Translate

8 Ocak 2020 Çarşamba

Bilgeliğin Başlangıcı

Yorgunluğumuz sesleri duymayacak kadar derin...

Ne diyor Gülten Akın 'Yol yürüyüş öğretir.'

Yürümek ancak içe doğru yapılırsa anlamlıdır.

''Bazı yolculuklara çıkmak için bavulları doldurmaktan ziyade boşaltmak gerekir, boşaltıp öyle çıkmak o yolculuklara...
Çünkü elinizdekiler değil elinizdir lazım olan, aklınızdakiler değil aklınız, yüreğinizdekiler değil yüreğiniz...''

Ve ne hikmetse  herkes doğru insanı bulamamaktan dert yakınıyor.
Oysa;
Uzun soluklu, sağlıklı ve doyumlu bir beraberlik sadece doğru kişiyi bulunca değil, karşılıklı doğru davranınca sağlıklı yürür.

Önce kendimizin doğru insan olup olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek gerekiyor. Bilgeliğin başlangıcı budur.
Ancak o zaman kendimizle yolculuğumuz başlar.

İnançla yürüyelim kendimize...

#olcaykasımoğlu

Fotoğraf: Yaşar Koç

Hoşgörü

İnsan yaşamını, ifade özgürlüğünü, sadece yasayla korumak mümkün müdür?
Mümkün olmadığını yaşadıkça görüyoruz.Bunun da bir çok nedeni var.
Her şeyden önce toplumda hoşgörü ruhu olmalıdır.
Hoşgörülü insan olmak ruhsal olgunluk ve sağlam karakter ister, buda büyük resmi net görmemizi sağlar.


Hoşgörümüz sayesinde diğer insanları anlamaya başlarız ve onlarla iletişim kurarız.
Hoşgörülü insan olmak insanın değer yargılarını genişleteceği gibi, çevresinde sevilen, saygı duyulan bir insan olmasını da sağlar.
Hoşgörü temelde bizden farklı olanları kabullenmeyi, farklılıklardan doğan zenginliği fark etmemizi sağlar.
Hoşgörü; Farklı açılardan hayata bakmamıza, yanlış algılamalarımızı da düzeltmemize neden olur.

Empati yapmamıza, kişiler arası iletişim de diyalog kurmamıza vesile olur. 

Diyaloğun kurulduğu iletişimlerde ise sorunlar daha kolay hal olur. Hoşgörünün hakim olduğu toplumlarda ortak paydada buluşmak kaçınılmazdır.
Toplumda refah, huzur, güven, sevgi ortamı oluştuğunda bireyler hayattan zevk alırlar, geleceğe güven duyarlar, gergin ve agresif olmazlar.

Velhasıl ‘insanlıkta ve yalınlıkta’ başlı başına bir sanattır hoşgörülü olmak !
Sonra bir türkü tuttursak çıksak dağlara
Özlemleri yüceden yeli inceden
Yalçın dağlarda kendimizi deme bıraksak
Hiç yılmazsak dağ sularına karışsak, arınsak
Düşünü kurduğumuz dünyanın düşüne beraber uyansak..!
Olcay KASIMOĞLU

Benliğimizin Farkına Varmak

Rüzgar yorgun ışıklar ölgün
Olsam kızıl bir bulut yağsam kırlara
Umuşlar kalbimi yıpratıncaya kadar
Sökülsem kırılan yerlerimden..
İnsanlar gerçeklerden uzaklaştıkça, gerçeği hatırlatanlardan nefret eder oldu.
Eteklerimizde taşlar ve ruhumuzda yaralar var oldukça kanayacak hep bir yerler.
O zaman taşlarımızı ayaklarımıza düşürmeden, kanamadan geçebilir miyiz bu hayatın içinden ve kimseler incinmeden geçmişin acılarını çıkarabilir miyiz gün yüzüne ?
Yaşanan toplumsal olayları incelemeden, irdelemeden, sorgulamadan, sağlam gerekçelere dayandırmadan suçlamak ve yargılamak sağduyudan, öngörüden uzak insanların işidir.
Hiç kimse, yaşanan toplumsal olayların üzerinde durup düşünmüyor. . Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes bencilce kendini düşünüyor.
Peki, hangimiz; özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya, yada kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
Arınmanın olduğu yerde, yeni tomurcuklar filizlenir, öfke kin nefret fışkırmaz..
Herkes yüzleşmeli ve silkelenmeli tarihin küf kokan odalarından, çıkarmalı yalanı-dolanı,kıyımı...
Ancak o zaman demokrasiden, insan haklarından, korkmadan,ürkmeden,sancılı rüyalar görmeden bahsedebiliriz..İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
olcay kasımoğlu

Sevme Sanatı

"Bir kadın sevdiği adamın yüzünü bir denizcinin açık denizi bildiği kadar iyi bilir” diyor Balzac.
Ne güzeldir birine “İyi ki Varsın” Diyebilmek
Ayağa adım, dile söz, omuza dokunuş, cana can olur.
Her şey kendiyle çoğalır
Sevgi sevgiyle çoğalır, sürekli bir devrim gibi
İyi ki Varsın Ne Güzeldir "İYİ Kİ VARSIN" Diyebilmek....
Ve Beklemek, nedeni olan için çok güzel..
Her şeye rağmen, yaşamın içinden bir lezzettir beklemek, yüreği bükerek eğiten, sabrı öğreten, ruhu geliştiren bir zaman yolculuğudur beklemek...
Erich Fromm, sevme sanatı kitabında;
“bir insan başka birine sahip olduğu en değerli şeyden, yaşamından verir.
sevinçlerinden, anlayışından, bilgisinden, üzüntüsünden içinde canlı olan her şeyden verir der ve ekler:
“bazen bir şeyler vermek için bir bakış bile yetebilir”...
Biliyorum bir şeyler var
Senden gelip
İçimi maviye boyayan
Bir ışık yumağı gibi
Yıldızlı geceyle buluşturan
Bir şeyler var bir türlü vazgeçemediğim...

6 Ocak 2020 Pazartesi

Düşünce Zenginliği 🌹

Düşünce zenginliği;
Parayla, makamla, diplomayla satın alınacak bir şey değil...
Bakış açısı ve yaşamın içerisindekileri bir değer olarak kabul görme anlayışı...
Her insanın değeri ve değerleri vardır. Değeri belirleyen, statü ve makamlar değildir, kaldı ki statüler insana değer katmaz, makam ve statülere değer katan insandır.
Yaşamımızın her alanı, ilişkilerimiz, bize kim olduğumuzu hatırlatmak adına ışık tutarken; yaşamımıza hakim olan düşünce tarzlarımız, davranışlarımız, inançlarımız, duygularımız, tepkilerimiz; bizim yaşam üzerinde ki rollerimizi de belirleyici kılıyor.
Yaşam içerisinde her insanın yaptığı iş, ürettiği değer bizim için önemlidir..
Sadece bir insanın var olması, üretmesi bile yaşama ciddi bir destektir.
''Birinin yaralarını sarmaya çalışıyor olmamız tamam olduğumuz anlamına da gelmiyor, tastamam olmayan halimizle de birbirimize iyi gelebiliriz.''
Bu bilince sahip olduğumuzda sıfatlar ve makamlar değil, insanın yaşama kattıkları önem kazanacak..

Hayat Eşya Değildir..


“Kendim ve dostlarım için ve zamanın akışını yumuşatmak için yazıyorum.” demiş, Jorge Luis Borges
Bende: kendi bilincimle, irademle,seçimlerimle,seçtiklerimle, değerlerimle, insanı sorumluluklarımla, bir nebzede olsa, yaşama dokunmak için yazıyorum..
Çünkü, hayatı ezberlemek başka; anlayarak, gözlemleyerek, deneyimleyerek, sevgiyle dokunmak bambaşka...
Kendimizi deneyimleyerek, olanaksızlıkları öğrenerek kendimizi bulduğumuzda, yaşamın en kıymetli hediye olduğunu göreceğiz.
Yaşamı ''yedeğimde saklamak değil'' yaşamı, yaşanılır kılmak ve anlamlı yaşamak istiyorum diye bilmektir, YAŞAMAK...
Biliyorum ki, irademiz dışında; güneş doğacak, çiçekler açacak, rüzgar esecek, yağmur yağacak ve olması gerekenler kendiliğinden olacak.
Önemli olan, bu dengenin içinde biz ne öğrendik neye şahit olduk ve hayatımızı bunlarla ne kadar bütünleştirdik, sesimizi ne kadar katabildik ?
Her günün ''yeniden doğmak olduğu'' her nefesin ışık süzmesiyle yeniden yaşamak olduğunu; kötülüğün, sevgisizliğin olmadığı bir ''erguvan imparatorluğunda'' yaşam tacını takıp, içtenlik, erinç, coşku ne varsa, olanca görkemiyle yaşamaktır, YAŞAMIN ANLAMI...
Hayatın sevgi diliyle öğrenildiğini, öğrenilirken de sorgulamaktan hiç korkmamayı, sanata ve bilime önem vermeyi, bilmediğimizi araştırmayı, kendimizi güncellemekten asla vazgeçmeyeceğimizi söyleyebiliriz, yaşam işçisi yüreğimize..!
Çoğu zaman, başkalarının dayattığı kurallara ve değerlere göre yaşıyoruz. Yalanları, oyun bozanları, sorgulamadan kabul ettikçe içimizdeki sızı ve yalnızlık daha da arttı.
Her şeye sahip olmak için uğraştıkça, hayatlarımıza sahip olundu.
Düşlerimize birer birer el koydular.Her şeyin ucuz bir metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı bir ortamda sevgiyi, dostluğu, bilgiyi, güveni, içtenliği parayla satın almaya ve mutlu olmaya çalışıyoruz.
Kimse yuvasında değil, herkes başkasının kapısını çalmakta, başka hayatlarla avunmakta, hazıra konmayı amaç edinmekte. hazır söylemlerle yaşama sarılmakta, ne olduğunu bilmeden kendine sunulan yaşam tarzlarını benimsemekte.
Bizi hep başkaları tanımladı, hangi mesleği yapacağımıza bizim adımıza karar verdiler. Kiminle evleneceğimize, hangi partiye oy vereceğimize, hangi takımı tutacağımıza hep başkaları karar veriyor
Sonuç: mutsuz, umutsuz, kuruntulu, endişeli, arabesk söylemler yaşamın merkezi olmaya başlıyor.
Yaşamın doğasına aykırı sularda yüzüyoruz. İnsan doğasına uygun olmayan ne varsa onları işlemeye çalışıyoruz.
Bilincinin güzelliğini ve yaşamının değerinin sürekliliğini korumak istiyorsak, önce kendimizi öğrenmeye ve organize etmeye, ardından da hayatı tanımaya ve olumlamaya özen göstermeliyiz.
Değil mi ki; kalbimizin çıkarttığı sesin bile bir anlamı olmalı..
Değil mi ki; dilimiz söylediğinde, kalbimizin sesinde, dolup boşalmasında herhangi bir değişiklik olmuyorsa, ne anlamı var söylenenlerin.
O’nun sözlerini kulaksız duy, ona dilsiz dudaksız söz söyle.Çünkü dille, dudakla söylenen sözün ayrılıklar vermemesine, insanı incitmemesine imkan yok, demiş (Mevlana)
Anlamak sadece sözcüklerle değil, duyarlıkla da mümkündür aynı zamanda.
Biz kendi şişkin egolarımızı söndürmedikçe, havasını indirmedikçe, birbirimizle değil konuşmak, sadece kendimizi anlatmaya devam edeceğiz.
''İnsanlar kelimelerle, sözlerle bir şeyler anlarlar ama birbirlerini o kelimelerden, o sözlerden dolayı anlamazlar. Sözleri aşan bir anlaşma alanı vardır insanlar arasında. Tabii burada sözlerin vazgeçilmez bir yeri vardır ama insan anlaşması sadece sözle olmaz. İnsan anlaşması sezgi ile olur, sezginin de ne olduğunu bilmiyoruz.
Yani insanlar birbirlerini sevdikleri için birbirleri ile anlaşırlar ve birlikte bir şey yaparlar.
İnsanlar birilerini kendilerine uzak, yabancı, nefret edilecek diye saydıkları için onlarla savaşırlar. Ve bunların kelimelere dökülebilir bir tarafı yoktur. Biz kelimelerden o sonuca varmak için bir şey elde ederiz.''
Kendi varlığımın sınırlarını fark edip, kendi egomu söndürerek diğer varlıklarla, doğanın sesine, ritmine, müziğine yüreğimin sesiyle katılmak istiyorum.
Görmeden bakan, duymadan dinleyen, hissetmeden dokunan, düşünmeden konuşan insanlardan uzaklaşarak;
Tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek, herkesten daha çok daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak istiyorum....
İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına kulaklarımızı tıkamadan; kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça; kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi; amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor.
O zaman başkalaşır dünya/ tutkular ten olur, düşünce tenleşir/ ruhlar özgürleşir, yok olur prangalar..
İnsanın duruşu ne kadar derinse, ne kadar özgürse ruhu, ne kadar güzel görebiliyorsa; o kadar geniş, o kadar uçsuz bucaksız, o kadar güzeldir yaşam manzarası.
Bunun içinde, sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak gerekiyor. Nede olsa, onlarda tozlanır, katılaşır, sağırlaşır, koylarına çekilir zaman zaman...

Tanrım Ne Büyük Şey Şu Huzur

Sadece kendin ol.
Kendi hikayenin kahramanı ol.
Başkalarını ışığınla aydınlat, mutlu olduğunla yoluna devam et.
İnsanın hayattaki en büyük başarısı kendini bilmesi, kendinin farkında olmasıdır.
Kaldı ki herkesle aynı olmak zorunda da değiliz.
İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına kulaklarımızı tıkamadan kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başlıyor.
Kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor.
Bunun içinde, sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak gerekiyor. Nede olsa, onlarda tozlanır, katılaşır, sağırlaşır, koylarına çekilir zaman zaman...
Hayat, eşya değildir; gerçek olan yaklaşımlarımız ve içimizdeki sesimizdir...
İnsanlar vardır
Ömrümüzden gelip geçerler
Kimileri masal tadında kalarak
Kimileri silinmeyecek izler bırakarak
Yorgun ömre su olur giderler
İnsanlar vardır
Kirpiklerimizden doğmuş hüznü
Göz uçlarına alarak
Ve ortasından geçerek acının
Zamanın sonsuzluğuna giderler...
Yaşama tüten çiçekler gibi
Ben kalanlardan yanayım
Özgün ve özgür sevdası olanı
Kalbi bir yudum su
Bir dilim ekmek olanı
Sevgiyle
Bilgiyle
Şefkatle kendini besleyin severim...

3 Ocak 2020 Cuma

Kendi Acımızdan Başka Acı Tanımaz Olduk !

Bir çocuk gördüm, ağlıyordu. Çünkü evlerinin kapıcısının oğlu ölmüştü. Ana, babası önce bıraktılar ağlasın, sonra sıkıldılar bundan.
-Niye ağlıyorsun? dediler. Senin kardeşin değildi ki o.
Çocuk gözyaşlarını sildi. Korkunç bir şey öğrenmişti: Demek ki, yabancı bir çocuk için ağlamak gereksizdi. Simone de Beauvoir

Kanıksanmış duyarsızlık algısı böyle oluşuyor, oluşturuluyor.

Her akşam televizyon dizilerinin başında, hayatlarını başkalarının hikayeleri üzerinden yaşayanlar, dizi kahramanlarıyla özdeşleşerek gerçeklik algısını yitirenler, kendi hayatlarına ne kadar ilgi gösterirler veya kendi hayatlarının sözcüsü olabilirler?

Umursamazlık almış başını gitmiş, şiddet ve ölüm haberlerin, etkili bir korku filmi tadında izleyen seyircinin “kurban etkisi” denilen şiddete kayıtsız kalma durumuna dönüşmüşse yeniden silkelen meliyiz !

Kendi hayatının anlamını değil, başka hayatların anlamı üzerinden yaşama yürüyenler, kendi hayatlarının yaratıcısı nasıl olabilirler ?

Ölümün kanıksandığı, sizden bizden algısına dönüştüğü yerde, hangi vicdandan bahsedebiliriz ?

Kendi sosyal statüsünü kaybetmekten korktuğu için susmak, yaşanan kıyımları görmemezlikten gelmek ve her şeyi akışına bırakmak, bana dokunulmasın da ne halleri varsa görsünler düşüncesi hakim olmaya başladıkça; amaçsız, bencil, hoyrat benlikler çoğalmaya devam ediyor.

Özellikle eğitim ve kültür-sanat alanındaki gündelik politikalara, bilimle-sanatla asla yan yana gelemeyecek tutumlara, dayatmalara ve anti-demokratik yasalara, yoksullaşmaya, sadaka kültürünün normalleştirilmesine baktığımızda; toplumda yaratılan algı ile insanlar da sürü bilinci hakim olmaya başlıyor.

Sonuç;
İnsanların bencilliği ile başlayan kayıtsızlık, zamanla içselleşerek; akılsızlaşmayı, vicdansızlaşmayı ve beraberinde omurgasızlaşmayı başlattı.

Olcay Kasımoğlu

Ülkene Götürdün Beni

Karanlık geçmişin, sessiz bir tablosudur Zerkalo.
Sinema ve şiir; düşleri, sonsuzluğu ve aşkı, kısacası insanın kendisini anlatmak için kullandığı ifade biçimlerinin başında gelir.
'Ruhumuz bedensiz / Bir günahkar sanki/ Ve sanki cevapsız bir bilmece… / Ve ben rüyamda/ Bana bir başka kılıkta /Başka bir ruh gibi görünürüm / İnançsızlıktan, umuda koşar...'
İnsan;
''Şu an için kendisini yüksek binalara, kafeslere, hapsetmenin peşinde olsa da, insanoğlu için doğaya ve çocukluğun saf huzuruna kanat çırpma vakti gelecektir.''
Evet gelecektir, buna kalben inanlardanım.
Yeter ki kendimize yürüyelim. Önce kendimizi dışarı çıkartalım. Bir görelim iç doğamızı aynamızda.
Sürekli şüphe içindeyiz ve telaşlıyız. Durup düşünmeye zamanımız yok.
İnsan hiç elinde ki bardak kırıldı diye su içmekten vazgeçer mi?
Değersizlikten ve anlamsızlıktan kurtulmak ve ruh mükemmelliğine ulaşmak için Ayna’ya bakmayı, orada görülen tabii derinliğe sahip çıkmayı önerir bize Tarkovsky.
Film bizi;
"Şiirsel ve bazen gittikçe ağırlaşan bir zeminde, geçmişin kapılarını aralayıp çocukluğun coğrafyasını, ergenliğin ve bir adam olmanın anlamlarını yoklayan bir genel bir tutuma sahiptir.
Ağırdır Ayna, evet, zordur ama bu ağırlığa ve karmaşaya rağmen kendi yüzümüze çekinmeden bakmaya çağırır."
Ta ki içimizde ki öze ulaşıncaya kadar...
“Buluşmalarımızın her anını/ Bir mucize gibi coşkuyla kutlardık/ Yeryüzünde yalnız biz vardık/ Sen bir kuş kanadından daha hafif ve inceydin/ Bir hayal gibi, merdivenleri uçarak/ Yağmurlarla ıslanmış/ Leylakların arasından/ Geçirip, aynanın ötesindeki/ Ülkene götürürdün beni''
Tarkovsky’nin Ayna’da yaptığı 'değerli olan anların şiirsel renklerle süslenmesi' onun filmleri sadece hissedilmelidir dedirttiriyor bana.
Ve dünyalara sığamazken, bir çift göze, bir dizeye sığdığı sığındığı zamanlar...
''Çağlar elbet değişecektir, ancak insanlığın özü ilelebet korunacaktır...'' der Tarkovsky'mız🌹
Aslında böylesi bir sorgulama herkes için, hayatın her anında gereklidir.
İzlenmeli, duru bir zihin ve açık bir kalple...
#olcaykasımoğlu

Yaşamak Azmi

Sadece gördüğüyle yaşamı yorumlayanlara, yaşama gereksiz anlam yükleyenlere fazla bir şey vermez.

Yaşamın mücadele ve azimle nasıl bir döngüyü tamamladığını Ağustos böceklerinin serüvenini okurken bir kez daha hayranlıkla içselleştirdim.

Okuyalım bakalım;

”Dişi Ağustos Böcekleri yumurtalarını ağaçların taze dalları içine bırakır. Ağaç dalı içinde
yumurtadan çıkıp, bir kurtçuk olarak dünyaya gelen Ağustos Böceği, dört hafta boyunca ağaç
dalının özsularını içerek beslenir. Yani onun süt annesi ağacın dalıdır. Bu dört hafta içinde
büyür, serpilir, çok güçlü bir çift ön ayak ile gagaya benzer güçlü bir ağza sahip olur. Sonunda
dalda bir yarık açıp, dışarı çıkar ve bırakıverir kendini toprağa. Bu zorlu bir hayat sürecinin
başlangıcıdır. Hemen toprağı kazmaya başlar ve dibine düştüğü ağacın köklerine ulaşarak,
köklerin öz suyu ile karnını doyurur. Yıllar boyu durmadan, bıkmadan ve yorulmadan açtığı
tünellerle beslenmek için diğer köklere de ulaşır ve böylece aradan koskoca onyedi yıl geçer.
İşte Ağustos Böceği’ nin yaşamı; karanlıkta, toprak altında geçen ve büyük bir mücadele,
sabır, çaba gerektiren bu zorlu onyedi yıldır! Şaşırdınız değil mi?
Bu onyedi yıl sonunda iyice olgunlaşıp büyüyen Ağustos Böceği için artık yeryüzüne
çıkma vakti gelmiştir. Kabuğu iyice kalınlaşmış, bir çift güçlü kanatı oluşmuş ve artık uçmaya
hazırdır. Nihayet Ağustos ayında toprağın üstüne çıkar, birkaç gün güneşin altında sabırla
üstündeki sert kabuğun yırtılmasını bekler. Solunum yolu üzerinde kalan sert iki kabuk ve
kabuk üzerindeki ince bir zar ile bu zara bağlı kaslar onun sesi soluğu olur. Onyedi yıllık
suskunluğun ardından, vücudundaki bu kasları saniyede yaklaşık beş yüz kez hareket
ettirerek, sesini bütün dünyaya duyurmaya başlar adeta. Ama artık onun yeryüzünde sadece
dört haftalık ömrü kalmıştır. Ömrünün son deminde, çoğalmak ve neslini sürdürmek
içgüdüsüyle hareket eden erkek Ağustos Böceği’nin, artık kendine bir eş bulması gereklidir.
Bunu da sesiyle seranad yaparak başarır. Çok kısa süren bir aile hayatından sonra dişi Ağustos
Böceğine tohumlarını bırakır ve Eylül gelip, dişinin yumurtlaması tamamlanınca, herikisi
birden hayata veda ederler.”
İşte böyledir Ağustos Böceğinin mücadele azmiyle hiç vazgeçmeden sürdürdüğü gerçek
hayatı.


Olcay Kasımoğlu

30 Aralık 2019 Pazartesi

Ben Elimden Geleni Yaptım

2020' ye çok büyük anlamlar yüklemesemde, umut denilen o yaşamak ağrısını kalbimizde büyütmeye devam edeceğiz.
Varlıklarıyla mutlu eden, hayatıma anlam katan, yaşama sevinci veren, mücadele ruhumu ve umudumu tazeleyen arkadaşlarıma, dostlarıma, herkese teşekkür ediyorum.
Tüm varlıklar için geride bıraktığımız yıldan daha iyi bir yıl olmasını dilerken, sevgimizi besleyecek şefkat ve ona güç verecek ruh sağlığı diliyorum.
Zaman mutlaktır ve bu döngünün içinde ruhuma iyi gelen William Shakespeare'in dizelerine minnetle sarılıyor ve paylaşıyorum🌹
''Her şeyden önce iyi yaşa.
Eğer gerçek aşkı tanıyacak kadar şanslıysan; bütün kalbin, ruhun ve bedeninle sev.
Sırf tesadüfen bu dünyaya gelmiş gibi, laf olsun diye günlerini geçirme.
Hayatını öyle yaşa ki; her an kendi elini sıkabilesin.
Ve her gün hiç olmazsa faydalı bir şey yap ki; gece yaklaşırken örtüleri üzerine çekip kendi kendine; 'Ben elimden geleni yaptım' diyebilesin."
Şimdiki zamanın boş yücelikleri o kadar çok ki!
İkircikli hesaplar, kabarık cüzdanlar üzerinden ahkam kesilenler mide bulandırıyor.
Çocukların aç kalmadığı, eğitimin ve sağlığın paralı olmadığı, hakkaniyetin sığ sularda yüzmediği, kadınların şiddet mağduru olmadığı, çıkarlar ve menfaatler uğruna insanların gammazlanmadığı, duyguların örselenmediği, savaşların olmadığı, kulun kula kulluğu olmadığı, barış ve kardeşliğin yeşerdiği bir yıl olmasını kalben diliyorum.
İnsan, iyi dostlarla birde huzurlu bir vicdanla hayatın anlamını bulabilir.
Aydınlanmanın özgünlüğünü, insanca yaşamanın sorumluluğunu aklı ve kalbiyle taşıyanlara selam olsun...
Sarılalım sevdiklerimize...
İyi insanlara rast gelesiniz😊
Olcay Kasımoğlu

YAŞASIN HAKLARIN ADALETİ !!

Çoğu zaman; insanların kör ve sağır kaldığı, kendine sıra gelinceye kadar gıkını çıkarmadığı sosyal ve toplumsal olaylar vardır..
Yaşam bir bütündür, dünyanın diğer ucundaki bir değişim, gelişim bir diğer alanı değiştirirken hala yerinde durmayı ve yerinde saymayı marifet sananlar, daha da gerilere düştüğünün her gün bir parça eksildiğinin farkında bile değildirler.
Sadece kendini görmek, çok yönlü düşünememek, etkileri ve tepkileri hesaplayamamak, başka insanların yaşam haklarına saygı göstermemek; iki yüzlülüğü, riyakarlığı, yaşama ihaneti kaçınılmaz kılmaktadır.
Yaşam da var olan ayrıcalıkları sadece kendi tekelinde görenler, hiç düşündünüz mü, kimsesiz ve kimliksiz kalanlar bir gün hesap sormaz mı ?
Yaşamı sorgulamayanlar, sadece kendi durduğu yerden bakanlar, evreni bir bütünlük içinde görmek ve algılamak yetisinden yoksundurlar.
Onlara göre yaşam siyah ve beyazdan ibarettir ve o en iyisi, diğeri en kötüsüdür.
Dünyanın sadece kendi etrafında döndüğünü sananlar; kendi yaşamlarının dışında başka bir düşüncenin, başka yaşamların önemi konusunda bencildirler.
Kendi yaşadıkları coğrafyanın verdiklerine, düşünce ve yaşam tarzlarına anlayış ve nezaketle yaklaşıp başka insan diyarlarına, yüreğini,algısını kapatan insanlar yaşamı bir bütünlük içerisinde görmekten çok uzaktırlar.
Farklı coğraya da doğan ve yaşam koşulları gerçekten zor olan insanları anlamak yerine, ezici bir üstünlükle tepeden bakmak, görmek, dünden kalmış argümanlarla bugünü değerlendirmek insanların sağlıklı bir düşünce anlayışına sahip olmalarını ve sağlıklı bir bakış açısı getirmelerini engelleyecektir.
Ve dünden kalanlar dünün söylemleriyle bugünü görmeye çalıştıkları için yaşamı ıskalamaya devam edeceklerdir.
Özellikle sen ben kavgasının yolcuları, insanları; görünüşünden,dilinden, etnik kökeninden,siyasal tercihlerinden dolayı yargılıyorsa hiç bir gönülde açamazlar, insanım diyemezler.
Başkalarına önyargıyla yaklaşan insanlar, yenilikten korkarlar. Kendi dünyalarında farklı, içinde bulundukları ortamda farklıdırlar. Resmi görüşleri ayrı, içsel düşünceleri farklıdır. Bunlar için yaşamın etkinliği, işine ve çıkarına geldiği gibidir. Neyi savunuyorlar neye göre, kime göre yaşamlarını düzenlerler bilinmez.
İnsanı insan yapan en büyük özellik adaletli olmasıdır ve yaşamın içerisinde üretim, paylaşım ve bütünlük içinde daha huzurlu ve güven ortamında yaşama devam etmesidir.
Bunları ıskalayıp, bir yığın neden veya gerekçe ile düşmanlık üretenler ise akıldan, aydınlıktan, düşünceden uzaklaşmış, hedefinden sapmış demektir.
Aydınlanmanın özgünlüğünü, insanca yaşamanın sorumluluğunu aklı ve kalbiyle taşıyanlara selam olsun...
Olcay Kasımoğlu

AYAK DİRİYOR YAŞAMAK

Her şeyin bu kadar iç içe geçtiği, doğrunun yalan karşısında kendini müdafaa etmek zorunda kaldığı, insanların el etek öperek varlık nedenlerini unutarak, başkalarının gözünde değerli olma sığlığında boğulurlarken; karşı duruş geliştirerek yazmak, insan doğasına paralel bir eylemdir.
Her ne kadar insan evrenin yaratıcısı olmasada kurmaca dünyanın yaratıcısı olarak son derece içgüdüsel bir duyguyu beslemektedir.
Yazmak da bir anlamda yaratmak ve manevi bir eylemdir.
Ne mutlu söylediğiyle yaptığıyla çelişmeyen cesur yüreklere...
Bu yüzyıl sözleri kelepçeli
Kalemler muhbir
Yürekler mühürlü
Yaralıyız
Yaramız derin
Gök kuşağı kan revan
Güneşin aydınlığına
Acıların sızısı düşmüş
Dilden
Zandan
Şüpheden,
temiz göze,
Yüz binlerce,
yol var derken
Kim bilir
Daha kaç mevsim
Daha kaç aymazlık
Yolumuzu yanıltır
Acılarımızın üstüne
Dünya kuranlara
Birileri
Anlata dursun halimizi
Kadınlarla
Çocuklarla
Kuşlarla
Ayak diriyor yaşamak...
Olcay Kasımoğlu
Fotoğraf: Abdülkadir Karataş

Evrenin şaşmaz Döngüsü

İnsanlar korkarlar gerçeği hatırlatanlardan
Kefelenmiş öykülerle yaşarlar...
Bir insanı/ insanları tanımak için çok uzun mesafeler katledilmesi gerekmiyor. Bazı anlar, yaşamlar, yolculuklar,
olaylar vardır.
Kişinin/kişilerin koyduğu tavır, davranış, söz kendi mizacını, karakterini gözler önüne serer.
En çok da insanlar kayıplarında, ayrılıklarında, yüreğindekileri açığa çıkarırlar. En zayıf ve naif taraflarıyla tanışırlar.
Velhasıl insanlar yaşadıkça, yaşamı bir bütün olarak algılarlar. Tabi ki ”bakış açısı ve farkındalık” varsa.
O zaman bize düşen insan olma erdemlerini çok iyi analiz etmek, empatiyi ve vicdanın ahlak yasasını elden bırakmadan;
Gücün oluşturduğu tek tip insan olma modelini şiddetle reddederek, nutuk atmadan, ben her şeyin en iyisini bilirim demeden, yanılma ve hata payını unutmadan yaşama katılmak gerekir.
İnsanlara kuş bakışıyla değil aklın-mantığın-kalbin ve ruhun bakışıyla anlamaya çalışmak gerekir.
Dünyanın hem içiyle hem dışıyla hem tepesinden hem uçurumundan hem ovasından ama her yerinden bakarak illa ki insanca… illa ki ya edep ya hu...
Ne verirsen er ya da geç onu yaşayacaksın, bu evrenin şaşmaz döngüsü.
Anlatacağımız öykü de hayata ne verirsen, oda sana onu verir.' anlayışına güzel bir örnek.
Okuyalım bakalım;
''Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış. Birinci mahallede EVETLER AMA’LAR yaşıyormuş. Evet ama’lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise “evet, ama” diye cevap verirlermiş. Cevapları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymışlar.
İkinci mahallede YAPACAM’LAR yaşarmış. Ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış, ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş.
Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş.
Üçüncü mahallede yaşayan KEŞKECİ’LERİN, hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama, her şey olup bittikten sonra. Keşke’cilerin de başları kanarmış hep, duvarlara vurmaktan!
Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise İYİ Kİ YAPTIM’LAR otururmuş.
Keşkeci’ler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış.
Yapıcam’lar Keşkeci’lerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış.
Evet, ama’lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğması gerektiğinden şikayet ederlermiş.
İYİ Kİ YAPTIM mahallesindeki insanların kusuru da, beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmayışıymış!
Bırakın içi kof mazeretleri;
Tek bir hayatımız var ve bir gün sona erecek.
Duvar olmakla, katı olmakla, yanlışın yanında yer almakla, mazeretlerin arkasına saklanmakla bulamayız yaşamın o incecik yolunu…
Dikkatle bak... Gerçekten gör... Yaşa... Vazgeçme...

Yankı...

Bir adam ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarken birden oğlan takılıp
düşüyor ve canı yanıp "AHHHHH" diye bağırıyor. İleride bir dağın
tepesinden "AHHHHH" diye bir ses duyuyor ve şaşırıyor. Merak
ediyor ve "SEN KİMSİN?" diye bağırıyor. Aldığı cevap "SEN
KİMSİN?" oluyor. Aldığı cevaba kızıp "SEN BİR KORKAKSIN"
diye tekrar bağırıyor. Dağdan gelen ses "SEN BİR KORKAKSIN" diye
cevap veriyor.
Çocuk babasına dönüp "BABA NE OLUYOR BÖYLE?" diye soruyor.
"OĞLUM" diyor adam, "DİNLE VE ÖĞREN!" ve dağa dönüp
"SANA HAYRANIM" diye bağırıyor. Gelen cevap "SANA
HAYRANIM" oluyor. Baba tekrar bağırıyor, "SEN MUHTEŞEMSİN!".
Gelen cevap "SEN MUHTEŞEMSİN!". Oğlan çok şaşırıyor, ama halen
ne olduğunu anlayamıyor.
Babası açıklamasını yapıyor. "İnsanlar buna `Yankı` derler, ama
aslında bu `Yaşam`dır. Yaşam daima sana verdiklerini geri verir. Yaşam yaptığımız
davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman, daha çok sev!
Daha fazla şefkat istediğinde, daha şefkatli ol! Saygı istiyorsan
insanlara daha çok saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen
de daha sabırlı olmayı öğren. Bu kural yaşamımızın bir parçasıdır,
her kesiti için geçerlidir."
Yaşam bir tesadüf değil, yaptıklarımızın aynada bir yansımasıdır
Sesimi sesinde dinleyip
Yüreğinin rengine gönül verdiğim
Yediveren bir gül gibi doğdun ya içime
Yüreğin durgun sudur artık/dindiğim
Korku kıyılarımı/sildiğim
Dökülü ver kirpiklerinden yüreğime
Ne tunç, ne demirden köprülerim
Hepsi dudağının ucunda asılı bir kelimeye
Benim ise boynum kıldan ince/bekler seni...
Olcay KASIMOĞLU

27 Aralık 2019 Cuma

Herşey İçin

Hayat, sabahına pişmanlıklarla uyanmak için çok kısa.
Ya duvarlarını indir
Ya vazgeçmeyi öğren
Ya da sevmeyi...
Paulo Coelho' bu konuda hissettiklerini çok güzel ifade etmiş.
"Bazı şeylerin gitmesine izin vermek işte bu nedenle önemlidir: Onları serbest bırakmak. Gevşek olanı kesmek. İnsanların hiç kimsenin işaretli kağıtlarla oynamadığını anlaması gerekiyor; bazen kazanırız ve bazen de kaybederiz. Hiçbir şeyi geri almayı bekleme, yaptıkların için takdir edilmeyi bekleme, ne kadar zeki olduğunun keşfedilmesini bekleme ya da aşkının anlaşılmasını. Daireyi tamamla. Gururlu, yetersiz ya da kibirli olduğun için değil, sadece artık, onun senin yaşamında yeri olmadığı için. Kapıyı kapat, plağı değiştir, evi temizle, tozdan kurtul. Geçmişte olduğun kişi olmayı bırak ve şu anda kimsen o ol. "
İnsanlar hissettiklerini muhakkak söyleyebilmeli
Gerçekte nasıl hissettiklerini
Değil mi ki;
Bu şarkılar, bu filmler bize yalan söyledikleri için suçlular.
Tüm kalp kırıklıkları ve her şey için.
Yaşamımızda her neyi deneyimliyorsak, onun ötesine geçmek ve yeni bir kapı açmak üzere deneyimlediğimizi bilip, bunu hatırlayalım.
Zaten bu değil mi yaşamak denen karın ağrısının özeti.
Sana içinde ne olduğunu gösterir.
"Ne istediğini bilmezsen istemediğin bir sürü şeyin olur" diyor Pessoa.
Neyi, kimi aradığını bilmeyen bir sürü insanın, lüzumsuz kalabalıklara, hayal kırıklıklarına, mahkum oluşu, bundan değil mi?

24 Aralık 2019 Salı

İçten Dışa Büyüyen

 Anlamadıysan yeniden yaşarsın
Fark ettiysen yenisini yaşarsın.
Mevsim kış, göçmen kuşlar çekildi yuvalarına. Tomurcuklar başını gömdü toprağın karnına ve her şey bir o kadar suskun bahara..!
Ya insan, insan kendiyle boğuşuyor, çelişiyor unutuyor insan olduğunu.
Her şey yaşamak üzerine kurgulanmışken, tüm şarkılar, türküler buram buram yaşam ve sevda kokarken, insanlar da bir dünya, bir mal mülk edinme telaşı!
Yaşarken mi öldürüyoruz sevdiklerimizi, yada gülde dikeni unutan biz miyiz ?
Dokundukça ”Ah” diyen sese kulaklarımız sağır, yüreğimiz kör, kapılarımız kilitli, ruhlarımız sakat.
Bir dünya telaşına kapılmışız, bir ben bilirim, bir ben haklıyım nidalarıyla kendi içimize yuvalanır dururuz.
Telaş dediğinde, maldan mülkten, mevkiden, diplomalardan, başkalarının gözünde değerli olma, onanma sancılarıyla etrafımıza örülmüş bir cendere.
Sevmiyoruz kendimizi.
Yaşamı kutlamak değil, ölümü kutsamak öğretiliyor bize.
Ölüme dair, Seneca’nın seslenişi oldukça etkileyicidir;
“Ölümün olduğunu öğrenir öğrenmez, hayattan çekilmeye karar vermemişsek, burada bulunmamızın tek nedeni var mutlu olmaktır.
O zaman, üçgenin ille de üç kenarı olacak diye bir kural koymaya biliriz…” Ama insanoğlu kural koyar, insan oğlu nefsinin kölesidir, çok azı nefsini terbiye eder. ben ben diye bağırır durur, bencildir.
Kendimize adil, kendimize namuslu, kendi egolarımız tavan oldukça , aramızdan usul usul kayanları göremeyeceğiz, sessiz çığlıkları duyamayacağız.
Ozanın dediği gibi, “Hayat sunulmuş bir armağandır insana.” ama ne kadarımız bu armağanın değerini biliyor, ona hakkını veriyoruz?
Yoksa, hoşumuza gitmeyen bir armağan gibi, onu bir kenara koyup, eskimesini, yok olmasını mı bekliyoruz?
Ya da kaybetmek midir ölüm?
Varlığın esas olan huzura, serbestliğe kavuşması mıdır?
Her ölüm, erkendir diyen şair yanıldı mı bir yerde?
Esas olan, yaşamın ne manaya geldiğini çözemeden ayrılmanın garip yoksulluğu mu, yoksa sonsuzluk dediğimiz, aslında yaşamdaki sonsuzluk değerinde bir an mıdır?
“Çoğumuz ömürlerimizi sadece minik bir “kelebek etkisi” için yaşıyoruz belki de. Ama o etkiyi yaratacak dönüşümlerden ya da çabadan fersah fersah uzağız. Haliyle dünya bir bumerang gibi bize geri dönüyor bu durumda, hiç değişmeden… İşte bizim trajedimiz bu, içten dışa büyüyen bir kısır döngü.”
Oysa, insanın huzur ve memnuniyeti dışarıda değil içindedir.
Ve bizler ölümlü dünyaya, bitimli hayatlar almaya çalışıyoruz, birde bakıyoruz ki;
“Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrümüz, vakit gelip, sandıktan çıkarttığımızda bakıyoruz tedavülden kalkmış.
Evren bile tamamlanmamış hiç bir şey bırakmazken, eksiğe müsemma gösterir mi yaşam sizce?
Bitmemiş aşklardan düğümlere, yaşanmamış duygulardan tatmin olunmamış ilişkiye, dengesi şaşan terazinin eksik kalan kefesine, gizliye saklıya, arkadan iş çevirene, hırsından delirene, tutkusuna yenik düşene, can yakana, can alana, dönüşüme direnene, dönüştüremeyene, ben deyip bize geçemeyene yaşam bir şey verir mi sizce?
Bir insanın yaşama kattıkları, kültürü, ahlak anlayışı, ait olma bilinci kendine namuslulardan olmamalı.
Yaşama kırgın, kendimize küs, umutları ayağından vurup, bir ipe dolayıp boynumuzu yada kör bir kurşunla hoş çakal diyenler kadar, yaşarken kendini bulamayanlarda beni bir o kadar üzer…
Olcay Kasımoğlu

Önce Biz Kendimize Ayna Olalım

Kim onları hayatla tanıştırırken; sevgiye emeği ve şefkati katarak yanında koşulsuz durabilir?
Biz onların hayata akan köprüleriyiz.
Kendi kendine yetmenin verdiği mutluluğu anlatalım. Kendi ayakları üzerinde durmanın önemini, saygınlığın, erdemin, öz güvenin aydınlığını anlatalım.
Namuslu olmanın 'cinsiyet üzerinden değil' erdemli, onurlu olmanın süzgecinden geçtiğini, geçerken de kimseyi kirletmediğini ve en büyük namusun beyinde olduğunu öğretelim.
Namusu etek boyuyla izah eden her türlü düşünceye hayır diyen bir bilinç geliştirmesinin önünü açalım.
Kıyafetlerin mistik sevincini sevdiren, incelten zevkini yaşatalım..
Sahip çıkmakla, sahiplenmenin aynı şeyler olmadığını öğretelim.
Kıskanılmanın, güvenle karıştırılmayacak o nezih çizgisini sindire sindire anlatalım.
Sevdiği ile onur duymanın içtenliğini, faziletini ve birliktelikleri nasıl büyüttüğünü anlatalım; anlatalım ki, duvarlar arkasında entrika çevirenleri, bencil egosuna hapis eden zihniyeti iyice tanısın.
Kendine güveni olmayandan, güven beklemenin zaman kaybı olduğunu,
kendine saygı duymayandan; saygı beklemenin nasıl bir aldanış olduğunu anlatalım.
Eğitimin yaşam şekli olduğunu, insana yapılan en büyük yatırımın eğitim olduğunu anlatalım.
Hiç kimsenin kölesi olmadan; fikri hür, vicdanı hür insan olmanın erdemleri üzerine bir yaşam kurmanın en büyük zenginlik olduğunu anlatalım.
El,etek öpmeden, yaşama sıkı sıkı sarılmanın en büyük mucize olduğunu
ve sevdiği için, sevdikleri için bilinçli sevgilere durmanın iç huzurunu anlatalım.
Ve en önemlisi bunları anlatırken kendimizi güncelleyip, söylediklerimizi yaşama geçirerek, verdiğimiz sözlerin arkasında durarak, yemin etmeden sözümüzü inanılır kılarak, eylemlerimizi dürüstçe çocuklarımıza yaşatalım.
Ancak o zaman anlattığımız,söylediğimiz, örnek verdiğimiz şeyler anlam kazanacak. Yoksa çocuklar büyüklerine güvenmeden, onların yaşam alanlarına saygı göstermeden, söylenen hiç bir şeye inanmayacaklar.
İnanmadıklarını kalplerine indirmezler.
Kalplere inmeyen her şey zamanla unutulur, unutulmayanlar eylemlerdir.
Yarının büyüklerine, kinden,nefretten arınmış bir dünya bırakmak bizim elimizde.
Önce biz kendimize ayna olalım. Önce biz kendimize adil ve güzel olalım. Sevginin, iyiliğin, şefkatin etiket fiyatı olmadığını içselleştirdiğimiz  zaman çocuklarımız yanlış insanlara zamanlarını harcamayacaklar.
Bu bence çok önemli. 
Önce biz kendimize ayna olalım. Önce biz kendimize adil ve güzel olalım. Sevginin, iyiliğin, şefkatin etiket fiyatı olmadığını içselleştirdiğimiz  zaman çocuklarımız yanlış insanlara zamanlarını harcamayacaklar.
Bu bence çok önemli. 

olcay kasımoğlu

22 Aralık 2019 Pazar

DEĞİŞİME DİRENENLER

İnsanın kendine yatırım yapmasının ne olduğunu bilmeden, dünya malına yatırım yapa yapa ömürden saya saya bir yol tutturmuş gidiyoruz.
Hayatın bize sundukları güzelliklerle dolu olabilir lakin hırs ve aç gözlülük insanların ruhunu zehirliyor.
Zekâmız genişliyor, genişledikçe çok fazla düşünüyor ama çok az hissediyoruz, gülüşlerimiz tutsak, samimiyetimiz azaldı. Asık suratlı, sabahına yorgun ve bitkin uyanan ruhlarla yaşamı kucaklıyoruz.
Komşuluk ilişkileri neredeyse yok denecek kadar azaldı. Yardımlaşma, paylaşma ve dokunma duyguları sudan sebeplerle sığ sularda yüzüyor.
Online bir yalnızlıktayız ve teknolojinin sunduğu imkânlara kapılmış gidiyoruz. Seçici olmadan, bilgiyi sorgulamadan fikir sahibi oluyoruz.
Bunun yanında, birde değişime direnenler var ki; teknolojiye, yeni oluşumlara, yeni fikirlere şiddetle karşı çıkarlar.
Değişimi ihanet olarak algılarlar. Toplumdan, aileden aldıkları öğretilerle,toplumsal kural ve kaidelerle yaşamlarına yön verirler.
Bunun aksi davranış gösterenleri erdemsizlikle suçlarlar, saygısız ve dönek diye nitelendirirler.
Mademki, değişme,yenilenme ve gelişme ”Dünya’nın temel koyucu kuralı” ise, niçin; değişmeme, değişmemekte direnme ve değişmediği için de kişi erdemli kabul edilmekte?
O zaman, yıllarca sağcı olup daha sonra solcu olan bir insanı nasıl değerlendiririz?
Ya da tuttuğu takımı değiştiren bir insana hangi gözle bakarız?
Tutucu ve kapalı bir yaşamı olan bir insanın radikal bir kararla yaşamının bütün yönünü değiştirmesine nasıl anlamlar yükleriz?
Bu kavramlar üzerinden soruların yanıtını aradığımızda bu kavramlar ana ilkeler midir, ana ilke deyince ne anlıyoruz?
Milliyetçilik, solculuk,sağcılık, gibi bir sürü kavram ana ilke midir?
Diyelim ki ana ilkedir, bunları tümüyle terk etmek, değiştirmek bir gelişme midir, yoksa belli bir kesimin tanımıyla döneklik midir?
Ben hiç değişmedim önce neysem, bugün de oyum demek ‘tutarlı’ ve tutarlı oldukları içinde ‘erdemli’ sayılmak, bunun gerekçesi nedir ?
Aslında sorun değişmemekte değil, değişmenin nasıl gerçekleştiğindedir.
O zaman, tutarlılık bağlamında erdem; değişmemeyi değil de, değişmenin tarzıyla ilişkilidir.
Dünya görüşünün değişmesini ”mazur” gösterebilecek ”makul” gerekçeler her zaman vardır.
Gençliğinde belli bir siyasal görüşü savundu diye, yaşamının sonuna kadar o görüşü savunmasını tutarlılık saymak, savunmadı ve değişti diye de döneklikle suçlamak haksızlıktır.
Burada ki en hassas ayrıntı ise ”siyası ve politik tercihlerin değişimi” rüzgarın yönüne göre esiyorsa, ‘yükselen değerleri” kollayan bir ideolojik kaypaklık içerisinde ise, sadece kendi egosuna hizmet edecek bir yol çiziyorsa; böyle bir değişimi ”varoluşun temel koyucu ilkesidir” diye izah edebilir miyiz?
Tabii ki edemeyiz, kaldı ki, mazeret; makul gerekçelere dayandırıldığı sürece kabul edilebilir.
İnsanlar yaşamla birlikte inandığı şeyleri sorgulayabilir, yaşadıkları; aldığı kararı bozdurabilir, kaldı ki gerekçe sağlamsa bu ayıp da değildir.
Zaten mantığı ve gerekçeleri açıklanamayan bir değişimin içinde ne samimiyet nede içtenlik olur çünkü değişim bir süreçtir, sağlam gerekçeleri ve mantığı vardır, sabahtan, akşama veya akşamdan sabaha olmaz.
Değişim; başkalarının yaşam hakkına daha hoş görülü, daha insancıl bakış açıları getiriyorsa, bu gelişime kim dur diyebilir.
Yeter ki “insan hayatına saygı, doğaya ve içinde ki bütün canlıların yaşamak hakkına saygı olsun.
Evrensel değerler dışında; benim için değişmeyecek şey yoktur.
Sığ düşünce, katı anlayış, insana ve evrene bir şey katmaz.
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, ırkçı,faşizan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
İnsan yaşamına gereken özeni göstermeyen, sadece kendi varlığına hizmet eden, saygı göstermeyen, doğal ve sosyal çevreyi kirleten; her türlü düşünce faydacı değildir.
İster değişmeden kalsınlar, isterlerse her gün değişsinler ne fark eder.
Dünyaya bir güzellik bırakmadıktan sonra, , başkasının canı yanarken sesin çıkmıyorsa, ateşi sana gelene kadar kapını kapatıyorsan, hangi düşünceden olursan ol, hangi değişimin içinde bulunursan bulun, benim için hiç bir anlam ifade etmez.
Ne kadar çok bizi destekleyen olumlu, yararlı ve güçlü düşüncemiz varsa, o kadar başarılı seçimler yaparız. Buda; yeni değişimlere bizi açık kılar ve olumlu gelişmeyi sağlar.
Olumsuz, yararsız düşüncelerse, bizi yeterince güçlü bir halde tutamadığı için yaşamımızda başarılı seçimler yapamaz ve yaşamımızın sorumluluğunu alamayız.
Konfüçyüs *sadece en akıllı ve en aptal insanlar hiç bir zaman değişmez.* derken, olayın özünü özetlemiş aslında… Algıda seçicilik yoksa değişim olmaz…..
Sezgilerimizi, derinliğimizi ve farklılığımızı geliştirelim.
İyi bir gözlemci olmaya çalışırsak, yaşamda var olan birçok şeye insanlık değerlerini örselemeden ulaşabiliriz.
Özellikle bilimi iyi tanımlamalı ve anlamalıyız.
Putlaştırılmış inanç ve değerler yerine, teknolojiyle birlikte; açık, basit, anlaşılır vicdani değerleri koruyalım, geliştirelim.
Yaşamın köhne alışkanlıklarına bağımlı olmak, sınırlara ve öğretilere boyun eğmek doğaya aykırıdır.
Unutmayalım ”yalnızca dünyayı aşmış olanlar” iyi bir dünya yaratabilirler.
İyi bir dünya ”mutlu ve dingin insanlarla” süreklilik arz eder.
Mutlu ve dingin insanlar daha açık, tutarlı, istikrarlı ve yaşamla uyum içindedirler.
Değişimi, yenilenmeyi; olumsuzluğa çevirmeden, yaşama sevinci ile yaşamın içerisine ‘özgürce” akabilen insanlar, huzur ve dinginlik katar yaşama..
Sağlıklı değişimlerle, bilimin ve teknolojinin hayatımıza olumlu katkılar sunacağı ve mutluluk getireceği bir dünya için mücadele edelim.
Olcay KASIMOĞLU

21 Aralık 2019 Cumartesi

En Büyük Adalet Vicdan ve Merhamettir

Vicdan aynı zamanda adalet duygusudur, hak verme duygusudur.
İnsanlar kötülüğü, vicdanları zayıf olduğundan dolayı yaparlar.
Özellikle çıkarlarını düşünen insanların çoğaldığı, fedakarlığın azaldığı yerlerde ''hile, ahlaksızlık'' bu kadar artarken ve insanlar iki yüzlü olurken, paranın saltanatı ''merhameti ve vicdanı susturmak için'' her türlü hilekarlığa baş vururken!
Nasıl, adalet ile zulüm bir yerde barınmaz ise vicdanın çalışmadığı yerde de merhamet barınamaz.
Nasıl, hak, hukuk ve doğruluğun bulunduğu yerde zulüm olamaz, zalimler bulunamaz ise ''vicdanın olduğu yerde'' merhamet, hak yemeye, sömürüye karşı çıkar, insan iradesini etkin kılar.
Bunun yanında vicdan tek başına yetmiyor.
Vicdan edilgendir lakin merhamet etkendir. İnsanların başına bir şey geldiği zaman üzülürsünüz bu sizin vicdanınızı sızlatır fakat hiçbir şey yapmayıp sadece üzülürsen ne faydalı nede yararlı olabilirsin.
Seyretmekle, üzülmekle yetinmeyip olaylara, kişilere yardım etmeye başladığın zaman eyleme de geçmiş oluyorsun buda merhametin dönen çarkıdır, merhamet eylemdir, durağan değildir.
Vicdan duygusu içimizde sesiz ve sedasız durursa hiçbir anlam ve geçerlilik kazanmaz. Bir insanın vicdanı merhametle birlikte eyleme geçmiyorsa, ne ahlaktan nede dürüstlükten bahsedebiliriz.
Merhamet bir erdemdir, ne haksızlığı bilir nede haksızlığa uğratır. Zorlama, kin, nefret gibi haris duygular onunla birlikte yaşayamaz.
Merhamet ve vicdanın olduğu her yerde barış ve kardeşlik olur.
Günümüz kapitalizmin yaşam biçimi ile toplumda insanlar bencil, kıskanç, hırsız, yalancı çıkarcı olmaya başladılar.
İnsanlar neden bu kadar vicdansız ve merhametsiz duruma geldi sorusu akla geliyor.
Kapitalizm her zaman insanların ortak değerlerini inceden inceye törpüleyip yok eder.
Özellikle, insanı insan yapan en önemli vicdan ve merhamet değerlerini tiye alır. İnsanlar üzerinden bu duyguyu zayıflıkmış gibi empoze eder.
Vicdanın ve merhametin birlikte olduğu yerde yalanın, talanın yaşamayacağını, insanların satın alınamayacağını çok iyi bilir.
Vicdan, kişinin kendi ahlaki değerleri ile yapmış olduğu veya yapmak istediklerini sorgulayan kişilik özelliğidir, bir iç sestir.
Ruhun gelişimi ile birlikte görgü ve bilginin toplamından elde edilen bir yetenektir.
Bunu bilen kapitalizm;
Vicdanı ve merhameti saf dışı bırakmak için bütün hile baz oyunlarını seferber etmiştir.
Ahlak, vicdan ve merhamet olmadan ne insan hayatı ne de aile korunabilir. Ne de söz ve eylem kardeş olabilir.
Özellikle dünyada yaşananlar klasik tabirle tarih bir kez daha tekerrür ediyor.
Marks'ın dediği gibi “bir olay tarihte iki kere meydana gelir, biri gerçek diğeri komik”
Maalesef; insanlığın varoluşundan beri savaşlar sürekli yaşanıyor.
Ülke yönetiminde söz sahibi olanlar, her şeyin tek hak sahibi olduğunu zannediyor.
Doğa tahrip ediliyor. Gelecek neslin yaşam alanları bir bir istila ediliyor. Bir günü kurtarma telaşı almış başını gidiyor.
Susmanın erdem olduğunu söyleyenler nerede susması nerede konuşması gerektiğini bilmiyor. Sabrın kim, neye olduğu üzerine gram akıl yormuyor.
Yaşanan olumsuzluklara, dünya düzeninde savaş çığırtkanlığı yapan vicdansız, merhameti çürümüşlere itibar ve saygınlık kazandıran köhne bu dünya her geçen gün insaf, vicdan ve merhamet penceresinden bakanların acı çekmesine neden oluyor.
Bütün bu durumlar, yaşanan trajedinin görmezden gelinmesine ve karmaşık olayların tek bir şeye indirgenmesine neden oluyor.
Bu indirgemelerin sonucunda ortaya çıkanlar ise kafaları bulandırıyor.
Herkesin farklı bir hesabi var.
Politik yaklaşımlar, yaşanan acıların görmezden gelinmesinin baş sebebi kişisel çıkarlardır.
Çıkar ilişkilerinin yaşam biçimi olduğu yerde ne adaletten nede hakkaniyetten bahsedebiliriz.
Sorgulamayan insan içinde en kolay yol, toplumun çoğunluğuna uymak olmuş.
Vicdan ve merhamet duygularından yoksun insanların kirlettiği dünya yaşanmaz hale geldi.
Bir insan; yapılan haksızlıklar karşısında susuyorsa vicdanı merhametle birlikte harekete geçirmek zorundayız.
Bu ülkemizin bekası için olsun, bütün dünya insanlığı için olsun çok ama çok önemli.
İnsanların merhametinin eyleme geçmesini engeller, vicdanlarını susturur-sak, kalemi kılıçla kesen insanlar sürüsü yaratırız.
İnsan olmanın temel değerlerinden biri olan vicdan ve merhamet insanı geliştirir, olgunlaştırır, daha geniş bakış açıları kazandırır.
Bencilliği yok eder, şiddeti ve kabalığı giderir, insanları daha 'duygusal" daha 'sorumlu' yapar...!
Dürüst insan cesur ve merhametlidir, vicdanın sesini dinler, bencil değildir.
Bütün bunlara rağmen halen vicdanınız susuyorsa, merhametiniz sizi çoktan terk etmiştir...!
Çoğunluğun ortasında, sorgulayan kimliğinizle vicdan ve merhamet duyguları içinde yaşam savaşınızı vermeye çabalıyorsanız, ülkenizin değerlerini koruyorsanız, insanlık adına insan olduğunuzu unutmuyorsanız doğru yoldasınız demektir.
Olcay Kasımoğlu