Translate

22 Ağustos 2019 Perşembe

Bir zamanlar çocuktum

Hatırlarım siyah önlükleri giyip beyaz yakalıklarımızı taktığımız siyah-beyaz yıllardı…
İlk kez tüm gök kuşağından renkleri barındıran sulu boyalarımız olmuştu.
Öğretmenimiz verdiği bir resim ödevin de bizlerden denizi çizmemizi istemişti. Oysaki sınıfımızın büyük bir çoğunluğu denizi hiç mi hiç görmemişti. Ve o yıllarda günümüzün görsel iletişim araçlarından eser yoktu.

Nasıl bir şeydi deniz?
Denizin uçsuz bucaksız masmavi sulardan oluştuğunu ve üzerinde kocaman kocaman gemilerin yüzdüğünü sanıyor beklide hayal ediyorduk…
Üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen Anadolu coğrafyasındaki birçok çocuk gibi denizi ve martıları çok geç gördüm, tanıdım ve sevdim.
O gün bugündür denizin ismini duymak bile beni büyülemeye yetiyor. İçime dalgaların coşku yüklü devinimi akarken; en derinlikler im de sevinçten kum tanelerini kıpırdatarak gülümsetiyor. Bundan olsa gerek oğlumun adını Özgürdeniz koydum.
Dedim ya siyah önlüklü yılların çocuklarıydık.
Benim çocukluğumun okul tatilleri yayla da geçerdi.
Başı dumanlı dağlar,heybetiyle bizi kendine temkinli kılan dağlar. Delikanlıların sevdiklerini kaçırıp yuva diye tepesine götürdüğü gözümüze dev dağlar sevda kokardı. Okul bittikten sonra soluğu yayla da alırdık. Çocuk yanlarımız sığmazdı ovalara,bayırlara. Akşamlarımız titrek gaz lambasının altın da masallara duran kulakların uykuya geçişin de son bulurdu. Bazen inekleri kaybolanlar olur oda bize meşgale çıkarırdı. İnek demek,evin rızkı demekti. Herkes cümbür-cemaat ararken biz sarı kızın gidişine üzülürdük.
Nereden bilecektik sarı kız bulunmasa zor olan geçim biraz daha zorlara kalacak. 
Çocuk hallerimizin en büyük eğlencesi geceye hazırlık çam ağaçlarının yere düşen pullarını yaylanın açık alanına taşımaktı. Karanlık çökünce ateş yakılır etrafın da büyükler halaya dururdu,bazen de sadece sohbetler edilirdi.
Başını kaldırdığın da yıldızlara değecek gibi olurdun.Rakımın 2400'lerde olduğu bir yerde yıldızlar kucağına düşecek gibi bakar sana.
Ay ışığı en çokta bu geceleri severdi. Bize ateşle dansın hasret indeymiş gibi bakardı biz çocuktuk onu anlardık.ı
Yaşadığımız çoğrafya çocuklara yasaklı değildi. Biz sadece zor yaşam koşullarının engeline takılan fiziksel,biyolojık eksiklilerin olduğu tarafa düşmüş ihtiyaca eksik kazazadelerdik.Sabahın ilk ışıklarıylagüne karışırdık Daha çiğler yerde güneş ışıklarıyla ısınmadan ayaklarımız onlarla buluşurdu. Sabah erken kalkmayı hiç sevmesem de kalkmak zorunluluğu vardı. 
Hayvanlar kuşluk vakti sağilmak için getirilirdi. Yayla da hayat her zaman tek-tip devam ederdi lakin çocuk olmak her yere düşleri taşımaktı. Çamurlu bir gölümüz vardı içine malakları uzandığı çamur banyosu yaptığı bizde o çamurdan nasibimizi alır kendimizce oyunlar yapardık. Öğleden sonra annelerimizle madımak,kuzu kulağı,ısırgan otu toplamaya giderdik. Bunlar bize oyun gibi gelirdi. 

Düş dünyamızın sınırlarını zorlayacak kadar kır çiçekleriyle bezeli dağ başları, sık ormanıyla çalılar arasın da köşe kapmaca oyun alanları bizim oyun yuvamızdı. Tabi ara birde büyüklerin anlattığı orman da ayı,kurt olabileceği ihtimaline karşı topluluktan ayrılmama konusunda aldığımız nutuklar bize oldukça eğlenceli gelirdi. kendi aramız da çocuk hallerimizle ne hayaller kurardık. Şimdi ayı çıkıp gelecek. Biz de korkudan mı,meraktan mı bilinmez hazan yaprağı gibi titreyeceğiz. Bunu söyler ağız dolusu güler bazen de annelerimizi kandırırdık bir karartı gördük diye. Onların gözlerinde ki oluşan korku bize merak kapılarını biraz daha açardı. Yayla da günlerimiz çalı,çırpı,yemek yapmak için toplanan çeşitli otlar ve büyüklerin işleriyle zaman akar giderdi. Biz seviyorduk bu dağı,tepesi yeşilliği sonsuz gizlerle dolu yeri.
Sonbahar gelince yaylanın sakinleri kasabaya göçerdi.
Bu göç bir yerde okulların da açılması demekti.

Öyle şimdi ki gibi allı pullu,renkli kalemler,defterler alışverişine çıkılmazdı. Geçen yıldan olanlar elden geçirilir işe yarayanlar ayıklanır, diğer kardeşin sana uyacak kifayetleri hazırlanır ve okula başlama telaşımız son bulurdu. her kes kendi evine yakın okula giderdi bunun en güzel tarafı mahalle arkadaşın okul yoldaşın da olurdu. Okul çıkışı eve dönüş yolculuğun da arkadaşlarla olurdu. Öyle okul bahçesinin kapısı veli mahşerine dönmezdi. 

Sahi biz ne çok anlaşılır bir diyar da okumuş ne çok dostluğa maya olmuşuz. Bu nedenle midir bizim dönemim şimdiki tabiriyle kankalarının yürekleri demirden. nede olsa demirin dövücüsü hepimizin paylaşımlarına durmuş. Biz olmayı birlikte öğrenmişiz. Bize öteleyerek,ayrıştırarak hiç kimse vermemiş. Ne güzel fikir bahçesinin tohumları olmuşuz. varsın pantolonlar yamalı, çoraplar yırtık olsunmuş ne olmuş yani sonuçta sevgi ruhlarımızın kanalcıkları boş değil.
Okul bizim tatil yerimiz sayılırdı. bağa bostana gitmece yoktu. Düşlerimizi orda kurardık,Sözümüz sözlerine karışsın diye bizi dinleyen insanların olduğu yerdi okulumuz..Biz küçük şehirlerin çocuklarıydık.Büyük düşlerimizi tek sosyal alan olan okul da büyütür,beslerdik. Çoğu öğretmen bilmezdi yüreğimizde ki korkuları.Nasıl açtık bilgiye,ilime.Bilgili insan olmaya nasıl...Hayata açılan tek kapımızdı okul. Babamızın fabrikası yoktu.Tarlada çalışanın iş sigortası da yoktu. Bu umutsuz bir haykırış değildi aslın da.Çocuk hallerimizle o hayatın içinde hepimiz bir fidandık, hepimizin kendince umutları vardı.
Benim de kendi küçük, hayalleri büyük, henüz hayallerin de ki dünyaya yelken açmamış gözleri yıldızlar da, gönlü kaçamak sevdalar da olan kara kızın yaşadığı coğrafya da yaşam koşulları zor bir yerdi. Tüm aileler çok çocuklu, gelir düzeyi düşük, evler bahçe içinde tek katlıydı.Benim de tam bura da başlayan ve dağların arkasına göz dikmemi hızlandıran bir anım da böyle başlamıştı...

Görünüşün çok önemli olduğu çağlar-daydık. Öyleki çorabımız yırtık olsa (çoğu zaman olurdu) asla bir evin misafiri olamazdık.Yine böyle günler den bir günde dersteyiz. Konu Türkiye'nin batısı, doğusu üzerine. Eğitim ve yaşam koşullarını konuşuyoruz. Dersin öğretmeni hayat dolu. Umut dolu sözlerle bize yaşamadığımız dünyaları anlatıyor. Bunu yaşamayanlar bilemez. Merakın gizini birinin ağzından dökülenlere sığdırmak! İşte o gün dağların arkasında kı yaşam benim yüreğime düştü.
Öğretmenimiz insan yaşadığı yer kadardır dedi; ama bilmedi (bilemezdi) bu kara kızın yüreğinde nasıl bir sancıya sebep olduğunu, bu kara kızı nasıl bir (o anki öfke) yelkenlere savurduğunu. İçin için kızmıştım. Ne demek biz şimdi bir avuç içi miyiz? kapladığımız evlerin karesi miyiz? Aklımız, sevdamız kasabamız kadar mı? Daha neler neler. Tabi söz yüreğe düşmüştü. Uzun zaman kafamın içinde hep o söze takılı kalmıştım. Kendimce küsler yaşamıştım. Bizi yaşamadan, yaşamımız üzerine söylediği söze! Oysaki büyüdükçe ben onu anlamaya, umarım ki o da yaşadıkça umudun, sevginin insanın yaşadığı yer kadar olamayacağını yaşayarak anlamıştır. 
Hayat insanın umut ettiği ve yaşamak istediği kadardır. Ben bunu o an belki anlamamış olabilirim; ama şunu da kesin olarak biliyorum ki, insanın bulunduğu ya da yaşadığı yerin büyük ya da küçük oluşundan daha çok, düşüncelerinin boyutu ve hayatı sorgulama biçimi insan yaşamı için daha elzemdir. 
Ve bize kader diye sunulan yaşam boşluklarını kendi azmimle aştım, umut ettim kendimi sınırlara hapis etmedim.
Yaşamayanlar bilmez ! Nasıl korku verir umudun yavan olması, çocuk yüreklerin umuda hasretini. Ya kavuşmadan hayallerime ölürsem arkasını görmediğim dağların şen,şakrak baharlarını. Ya okuyamasam,ya yolum buraya kadarsa ne yaparım...Bu yol başka yollara bağlamasa . Hayır ben umut etmek, bundan öteleri yaşamak istiyorum. kendime sınırlar çizmemişken bu diyara mı yenik düşeceğim. Düşler kurmuşum. Bu düşlerime karanlıklar gölge eder mi bilmem...Benim düşümü kurduğum uzak diyarlardan gelenler var. Onlarda benim gibi ama bakışları başka ,gülüşleride başka.Hem kim ne diyecek diye korkularıda yok, kahkaları karışıyor seslerine. Nasıl anlatsam sofradaki katığımız gibi sanki her şey. Katık ne kadarsa düşlerimizde o kadar.Bu nasıl sancılı bir düş ki düşündükçe içimize korkular düşüren.
Bu nedenledir mi ki ben en çok çocukken geceleri yıldızlara bakardım... Başımı gökyüzüne kaldırır heyecanla yıldızları sayardım; kaçında aşk vardı, kaçından böyle görünürdü gökyüzü, kaçında hayat bu kadar güzel ve kaçında umut maviydi...
Uzak ama bana yakın pırıl pırıl göz kırpan. İçimdeki aydınlığı yansıtan,yanıltmayan.Baktığım gibi parlak. Yüreğimi alıp içine koyan.
Çocukluğumuz da teknolojinin henüz evimizi talan etmediği o günler de anneler evde, babalar işte, biz de yaşımızın gerektirdiği yerler de yaşamın içindeydik.
Benim çocukluğum da eve gelirken evi anahtarla açtığımızı hiç hatırlamam. Evde yaşayan hiç kimse de anahtar olmazdı varsa da bir tane oda herkesin bildiği bir yerde sadece başka bir diyara gidersek usule uygun kilit kapıya vurulurdu o kadar. Kapılar düşmana siper gibi öyle çelikten falan da değildi.
En büyük eğlence sokaklar, oyuncaklar sınırsızdı sanki evren bizim için yaratılmıştı. Oynamak için belli bir yerin olması şartı yoktu. Hiç kimse bize oyunu para karşılığın da satmazdı. Arkadaşlarımızın hepsi birbirinin aynısıydı zengin, fakir farkımız yoktu, biz aramıza sınırlar koymayı öğrenmemiştik. Bizim oyunlarımız hepimize eşit mesafedeydi.
Servisi bilmezdik. Eskiyen ayakkabılara inat tüm yolları arşınlardık. Yol sadece yürümek, bir yerlere varmak için değildi. Yol arkadaşlığının ne çok eğlencesi ne çok oynaşması olur bizim gibi yol arkadaşlığına duranlar bilir.
Çantalarımız muşambadan, en kalitelisi şile bezinden bir ötesi kumaştan ama hepsi gösterişten uzak bizim çocukluğumuza gölge etmeyen sırtımızın taşıyıcılarıydı. Okuldan döner dönmez kaldırım kenarları çantaları bekler, bir-iki oyun oynadıktan sonra eve girerdik. Kirlenmek bizim ruhumuzu açığa çıkarır, dingin, yorgun kendimizi evde bulurduk.
En çokta sokakta oynarken ekmek arası yer birde kimin evi yakınsa peşi sıra aynı bardaktan suyu içerdik. 
Bize ait özel eşyalarımız çantamızın üzerinde dururdu kimse dokunmazdı, hiç kimse çalınır korkusu bilmezdi. Sokaklar evimiz gibi güvenliydi.
Hiç bir zaman çocuk kavgalarımız karakol yüzü bilmezdi. En fazla saç, baş olur,tekme atar,eşekli küfürlerle kavgayı bitirir ama kin gütmezdik en fazla başka bir oyunda yine buluşurduk. Çocuk yanımız örselenmemiş çiçekler gibiydi. Dikeni de gülü de başka güzeldi.
Yaralarımız ekmekle şifa bulurdu, kırılan kafalarımız şekere bulanırdı bunlar bile bize oyun gibiydi.
Yaz temizlikleri, halı yıkamalar hepsi mahallede şölen havasında geçerdi. Biz temizlikçi kadın diye bir şeyde bilmezdik. Komşunun odununu taşır elimize konulan şekere bayram ederdik.
Evlerimiz insan, anne, kardeş kokardı. Çok lüks yaşamazdık ama doğal hayattı bizim ki. İnsanı insanla buluşturan, geceleri yıldızlarla konuşturan içimizin aynası gülen gözlerimiz.
Şimdi çok lüks evler var içi insansız, parklar sürüyle içinde çocuklar yok. Her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar var. Sokaklar kimsesiz, çocuğa hasret. her tarafımız beton yığını, sol tarafımız kimsesiz, yapay insanlar sürüsü gibiyiz.
Koca çınarlar dediğimiz dedeler, nineler yok, sanki yeraltı dünyasın da yaşıyorlar sahi masallarımızın sahibi koca çınarlarımıza ne oldu ? Kapılarımız kapalı, yüreklerimiz yaralı, taksitlere bölünmüş yaşamın biçare bekçileri bizler, her yerimiz talana dönmüş. Ne oldu bize?
Birbirimize yabancı, birbirimize yasaklı. Biz mi istemiştik? Yoksa birileri mi böyle istedi?..
"Her toplum hak ettiği gibi yönetilir" derler ya,biz mi böyle olmasını istedik,biz mi dünyaya yeni ferman verdik,yeni dünyalar,yeni buluşlar için insanlığın suyuna kibrit suyu dedik, başka ne denilebilir ki !
Oysa şimdi olduğum yerden baktığım da öncesi ve şimdiye; geldiğim yer ne kadar çetinse olduğum yer de o kadar kaygan. Bu dengenin tek sahibi ben değilim. Yaşama tek başlayabilirsin lakin tek devam edilmiyor. 
Hep yapacak ve yetişecek bir şeylerimiz vardır..Aranacak dostlar bitirilmesi gereken işler gibi..Gün daha bitmeden yarının telaşı sarıverirdi. Hep ertelenen hayatımız, yüreğimiz ve özelim-izdi. Dal budak vermeden tomurcuk duygularımızı....
Yarım ve eksik kalır hep bir yanımız. Oysa ölüm yaşa bölmez sıradakilerini..
Öylesine hayatın içindeyizdir ki unuturuz zamanı, kendimizi ve ertelenmiş duyguları,sevileri.
Kırklara varışımız da gözlerimiz den çekilen uykusuzlukları fark eder gibi oluruz. Zaman her dem kendini hatırlatacak. Karanlıklar arasından sıyrılıp gelerek. Gelse de bulunur mu kaybettiklerimiz bilinmez. Oysa hayat içimizdeki kimsesizliği hep hatırlatır durur. O zaman, zamana yenilen yılları ayı tartıdan çıkarıp aklımızın gölgesin de nutkunu tutalım ve yaşam feneri ışığında aranır mı aranırsa da bulunur mu bilinmez yinede hakkını verelim...

Olcay Kasımoğlu

Hiç yorum yok: