül başka bir gönülde ışığa durur ve ışığıyla dünyayı aydınlatır.



Duvar olmakla, katı olmakla, tavır almakla, mazeretlerin arkasına saklanmakla bulamayız yaşamın o incecik yolunu…
Kalbi olanların çok az olduğu sözde aşklar çağında; eksiksiz bir vicdanla, eşsiz bir içtenlikle baştan ayağa insan kendini yenilemeli...
Neden çürüyüp gider insan
Kötülük neyi kurtarır
Yalan neyi......
Masum birine karşı kim tanık olabilir ki
Paylaşa bilmeli insan
Gerçekten insan olan paylaşa bilmeli.. .
Öldürmek neyi çözer

Mazeretlere sığınmadan
Yalın olsun dilimiz
Davranış ve sözlerimiz ise uyumlu...

Olcay Kasımoğlu

25 Ağustos 2019 Pazar

Eleştirinin nezaketi

Eleştirilere açık olmak, insanın kendisini geliştirmesinin yolunu açtığı gibi, kendine ayna olmasında yardımcı olur
Herkes kendine bir öz eleştiri yapmalı, zaman zaman. Doğru bildiğimiz o kadar çok yanlış olduğunu zamanla öğreniyoruz ki, kendimiz bile şaşırıyoruz.
Eleştiri her zaman, insan gelişiminin bir parçasıdır. Önemli olan doğru zamanda,doğru kişiye ve doğru olay ve gidişata eleştiri yapmak.
Bunun yanında eleştirinin dozu, niteliği ve üslup çok önemlidir. Eleştirdiğimiz konu yada insan, her kim olursa olsun yıkıcı değil, yapıcı eleştirilerin yanındayız.
Özellikle özeleştiri, kişinin çıktığı her merdiven basamağında, dönüp ardına bakmasıdır. Bir önceki basamakta bıraktığı fotoğrafını; işleri, halleri, sözleri, duyguları şöyle bir ölçüp tartmasıdır. Açık yüreklilikle, hatalarını, noksanlarını kendine hatırlatmasıdır. Yanlışlarını ve hatalarını açık yüreklilikle kendine söyleyebilmesidir.
Kendini eleştire bilenler, sağlıklı bir kişi olma yolunda ilerlerler.
Kişi, kendine karşı bir eleştiri ile karşı karşıya kaldığında; takınacağı tavır, söyleyeceği sözler, onun kişiliği hakkında ip uçları verir. İnsanın egosu yoksa, kendini görmesi o kadar şeffaftır.
Kesin konuşanlardan, konuşurken yaptığı her şeyin yüzde yüz doğruluğundan emin olanlar bana korkutucu gelir. Yanılabilecekleri, akıllarının ucundan bile geçmez.
Cümlelerinin arasından "ben, ben" sesleri duyulur.
Bu tarz kişiliklere eleştiri getirmek, tabiri caizse, ateşi ateşle söndürmeye benzer.
Öz eleştiriye açık olmak, kendini,yerini, haddini bilen ve gerçek bilgiye sahip olan kamil kişilere aittir. Karşınızdaki insan, öz eleştiriye kapalıysa, yada özeleştiriyi kaldıramıyorsa, bütün iletişim kanalları sakattır.
Bunun yanında, eleştiriyi kimin, ne amaçla yaptığı da çok önemlidir. Yapıcı, birde yıkıcı eleştiriler vardır. İnsan ve yaşam gelişimine olumlu her türlü eleştiriye açık olmak,bizi sağlıklı kılar. Egosu tavan, bireysel yaşayan, yaşadığı dünyaya ait bir sorumluluk hissetmeyen insanların eleştirileri çığırtkanlık kokar. Bunuda yine en iyi, kendini bilen ve kendini aşmış, gönül gözü açık olan insanlar bilir. Çok mütevazı yaşayan bir insanda o inceliğe sahip olabilir. Bu tamamen insanın kendini bilmesiyle alakalı bir şeydir.
Eleştirilmekten korkan kişi ve kişiler, kurumlar, her zaman bir eksiği barındırır içinde. Kendini, çevresini, toplumunu sorgulamak yerine, olup biteni örtmeyi, görmezden gelip kulağı üstüne yatmayı yeğler çoğu kimse. Kurumlar, hatta ideolojiler ve devletler de yapabilir bunu.
Eleştiri süzgecinden geçmeyen, kendini sorgulamadan yürüyen kişiler, gruplar, topluluklar ve toplumlar, kendilerini bekleyen çözümsüzlüğü, kokuşmayı görmezler. Farkına vardıklarında ise, artık çok geçtir, geçten daha kötüsüde işe yaramayan pişmanlıklar ve yaşamın anlamını kaybetmek vardır.
Eleştiri yapmak ve eleştiriye açık olmak, aynı zamanda, sağlam ve sağlıklı bir kişilik yapısı gerektirir.
Yapıcı eleştiri, her zaman,insan gelişiminde bir laboratuvar görevi görür. Ve olası yanlışlarımızı düzeltmemizde olumlu etki yapar.
Çoğunluğun, her zaman haklı olmadığı bilinen bir konudur. Çoğunluk psikolojisine göre, sırf onları mutlu etmek, yada sürüden ayrılanı kurt kapar psikolojisiyle, çoğunluğa tabi olmak, akıl ve ruh sağlığı aydınlanmış insanlara göre değildir.
Kol kırılır yen içinde kalır anlayışından tamamen uzağım. İnsanlar, benim için yanlış bir kanıya sahip olmasın diye, doğru bulmadığım bir olay,kişi karşısında sessiz kalmam mümkün değil. Varsın insanlar, başkalarının hayatını yaşasınlar, gösteriş budalası olsunlar, kul köle olarak çürüsünler. . Yanlış her yerde yanlıştır. Kişi ve kişilere göre değişmez.
Önemli olan , eleştirinin ne olduğunun farkında olmak ve farkındalık yaratmak, yoksa insanın ağzından zehirde akar, balda akar. Önemli olan her türlü fikir ve duyumları, zehirden süzüp, çiçek kokularıyla, insan yamacına nakışlamak.
Bunun yanında, insanların eleştiri karşısındaki tepkisini belirleyen bir sürü parametre var. O anki koşullar, ruh hali, yaşadıkları, genel tahammül sınırı, gelen eleştirinin üslubu vs.. Dolayısıyla, eleştiriyi yapan kişinin ve eleştirilen kişinin mizacı çok önemli.
Toplum içinde, eleştiriye tahammülü olmayan; bunun yanında aktif bir görüntü çizen, aydın, kültürlü, birikim sahibi bir yığın insan var. Bu insanlar çok güzel konuşup, önemli konularda çalışmalar, araştırmalar yaparlar. Ancak, büyük bir zaafları vardır, eleştiriye hemen hemen hiç açık olmamaları.
Egoları hep baş aktördür ve geri bildirimlere kapalı, sığ anlayışları vardır. İ
Toplumumuzda, eleştiriye açık olabilme felsefesi henüz bireylerde oturmadı, olgunlaşmadı. Belki teorik olarak kabul ediliyor, ama pratikte bunu aynı hoşgörü ile karşılayan pek yok. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığıyla, insan gelişmiyor.
İnsan bu durumlarda kendisini de devreye sokabilmeli, bazı taşlar yavaş yavaş ve bu şekilde yerine oturur.
Eleştirilerde anlayış, bilgiçliğin kibriyle değil, alçak gönüllülükle doğar. Bunun içinde, eleştirinin, yaşamın bir parçası olduğunu kabul etmek ve onu geliştirici kılmak, tamamen bizim alt yapımızın sağlamlığı ile alakalıdır.
''Bir tabloya bakarsınız "güzel" bulursunuz, bir manzarayı seyredersiniz "güzel" bulursunuz, bir müzik dinlersiniz "güzel" bulursunuz,Sonra birden tablo parçalanır, manzara değişir, müzik susar, geriye ne kalır ? Güzellik"; o hiç ölmez.''
Kendi kendimizin ustası,eleştirmeni ve öğretmeni olalım. Geri bildirimlere açık olalım, yaşam daha nazik ve lütufkar davranır bize.

23 Ağustos 2019 Cuma

Aşk bağışlanmış hüzündür

Gün uzun anlatamayacağım kadar...
''Birinin ruhuna düş gibi süzülüp girmek bir sanattır, çıkmak ise bir başyapıt."
Durgun bir deniz ve mışıl mışıl uyuyan bir şehirle beraber, el sallayarak beyaz bir gemiye, ait olduğu yere, yaşama bırakıyorum... bir dostu sonsuzluğa uğurlar gibi...
Aşka dair öğrendiğim ise;
''Bir kuğu yeminliyse aşka, ömrü gibi göldür bütün dünya, bitmez boynun eğriliği...'' Kalbimizde ki yarayı sağaltmak gerekiyor...
Olur ya belki bir gün olur ya
hayatım sana gerekecek olursa
gel ve al onu
Öğretti bana;
Sabahın kimsesizliği
ve yalnızlığın sesi
taşıdığım bu hüznün senin için olduğunu
Biliyor musun
Aşk bağışlanmış hüzündür
çok önemli buluyorum bunu
*Ne varsa işitilen,
duyulan ve koklanan,
desin ki: "seviştiler."
*Alphonso de Lamartine
19.09.2018


Türk Tarih Profesörü Dr. Ahmet Haluk Dursun anısına

Tüm olumsuzluklara, yanlış uygulamalara, eğitim ve kültür-sanat alanındaki çirkin ve gündelik politikalara, bilimle-sanatla asla yan yana gelemeyecek tutumlara, dayatmalara ve anti-demokratik yasalara rağmen hala bir yerlerde güzel insanlar var.

Kaan Özcan'ın  kaleme aldığı yazı beni de o an ki ruh alemine dahil etti. Paylaşmak istedim;
  
'Topkapı Sarayı Müdürlüğü'nü yaptığı sırada bir gün makamında otururken açık pencereden bir Kumru kuşunun içeriye girip avizeye konduğunu gördü.
Hiç kıpırdamadı ve öylece bekledi. Kuş biraz etrafa bakındıktan sonra uçtu ve birkaç dakika sonra yanında başka bir kuş ile birlikte gelip yine avizeye kondular.
O yine oturduğu yerde hiç kıpırdamadı ve 2-3 gün içinde kuşlar ağızlarında getirdikleri dal parçaları ile yuvalarını yapmıştı bile... Kumrular onu görüyor, ürkmüyor, fakat odaya dışarıdan biri girince hemen pencereden uçup gidiyorlardı. Bu durumu fark etti ve hemen makam odasının karşısındaki daha küçük bir odaya yerleşti.
Günler sonra ziyaretine gelen gazeteci Savaş Ay bu durumu haber yapınca, Ankara'dan telefonlar yağdı. Her gelen telefonda "Kuşları kovun, pencereyi kapatın, odayı da temizletin" emirleri geliyordu.
"En azından yumurtalar çatlasın, sonra alıp bir yere koyarız" dediyse de dinletemedi.
En sonunda "Ben yuvayı almam, siz beni görevden alın" dedi. Bu lafından 1 gün sonra kuşlar hisseder gibi kendiliğinden odayı terk etmişti.
O ise bu hareketiyle hem devletten hem de halktan alkış almıştı. O kişi, dün gece trafik kazasında hayatını kaybeden Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı,
Türk Tarih Profesörü Dr. Ahmet Haluk Dursun'du.
Anılarına bir de şunu eklemişti; "Bana yuvayı yık, odana geç" diyenlerin hiçbiri makamında kalamadı ama ben Ankara'ya bakan yardımcısı ve Müsteşar olarak gittim.
Biz bu makamlarda kalıcı değiliz, kuşlar ise hep uçmaya ve yuvalar kurmaya devam edecek.''
Gittiğin yerlerde kalbine kuşlar tünesin güzel insan..
Olcay Kasımoğlu

En Büyük Adalet, 'Vicdan Ve Merhamettir.'

Vicdan aynı zamanda adalet duygusudur “Hak verme” duygusudur.
İnsanlar kötülüğü; vicdanları zayıf olduğundan dolayı yaparlar.
Özellikle çıkarlarını düşünen insanların çoğaldığı, fedakarlığın azaldığı yerlerde ''hile, ahlaksızlık'' bu kadar artarken ve insanlar iki yüzlü olurken, paranın saltanatı ''merhameti ve vicdanı susturmak için'' her türlü hilekarlığa baş vururken !
Nasıl, adalet ile zulüm bir yerde barınmaz ise vicdanın çalışmadığı yerde de merhamet barınamaz.
Nasıl, hak, hukuk ve doğruluğun bulunduğu yerde zulüm olamaz, zalimler bulunamaz ise ''vicdanın olduğu yerde'' merhamet, hak yemeye, sömürüye karşı çıkar, insan iradesini etkin kılar.

Bunun yanında vicdan tek başına yetmiyor.
Vicdan edilgendir lakin merhamet etkendir. İnsanların başına bir şey geldiği zaman üzülürsünüz bu sizin vicdanınızı sızlatır fakat hiç bir şey yapmayıp sadece üzülürsen ne faydalı nede yararlı olabilirsin.

Seyretmekle,üzülmekle yetinmeyip olaylara, kişilere yardım etmeye başladığın zaman eyleme de geçmiş oluyorsun buda merhametin dönen çarkıdır, merhamet eylemdir, durağan değildir.
Vicdan duygusu içimizde sesiz ve sedasız durursa hiç bir anlam ve geçerlilik kazanmaz. Bir insanın vicdanı merhametle birlikte eyleme geçmiyorsa, ne ahlaktan nede dürüstlükten bahsedebiliriz.
Merhamet bir erdemdir, ne haksızlığı bilir nede haksızlığa uğratır. Zorlama, kin, nefret gibi haris duygular onunla birlikte yaşayamaz.
Merhamet ve vicdanın olduğu her yerde barış ve kardeşlik olur.

Günümüz kapitalizmin yaşam biçimi ile toplumda insanlar bencil, kıskanç , hırsız, yalancı çıkarcı olmaya başladılar.
İnsanlar neden bu kadar vicdansız ve merhametsiz duruma geldi sorusu akla geliyor.

Kapitalizm her zaman insanların ortak değerlerini inceden inceye törpüleyip yok eder.
Özellikle,  insanı insan yapan en önemli vicdan ve merhamet değerlerini tiye alır. İnsanlar üzerinden bu duyguyu zayıflıkmış gibi empoze eder.
Vicdanın ve merhametin birlikte olduğu yerde yalanın, talanın yaşamayacağını, insanların satın alınamayacağını çok iyi bilir.

Vicdan, kişinin kendi ahlaki değerleri ile yapmış olduğu veya yapmak istediklerini sorgulayan kişilik özelliğidir, bir iç sestir.
Ruhun gelişimi ile birlikte görgü ve bilginin toplamından elde edilen bir yetenektir..
Bunu bilen kapitalizm;
 Vicdanı ve merhameti saf dışı bırakmak için bütün hile baz oyunlarını seferber etmiştir.

Ahlak, vicdan ve merhamet olmadan, ne insan hayatı ne de aile korunabilir. Ne de söz ve eylem kardeş olabilir.

Özellikle dünyada yaşananlar klasik tabirle tarih bir kez daha tekerrür ediyor.
Marks'ın dediği gibi “bir olay tarihte iki kere meydana gelir, biri gerçek diğeri komik”
Maalesef; insanlığın varoluşundan beri savaşlar sürekli yaşanıyor.
Ülke yönetiminde söz sahibi olanlar, her şeyin tek hak sahibi olduğunu zannediyor.
Doğa tahrip ediliyor. Gelecek neslin yaşam alanları bir bir istila ediliyor. Bir günü kurtarma telaşı almış başını gidiyor.
Susmanın erdem olduğunu söyleyenler nerede susması nerede konuşması gerektiğini bilmiyor. Sabrın kim, neye olduğu üzerine gram akıl yormuyor.

Yaşanan olumsuzluklara, dünya düzeninde savaş çığırtkanlığı yapan vicdansız, merhameti çürümüşlere itibar ve saygınlık kazandıran köhne bu dünya her geçen gün   insaf, vicdan ve merhamet penceresinden bakanların acı çekmesine neden oluyor..
Bütün bu durumlar, yaşanan trajedinin görmezden gelinmesine ve karmaşık olayların tek bir şeye indirgenmesine neden oluyor.
Bu indirgemelerin sonucunda ortaya çıkanlar ise kafaları bulandırıyor.

Herkesin farklı bir hesabi var.
Politik yaklaşımlar, yaşanan acıların görmezden gelinmesinin baş sebebi kişisel çıkarlardır.
Çıkar ilişkilerinin yaşam biçimi olduğu yerde ne adaletten nede hakkaniyetten bahsedebiliriz.
Sorgulamayan insan içinde en kolay yol, toplumun çoğunluğuna uymak olmuş.

Vicdan ve merhamet duygularından yoksun insanların kirlettiği dünya yaşanmaz hale geldi.
Bir insan; yapılan haksızlıklar karşısında susuyorsa vicdanı merhametle birlikte harekete geçirmek zorundayız.
Bu ülkemizin bekası için olsun, bütün dünya insanlığı için olsun çok ama çok önemli.

İnsanların merhametinin eyleme geçmesini engeller, vicdanlarını susturur-sak, kalemi kılıçla kesen insanlar sürüsü yaratırız.
İnsan olmanın temel değerlerinden biri olan vicdan ve merhamet insanı geliştirir, olgunlaştırır, daha geniş bakış açıları kazandırır.
Bencilliği yok eder, şiddeti ve kabalığı giderir, insanları daha 'duygusal" daha 'sorumlu' yapar..!

Dürüst insan cesur ve merhametlidir, vicdanın sesini dinler, bencil değildir.
Bütün bunlara rağmen halen vicdanınız susuyorsa, merhametiniz sizi çoktan terk etmiştir..!

Çoğunluğun ortasında, sorgulayan kimliğinizle vicdan ve merhamet duyguları içinde yaşam savaşınızı vermeye çabalıyorsanız, ülkenizin değerlerini koruyorsanız, insanlık adına insan olduğunuzu unutmuyorsanız doğru yoldasınız demektir.

Olcay Kasımoğlu

22 Ağustos 2019 Perşembe

Bir zamanlar çocuktum

Hatırlarım siyah önlükleri giyip beyaz yakalıklarımızı taktığımız siyah-beyaz yıllardı…
İlk kez tüm gök kuşağından renkleri barındıran sulu boyalarımız olmuştu.
Öğretmenimiz verdiği bir resim ödevin de bizlerden denizi çizmemizi istemişti. Oysaki sınıfımızın büyük bir çoğunluğu denizi hiç mi hiç görmemişti. Ve o yıllarda günümüzün görsel iletişim araçlarından eser yoktu.

Nasıl bir şeydi deniz?
Denizin uçsuz bucaksız masmavi sulardan oluştuğunu ve üzerinde kocaman kocaman gemilerin yüzdüğünü sanıyor beklide hayal ediyorduk…
Üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen Anadolu coğrafyasındaki birçok çocuk gibi denizi ve martıları çok geç gördüm, tanıdım ve sevdim.
O gün bugündür denizin ismini duymak bile beni büyülemeye yetiyor. İçime dalgaların coşku yüklü devinimi akarken; en derinlikler im de sevinçten kum tanelerini kıpırdatarak gülümsetiyor. Bundan olsa gerek oğlumun adını Özgürdeniz koydum.
Dedim ya siyah önlüklü yılların çocuklarıydık.
Benim çocukluğumun okul tatilleri yayla da geçerdi.
Başı dumanlı dağlar,heybetiyle bizi kendine temkinli kılan dağlar. Delikanlıların sevdiklerini kaçırıp yuva diye tepesine götürdüğü gözümüze dev dağlar sevda kokardı. Okul bittikten sonra soluğu yayla da alırdık. Çocuk yanlarımız sığmazdı ovalara,bayırlara. Akşamlarımız titrek gaz lambasının altın da masallara duran kulakların uykuya geçişin de son bulurdu. Bazen inekleri kaybolanlar olur oda bize meşgale çıkarırdı. İnek demek,evin rızkı demekti. Herkes cümbür-cemaat ararken biz sarı kızın gidişine üzülürdük.
Nereden bilecektik sarı kız bulunmasa zor olan geçim biraz daha zorlara kalacak. 
Çocuk hallerimizin en büyük eğlencesi geceye hazırlık çam ağaçlarının yere düşen pullarını yaylanın açık alanına taşımaktı. Karanlık çökünce ateş yakılır etrafın da büyükler halaya dururdu,bazen de sadece sohbetler edilirdi.
Başını kaldırdığın da yıldızlara değecek gibi olurdun.Rakımın 2400'lerde olduğu bir yerde yıldızlar kucağına düşecek gibi bakar sana.
Ay ışığı en çokta bu geceleri severdi. Bize ateşle dansın hasret indeymiş gibi bakardı biz çocuktuk onu anlardık.ı
Yaşadığımız çoğrafya çocuklara yasaklı değildi. Biz sadece zor yaşam koşullarının engeline takılan fiziksel,biyolojık eksiklilerin olduğu tarafa düşmüş ihtiyaca eksik kazazadelerdik.Sabahın ilk ışıklarıylagüne karışırdık Daha çiğler yerde güneş ışıklarıyla ısınmadan ayaklarımız onlarla buluşurdu. Sabah erken kalkmayı hiç sevmesem de kalkmak zorunluluğu vardı. 
Hayvanlar kuşluk vakti sağilmak için getirilirdi. Yayla da hayat her zaman tek-tip devam ederdi lakin çocuk olmak her yere düşleri taşımaktı. Çamurlu bir gölümüz vardı içine malakları uzandığı çamur banyosu yaptığı bizde o çamurdan nasibimizi alır kendimizce oyunlar yapardık. Öğleden sonra annelerimizle madımak,kuzu kulağı,ısırgan otu toplamaya giderdik. Bunlar bize oyun gibi gelirdi. 

Düş dünyamızın sınırlarını zorlayacak kadar kır çiçekleriyle bezeli dağ başları, sık ormanıyla çalılar arasın da köşe kapmaca oyun alanları bizim oyun yuvamızdı. Tabi ara birde büyüklerin anlattığı orman da ayı,kurt olabileceği ihtimaline karşı topluluktan ayrılmama konusunda aldığımız nutuklar bize oldukça eğlenceli gelirdi. kendi aramız da çocuk hallerimizle ne hayaller kurardık. Şimdi ayı çıkıp gelecek. Biz de korkudan mı,meraktan mı bilinmez hazan yaprağı gibi titreyeceğiz. Bunu söyler ağız dolusu güler bazen de annelerimizi kandırırdık bir karartı gördük diye. Onların gözlerinde ki oluşan korku bize merak kapılarını biraz daha açardı. Yayla da günlerimiz çalı,çırpı,yemek yapmak için toplanan çeşitli otlar ve büyüklerin işleriyle zaman akar giderdi. Biz seviyorduk bu dağı,tepesi yeşilliği sonsuz gizlerle dolu yeri.
Sonbahar gelince yaylanın sakinleri kasabaya göçerdi.
Bu göç bir yerde okulların da açılması demekti.

Öyle şimdi ki gibi allı pullu,renkli kalemler,defterler alışverişine çıkılmazdı. Geçen yıldan olanlar elden geçirilir işe yarayanlar ayıklanır, diğer kardeşin sana uyacak kifayetleri hazırlanır ve okula başlama telaşımız son bulurdu. her kes kendi evine yakın okula giderdi bunun en güzel tarafı mahalle arkadaşın okul yoldaşın da olurdu. Okul çıkışı eve dönüş yolculuğun da arkadaşlarla olurdu. Öyle okul bahçesinin kapısı veli mahşerine dönmezdi. 

Sahi biz ne çok anlaşılır bir diyar da okumuş ne çok dostluğa maya olmuşuz. Bu nedenle midir bizim dönemim şimdiki tabiriyle kankalarının yürekleri demirden. nede olsa demirin dövücüsü hepimizin paylaşımlarına durmuş. Biz olmayı birlikte öğrenmişiz. Bize öteleyerek,ayrıştırarak hiç kimse vermemiş. Ne güzel fikir bahçesinin tohumları olmuşuz. varsın pantolonlar yamalı, çoraplar yırtık olsunmuş ne olmuş yani sonuçta sevgi ruhlarımızın kanalcıkları boş değil.
Okul bizim tatil yerimiz sayılırdı. bağa bostana gitmece yoktu. Düşlerimizi orda kurardık,Sözümüz sözlerine karışsın diye bizi dinleyen insanların olduğu yerdi okulumuz..Biz küçük şehirlerin çocuklarıydık.Büyük düşlerimizi tek sosyal alan olan okul da büyütür,beslerdik. Çoğu öğretmen bilmezdi yüreğimizde ki korkuları.Nasıl açtık bilgiye,ilime.Bilgili insan olmaya nasıl...Hayata açılan tek kapımızdı okul. Babamızın fabrikası yoktu.Tarlada çalışanın iş sigortası da yoktu. Bu umutsuz bir haykırış değildi aslın da.Çocuk hallerimizle o hayatın içinde hepimiz bir fidandık, hepimizin kendince umutları vardı.
Benim de kendi küçük, hayalleri büyük, henüz hayallerin de ki dünyaya yelken açmamış gözleri yıldızlar da, gönlü kaçamak sevdalar da olan kara kızın yaşadığı coğrafya da yaşam koşulları zor bir yerdi. Tüm aileler çok çocuklu, gelir düzeyi düşük, evler bahçe içinde tek katlıydı.Benim de tam bura da başlayan ve dağların arkasına göz dikmemi hızlandıran bir anım da böyle başlamıştı...

Görünüşün çok önemli olduğu çağlar-daydık. Öyleki çorabımız yırtık olsa (çoğu zaman olurdu) asla bir evin misafiri olamazdık.Yine böyle günler den bir günde dersteyiz. Konu Türkiye'nin batısı, doğusu üzerine. Eğitim ve yaşam koşullarını konuşuyoruz. Dersin öğretmeni hayat dolu. Umut dolu sözlerle bize yaşamadığımız dünyaları anlatıyor. Bunu yaşamayanlar bilemez. Merakın gizini birinin ağzından dökülenlere sığdırmak! İşte o gün dağların arkasında kı yaşam benim yüreğime düştü.
Öğretmenimiz insan yaşadığı yer kadardır dedi; ama bilmedi (bilemezdi) bu kara kızın yüreğinde nasıl bir sancıya sebep olduğunu, bu kara kızı nasıl bir (o anki öfke) yelkenlere savurduğunu. İçin için kızmıştım. Ne demek biz şimdi bir avuç içi miyiz? kapladığımız evlerin karesi miyiz? Aklımız, sevdamız kasabamız kadar mı? Daha neler neler. Tabi söz yüreğe düşmüştü. Uzun zaman kafamın içinde hep o söze takılı kalmıştım. Kendimce küsler yaşamıştım. Bizi yaşamadan, yaşamımız üzerine söylediği söze! Oysaki büyüdükçe ben onu anlamaya, umarım ki o da yaşadıkça umudun, sevginin insanın yaşadığı yer kadar olamayacağını yaşayarak anlamıştır. 
Hayat insanın umut ettiği ve yaşamak istediği kadardır. Ben bunu o an belki anlamamış olabilirim; ama şunu da kesin olarak biliyorum ki, insanın bulunduğu ya da yaşadığı yerin büyük ya da küçük oluşundan daha çok, düşüncelerinin boyutu ve hayatı sorgulama biçimi insan yaşamı için daha elzemdir. 
Ve bize kader diye sunulan yaşam boşluklarını kendi azmimle aştım, umut ettim kendimi sınırlara hapis etmedim.
Yaşamayanlar bilmez ! Nasıl korku verir umudun yavan olması, çocuk yüreklerin umuda hasretini. Ya kavuşmadan hayallerime ölürsem arkasını görmediğim dağların şen,şakrak baharlarını. Ya okuyamasam,ya yolum buraya kadarsa ne yaparım...Bu yol başka yollara bağlamasa . Hayır ben umut etmek, bundan öteleri yaşamak istiyorum. kendime sınırlar çizmemişken bu diyara mı yenik düşeceğim. Düşler kurmuşum. Bu düşlerime karanlıklar gölge eder mi bilmem...Benim düşümü kurduğum uzak diyarlardan gelenler var. Onlarda benim gibi ama bakışları başka ,gülüşleride başka.Hem kim ne diyecek diye korkularıda yok, kahkaları karışıyor seslerine. Nasıl anlatsam sofradaki katığımız gibi sanki her şey. Katık ne kadarsa düşlerimizde o kadar.Bu nasıl sancılı bir düş ki düşündükçe içimize korkular düşüren.
Bu nedenledir mi ki ben en çok çocukken geceleri yıldızlara bakardım... Başımı gökyüzüne kaldırır heyecanla yıldızları sayardım; kaçında aşk vardı, kaçından böyle görünürdü gökyüzü, kaçında hayat bu kadar güzel ve kaçında umut maviydi...
Uzak ama bana yakın pırıl pırıl göz kırpan. İçimdeki aydınlığı yansıtan,yanıltmayan.Baktığım gibi parlak. Yüreğimi alıp içine koyan.
Çocukluğumuz da teknolojinin henüz evimizi talan etmediği o günler de anneler evde, babalar işte, biz de yaşımızın gerektirdiği yerler de yaşamın içindeydik.
Benim çocukluğum da eve gelirken evi anahtarla açtığımızı hiç hatırlamam. Evde yaşayan hiç kimse de anahtar olmazdı varsa da bir tane oda herkesin bildiği bir yerde sadece başka bir diyara gidersek usule uygun kilit kapıya vurulurdu o kadar. Kapılar düşmana siper gibi öyle çelikten falan da değildi.
En büyük eğlence sokaklar, oyuncaklar sınırsızdı sanki evren bizim için yaratılmıştı. Oynamak için belli bir yerin olması şartı yoktu. Hiç kimse bize oyunu para karşılığın da satmazdı. Arkadaşlarımızın hepsi birbirinin aynısıydı zengin, fakir farkımız yoktu, biz aramıza sınırlar koymayı öğrenmemiştik. Bizim oyunlarımız hepimize eşit mesafedeydi.
Servisi bilmezdik. Eskiyen ayakkabılara inat tüm yolları arşınlardık. Yol sadece yürümek, bir yerlere varmak için değildi. Yol arkadaşlığının ne çok eğlencesi ne çok oynaşması olur bizim gibi yol arkadaşlığına duranlar bilir.
Çantalarımız muşambadan, en kalitelisi şile bezinden bir ötesi kumaştan ama hepsi gösterişten uzak bizim çocukluğumuza gölge etmeyen sırtımızın taşıyıcılarıydı. Okuldan döner dönmez kaldırım kenarları çantaları bekler, bir-iki oyun oynadıktan sonra eve girerdik. Kirlenmek bizim ruhumuzu açığa çıkarır, dingin, yorgun kendimizi evde bulurduk.
En çokta sokakta oynarken ekmek arası yer birde kimin evi yakınsa peşi sıra aynı bardaktan suyu içerdik. 
Bize ait özel eşyalarımız çantamızın üzerinde dururdu kimse dokunmazdı, hiç kimse çalınır korkusu bilmezdi. Sokaklar evimiz gibi güvenliydi.
Hiç bir zaman çocuk kavgalarımız karakol yüzü bilmezdi. En fazla saç, baş olur,tekme atar,eşekli küfürlerle kavgayı bitirir ama kin gütmezdik en fazla başka bir oyunda yine buluşurduk. Çocuk yanımız örselenmemiş çiçekler gibiydi. Dikeni de gülü de başka güzeldi.
Yaralarımız ekmekle şifa bulurdu, kırılan kafalarımız şekere bulanırdı bunlar bile bize oyun gibiydi.
Yaz temizlikleri, halı yıkamalar hepsi mahallede şölen havasında geçerdi. Biz temizlikçi kadın diye bir şeyde bilmezdik. Komşunun odununu taşır elimize konulan şekere bayram ederdik.
Evlerimiz insan, anne, kardeş kokardı. Çok lüks yaşamazdık ama doğal hayattı bizim ki. İnsanı insanla buluşturan, geceleri yıldızlarla konuşturan içimizin aynası gülen gözlerimiz.
Şimdi çok lüks evler var içi insansız, parklar sürüyle içinde çocuklar yok. Her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar var. Sokaklar kimsesiz, çocuğa hasret. her tarafımız beton yığını, sol tarafımız kimsesiz, yapay insanlar sürüsü gibiyiz.
Koca çınarlar dediğimiz dedeler, nineler yok, sanki yeraltı dünyasın da yaşıyorlar sahi masallarımızın sahibi koca çınarlarımıza ne oldu ? Kapılarımız kapalı, yüreklerimiz yaralı, taksitlere bölünmüş yaşamın biçare bekçileri bizler, her yerimiz talana dönmüş. Ne oldu bize?
Birbirimize yabancı, birbirimize yasaklı. Biz mi istemiştik? Yoksa birileri mi böyle istedi?..
"Her toplum hak ettiği gibi yönetilir" derler ya,biz mi böyle olmasını istedik,biz mi dünyaya yeni ferman verdik,yeni dünyalar,yeni buluşlar için insanlığın suyuna kibrit suyu dedik, başka ne denilebilir ki !
Oysa şimdi olduğum yerden baktığım da öncesi ve şimdiye; geldiğim yer ne kadar çetinse olduğum yer de o kadar kaygan. Bu dengenin tek sahibi ben değilim. Yaşama tek başlayabilirsin lakin tek devam edilmiyor. 
Hep yapacak ve yetişecek bir şeylerimiz vardır..Aranacak dostlar bitirilmesi gereken işler gibi..Gün daha bitmeden yarının telaşı sarıverirdi. Hep ertelenen hayatımız, yüreğimiz ve özelim-izdi. Dal budak vermeden tomurcuk duygularımızı....
Yarım ve eksik kalır hep bir yanımız. Oysa ölüm yaşa bölmez sıradakilerini..
Öylesine hayatın içindeyizdir ki unuturuz zamanı, kendimizi ve ertelenmiş duyguları,sevileri.
Kırklara varışımız da gözlerimiz den çekilen uykusuzlukları fark eder gibi oluruz. Zaman her dem kendini hatırlatacak. Karanlıklar arasından sıyrılıp gelerek. Gelse de bulunur mu kaybettiklerimiz bilinmez. Oysa hayat içimizdeki kimsesizliği hep hatırlatır durur. O zaman, zamana yenilen yılları ayı tartıdan çıkarıp aklımızın gölgesin de nutkunu tutalım ve yaşam feneri ışığında aranır mı aranırsa da bulunur mu bilinmez yinede hakkını verelim...

Olcay Kasımoğlu

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Aramak için inanmak gerekir; inanmak içinse belki yaşamak için gerekenden daha fazla güç.

Okudum, bir daha okudum.
Paylaşmak istedim.


Milena Jesenská kimdir?” dendiğinde dünyanın pek çok yerinde insanların aklına “Franz Kafka’nın sevgilisi” yanıtı gelir muhtemelen.
Ataerkinin elindeki tarih ve medyanın aksine Milena, Kafka’yı gözü yaşlı bekleyen bir kadından çok daha fazlası. Resmi tarihin silik harflerle yazmayı ‘tercih’ ettiği kadınlardan biri.
Annesini 16 yaşında kaybeden Milena’nın babasıyla ise problemli bir ilişkisi vardı. Annesini kaybetmesinin ardından içinde dolaşan asilik babasının sevgisizliği ile birleşerek Milena’nın karakterinin şekillenmesinde oldukça etkili oldu.
Milena’nın babasına karşı verdiği mücadele aslında kendisine çizilmeye çalışılan tüm sınırlara karşıydı; hem otoriteye hem de belli bir zümreye, bir nevi burjuva ahlakına.
Özellikle ''Yuvadaki Şeytan'' yazısı muhakkak okunmalı.
''Bizlerin bugünkü evliliklerimizin tümünün -veya-, hiç olmazsa çok büyük bir kısmının- mutsuz olduklarının iddia edilmelerinin nedeni nedir ki? Sual günceldir ve ciddi kaynaklara göre, koca bir edebiyat bu konu etrafında odaklanmıştır, ciddi olmayan kaynaklara göre de, konu five o'clock tea'lerin dedikodularının merkezini oluşturmaktadır. Konu, her yüzü ile, monden gevezeliklerin olduğu kadar felsefe denemelerinin de ilgi odağıdır, biz gazeteciler ise güncel olan bu konu ile ilgilenen ne ilk ne de son kişi olacağız. Vurgulamak isterim ki, bu konu beni gerçekten hep şaşırtır. Bu durum, evliliklerin mutsuzluklarının nedenini bilmediğimizden kaynaklanmış değildir. Benim, esas olarak, kendime hep sormakta olduğum soru, evliliklerin neden mutlu olmalarının gerekliliğidir.
Zira, işin esası, budur! İki varlık... iki küçük insan larvası... Yalnız, umutsuzluklarla karşı karşıya bırakılmış, kaçışı olmayan bir varoluşun mateminde... Ürkütürcesine kocaman ve korkunç dünyamızda iki ufacık insan, sabahın dokuz buçuğunda bir apartman dairesinde kapalı... aynı soyadı, aynı beklenti ve aynı yazgı içinde kapalı iki zavallı... Ve bunların sade ve sade ikisi oldukları için mutlu olmalarını mı beklersiniz?
Bana göre mutlu olmaları umudu ile birbirleriyle evlenen iki kişi, en azından bu kararı vermiş oldukları anda dahi mutlu olma şansına sırtlarını çevirmiş durumdalar. Evlilikte mutluluğu amaçlamak, iki milyona otomobil ya da asalet ünvanı elde etmeyi amaçlamaktan farklı bir şey değildir. Kesin olan tek şey, hesap ile sayıların aşk konularında daima öç almakta olmalarıdır. Başka türlü hareket etmelerinin imkansızlığının bilincinde olduklarında, bu iki kişinin evlenmesinde tek neden, her ikisinin de diğerinin yokluğunda yaşamanın imkansız olduğunu görmeleridir. Bu, olabilir; en ufak bir romantizm, en ufak bir duygusallık, en ufak trajik bir öğe olmaksızın.... Bu, her gün olabilir... Aşk veya diğer herhangi başka ne ad verilirse verilsin, bu dünyanın en güçlü ve de en farklı duygusudur. Ne var ki, pek çok kişi, yaşamları süresince bundan kaçınır ve de bunu reddeder.
İki kişi, birlikte yaşamaları için evlenirler. Evet... Bu husus kocaman, olağanüstü bir şeydir; ancak, neden buna mutluluğun da ilave olması beklenir? Ama, neden insanlar gerçeği süslerden arındırılmış olarak görmek istemezler? Neden yaldızlanmış yalanlar ararlar? Neden ne kendilerinin, ne dünyanın, ne doğanın, ne göğün, ne yazgısının ne de yaşamın kendilerine veremeyeceği ve kendilerinin de beklememelerinin gerektiği, gerekeceği bir şeye bağlanırlar? Neden gerçeğe, dünyaya ait bir anlaşmaya, mutluluk gibi bir romantik fantezileri de eklemeye çalışırlar? Neden karşısındakinden, senin veremeyeceğin şeyi vermesi istenir? Neden, ortak yaşam gibi öylesine büyük, öylesine ciddi, öylesine derin bir olaya "mutluluk vermek" gibi zorlamalar da yapılır?
Şayet bizler, evlenmeden önce düşünmeye vakit bulamadığımız bazı konuları hesaplayabilirsek... Mesela, ortak yaşamın tek yaşamdan kolay değil de, daha güç olduğunu... Kolaylıkların tümü yalnız yaşayanlara verilmektedir... Nispi bir sorumluluk, özgürlük, aklımıza estiğinde Avustralya'ya gidebilmek gibi başınıza buyruk olma... Bağlandıktan sonra, size verilmeyen her şeyden vazgeçmeniz gerektiği için de, evlilik çok zordur. Ve işte bu nokta, bugünkü evliliklerin özellikle üstüne çarpıp parçalandıkları temel nedendir: İnsanlar, yetinmek zorunda kalacakları ile vazgeçmeleri gerekecek olanlar arasında doğru dürüst seçim yapmadan, yahut, başka bir deyimle, vazgeçecekleri hakkında tam bir karar varmadan evlenirler.
Karşındakini tanımak kadar güç bir şey yoktur. Birisini ilk kez olarak, yarım saatlik bir konuşma sonunda tanıyabilmenize karşılık, aynı kişiyi ikinci kez olarak ancak on yıllık bir beraber yaşamdan sonra tanıyabileceğinizi söylersem, abartmış olmayacağımı zannediyorum. Aynı şekilde, evlenmelerinden önce iki kişinin birbirleri hakkında ve her birinin kiminle evlenmekte olduğuna dair bir fikir sahibi olmalarına olanak olmadığı kanaatindeyim. Keza karşılarında bulunan bir kimsenin tüm hareketleri, fikirleri, coşkuları ve inançları ve de şüphe ve katiyetlerini bilseler dahi, daha henüz çoraplarını, uykulu gözlerini, sabahları dişlerini fırçalamalarını veya gargara yapmalarını, bir garsona bahşiş bırakma tarzlarını bilmemekteler.
Zira, biri bizi derinliklerde aldatabilirse de, yüzeysel alanda hiçbir zaman aldatamaz. Aynı şekilde, bir evlilik bin bir beklenti yıkımı tehlikesini beraberinde getirdiği gibi, önceden kabullenmekten başka herhangi bir kurtuluş simidinin bulunmadığı beraber yaşamın doğurduğu bulutları da getirir. Beraber yaşama, aşk adına, karşısındakinin içsel değişikliklerinin yumağında ki her şeyi, milliyetini, politik ve dinsel görüşlerini ve daha bir çok şeyi affetmemizi ister. Bu konuda biraz daha ileri gidersek, karşımızdakinin ufak tefek hatalarını da affedelim. 
Karenina'vari bu modern histeriden kendimizi kurtararak hoşgörülü bir gözle bu kanat gibi duran kulaklara, kocaman bağlanmış şu kravata bakalım. Herkesin, kendi içinde kendine özgü bir dünyası vardır; o dünya ne kadar kendine özgü ise o kadar tamdır; yetileri ve yetenekleri sayıca ne kadar az ise, onlara o kadar derin ve gerçek anlamda sahiptir; ve şayet tek bir yeteneği varsa, o yeteneği herkes tarafından makbul ve değerli sayılır. Ve, sarışın olan birisinden haftada iki gün esmer olmasını istemeyeceğimiz gibi, aynı şekilde boş kafalı bir ukaladan shimmy dansını sevmesini, bir aptaldan Kierkegaard'ı anlamasını, bir ressamdan matematik ile ilgilenmesini, melankolik bir kimseden şansonetlere katılmasını, yalnız yaşayan birinden gece toplantılarını tertiplemesini de isteyemeyiz.
İşte size; insanların bir türlü anlayamadıkları basitin basiti bir hesap. Genelde, kişiliklerinin derinliklerine kadar inseler de, evliliğin esasının, karşılarındakinin, kendini olduğu gibi görme hakkına kadar varan kişiliğine katlanma olduğunu görmezler. Zira hesabın sonunda, daima karşısındakinden beklenen bir kendinin olma durumunun kabulü mevcuttur. Burada, "buna rağmen"ler söz konusudur. Ve, bizleri mutsuz edenler de hep o "buna rağmenler"dir.
 Beni, insanların cinsel, ekonomik, sosyal ya da erotik gereksinimlerini karşılayabilmeleri için beraber yaşadıklarına inandıramazsınız! İnsanların beraber yaşamalarının tek nedeni, yanlarında birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir; dünyanın bu boşluk ve yalnızlığında , kendilerinin tüm zaaf ve hatalarına rağmen kendilerinin var olmalarını kabul ve tasdik edecek birisinin bulunmasından başka bir şey değildir; cürümden, öç almaktan, kötü düşünceden, adaletten, vicdan azabından kaçabilmeleri için yanlarında bir diğer kişiyi bulundurmak ihtiyacından başka bir şey değildir.
Zira, gerçekten, bir ev, bir "yuva"nın "koruma amacı"ndan, dünyaya karşı ve özellikle içsel "ayna"ya karşı "koruma"dan başka herhangi nihai ve kutsal bir amacı olabileceğini düşünebilir misiniz? Bir erkeğe bir kadının ve de bir erkeğin bir kadına yapabileceği en büyük lütuf, çocuklara gülümseyerek söylenen bir cümleyi söylemektir; "Seni hiç terk etmeyeceğim!" Bu söz, "ölüme kadar seni seveceğim" veya "ebediyen sana sadık kalacağım"dan farklı değildir. Başkasına karşı namus, gerçeğe bağımlılık, ev, sadakat, karar, dostluk, aidiyet gibi kavramların tümü bu ufak cümlenin içindedir. Şu zavallı mutluluğa karşı sürülen, yerine getirilmesi olanaksız vaatlerdir.
Kısacası, kanımca, evliliklerimizin böylesine mutsuz olmalarının nedeni işin kolayına kaçmakta olmamızdır. Çünkü, tutulmayacağı bilinen ve tutulmayacağı için de bir yıl sonra valizlerin toplamasına neden olacak vaatleri kabul etmemiz kolayımıza gelmektedir. Bunun yerine, tutulabilinecek ve dolayısıyla uzun süre tutulacak şeylerin vaadi hem daha kolay, hem daha dürüst olur, diye düşünüyorum. Tüm bu hayali derinlikler, ileride rastlanacak ve seviyeli bir davranışı gerektirecek ilk gerçek güçlük karşısında kırılıp bin parçaya ayrılacak iddialardır. Neden insanlar, hiçbir zaman bir portakal veya bir menekşe demetini, yeni bir kalemi veya bir kese İzmir üzümünü getirip hediye etmeyecek kadar "ilgisiz ve uzak" kalmayacakları vaadinde bulunmazlar?
Neden insanlar, evlenme gecesinin ertesinde ve ondan sonraki sabahlarda sabun ve su kokuları içinde ve doğru-dürüst giyinmiş olarak kahvaltıya ineceklerine dair söz vermezler? Neden insanlar, kızgınlıklarını böylesine aşağı-pis-iğrenç davranışlarla göstereceklerine, kızgınlıklarını açık ve hatta darbelerle dahi olsa daha seviyeli bir şekilde gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? 
Neden insanlar, diğerine ve onun çıkarlarına kendilerinin sanat tarihi, futbol veya kelebek avına verdiklerinden fazla önem verecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar, karşılıklı olarak, birbirlerinin susma özgürlüğüne, yalnız kalma özgürlüğüne, herkesin kendine ait bir odası olma özgürlüğüne saygı gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar mutluluk gibi gerçekleşemeyecek laflar peşinde koşacaklarına, yukarıda sözünü ettiğim o hiçbir zaman yerine getirilmeyen, ancak çok önemli olup yerine getirilmesi mümkün olan "ufak tefek şeyler"in vaadinde bulunmazlar?
Evliliğin bir anlamı olması için, mutluluk beklentisinden çok daha geniş ve gerçek bir temel üzerine oturtulması gerek. Oh, Tanrım! Azıcık acı, azıcık ıstırap, azıcık mutsuzluktan neden böylesine korkuyoruz? Hiç olmazsa, bir kez, açık bir gecede yıldızlarla bezenmiş bir göğün karşısında, tam bir içtenlikle kendimizi tümüyle vererek beş dakika için oturmayı deneyiniz. Veya, vadi ve ovaları gökten bakarcasına seyredeceğiniz birkaç dağa tırmanın. Ve, o hallerde, anlayacaksınız ki, mutluluk serabı yerine yaşamın önemini kavrayabilmeniz için tek bir an dahi yeterli olacaktır. 
Mutluluk! Sanki, mutluluğu ve mutlu olmayı kendimizden, kendi içimizden başka herhangi bir yerde bulabilirmişiz gibi... sanki, mutlu olma yeteneği yazı yazma, şarkı söyleme veya siyaset yapma yeteneği gibi gerçek bir yetenek değilmiş gibi! Bir kişiye arzulamakta olduğu her şeyi veriniz... Kendisini aşkla, hediyelerle, ayrıcalıklarla... isteyebileceği kadar her şeyle doldurunuz... Ve bunlara rağmen, o gene mutlu olmayacaktır. Bir başkasını her tarafını kanatıncaya kadar dövünüz... ve, belki de o kişi yolda taze, nemli, yeşil yapraklarla bezenmiş ve güzelim bir kırmızılıkla dolu bir havuç yığını görüp mutlu olacaktır.
İki yaşam şekli mevcuttur. Birisi, sana düşen payı, onu tanımadaki ve de kaybetmedeki imkanlarla imkansızlıkları ve mutluluklarla mutsuzlukları ile dürüstçesine ve cesaretle, tüm cömertliği ve alçakgönüllülüğü ile kabul etmek ise de; diğeri, yazgısını aramak ve elde etmek üzere yola çıkmaktır. Ne var ki, bu ikincisinde insanlar sadece güçlerini, zamanlarını, hayal ve umutlarını, içgüdülerini kaybetmekle kalmayıp kendi öz değerlerini de kaybederler, fakirleşirler... Bunların gelecekleri, daima dünlerinden kötü olacaktır...''

Milena Jesenska, "Yuvadaki Şeytan", Tribuna, 1930.  

Milena ile 1940’da Ravensbrück kadınlar toplama kampında tanışıp arkadaş olan yazar Margarete Buber-Neuman, yıllar sonra orada yaşadıklarını kaleme aldı.
Yaşadıkları o acılı günleri birbirlerine dayanarak geçirdiklerini belirten Margarete, Milena’yı şu sözlerle anlatıyordu:
“Hapishanenin soluklaştırdığı, acı çektiği belli, o narin yüzün arkasındaki ışık, bakışlarındaki güç ve hareketlerindeki canlılık beni ilk bakışta etkilemişti. Korkunç kurallar ve baskılarla kuşatıldıkları bu cenderede onuru kırılmamış, özgür bir insandı Milena. Gazeteci Milena, röportajcı kimliğine bürünerek beni dinler; ama kendi ıstıraplarından zerre söz etmezdi. Maskelerden uzak olmak, konuştuğu kişiyle kendini tamamen özdeşleştirmek Milena’ya has bir özellikti çünkü. Karşısındakinin acısını derinden hisseden bu kadın, teselli etmek konusunda çok içtendi.”
Margarete, Milena’nın ölümünden önce kendisine “En azından beni unutmayacağınızı biliyorum. Senin aracılığınla yaşayacağım ”dediğini aktardı.
Milena’nın ardından tarihçi Marie Jirásková, Milena için ‘Korkusuz bir kalpti’ ifadesini kullandı.
Kızı Jana Cerna, annesi Milena’nın hayat öyküsünü kaleme aldı.
Milena’nın Kafka’ya yazdığı mektuplar ise Milena’nın isteği üzerine yok edildi bu nedenle bugüne kalanlar yalnız Kafka’nın ona yazdıkları.
Yıllar yıllar sonra bugünse Milena adına verilen gazetecilik bursu ile kadın gazeteci adaylarının arkadaşı olmayı sürdürüyor. Bir de ve en önemlisi hissettiği ve inandığı gibi yaşamanın zorluğunu da kıymetini de bilenlerin gözlerindeki ışıkta var hala.
O haklıydı, hala yaşıyor.