Translate

17 Kasım 2019 Pazar

ŞİİRLERİN YURDUNA GEZİNTİ

''Sanat eseri, ustalığını işlevi için göstermeli bence...''
Yaşama sevinci ve direnç vermeli ya da öfkeyi tazelemeli. Ayrıca tutanağı olmalı yaşanılanların.
Hayatımızdaki tüm insanlar ve eylemler bir özelliğimize ayna tutmaktadır. Bu bakış açısıyla bakıldığında şairin ve şiirin farkındalığı olmalı.
Şair;
Sadece kendi yaşamını, yaşadıklarını kaleme almaz, yaşama bir bütünlük içerisinde bakar. Bu bütünün içinde her şey, herkes vardır.
Başkalarının gözünde yüreklere inmenin ince duyarlılığıdır, anlamaktır, anladığını yorumlamak ve sezgilerini, anlatabileceklerini biçimlendirebilmektir.
Şiirse;
Hayatın kendisi ve hayat kadar örgütlüdür ve evrensel bir değerdir.
Şairse olgun insandır ve bu olgunluğun yansımasında, haksızlıklara karşı çıkabiliyorsa, duyarlıysa, eşitliğe, adalete, özgürlüğe önem veriyorsa iyi bir okurda, şair duyarlılığına sahip olabilir.
Şiirin içinde ki yolculuklarımda kimi zaman yüklenip bulutu yağdım toprağa, kimi zaman asi bir rüzgar oldum savruldum diyar diyar.
Düşman kalelerini yerle bir ettim, ihtiyarladı silahlar, hiç bir değer parayla satın alınamadı dizelerimde...
Zaman oldu yalanın, talanın, onursuzun, fesattın üzerine dizelerimle baş kaldırdım.
Kiminin gözlerinde içtim güneşi kiminin mavi saçlarında yıldız oldum kimi zaman da anılar bahçesinde yaşsız bir kalple hayata gülümseyen bir albümün yüzü.
Diyar diyar sevda üfledim dizelerime, üfledikçe sevdadan başka bir şeye inanmıyorum.
Toprak kokusu olmayan yağmur, tuzsuz bir yemek, yolu olmayan bir dağ, mavisiz gökyüzü, çocuksuz anne, dalgasız deniz, aşksız hayat nasılsa ‘’şiirsiz bir hayatta’’ bana öyledir.
Zincirleri yok, ülkesi yok, yıkandığı nehir benim ruhum ve o ruh hiç kimseye kul değil.
Yaşamın içinde gürül gürül akan dingin bir nehir.
Ve şiir, imgesi ve duyarlığıyla insana yer değiştirtmelidir.
Şairin bilinç ve vicdan yurduna iyi bir okurda şair duyarlılığıyla şiirin direngen ruhuna minnetle sarılıyor şiir emekçilerini kutluyorum...

YAŞADIKÇA

İnsan yaşadıkça; sır yerkürenin içinde ki mananın sırrına tam muaffak olamasa da, bir çok şeyi doğru yerden görmeyi ''ÖĞRENİYOR'' sonunda !
Yaşadıkça; yaşamın içine aktıkça, içinde ki öz söyleşir, gönül penceresi açar kapılarını.
Zamanla birlikte; sorular doğruysa hangi duvar yıkılmaz, hangi gönül penceresinden tülü kaldırmaz !
İnsanların içinde; iyiler ve kötüler olduğunu, her insanin içinde,
iyilik ve kötülük bulunduğunu görürsün.
Bu ikilemi, kişinin nasıl yontabildiğini ve hangısını öne çıkarabildiğini etkileşime geçtikçe, yaşadıkça anlarsın.
Sonra insan tenini o tenin altında bir ruh bulunduğunu, ruhun tenin üstünde olduğunu görürsün.
Aydınlanmanın yollarını ararsın; görürsün ki aydınlanmadan, karanlığın yırtılmayacağını görürsün.
Birlikte yaşamanın önemli olduğunu, bunun için ''bölüşmeyi,hakkaniyeti,sosyal adaleti'' öğrenmenin yaşı olmadığını ve insanca yaşamak için elzem olduğunu öğrenirsin.
İnsanların; kendilerine rağmen, gidecek yol bulabildiklerini görür, şaşırırsın.
Kalıplar içinde düşünmenin, düşünce boyutlarını nasıl örselediğinin farkına varırsın...
Gerçeklerin; kimine göre gerçek, kimine göre değil bunu öğrenirsin.
Baktığın yerle, durduğun yer arasında nasıl ince ayarlar olduğunu anlarsın.
Senin doğrunla benim doğrumun, aynı evren de, farklı olabileceğinin şaşkınlığını yaşarsın.
Kapalı pencerelerin ardından hayata bakmakla, gökyüzünde uçan bir kuşun bakışıyla bakmanın farkına, farkındalığına yaşadıkça varırsın.
İnsanın insana üstünlüğü nedir diyen sorular içerisinde bulursun kendini.
Sonra; üstünlüğün kıstaslarında kendine bir yol bulmaya çalışırsın, kendi yüzünü aynada görmeye başlarsın, gördüğün seni yanıltmaz, kendine aydın, kendine adıl kendine insaflı olmayı öğrenirsin.
Kendine yolculuklar başlar...olgunlukla birlikte, kendine saygısı olmayanın yanında saygı aramazsın, mücadele etmekle, gereksiz kavgaları birbirinden ayırırsın...Ve sabrın,değenler için bir mücevher olduğunu, gereksizlere harcandığında ise yerini keşkelere bıraktığını anlarsın....
Vicdan sahibi olmak, vefa...bunlar var ise diğerleri zaten eşlik eder...farkına varırsın.
Namusun ''insan vicdanı'' olduğunu anlarsın ve yalanın ocağı olmadığını, iyiliğe duran hiç bir yerde yeşermediğini VE sevmenin yazılı hiç bir kuralı olmadığını, sevmenin yaşamanın ruh kapısı olduğunu anlarsın.
Anlarsın ''CESARET'' edip yaşamadan, hiç bir gerçekliğin farkına tam olarak varamazsın....
Olcay KASIMOĞLU

15 Kasım 2019 Cuma

Neden Yalan Söyleriz

İnsan neden yalan söyler? Neden buna ihtiyaç duyar ?
Hepimiz, yalanın kötü bir şey olduğunu öğrenmişizdir buna rağmen hepimiz hayatımızda mutlaka bu yola başvurmuşuzdur.
Bazen çok güçsüz kalırız sorumluluk yüklenmemek için yalandan bir şeyler söyleriz. Egomuzu tatmin etmek, acizliğimizi saklamak adına, sevdiklerimizden acı olayları saklamak adına yalan söyleriz…
İnsanlar, yalan ve yalancılık üzerine bir çok görüş ileri sürer, yalanın ne kadar kötü olduğu anlatılır bu konuda örnekler verilir.
Sahi yalan nedir, neden yalan söyleriz?
Karşımızda ki insana, bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylediğimiz her söz bir aldatmaca değil midir?
Böyle bir dürtünün içinde olmak sadece çıkar amaçlımı kullanılır yoksa içinde başka dürtüler varmıdır ?
Mesela; eğlenme, intikam, kötülük yapma isteği listeyi uzatmak mümkün. Bunların hepsi kişinin içsel dürtüleri tarafından tetiklenir.
Korktuğumuz için yalan söyleriz, başımızdan savmak için yalan söyleriz, köşeye sıkıştığımızı hissettiğimizde yalan söyleriz.
Yalan söylemek ve doğruyu söylememek arasında çok ince bir çizgi var.
Doğru söylediğimizde doğacak sonuçların etkileri, karşılayabileceğimiz kadar hafif değildir.
Şuna yürekten inanıyorum; doğru olanı kabul ettiğimizde kendimizle ilgili eksik bir yönümüzün açığa çıkacak olması, yalanı savunma mekanizması olarak kullanmamıza neden olabilir. Yalanın olduğu, yaşandığı bir dünyada kendin olarak kalmak, yalan söylememek gerçekten zor lakin imkansız değil, bunların da bir bedeli var.
Doğru olduğunda ve eyleme geçirdiğinde önünde zorlu bir süreç başlar, kendinden çok yalan söyleyen insanlarla mücadele edersin, yalanın doğurduğu sonuçlar seninde yaşamını dolaylı etkiler.
Doğru olmak o kadar da basit bir tercih değildir. Doğru söylediğimiz de doğacak sonuçların etkileri, karşılayabileceğimiz kadar hafif de değildir.
Doğru olmak her durumda ve olay karşısında olanı olduğu gibi ifşa etmek sorumluluğunu gerektirir.
Doğru oldukça, doğruları savundukça toplumda her zaman güvenilir ve istenen insan olman, yalan söyleyen için seni potansiyel tehlike yapar. Sen onun için bir engelsin ve yok edilmen gerekir o ne kadar yalansa senin o kadar doğru olman onu yolundan alı koyabilir. Doğru olmak emek ister, sabır ister.
İnsanlaşmak, derinliğine aydınlanmak demektir, yalan ise kolaydır emek istemez, sabır istemez hep yolları kısa, kolaydır, zayıf ve mağdur insanların acılarından faydalanmaya açıktır, yüzsüzdür, erdemli olmadığı içinde her yol onun için mubahtır.
Bazen uğranılan haksızlıklar sonucu birikmiş öfke de yalanın nedeni olabilir. Bazen de yalana neden olan zihin karışıklığıdır.
İkili ilişkilerde sık sık yalan söyleniyor olmasının nedeni genellikle çıkarlar için kullanılan en doğru yöntemin yalan olduğunu tecrübe etmiş olmakla birlikte en kolay yol olduğu için maalesef en sıkta başvurulan iletişim tarzı olmuştur. Söyle kurtul, ne kadar basit değil mi !
Düşünsenize ; etrafımızdaki herkes bunu yapıyorsa ya da doğruluk konusunda edinmiş olduğumuz hassasiyet ilişkilerimizi zorlaştırmaya başlıyorsa, yalnız kalmaktan korktuğumuz için geliştirilmiş bir alışkanlığa dönüşmüş olabilir yalanlarımız.
Aslında yalan söylemekten çok yalan söyleten durumları incelememiz gerekir.
Bir insan neden yalana ihtiyaç duymak zorunda bırakılır, bunu da sorgulamamız gerekir. Biri bize yalan söylediğinde oturup bunu düşünmemiz gerekir. Onu, "neden yalan söylemek zorunda bıraktığımızı"...
Elbette bize yalan söylendiğinde kendimizi kötü hisseder ve tek suçlunun yalan söyleyen kişi olduğuna yürekten inanırız. Ama çoğu zaman bu doğru değildir.

Kişilerin özel alanlarını ihlal etmemek gerekiyor. Söylemek istemediği bir konuda ısrar edersen, susma hakkını elinden alıyorsun o zamanda zorla söylettiğiniz sözcükler ürkütülmüş gerçekler halini alır, sizde azmettiren olursunuz ne kadar düşündürücü bir sonuç değil mi!
Bazen sırf kendi merakımızdan dolayı insanları zor durumlarda bırakıyoruz.
“Bilimsel olmayan merak maraz doğurur” Evet hayatımızda yalanlar olmasın, yalan söylememek için kullandığımız susma hakkı da ihlal edilmesin bu çok önemli...

İnsanlar yalan söylemek zorunda kaldıkları insanlardan uzak durmak isterler, buda zamanla köprülerin yıkılmasına ve aşılmaz duvarların oluşmasına neden olur.
Her ne olursa olsun yalanın mazereti, yalanı meşru yapmıyor.

Yunus Emre’nin şu sözünü severim; derler ki ''ey yunus, ormanda başka ağaç yok mu hep dosdoğru odunlar getirmedesin'' soran Taptuk emredir ve Yunus Emre derki bu kapıdan odununda eğrisi giremez...Bu kadar, kalben inandığın gibi yaşarsın...

Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalanın olduğu yer bataklık gibidir, inandıkça içine çeker. Doğru yalnızdır, çamurla sıvanamaz.

Yalanın geleneği var, takipçisi var, kolayına kaçmanın emeksiz sığınağı var. Oya senin doğrunun her gün emeğe durması var, her gün doğan gün gibi arınması gerek.
Doğru bilenmeli, sınava çekilmeli, yenilmeyen doğru yenmiş sayılmaz ki !
Yalana karşı, içinde sabrı işleye işleye, emeği bileye bileye…
Olcay Kasımoğlu

14 Kasım 2019 Perşembe

Üretmeyenlerin Değerinden Söz Edemeyiz.

''Her başarılı, zengin insan mutlu insan demek değildir. Mutlu olmak bazen küçük bir dokunuşta, içten bir gülüşün hüznümüzü dağıtmasında, bazen de içten bir sarılmanın enerjisinde saklı. Maalesef kalıplar içerisinde veriliyor hayatın dinamikleri.
Oysa sağlıklı geçirilen bir çocukluk ne kadar önemliyse yetiştiğimiz çevre, aldığımız eğitim, içerisinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik durum ve bununla birlikte yaşamı birlikte paylaştığımız insanların bize yansımaları da bir o kadar önemlidir. Burada kişinin öz yeterliliği devreye giriyor. Eyer insan kendi yetkinliğine ulaşmamışsa her zaman çevresinin etkisi altında kalıp yaşam pratiğini oluşturamaz. İpotekli bir kişilikle, başkalarının kendi üzerinde söz sahibi olmasına sesini çıkarmaz. Çoğu zaman unutur kendini. Gün gelir yaşam kayınca ellerimizden, kaldırıp baktığımızda kaçırdığı zamanlara bir ah çekeriz. Geçmiş zamana, kaçırılmış fırsatlara hayıflanmak insana hiç bir şey kazandırmıyor. Yaşarken anların kıymetini bilmek, kişisel kaynaklarımızı da seferber etmemiz gerekir. Herhangi bir işi yaparken ortaya koyduğumuz tavır ve davranışlar kişiliğimizle ilgili önemli ipuçları verir. Bir işi nasıl yaptığımız karakterimizi yansıtır. İnsanların işlerini nasıl yaptığına dikkat edin. Duygularını ifade ederken kullandığı kelimelere, olaylara bakış açılarına, çocuklar ve yaşlılar hakkında ki düşüncelerine dikkat edin… İnsan sevmediği hiç bir şeye değer katmaz sadece vazife bilir. Kuralına uygun yapar, İçinde nezaket, hoşgörü, içtenlik olmadan sunulan her şey yavan ve gösterişten ibarettir.. Teknolojik bir rehberden hiç bir farkı yoktur aynı zamanda. İnsan hayati olumlu-olumsuz, küçük ya da büyük başarısızlıklarla doludur. Fakat yaşadığımız başarısızlıkların bizi daha güçlü kıldığı zamanlar da olur. Karşılaştığımız engeller yeteneklerimizi biler; hiç farkında olmadığımız yeteneklerimizi keşfetmemizi sağlar. Karmaşık ilişkiler içinde var olmaya çalışmak bize hayat dersleri verir. Başarısız insanlar, genelde yeteneksiz oldukları için değil, hayat onları zorluklara hazırlamadığı için başarısız olurlar. Sorunlar ve zorluklar bu anlamda en değerli öğretmenlerdir. Birçok başarılı insanın mutlu olmaması bundandır. Önemli olan sadece hedefe varmak değil, vardığımız yerde kendimizle barışık olmak ve gerçekte ne yaptığımız, ne söylediğimizin farkında olmak daha önemlidir. Yaşamımız karmaşık ve ne istediğimizi bilmiyorsak her zaman mutsuz olup mutsuz edeceğiz. Önce kendimize karşı dürüst olalım. Dürüstlük ve erdem, kişiler ve kişisel çıkarlar değil değerler üzerinden verilen mücadeleyle gerçekleşir. Hırsların ve ihtirasların başladığı yerde saf duygular sona erer. Doğal yapıya ters olduğundan, dünyadaki nüfusun büyük çoğunluğu, açıktan yalan söylemez. Onun yerine dolaylı yollardan yalan söylemeyi seçerler.Hiçbir zaman özgür iradeleriyle yaşam üretemezler. Üretmeyenlerin değerinden söz edemeyiz. Doğal yaşamakla ve yaşamsal hakka saygı duymakla, kendini bilmekle başlar anlamlı yaşamak…Harika bir dünya sahnesi var ve herkese yetecek kadar görev dağılımı. İster seyirci ol, ister yönetmen veya oyuncu, yeter ki insan olalım. 'İnsan olmak' en mühimi ve sevmek, sevgiyi seçmek en güzeli... Yeter ki öze dokunsun ve candan olsun, hakka, adalete, sevgiye ve demokrasiye inanalım. Hayat bizi yargılamaz, kendi içinde ki öze ulaştırmak için, bütün evreni kalbimizle dinlemeye davet eder. Yeter ki kendin ol. Kendi hikayenin kahramanı ol ve başkalarını ışığınla aydınlat. Olman gereken değil, olmak istediğin şey ol.''

Tutkulardan Arınmış Bir Zihin Kale Gibidir

İnsan hayattaki amacını bilmezse en küçük sapmada umutsuzluğa düşer, yol ayrımlarında karar veremez. Verdiği kararlara hep keşkeler, amalar karışır. Hayattan ne beklediğini bilmeyenler ne yaparlarsa yapsınlar doyuma ulaşamazlar.
Yazık, güzellikten dem vurup ama'ların üstüne çıkamayan kişilere!
Her insan hayata başlarken hamdır ve hepimizin incinen, su alan yerleri var. Ne olursa olsun hiç kimse meyveler gibi bekleyerek olgunlaşmaz. İnsanın olgunlaşması için emek vermesi, çaba göstermesi gerekir. Yaşantı insana deneyim katar katmasına lakin tek başına olgunlaşmaya yetmez. Yaşlanan ama hiç olgunlaşmayan insanlar vardır. Eğer kişi farkında-lığını geliştirip kendine emek vermezse, olgunlaştırmazsa gönlünü, aklını sadece başkalarının ona biçtiği rol modeli oynar. Oysa; ''Hangi masa üstündür insandan, muhabbeti koyultmamışsa ırmak gibi''
Yaşam sürprizlere gebedir. Aynı zamanda hareketi sever. Hiç bir şey kendiliğinden oluşmaz. Her şeyin kendi içinde bir anlamı ve işlevselliği vardır. Bu işlevselliği harekete geçiren kendi kişisel deneyimlerimiz, beklentilerimiz, hedeflerimiz ve yaşamdan ne beklediğimizle yakından alakalıdır. Sadece oturduğumuz yerden yaşamın döngüsüne hizmet edemeyiz yada sadece seyrederek içimizin akışına bir yol çizemeyiz.
İnsan son nefesine kadar yaşamına yön verecek bilgeliği önce kendi istem ve iradesiyle harekete geçirebilir. Ondan sonrası zaten enerji ve arzuların, isteklerin doğrultusunda kendine akacak yolu muhakkak oluşturur. Değil mi ki hayat okulu bir ömür boyu devam eder.
Buna rağmen insan yaşamı yerleşik düzene geçtiğinden beri sistemli şekilde eğitim kurumları ile insan eğitimi ve gelişim psikolojisi üzerine tez ve anti tezlerle insan yaşamını anlamlı kılmak için bir çok program geliştiriyor. Bütün bu çaba ve verilen emekler yine gelip insanın kendisinde anlam buluyor. Çünkü insan kendi yaşamından sorumludur. Bu sorumluluk bilincini oluşturmak her ne kadar toplumsal sosyolojinin görevi gibi kabul edilse de insan anlayan, sorgulayan bir varlıktır.
Varlık bilincinin fakında değilse farkındalik oluşturması zor oluyor. O zaman değişen, gelişen dünyayı ve toplum yaşantısını anlamaktan uzak kalıyor. Hazır verilen toplum yasalarını peşinen kabulleniyor.
Yaşadığı toplumun ortak kazanımlarına, kayıplarına duyarsız kalıyor. Bencil, peksimet kişiler yetişiyor. Kendini dev aynasında gören cüceler memleketinde ayaklar baş oluyor...
Hiç bir yanlış devam etmek zorunda değildir zira insanlar ölümlü ve toplumsal hiyerarşi ise devam eder. Önemli olan yaşarken yaşamı anlaşılır ve anlamlı kılmak. Başkalarının bize biçtiği elbiseler beden ölçülerimize uymuyor.
Gün geliyor kopçası bir yerden kopuyor. Koptuğu yerde keder bırakıyor. İnsan en çok kendine haksızlık ediyor, en çok da kendinden ürküyor. Yaşamla yüzleşmekten ödü kopuyor. Bir can işte ve yaşam sınırlı. O zaman bu kadar kasıntı, bu gözü açlık, oburluk niye?
Sonuçta yaşam veresiye verilmiş her haliyle o zaman taksitlere bölünmüş bu ömrü, her mevsimin hakkını vererek yaşamak varken neden sığ sularda yüzmeyi seçeriz?
Başkalarının kayıplarından kendimize pay çıkarır en çok da kendimizde eksik bulduğumuzu başkalarının gözlerinde arar, kendimizi unutmaya çalışırız. İnsanız işte. Ağlayan, seven,acı çeken, soran, sorgulayan ve her zaman insan insana gerek anlayışıyla insan sıcaklığına ihtiyaç duyan ölümlü varlıklarız. Ömür sonsuz değil ki?
O zaman niye bu kadar acıyı ve gözyaşını kutsayıp, insan kanından gelecek inşa etmeye çalışıyoruz?.
Herkes umutsuzca başkalarının gözlerinde onay, hayranlık yada sevgi arıyor. Tutkulardan arınmış bir zihin kale gibidir, insanların sığınabileceği daha güçlü bir yer yoktur.

Maalesef bunları okullar da bize öğretmiyorlar. Bu gerçeğin farkına varmamız da zaman alıyor. Birey olarak bu farkında-lığa erişip hassas dengeyi yakaladığımız zaman, hayatın bize sunduğu fırsatları daha iyi değerlendirebiliriz. Yaşamı sadece kitaplarda okuyarak inşa etmeye çalışanlara yaşam çok da bir şey katmıyor eyer derinliğine aydınlanmamış-sa, egolarından sıyrılmamış-sa.... Yaşam, hareketin içinde olan insanlara bir şeyler katar. Boşuna demiyoruz seyirci değiliz yaşamın ta kendisiyiz. Yazanlar, çizenler sadece hayal gücünü kullanarak bir ürün ortaya çıkaramazlar. Kuru, işlevsiz bilgi yüklemesinden öteye gitmez. Yaşantıyla birlikte hayal gücünü harekete geçirerek yaşama kalıcı izler bırakabilirler. Yaşamı tüy döşeklerde istirahat yeri görenler yaşamı ıskalarlar.
Olcay Kasımoğlu

Bazı Hikayeler Yarımdır


Anlamadıysan yeniden yaşarsın
Fark ettiysen yenisini yaşarsın.

Mevsim sonbahar, göçmen kuşlar çekildi yuvalarına. Tomurcuklar başını gömdü toprağın karnına ve her şey bir o kadar suskun bahara..!

Ya insan, insan kendiyle boğuşuyor, çelişiyor unutuyor insan olduğunu.
Her şey yaşamak üzerine kurgulanmışken, tüm şarkılar, türküler buram buram yaşam ve sevda kokarken, insanlar da bir dünya, bir mal mülk edinme telaşı!

Yaşarken mi öldürüyoruz sevdiklerimizi, yada gülde dikeni unutan biz miyiz ?
Dokundukça ''Ah'' diyen sese kulaklarımız sağır, yüreğimiz kör, kapılarımız kilitli, ruhlarımız sakat.
Bir dünya telaşına kapılmışız, bir ben bilirim, bir ben haklıyım nidalarıyla kendi içimize yuvalanır dururuz.
Telaş dediğinde, maldan mülkten, mevkiden, diplomalardan, başkalarının gözünde değerli olma, onanma sancılarıyla etrafımıza örülmüş bir cendere.
Sevmiyoruz kendimizi.
Yaşamı kutlamak değil, ölümü kutsamak öğretiliyor bize.

Ölüme dair, Seneca’nın seslenişi oldukça etkileyicidir;

“Ölümün olduğunu öğrenir öğrenmez, hayattan çekilmeye karar vermemişsek, burada bulunmamızın tek nedeni var mutlu olmaktır.
O zaman, üçgenin ille de üç kenarı olacak diye bir kural koymaya biliriz…” Ama insanoğlu kural koyar, insan oğlu nefsinin kölesidir, çok azı nefsini terbiye eder. ben ben diye bağırır durur, bencildir.
Kendimize adil, kendimize namuslu, kendi egolarımız tavan oldukça , aramızdan usul usul kayanları göremeyeceğiz, sessiz çığlıkları duyamayacağız.

Ozanın dediği gibi, “Hayat sunulmuş bir armağandır insana.” ama ne kadarımız bu armağanın değerini biliyor, ona hakkını veriyoruz?
Yoksa, hoşumuza gitmeyen bir armağan gibi, onu bir kenara koyup, eskimesini, yok olmasını mı bekliyoruz?

Ya da kaybetmek midir ölüm?
Varlığın esas olan huzura, serbestliğe kavuşması mıdır?
Her ölüm, erkendir diyen şair yanıldı mı bir yerde?
Esas olan, yaşamın ne manaya geldiğini çözemeden ayrılmanın garip yoksulluğu mu, yoksa sonsuzluk dediğimiz, aslında yaşamdaki sonsuzluk değerinde bir an mıdır?

"Çoğumuz ömürlerimizi sadece minik bir "kelebek etkisi" için yaşıyoruz belki de. Ama o etkiyi yaratacak dönüşümlerden ya da çabadan fersah fersah uzağız. Haliyle dünya bir bumerang gibi bize geri dönüyor bu durumda, hiç değişmeden... İşte bizim trajedimiz bu, içten dışa büyüyen bir kısır döngü."
Oysa, insanın huzur ve memnuniyeti dışarıda değil içindedir.

Ve bizler ölümlü dünyaya, bitimli hayatlar almaya çalışıyoruz, birde bakıyoruz ki;
“Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrümüz, vakit gelip, sandıktan çıkarttığımızda bakıyoruz tedavülden kalkmış.

Evren bile tamamlanmamış hiç bir şey bırakmazken, eksiğe müsemma gösterir mi yaşam sizce?

Bitmemiş aşklardan düğümlere, yaşanmamış duygulardan tatmin olunmamış ilişkiye, dengesi şaşan terazinin eksik kalan kefesine, gizliye saklıya, arkadan iş çevirene, hırsından delirene, tutkusuna yenik düşene, can yakana, can alana, dönüşüme direnene, dönüştüremeyene, ben deyip bize geçemeyene yaşam bir şey verir mi sizce?

Bir insanın yaşama kattıkları, kültürü, ahlak anlayışı, ait olma bilinci kendine namuslulardan olmamalı.

Yaşama kırgın, kendimize küs, umutları ayağından vurup, bir ipe dolayıp boynumuzu yada kör bir kurşunla hoş çakal diyenler kadar, yaşarken kendini bulamayanlarda beni bir o kadar üzer...

Olcay Kasımoğlu


13 Kasım 2019 Çarşamba

Neyin Ne Olduğunu Anlamak İnsanı Besler.

İnsan önce kendinden başlamalı.
Kendini bulmayan, kendi olmayan kendine ait bir yaşam oluşturamaz.
Bilgi ve eylem insanı değiştiren iki temel araçtır. Ne sırf bilgi, ne de sırf eylemle köklü bir değişim gerçekleştirilemez.
Bu çağ sığ adamların, paranın tanrısını yaratanların, gözümüzün içine baka baka yalan söyleyenlerin çağı olsa da halen inanıyoruz doğrunun haklının kazanacağına.
Üreten insanların saygısını ve başkalarındaki en iyiyi bulabilmek ve dünyayı olduğundan biraz daha iyi bırakarak terk etmek, sırf siz yaşadınız diye bir insanın daha rahat soluk almış olduğunu bilmek… İşte, başarmış olmak budur.
Bakın;
Anetta Inselberg'in dediği gibi bir karga boku kadar bu hayata bir katkımız var mı?
Okuyalım bakalım;
''Köy yerinde ikindi vakti.
Çıt yok.
Herkes susmuş, sessizlik konuşuyor.
Zaman durdu sanki.
Birden bir damlama sesi.
“Şıp…Şıp!.”
Alt mahalledeki çeşmenin musluğu bu.
Tamir edilmeli.
O arada yan arsaya bir karga kondu.
Tedirgin ama ürkek değil.
“Gakk!”
Biraz etrafı kolaçan etti.
Sağa sola baktı, yere pisledi.
Sonra kanatlandı, gitti.
Gece bir domuz girdi o arsaya.
Karganın pislediği yeri eşeledi.
Domuz eşeledikçe toprağın üstündekiler alta indi.
Aylar sonra bir fidan bitti orada.
Karganın pislediği yerde.
Yavaş yavaş büyüdü.
Dal oldu, yaprak oldu.
Ve bir ağaç oldu..
İncir ağacı.
Önce karıncalar sardı ağacı.
Sonra sinekler, sonra börtü böcekler.
En son da kuşlar.
Böcekler ağacın filizlerini, meyvalarını yedi, kuşlar böcekleri.
Alakargalar da incirleri.
Hayvanlar alemi o ağacın çevresinde bir dünya kurmuşlardı kendilerine.
Karganın pisliğiyle harcı karılan, domuzun eşelemesiyle temeli atılan bir dünya.
O yan arsada yaşam böyle süregiderken, bir insan çıktı ortaya.
Arsayı satın almış.
Önce duvarlarla çevirdi dört tarafını.
Üstünü tel örgülerle sardı.
Böylece domuzlar gelmez oldu.
Sonra börtü böcekten şikayet etti.
Etrafı zehire boğdu.
Karıncalar, sinekler, böcekler bir bir öldü.
Ardından onları yiyen kuşlar.
Sadece bir ağaç kaldı ayakta.
Hayvan mezarlığında bir incir ağacı.
Tek başına.
En son onu da kesti adam.
Oradaki hayatı bitirdi.
Bir çuval inciri bok etti!
İnsan denilen yaşam türünün bilimsel adı, Homo Sapiens.
“Düşündüğünün üstüne düşünebilen insan” demek.
O zaman düşünelim.
Herkes kendisine sorsun.
Çevreye, doğaya bir karga boku kadar katkım var mı?''
Yaşam bir bütündür. Her şeyin özüne gitmeli insan görünene değil.
Bazen bildiklerimiz, gördüğümüz kadardır. Gördüğümüz baktığımız kadar ve baktığımız düşündüğümüz kadardır. Baktığımızı görmez, gördüğümüzü düşünmezsek eğer, gördüğümüzün bildiğimize sığmadığını da göremeyiz

12 Kasım 2019 Salı

Çözümü Olan Her Sorun Küçük Sorundur.

yürek bahar yeridir ey can
tohumla gövdene beni
yazgısı türkülere yoldaş bir atlastan geldim...
kalbimizde ki direngen düşleri
aşıla çiçeklenmenin yurduna
başlayanım yeniden...

Yaşamımız boyunca hepimizin yaşadığı sorunlar olmuştur, çözümsüz görünen, bizi yaşamın bitim noktasına getiren...
Oysa belli bir zaman sonra aslında hiçbir şeyin durağan olmadığının, acının, sevincin, kederin zamanla yer değiştirdiğine kendimiz şahit olur ve deriz ki aman Allah'ım ben nasıl bu kadar dayanabildim yada ne kadar mutluymuşum da kıymetini bilmemişim.
Bu ve bunun gibi bir çok şeye hayatımızın belirli dönemlerinde zaman, kendimizi şahit kılar.
Aslında ölüm dışındaki tüm sorunlar küçüktür!
Bunu gerçekten büyük ve çözümü zor problemlerle karşılaştığımız zaman anlarız.
Telafisi imkansız tek şey var: oda ölüm.
Yaşıyorsak sorun yok! Nasılsa çözeriz, nasılsa bir telafisi olur ama iyi ama kötü.
Önemli olan problemlerin üstesinde gelebilmek, hayata olumlu yaklaşmak ve umudumuzun tükendiği anlarda bile yeniden umutlanmak, olumlu yaklaşmak, umut insana moral verir, yaşama gücü verir, en kötü olaylara bile olumlu bakış açıları geliştirir.
Hayat birilerine, birilerinin sırtına dayanarak kendini sana adil kılmaz, kendi kanatlarıyla uçmanın bedelini bir dönem için ödemeyen insanlar, kendi kafeslerinde kalmanın, kendi farkındalığının yaşamamanın bedelini bir ömür boyu öderler…
Bizler yaşamımızı kolaylaştırmak adına öyle kurallar, öyle ilkeler koyar ve kabul ederiz ki sonuçlar sebepleri unutturur ve kaderimiz olur.
Bunlar genellikle biri söylediği için inandığımız ve asla üzerinde düşünme ve araştırma zahmetinde bulunmadığımız şeylerdir.
Yöresel adetler, gelenekler, töreler, dinler, felsefeler, efsaneler, hepsi dogmatik inanç biçimleri olarak bizi yönetiyor. Kan davaları, dinsel ritüeller ve daha birçok şey.
Bir deli Kuyuya bir taş atıyor, kırk akıllı çıkarmaya çalışıyoruz.
Biz aklı hep cebimizde saklıyoruz.
Düşünmek ve araştırmak ve daha iyisini ortaya çıkarmak yerine, bir başkasının düşündüğüne, hazırladığına ve ortaya çıkardığına peşin kabul veriyor ve üzerine atlıyoruz.
Oysa güç beynimizde, akla hayale gelmeyecek kadar mucizevi bir çark dönümü bedenimiz.
Her karesi hayata göre kurgulanmış. Bize kalan ise bu senfoni orkestrasına iyi bir şef olmak.
Hangi notanın hangi tuşuna nasıl basmamız gerektiğini bilmek; ondan sonrası tamamen bizim irademizle, dış dünyamız da bizimle gönüllü duygudaşımız olacak.
Belli mi olur bir tek kelime yeniden yeşertir umutları, bir kökün bin dala durması gibidir hayat...
Hayata olumlu bakan insan, olumlu bakıştan üreyen umut ve cesaretle, daha cesur ve sevgi dolu oluyor.
Olcay KASIMOĞLU

11 Kasım 2019 Pazartesi

SANAT İFADE ÖZGÜRLÜĞÜDÜR

Gerçek sanatçılar halkın sesine kulak verenler, toplumun yapısını tanıyanlar ve beklentilerinin farkında olan insanlardır.
Diyor ki Mevlâna: “Senin kabın küçükse deryanın bunda suçu ne?''
Dünyayı, evreni anlamlı, anlaşılır hale getirmek için bütün sanatın dallarına ihtiyaç var.
38. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, bu yıl "Edebiyatımızda 50 Kuşağı" ana temasıyla TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi-Büyükçekmece' de ziyaretçilerini ağırladı.
Yurt içinden ve yurt dışından 800'ün üzerinde yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katıldığı fuarda, panel, resim sergisi söyleşi, şiir dinletisi ve kültür etkinlikleriyle yüzlerce yazar okurlarıyla buluştu.
Kitapların kokusu fuarın her tarafına sinmişti.
Özellikle insanların yüzünde öfkeye, nefrete, endişeye yer vermeyen cıvıl cıvıl bir ortam vardı.😊
Kitap raflarına uzanan eller, yazarla sohbet, sonra göğsüne bastırdığı kitaplarla yüzünün içi gülen insanlar gördüm.
O insanlardan biri olmak, okurla buluşmak beni onurlandırdı.
Emek verdiğim, önemsediğim, değerli bulduğum sanata olan inancım bir kez daha yenilendi.
Gelerek, değerli zamanlarını bana ayıran dostlarıma, arkadaşlarıma, kıymetli okurlarıma çok teşekkür ediyorum.
İlkeli olmak bir ''YAŞAM'' biçimidir, kirlenmişliğe karşı bir duruş sergilemektir...
Yerelden evrensele sanatın bütün dallarıyla, daha çok halkın ve hayatın sesini dinleyen bir aydın kuşağına fazlasıyla ihtiyacımızın olduğu bu günlerde;
Yeniden sorgulanmalı, yeniden barışın ve sevginin dili hakim olmalı dünyaya....
Herhangi bir konuda tarafsız değerlendirme yaparken, özellikle kişisel görüşümüzü değerlendirmenin dışında tutmak çok önemlidir.
Bir çok insan hiç kimsenin ya da hiçbir görüşün etkisi altında kalmadan, olayları olması gerektiği gibi objektif değerlendirmek ve yorumlamak olgunluğuna, bilgeliğine sahip değildir.
Özellikle kendi düşüncesi konusunda fanatik, eleştiriyi kaldıramayan, insanlara zarar veren, em-pati yoksunu insanların verdiği zarar tahminler ötesidir.
Ne olursa olsun, kendi kişiliğimiz ve değer yargılarımız olsun.Vicdanlı ve dürüst olmak, çıkarcı olmaktan iyidir.
Durduğumuz yerin ve yaptığımız eylemlerin bilincinde olalım.
Rengimiz belli olsun; açık, anlaşılır ve net olalım.
Neyi savunduğumuz, neyin yanında yer aldığımız ve nasıl bir dünya görüşüne ve inancına sahip olduğumuz, eylemlerimiz bizim nasıl bir insan olduğumuzu ortaya koyar.
Kapalı kutular içinde yaşayarak engin olunmaz. Sadece büyümüş bedenlerin içinde kendimize gizli saklı yaşıyoruz, yüreğimiz üşüyor, ne garip değil mi?
Kendimize göre bakarsak hayata, sadece kendimize ait tarafını görürüz.
Genele bakmak için ise evrensel olanı düşünmeliyiz.
Ancak o zaman dünya vatandaşı oluruz.
Ancak o zaman üreten, sorgulayan, yaşama anlam katan bireyler oluruz.
Ancak o zaman başkalarının acılarına kör, sağır olmayız....
Her evrim gibi insan sanata muhtaçtır.
Böylesine öfke ve nefret dolu bir dünyada sanatın ve bilimin iradesini hakim kılarsak yeryüzüne, bizi bir arada tutan ortak değer yargılarını koruyabiliriz.
Yeryüzünün tüm bu uğultusuna rağmen; çağının ve içinde yaşadığı toplumun problemlerine çözümler getiren gerçek bir aydın ve gönül adamı olan herkes ön yargıların, haksızlıkların karşında bir duruş sergilemeli.
Bu bizim kendimize ve insanlığa karşı sorumluluğumuzdur.
Bu ister yerel, ister büyük medya kuruluşları olsun, emeğin önünde ki en büyük engeli; çıkar ilişkileri, egoları, küçük hesapların kabaran adamlarını artık atmalıyız üstümüzden.
Bütün hizmet birimleri değerlidir, önemsenmeli, imkan verilmeli.
Sanatın olduğu yerde nefret, kin, kan olmaz.
Üreten ve yaşama incecik dokunuşlar bırakan bütün edebi paylaşımların gerçek sahiplerini saygıyla selamlıyorum.
Sanatı ve bilimi yaşam felsefesi yapanlara minnetle…
Olcay Kasımoğlu

Bir Zevk Ve Duygu İşi

Tüyap Fuarının bir bahçesi var ki, ruhumun kendine ayna kabul ettiği o incelikli derinliğe dokunmadan geçmek resim sanatına haksızlık olurdu.
Dolaşırken ressam Mehmet ALBAYRAK' la yolumuz kesişti.
Yüreğimin yurduna bağdaş kurmuş resimlerinize bakmaktan gözlerimi alamıyorum, dedim.
Gülümsedi.
'Sanırım sizde sözcüklerin yurdusunuz', dedi.
Gülümsedim.
Bizim oralardan, kadınlardan, çocuklardan ve şimdiki zamandan sohbet ettik.
Oldukça keyifli ve hoş bir sohbetten sonra iyilik dilekleriyle ayrıldık.
Ruhumda esintisi kaldı.
Ne güzel insanlar var, güzelliği bulduğum her insana minnetle teşekkür ediyorum...
Teşekkür ederim insanların görünmeyen kırk kilitli dert odasını fırçasıyla havalandıran güzel insan.
Sonra yayın evimin bulunduğu bölüme geçtim, kendi kendime gülümsedim. İyi ki varsın sanat ve iyi ki varsın zaanatkarlar dedim kendi kendime...
Baktığım her resimin içine daldım. Yoksa cemalim olsa ne olur olmasa ne olur. Ruhuma hissettiklerini içtim, dokundum gözlerimle...

Sonra;
Resimle ilgili şimdiye kadar çok az yazı yazdığımı fark ettim.
Resim nedir yada resim yapan insanların nasıl bir düş gücü ve doğayı algılama gücü vardır ?
Bunları düşünürken ''resim yapmanın'' renklerin dansı olduğu ve bir zevk, duygu işi olduğunu,özellikle resim yapan insanların, gözlerinin ne kadar keskin olabileceğini düşündüm.
Her mesleğin kendi içinde incelikleri var.Şiire;
El, göz, ruh olmayı seven aklım ve beynim 'içimdekilerin sahiciliğini inandırmak için dünyaya resimler çizeceğim diyor...

Evet, insan en içten yerinden hareket ederek bir şeyi iyiye doğru geliştirmeli, gerekli olan budur bize.
Özellikle resimleri işleyen ressamları düşündükçe; resim sanatının bir hesap ya da bir usa vurma işi olmadığını düşünüyorum.
Özellikle son günlerde ziyaret ettiğim müze ve resim sergileri; yaşanmış uygarlıkların bize bıraktığı esintiye kendimi bıraktıkça düş dünyamın nasıl zenginleştiğinin farkına varıyorum.
Özellikle resim sanatında dile düşmeyen sözcüklerin katar katar olup, renklere bulanıp tablolarda inci gibi dizilip bize gülümsemesini görüyorum.
Bununla birlikte, ihanetin, açlığın, adaletsizliğin ve savaşın olduğu dünyaya baş kaldıran fırçalarını renklere batırıp tabloların bağrına sürenleri görünce, bir kez daha sanatın önünde saygıyla eğildim.
Sanat var oldukça ve bilim sanatla beslendikçe; doğanın ve insanın yoldaşlığı daim olacak...
Olcay KASIMOĞLU

8 Kasım 2019 Cuma

Dinlemesini Bilmek Ve Anlamak İçin Dinlemek

''Say ki kayboldum, say ki kendime saklanıyorum...''
Umutlar;
Sevda kokan bir uçurtmanın kanatlarında
Rüzgarın tenine dokunmakmış
Aşk;
Bir kelebek misali
Avuçlarımdan kayan ve tutamadığım
Sevda;
Kanatları olmayan bir güvercinin
Göç ederken yalnızlığa
Yaz sıcağında üşümek
Kış ortasında yanmakmış yokluğuna.!
Kendimizi ve doğayı tanımak için, duyguları, düşünceyi ve eylemi uzlaştırmak için, bireysel ve toplumsal yaşamı uyumlaştırmak için, bencilliğe karşı cömertliği anlamak ve yaşamak için, ayrımların karşısına bütünleşme fikrini koyarak; hoşgörü, sevgi, anlayış, saygı gibi değerleri anlamak ve yaşamak için, yaşamın bilinçli bir kaşifi olabilmek için, daha iyi bir dünya ve iyi bir yaşam için; insan olduğunun farkına varan, maddi ve manevi faaliyeti sırasında hem kendi hem de toplum hayatının şartlarını oluşturan motivasyon ve eğilimlerini iç çatışmaları azaltacak şekilde örgütleyip kaynaştıran, diğer kişilik ve karakterlere karşı uyumlu davranış sergileyen, başkalarını türlü açılardan ve değişik yöntemlerle değerlendirebilen kişilikli insanlara ihtiyacımız var...
Ve dinlemesini bilen insan, sorunların tespiti ve çözümünde daha az hata yapar.
Dinleyerek daha iyi gözlemler yapar. Farklı bakış açıları edinir. Ön yargıdan uzak objektif kararlar verebilir. Problemlere yeni çözüm yolları bulur.
İnsan kendi iç sesini dinlediği zaman başkalarının sesine de derinlik kazandırır. Empati yeteneğini geliştirir. Başkalarını duygu ve düşüncelerine, kim olduğuna ve neler yaşadığına daha derinlemesine yaklaşır. Kendimizi dinlediğimiz de güçlü ve zayıf yanlarımızı keşif ederiz böylece başkalarının da artı ve eksilerine yaklaşım tarzımız değişir. Daha insanı bakış açıları kazanırız.
Dinlemek öze inmektir, bakılan ama görünmeyenlere dokunmaktır. Karşımızda ki insanlara gönül gözüyle dokunduğumuz da biz onun en yakını oluruz.
İnsanların duygularını anlamak kendimize olan güveni artırdığı kadar başkalarının da bize güven duymasına neden olur. İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman daha dikkatli ve özverili oluruz. Başkalarının duygularını örselemeden onları anlamaya çalışırız. Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman evrende bizi dinler. Yoksa, neden ve niçinlerle, endişe ve kuruntularla geçen bir yaşamın değer ve anlamı ne kadar olabilir ? Mutluluğu sağlayan en temel duygu, sevgi ve ona yol açan anlayıştır. Sağlıklı ilişkilerde yürek işlerinin pazarlık payı olmaz. Sevgimiz yok hiç bir şeyimiz yok. Belki de yeniden öğrenmemiz gereken budur...

Olcay Kasımoğlu

Sevmek Onun İyiliğini İstemekti

Sevgi sadece seviyorum demek değildi..
Sevgi sahip çıkmak, gözüne gözünü bırakmaktı.
Karşılık beklemeden onun varlığına adanmaktı.

Elimi yüreğime koyduğumda anladım ki 'sana İhtiyacım var' demek ne güzel bir mucizeymiş.

Biri için endişelenmek, onun için yollarda yürümek, avuçlarında yüreğini taşımak, sevginle sevdiğini şımartmak, onun canı acıdığında o acının içinde olamadığın için sımsıkı sarılmak.

Sevdikçe kainatın sende toplandığını görmek.
Kendini aşarsın ''sevince'' tüm iyiliklerin içine aktığını hissedersin.

Kalayım sevgili kapında, eşiğinde kalayım demekse sevgi; ne mutlu içine düşene !
Çok büyük umutlara bel bağlamak ta değildi.


Sadece umut dolu ışıltılı gözlerini görmek yeterdi sevgiyi anlamaya..
Sevgi inanmaktı..Sevdiğine inanmaktı...sorguya, suale durmadan inanmaktı.
Sevgi "sonu olmayan bir varıştı sevgiliye" sonlanamayan bir varoluş...


İnsanın en büyük erdemi insanlığın tutunacağı en güzel kökü sevgidir.


Ve insanlar kelimelerle, sözlerle bir şeyler anlarlar ama birbirlerini o kelimelerden, o sözlerden dolayı anlamazlar. Sözleri aşan bir anlaşma alanı vardır insanlar arasında. Tabii burada sözlerin vazgeçilmez bir yeri vardır ama insan anlaşması sözle olmaz. İnsan anlaşması sezgi ile olur, sezginin de ne olduğunu bilmiyoruz. Yani insanlar birbirlerini sevdikleri için birbirleri ile anlaşırlar ve birlikte bir şey yaparlar. İnsanlar birilerini kendilerine uzak, yabancı, nefret edilecek diye saydıkları için onlarla savaşırlar. Ve bunların kelimelere dökülebilir bir tarafı yoktur. Biz kelimelerden o sonuca varmak için bir şey elde ederiz.

Olcay Kasımoğlu

Sevmek En Büyük Eylemdir..

Geçmişi geleceğe taşıma ama deneyimle, anların coşkusunu ıskalama ve geleceği korkuya değil umuda bağla ama ya olmasa ihtimaline de, düş kırıklıklarına da hazırla yüreğini.
Ve inandığın, kalbinin götürdüğü yere git, kalbinin sesini dinle.
''Gün olur güneşler doğar...
Gün olur karanlıklar parçalanır...
Yeter ki sen yaşama sevgili,
Sevgiliye can ol
Ol ki “kendin” ol.
Ol ki yaşamın kendisi ol''...

İnsanlar bir şeyi gerçekten, yürekten isterlerse ''evren'' onlarla birlikte çalışır. Olumsuzluklar onlardan uzak durur. İnsan olumlu duygularla dolduğunda kötü hislerin olması, hissedilmesi neredeyse imkansızdır.
Duygu ve düşüncelerimizin bize artı yada eksi olarak dönmesi tamamen bizim iç dünyamızla ilgilidir. Bir olaydan, acıdan herkes aynı derecede etkilenmez.
Bu tamamen bizim algılamamızla alakalıdır. Bu aynı negatif ve pozitif enerji yayılımı gibidir. Hangisini yoğun hissedersen o gelir seni bulur.

Yaşamamızdan, yaşadıklarımızdan ''biz sorumluyuz'' eyer biz bu bilince sahip değilsek, yaşamamız için gereken ''emeği/çabayı'' gerektiği gibi ortaya koyamayız.
Hayat karşılıklı bir aynadır. Vermek kadar ''almak/almayı bilmekte'' yaşama karşı sorumluluklarımızdandır.

Sabrın en büyük ''mucize'' olduğuna ınanalardanım ''sizde inanın'' evren bizi muhakkak duyar.
Yapmamız gereken: kendimizi mutlu etmek. Başkalarının bize biçeceği kıstaslar yaratıp onların verdikleriyle mutlu olma beklentisinden vazgeçelim.
Mutluluğu takip edelim ama arkasında kaybolmayalım, aramıza alalım.

Bize iyilik edenlere minnettarlık duyalım onlarla bu evren de yalnız olmadığımızı birbirimize hissettirelim. Dünya penceresine çok boyutlu bakalım.
Olaylara, insanlara bakış açımız, seçenekleri görmemizi, değişmemiz gerektiğinde kendimizi güncellememize yardım edecektir.
Kendimize karşı ''açık, sade, duru olmak'' her zaman kendimizi ''İFADE'' etmemiz de gereksiz olanların elenmesine yardım edecektir...

Olcay kasımoğlu

7 Kasım 2019 Perşembe

Sevgiyi Öldüremezsiniz

''NEDEN' diye soruyor bir baba?
Vietnam Savaşında
bir baba ölen çocuğunu
askerlere gösterip sadece
“NEDEN "diye soruyor?
Diğer tarafta Yemende çocuklar açlıktan ölüyor.
Bunca namussuzluğa rağmen din simsarları bize halinize şükredin diyor...
Aç bırakmak, açlıktan öldürmek insanlık suçudur, lanetliyorum..;(
İnsan kanından, etinden silah fabrikaları inşa edenler de medeniyet diyor, "Bu ne yaman çelişki anne" dizeleri aklıma hücum ediyor...
Analarla
Çocuklarla
Yaşam direniyor
Duymuyor sağır kör yürekler...

Cam Kırılır Gibi Kalp Kırılır mı?

''Camcının kızı Camcının kızı!
Cam kırılır gibi kalp kırılır mı?
Sor bakalım babana,
Cam takılır gibi kalp takılır mı?

”Rumca bir tekerlemedir bu.
''Bazı insanlar yaşamları boyunca hiçbir şeye tam olarak sahip çıkamazlar. Hiç bir şeyi çelişkiye düşmeden kucaklayamazlar.
Hep yaşamın kıyısında düşecek gibi hayata eğreti tutunurlar. Uzaklaştıklarında bütün hayatın ellerinde son bulacağı duygusuna öylesine sarılmışlardır ki sanki bu duygudan uzaklaşınca bütün hayat onlardan uzaklaşıp yok olacak''
Önceki yazımız da şiddetin ikizi çocuklar derken, şiddetin boyutlarından bahsetmiştik.
Maalesef şiddetin boyutları azımsanmayacak kadar ciddi boyutlardadır ve ilginç olan şiddetin belli bir boyutu yok aksine görünen perdelerin arkası çok can yakıyor.

• Öyle ki okumuş cahillerimizin yaptığı şiddet, insanı ürkütüyor bunlar sadece öğretim çocukları olmuşlardır, davranışlarında eğitimi göremezsiniz. Diplomalı cahiller, okumamışlardan daha zordur, asarlar, keserler… Bildikleri en iyi yol ben bilirimdir.
Egoları tavandır. Bu insanlar, evliliklerinde isteklerini yaptırmaya çalışırlar, engelle karşılaştıklarında en basit ve kolay yola(dayağa) başvururlar.
• Bir evliliğin en önemli ve can alıcı noktası, eşin nasıl bir kişilik yapısına sahip olduğunun bilinmesidir.
• Bunu bilmek inanın birçok kapıyı nasıl açacağımız konusunda bize yol gösterici olacaktır. Kişilik yapısını bildiğinde o yapıya ters bir davranışın geri dönüşümünü tahmin etmek her akıllı insanın bileceği bir şeydir. Bu da en başından birçok olumsuz olayları yaşamadan sonucunu tahmin etme bakışı kazandırır.
• Bir de kadınların en çok yaptıkları ve hevesli oldukları bir şey var: ben bu adamı değiştiririm. Bu beraberinde hayal kırıklıkları getirir. Biz bir yetişkinle evleniyoruz, çocukla değil.
Kendi kişilik yapısına saygı bekleyen bir insan dış müdahaleyi kabul eder mi? Oysa ortak paydada buluşmak, paylaşmak olduktan sonra beraber büyümenin, hayata akmanın kime ne zararı olabilir ki ? Buda hayat bilinciyle birlikte sevgi bilincine ulaşmış olgun bir insanla mümkün olabilir. Yoksa istediğin gibi bir birey yaratmak evlilikte sadece kişilik çatışmalarına yol açar.
O zaman seçimlerimizi yaparken o kişideki beğeniler üzerine yapalım kendi mumyamızı yaratmak için değil.
Tabi erkeklerde nasıl olsa değişmez, etliye sütlüye karışmaz tamda aileme göre, anneme de benziyor. Tamda burada başlar erkeğin kafasındaki kadın modeli. Oysa aynı çatı altında almadılar toplamlarını. O bir birey, insan, sonra eş, anne.. Kurmayın birileri üzerine seçimlerinizi. Tamamen kendi öz iradenizle, beyninizle, yüreğinizle seçimlerinizi yapın.

Bırakın birileri üzülecekse üzülsün, hiç değilse başından üzülürler emin olun kötü sonlardan daha kötü değildir. İnsanlar değişimle gelişir. Kişinin tamamen kendi dünya görüşüyle alakalıdır. Herkes kendi penceresinin rengini kendi yaratır.
Bir yerde görmediklerine kapalı olmak onları geliştirmeyen bir korumacılık duvarı örer oysaki en küçük bir dalgada en çabuk savrulanlarda bu kıyılarda tutunmaya çalışanlar ve kıyıyı terk etmeyenlerdir
Buradan itibaren muhtelif şekillerde anne babalarında evliliğe yaptıkları çeşitli etkiler vardır.
Kadın evlilikte umduklarını bulmadığında baba kapısı çalınır. Ailesi adetlere göre hayır der; yeni ailesi bunaltır; kocası anlamaz; derken bir de çocuk gelir. Hamilelik sıkıntıları doğum ve loğusalık psikozları eşliğinde daha da berbatlaşır. Hele bazı yerlerdeki inanışlardaki gibi bu zor anlarda kız tarafı değil de erkek tarafı aktifse genç anneyi, erkek, aile töreleri adetleri icabı karşı gelemez, karısını koruyamaz ya da kendi kişiliği de eşini itaate zorlar.

Ev içi şiddet uzar gider... Birde karısını seven onu haklı bulan ama ailesine ses çıkaramayan erkekler vardır. Arada kalan erkek ne yapacağını şaşırır. Mutsuzdur hiç bir tarafı kırmak istemez. Anne-baba ''karı köylü'', karısından pısırık damgası yer. Ne kadar kötü bir psikolojidir, insanlar içinde insansız kalmak…
Birde aşırı seven veren koruyan anne ve babalar vardır. Eğer dozu aşılırsa buda başka türlü sıkıntılara neden olur. Bu bağlar tıpkı bir insanı sararak öldüren sarmaşıklar gibidir; kimse kendisi olamaz, gelişemez, Bu aşırı korumacılık bağı, sevdiğimiz insanı da bizi de kısıtlayan, gelişmekten-mutlu olmaktan alıkoyan, bizi aşağıda tutan bir "hal" içine sokar.

Kim olursak olalım ne olursak olalım bir yerlerde bize umut kapısı varsa onu fark edelim.
O farkındalık ışığını asla yok etmeyelim. Uğruna savaş verdiğimiz yeni bir yaşamın kapılarını açan o ışıkları içeriye alalım. Asla bir yerler de size umut ile parıldayan insanların size sunduğu farkındalık ışığını yok etmeyin, aksine onu fark edin.

Göreceksiniz; uğruna savaş verdiğiniz bu farklı yaşam biçimi; sizi yeni bir sabahın ardında, yeni insanlar ve yeni olay biçimi ile karşılayacaktır. Geç kaldığınız, zamanın içinde ki yaşamı fark edin… Hayat bize verilen en büyük armağandır. O armağana sıkıca sarılalım.
Yanlış bir seçimin bedeli bir ömre esir düşmemeli, yaşam cesur ve mücadelecileri sever.
Değişikliklerden korkan, cesaretsiz kişiler her zaman insanı duyguları kendi içlerinde ve işlerine geldiği gibi özensiz yaşayacaklardır.

Sevdiklerine sahip çıkacak, fedakarlık yapacak, sırasında köprüleri atacak kadar hayatın içinde olgunlaşıp etrafında ki çemberleri de olgunluğa katamayanlar, hayatı sadece seyretme hakkına sahip olacaklardır.
Her günün yeni gün, her yeni gününün yeni bir başlangıç olduğu düşünüldüğünde akan bir ırmak gibi olmak herkesin harcı değildir.
Hepimiz gökyüzündeki ışıklar kadar parlak, güneş kadar sıcağız. Yeter ki zincirlere vurmayalım. Zincire vuranlara suskun kalmayalım(!)
olcay kasımoğlu

.Gönül Gözünü Yitiren Bunca İnsan Varken !

Hayata dair kapsamlı bilgi sahibi olmak, psikolojik ve sosyal yapıları tanımak, kendi duygu ve düşünce dünyasının ayrımına varmak, iletişim becerileri geliştirmek gibi pek çok niteliği kazanmak için belli bir amacımız ve ideallerimizin olması gerekir.
Bunu için de bilinçli ebeveynler yetişmeli.
Geleceğin sahipleri çocuklarımıza kitap okuma alışkanlığı kazandırılmalı, analitik düşünce desteklenmeli...
Eğitimciler donanımlı ve kendini yetiştiren bireyler olmalı.
Bunun yanında, geçmişin doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınamaz değerlerini yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan kuşaklar yetiştirmek biricik sorumluluğumuz olmalı.
Özellikle okuduğum yazıda ki içselleşmiş davranış biçimi ruhuma güzellik kattı, yeniden muştulandı insanlığın hiç kimsenin tekelinde olmadığı...
Ne olursa olsun;
Hayatın ve insanın özüne aydınlanmış insanlar öğretmen olsun
Paylaşmaktan mutlu olacağım bu yazı her birimizin bu dünya içinde birbirimizden alacağı olduğunu ne güzel ifşa etmiş.
Yıkıp döktüğümüz, açlığa terk ettiğimiz, ölümlerin kanıksandığı, ucuz, basit çıkar kavgalarının sığ sularda yüzdüğü 21. yüzyılda insan kendi eseri...
Okuyalım, gözlerini kapatan bir insanın gönül gözünün zenginliğini okuyalım;
''Benim zamanımda kol saati çok önemliydi; öyle herkesin olmazdı. Arkadaşlarımdan birisine babası kol saati almış. Tam hayalimdeki gibi. Koluna takmış okula geldi. Hepimiz çok beğendik. Çocukluk işte, benim asla böyle bir saatim olmayacaktı. Bu saat benim olmalıydı. Karar verdim. Saati çaldım ve cebime koydum. Arkadaşım saatin çalındığını anladı ama kimin çaldığını anlayamadı.
Durumu öğretmenimize anlattı. Öğretmenimiz "Saati kim aldiysa sahibine versin" dedi.
Pişman olmuştum ama utancımdan ben aldım diyemedim. Bu sefer öğretmen farklı yöntem denedi. Hepimizi tahtaya dizdi ve gözlerimizi kapattırdı. Bu benim hayatımın en utanç verici sahnesiydi.
Ceplerimizi teker teker arayarak saati buldu ve sahibine verdi.
Hepimiz gözlerimizi açtık, öğretmen bana hiç bakmadan derse devam etti. Yıllar geçti, öğretmen oldum ve öğretmenim ile karşılaştım. Kendisine o günü hatırlattım ve sordum "Hocam" dedim "Ben o gün saati çaldığım halde tek bir kelime etmediniz, yüzüme bakmadınız, beni incitmediniz.
Neden böyle yaptınız?" diye sordum.
Hayatımda unutamayacağım şu cevabı verdi;
dedi ki, "Siz gözlerinizi kapattığınızda ben de gözlerimi kapattım."
İnsan olmak sadece diplomalarla olmuyor, her kalem tutan da insan olmuyor.
Kendine donanımlı her insan vicdan muhakemesiyle kendi olmayı başarmışsa her mesleğin insana kattığı değeri bilince çıkarmanın zenginliği hiç bir şeyle ölçülemez.

İNANMAK ASLI BİR EYLEMDİR♥

KISIR DÖNGÜNÜN YOLDAŞI YOKTUR..
Çoğu zaman başkalarının dayattığı kurallara ve değerlere göre yaşıyoruz.
Yalanları, oyun bozanları, sorgulamadan kabul ettikçe içimizdeki sızı ve yalnızlık daha da arttı.
Her şeye sahip olmak için uğraştıkça hayatlarımıza sahip olundu.
Düşlerimize birer birer el koydular.
Her şeyin ucuz bir metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı bir ortamda;
Sevgiyi, dostluğu, bilgiyi, güveni, içtenliği parayla satın almaya ve mutlu olmaya çalışıyoruz.
Oysa yerini bulmamış içtenliğin, yerine getirilmemiş vaatlerin hükmü yok...
Konuşmaktan yorulduk... Yerine getirilmeyen öyle çok söz var ki, bunlar kalbimizi yaralıyor.
Hırsların kirlettiği
Kibirlerin körlettiği
Binlerce canın düş kırığı haykırıyor
Dar bir inancın
Ağır bir aldanışın coğrafyasında
Türkülerin ateşini kurutanlar
Kökünden sökemezsiniz umudu
Bütünlüklü bir sevgiyle
Mavi eller tırpan olsun zulme
Hiç bir şey insandan daha kutsal değil
Ara Güler 'Yağ iskelesinde iş bekleyen hamallar' 1954

6 Kasım 2019 Çarşamba

Kişiliğim Ve Duruşum Hakkında Hiç Şüpheye Düşmedim

Karşınızda ki insanın sizi anlamaya niyeti yoksa, söylediklerinizin hiç bir anlamı yoktur. Karşınızda ki insan duymak istediklerini duyacak, anlamak istediği gibi de yorumlayacak.

Muaviye, Ali Ve Deve Hikayesinde olduğu gibi;
Muaviye Şam’da, Hazreti Ali ise Küfe’de validir, aralarında anlaşmazlık vardır, savaş çıkmak üzeredir.
Bir gün, bir deveci, yüklediği mallarla Küfe’den Şam’a gelir, açıkgözün biri deveye sahip çıkar; Bu dişi deve benimdir!
Küfeli kendisinden emindir, çünkü devesi erkektir. İtiraz eder, dinletemez.
Sorun Muaviye’ye kadar yansır.
Halk bir meydanda toplanır.
Muaviye, Bu dişi deve benimdir diyen Şamlıya sorar;
Bu dişi deve kimindir?
Benimdir!
Muaviye de onaylar, Evet, bu dişi deve Şamlınındır!
Sonra halka sorar; Bu dişi deve kimindir?
Hep bir ağızdan cevap verirler; Bu dişi deve Şamlınındır!
Küfeli neye uğradığını anlayamaz, şaşkın şaşkın bir kenarda dururken Muaviye çağırır;
Bana bak, ben de, sen de biliyoruz ki, bu deve erkektir. Küfe’ye dönüşte Ali’ye de ki; “Şam’da öyle bir ahali var ki, erkekleri de dişileri de, onların cinslerine değil, Muaviye’nin ağzına bakarak söylüyorlar, o dişiye erkek dese, ya da erkeğe dişi dese, hepsi ona itaat ediyor.”
Var git Ali’ye söyle ayağını denk alsın !
''Eğer hala şikayet ediyorsak, hakikati göremiyorsak, akilli bir maymun olmaktan öteye gidemedik''.
''Eğer hâlâ "Ben" demekten vazgeçmiyorsak, dizginlerimiz hala nefsimizin elinde ise esarete boyun eğiyoruz demektir''.
Hayat; birilerine, birilerinin sırtına dayanarak kendini bize adil kılmaz.
Kendi kanatlarıyla uçmanın bedelini bir dönem için ödemeyen insanlar, kendi kafeslerinde kalmanın, kendi farkındalığını yaşamamanın bedelini bir ömür boyu öderler…

 Olcay Kasımoğlu