Translate

3 Mart 2020 Salı

Hafiza Yaşamak İçindir

Yaşamla bağımızı, şefkat duygumuzu, duyarlılığımızı, yanlışa ve zulme tepkimizi yitirdik.
Üreterek yaşamlarını anlamlandıran, sadece kendisi için değil herkes için daha güzel, eşit, adil, özgür bir yaşam kurmak için mücadele eden, haklıdan yana tavır alan sağ duyulu ve vicdan sahibi herkes;
Sorgulamadan İNANMANIN, anlamadan YORUMLAMANIN, araştırmadan bilmeden AHKAM KESİLMENİN bütün olumsuz taraflarını ret eder.
Bizler, kimliği sadece insan olanlar;
Kadınların, çocukların ve savunmasızların siyasetin malzemesi olmalarını reddediyoruz.
Çocukları, kelimeleri, özgürlüğü, adaleti, vicdanı, dostluğu ve hiç tanımadığım insanların acılarını önemsiyorum...
Bir şeyler var hala içimizde diri tutmaya çalıştığımız
Alamayacakları ve dokunmayacakları bir şeyler...
Emekten, güzelliklerden yana, iyiden, doğrudan ve yaşamdan yana hiçbir hak arayışı ve dayanışma boşa gitmez...
Olcay Kasımoğlu

1 Mart 2020 Pazar

Değişim Dönüşüm

Birde değişime direnenler vardır; teknolojiye, yeni oluşumlara, yeni fikirlere şiddetle karşı çıkarlar.
Değişimi ihanet olarak algılarlar. Toplumdan, aileden aldıkları öğretilerle yaşamlarına yön verirler.
Bunun aksi davranış gösterenleri erdemsizlikle suçlarlar, saygısız ve dönek diye nitelendirirler.
Mademki, değişme dünyanın temel koyucu kuralı ise, niçin; değişmeme, değişmemekte direnme ve değişmediği için de kişi erdemli kabul edilmekte?
O zaman, yıllarca sağcı olup daha sonra solcu olan bir insanı nasıl değerlendiririz.
Ya da tuttuğu takımı değiştiren bir insana hangi gözle bakarız.
Tutucu ve kapalı bir yaşamı olan bir insanın radikal bir kararla yaşamının bütün yönünü değiştirmesine nasıl anlamlar yükleriz
Bu kavramlar üzerinden soruların yanıtını aradığımızda bu kavramlar ana ilkeler midir, ana ilke deyince ne anlıyoruz?
Milliyetçilik, solculuk,sağcılık, gibi bir sürü kavram ana ilke midir.
Diyelim ki ana ilkedir, bunları tümüyle terk etmek, değiştirmek bir gelişme midir, yoksa belli bir kesimin tanımıyla döneklik midir?
Ben hiç değişmedim önce neysem, bugün de oyum demek ‘tutarlı’ ve tutarlı oldukları içinde ‘erdemli’ sayılmak, bunun gerekçesi ne ?
Aslında sorun değişmemekte değil, değişmenin nasıl gerçekleştiğindedir.
O zaman, tutarlılık bağlamında erdem; değişmemeyi değil de, değişmenin tarzıyla ilişkilidir.
Dünya görüşünün değişmesini ”mazur” gösterebilecek ”makul” gerekçeler her zaman vardır.
Gençliğinde belli bir siyasal görüşü savundu diye, yaşamının sonuna kadar o görüşü savunmasını tutarlılık saymak, savunmadı ve değişti diye de döneklikle suçlamak haksızlıktır.
Burada ki en hassas ayrıntı ise ”siyası ve politik tercihlerin değişimi” rüzgarın yönüne göre esiyorsa, ‘yükselen değerleri” kollayan bir ideolojik kaypaklık içerisinde ise, sadece kendi egosuna hizmet edecek bir yol çiziyorsa; böyle bir değişimi ”varoluşun temel koyucu ilkesidir” diye izah edebilir miyiz?
Tabii ki edemeyiz, kaldı ki, mazeret; makul gerekçelere dayandırıldığı sürece kabul edilebilir.
İnsanlar yaşamla birlikte inandığı şeyleri sorgulayabilir, yaşadıkları; aldığı kararı bozdurabilir, kaldı ki gerekçe sağlamsa bu ayıp da değildir.
Zaten mantığı ve gerekçeleri açıklanamayan bir değişimin içinde ne samimiyet nede içtenlik olur çünkü değişim bir süreçtir, sağlam gerekçeleri ve mantığı vardır, sabahtan, akşama veya akşamdan sabaha olmaz.
Değişim; başkalarının yaşam hakkına daha hoş görülü, daha insancıl bakış açıları getiriyorsa, bu gelişime kim dur diyebilir.
Yeter ki “insan hayatına saygı, doğaya ve içinde ki bütün canlıların yaşamak hakkına saygı olsun.
Evrensel değerler dışında; benim için değişmeyecek şey yoktur.
Sığ düşünce, katı anlayış, insana ve evrene bir şey katmaz.
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
İnsan yaşamına gereken özeni göstermeyen, sadece kendi varlığına hizmet eden, saygı göstermeyen, doğal ve sosyal çevreyi kirleten; her türlü düşünce faydacı değildir. İster değişmeden kalsınlar, isterlerse her gün değişsinler ne fark eder.
Dünyaya bir güzellik bırakmadıktan sonra, , başkasının canı yanarken sesin çıkmıyorsa, ateşi sana gelene kadar kapını kapatıyorsan, hangi düşünceden olursan ol, hangi değişimin içinde bulunursan bulun, benim için hiç bir anlam ifade etmez.
Ne kadar çok bizi destekleyen olumlu, yararlı ve güçlü düşüncemiz varsa, o kadar başarılı seçimler yaparız. Buda; yeni değişimlere bizi açık kılar ve olumlu gelişmeyi sağlar.
Olumsuz, yararsız düşüncelerse, bizi yeterince güçlü bir halde tutamadığı için yaşamımızda başarılı seçimler yapamaz ve yaşamımızın sorumluluğunu alamayız.
Konfüçyüs ise *sadece en akıllı ve en aptal insanlar hiç bir zaman değişmez.* diyor, ne güzel özetlemiş… Algıda seçicilik yoksa değişim olmaz…
Olcay KASIMOĞLU

Zor Olan Yaşamaktır

Krezus'un dediği gibi; barış, savaştan her zaman daha iyidir; çünkü barışta oğullar babalarını, savaşta babalar oğullarını gömerler.
Niye ister bazı insanlar, çocukların böyle ölmesini?
Binlerce genç çocuğu; sırf petrol, silah, kara inci, beyaz toz, yeşil paradan faydalanmak için ölüme gönderiyorlar; binlerce insanı ölümün kucağına bırakıyorlar.
Sadece ölenler değil ya yaşayan ruhların bedenlerinde kaybettikleri, evlatlarına akıttıkları gözyaşları ne olacak; ya onların yüreğinde ki acılar, kocasını, babasını, kardeşini, akrabasını kaybeden yüz binlerce insanın beden ve ruh acılarının bedelini kim ödeyecek?
Ve hangisi çıkıp ta “yıkılmış binaları, çökmüş evleri, evsiz ve yurtsuz kalan, ölen çocukların hayatını, o çocukları öldürten silahları yapanların servetlerini biraz daha arttırmak, yaptığım gizli anlaşmalarla kanı paraya çevirmek için feda ediyorum” diyebilecek.
Tarih bunları hiç unutmayacak, şanlı değil kanlı ve kirli hatırlayacak, bulanık suların kanlı elleri, yüreksiz namertler, kendi yarattıkları yeni dünya düzeninde insanca değil, barbarca yaşamaya devam edecekler.
Lord Byron'un dediği gibi: "Ölmek zor değil gerçekte zor olan yaşamaktır." Barışın, savaştan daha iyi olması kadar, daha çok çaba istemesinin temelindeki neden de budur işte.
Olcay KASIMOĞLU

Çocukların Ölümüne Alkış Tutuluyor

''Hiçbir çocuğun ölümü sevindirmez beni.
Onların hepsi çocuk."
Hep merak ederim, eğer "savaş ilan edenlerin ve savaş kışkırtıcılığı yapanların çocukları cephenin en ön mevzilerindeki ilk birlikte yer alacaklar" diyen bir kural olsaydı, tarih bu kadar çok savaşa şahit olur muydu?
Yarın sabah yapılacak ilk saldırıda ölecek ilk askerin kendi oğlu olduğunu bilerek kaç siyasetçi, kaç general savaş kararı verecek, kaç gazeteci "hadi çocukları cepheye gönderelim" diye bağıracaktı.
Savaş isteyecekler miydi o zaman?
Savaşa gönderecekler miydi çocukları?
Ve eğer aralarından biri, ilk ölecek askerin kendi çocuğu olacağını bilerek savaşa karar verecek olsaydı onu "bir kahraman" olarak mı yoksa "oğlunun ölümüne kayıtsız kalan taş kalpli bir canavar olarak mı" görecektik?
Soracak mıydık kendimize, "yeryüzünde insanın evladından daha kıymetli bir toprak parçası var mı?" diye.
O "başkasının" çocuğu olduğu zaman mı savaştan rahatça söz ediliyor?
Sonsuz kainatın en uzak, en ücra, en ıssız köşelerindeki küçücük mavi bir gezegenin üstündeki canlılar neden yaratıldıklarından beri birbirlerini öldürüyorlar?
Niye içimizde tükenmeyen bir öldürme isteği var?
Ve, niye her toplum "öldürenleri ve öldürtenleri" alkışlıyor?
Tolstoy"un muhteşem eseri Savaş ve Barış"ta, Prensin karısı edebiyat tarihinin en olağanüstü karakterlerinden biri olan Pierre"e anlamaya çalışarak sorar:
"Hiç anlayamıyorum, neden erkekler savaşsız yaşayamaz?
Niye biz kadınlar böyle bir şey istemeyiz, niye bizim buna ihtiyacımız yoktur?"
Bir başka sayfada, ertesi sabah meydan savaşına katılacak olan Prens Andrew"ın düşünceleriyle karşılaşırız.
O gecenin son gecesi olabileceğini, ertesi gün ölebileceğini düşünür.
Birçoklarıyla birlikte ölümün onun da kapısını çalabileceğini aklından geçirirken hayal kurmaya başlar, ertesi gün savaş kaybedilirken kendisi ortaya çıkacak, yeni bir saldırı planı ortaya koyacak, emrine verilen kuvvetlerle düşmana saldırıp onları bozguna uğratacak, bunun üzerine ordu kumandanlığına getirilecektir.
İçindeki bir ses "sonra ne olacak" diye sorar ona, "bütün bunları yaparsan sonra ne olacak?"
Sonra ne olacağını bilmiyorum, der Prens kendi kendine, bilmek de istemiyorum. Ama bütün bu şanı şöhreti, insanlar tarafından sevilmeyi istiyorsam ve hayatta tek istediğim buysa, sadece bunun için yaşıyorsam, bu benim suçum değil. Evet, sadece bunu istiyorum. Bunu kimseye söyleyemem ama, aman tanrım, bütün yapacaklarımı şanı şöhreti çok sevdiğim için mi yapacağım?
Ölüm, yaralanma, ailemi kaybetme ihtimali, hiçbirinden korkmuyorum. Bütün sevdiklerimden, bu ne kadar aykırı görünürse görünsün, bir zafer anı için, hiç tanımadığım insanların hayranlığı için vazgeçmeye hazırım.
Bunun için mi savaştı erkekler binlerce yıl?
Diğer erkeklerin saygısını ve hayranlığını kazanmak için mi?
Bunun için mi öldürdüler?
Bunun için mi öldürttüler?
Prens Andrew, başkalarının hayranlığını kazanmak, şana şöhrete ulaşmak, erkekçe bir saygı görmek için kendi hayatını tehlikeye atmayı hayal ediyordu, bunlar için kendi hayatından ve ailesinden vazgeçmeye razı oluyordu ama bugünkü "kahramanlar" cephelerden çok uzaklarda gizliler, kendi hayatlarını değil çocukların hayatlarını tehlikeye atıyorlar, kendi ailelerini değil başka insanların ailelerini acılara sokuyorlar.
Bugünkü kahramanlardan hangisi, hangi başkan, hangi lider, hangi önder, ilk ölecek olan kendi çocuğu olacak olsaydı bu savaşı başlatacaktı?
Hangisi, Prens Andrew gibi kendisiyle yüzleşme cesareti gösterebilecekti?
Hangisi, "binlerce genç çocuğu sırf kendime şan şöhret sağlamak için ölüme gönderiyorum, adımı taçlandıracak bir zafer anı için binlerce insanı ölümün kucağına bırakıyorum" diyecekti?
Ve hangisi, "yıkılmış binaların, çökmüş evlerin, göçmüş mağaraların içinde ölen çocukların hayatını, o çocukları öldürten silahları yapanların servetlerini biraz daha arttırmak, yaptığım gizli anlaşmalarla kanı paraya çevirmek için feda ediyorum" diyebilecekti.
Hangisi, bir ölüm anını düşünecekti?
Kim çocuğunun böyle ölmesini istiyor?
Kim çocuğunun kendisinden önce ölmesini istiyor?
Kim şanı şöhreti, zaferi, parayı çocuğundan çok seviyor?
Kimin için bir toprak parçası çocuğundan daha önemli?
Kim, kendi çocuğunu korumaya uğraşırken başkalarının çocuklarının ölümüne alkış tutuyor?
Ve kim çocukları üstlerindeki üniformalara göre ayırıyor?'' Ahmet Altan
İnsan soyunun bütün tarihinin ve gelişiminin savaşlarla oluştuğunu biliyorum elbet, bir çağdan bir çağa ancak savaşlarla geçebildiğini, dünyanın ortak bir uygarlığa kendi kanını dökmeden ulaşacak bir düzeye henüz varmadığını da biliyorum.
Bu küçücük
Bu fani dünyada
Bağışla beni dost genç ölümlerin yüzü soğuk
Güvercin kanadına asıyorum bu sözleri
Söyleyecek ne kaldı ki
Hepimiz yaşamaya gelmiştik yeryüzüne
Olcay kasaımoğlu

Düşleri Aydınlatan Maviler

Rüzgar yorgun ışıklar ölgün
Olsam kızıl bir bulut yağsam kırlara
Umuşlar kalbimi yıpratıncaya kadar
Sökülsem kırılan yerlerimden
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, ırkçı,faşizan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
İnsanlar gerçeklerden uzaklaştıkça, gerçeği hatırlatanlardan nefret eder oldu.
Eteklerimizde taşlar ve ruhumuzda yaralar var oldukça kanayacak hep bir yerler.
O zaman taşlarımızı ayaklarımıza düşürmeden, kanamadan geçebilir miyiz bu hayatın içinden ve kimseler incinmeden geçmişin acılarını çıkarabilir miyiz gün yüzüne ?
Yaşanan toplumsal olayları incelemeden, irdelemeden, sorgulamadan, sağlam gerekçelere dayandırmadan suçlamak ve yargılamak sağduyudan, öngörüden uzak insanların işidir.
Hiç kimse, yaşanan toplumsal olayların üzerinde durup düşünmüyor. . Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes bencilce kendini düşünüyor.
Peki, hangimiz; özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya, yada kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
Arınmanın olduğu yerde, yeni tomurcuklar filizlenir, öfke kin nefret fışkırmaz..
Herkes yüzleşmeli ve silkelenmeli tarihin küf kokan odalarından, çıkarmalı yalanı-dolanı,kıyımı...
Ancak o zaman demokrasiden, insan haklarından, korkmadan,ürkmeden,sancılı rüyalar görmeden bahsedebiliriz..
İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.

Işığın
Sevincin
Yaşamın en güzel haliyle
Dingin ve derin teninde
Düşleri aydınlatan maviler var
Deniz
Dağ ve doruk gibi
Sonsuz hepsi
Göğün
Rüzgarın
Denizin
Coşkulu kalabalığına
Üflerken sevgiyi
Sonsuz ufkun yolcuları gibi
İki güneş ırmağı gibi akan gözlerinden
Seyrediyorum yaşamı
Benim bu dünyalık dışı usuma
Gökyüzünün mavi giysisi altında
Gönül sığınağı verin
Nasıl olsa yürek başka bir şey
Neredeysen
Yüreğimi oraya sermek isterim
olcay kasımoğlu

27 Şubat 2020 Perşembe

Savaşın Mazereti Olmaz

Seçimin riski de, zaferi de insanındır.
Savaş üzerine stratejik değerlendirmeler, siyası hesaplar yapacak bir konumda değilim.
Lakin bu ülkenin bir bireyi olarak yıllardır bu coğrafyada olsun, sınır komşularımız da olsun sürüp giden, adına savaş denilen bir trajedi yaşıyoruz.
Öyle bir noktaya geldik ki;
İnsanın kendisi en büyük tehlike ve aynı zamanda tek umut haline geldi.
Bir dünya vatandaşı olarak savaşların sebepleri ve sonuçları üzerine, savaşı haklı gösterecek hiç bir geri bildirimde bulunmayacağım. Ben savaşı ret etmede insanlarla birleşebilirim .Savaşın kazananı yoktur, acıların istatistiği olmaz. Ölen bir çocuğun karşılığı sayısal olarak ifade edilemez. Barutlarla katledilen doğanın, yıkılan binaların istatiği olmaz.
Bu savaşlar zenginlerin ve onlara inanmayı seçen kulların savaşı, insanlığın savaşı değil. O zaman Brecht’in şiirinde tanımladığı gibi “tankınız ne güçlü generalim, yüz insanı ezer geçer, ama bir kusurcuğu var, insan ister yapacak” der. Burada zihniyeti sorguluyor. Tankı yapanda insan, biz istemezsek savaş olmaz.
Silah şirketlerinin para hırslarına, ekonomistlerin tüm para teorilerine, insanların kafalarında yarattıkları sınırlara topyekun karşı olunmadıktan sonra bu sefalet sürecek.
Evrensel fikirlerin savaşa ve yok etmeye değil, barışa ve uzlaşmaya hizmet etmesi gerektiğine inanıyorum.
Ergün Artar'ın kaleme aldığı ”Bir çocuğun barış günlüğünden” size seslenmek istiyorum, sonuna kadar destekliyorum ve savaşa hayır diyorum.
''Merhaba Günlük;
Öğretmenimiz günlük tutmamızı, tuttuğumuz günlüğe isim vererek yaşadıklarımızı, düşlediklerimizi yazmamızı tavsiye etti bugün. Sana Barış demek istiyorum. İsmin Barış olsun tamam mı? Cinsiyetin, ırkın ve dinin yok senin. Benim arkadaşımsın ve çocuksun yalnızca…
-Pazartesi-
Sınıfımda Rus bir arkadaşım var Barış. İsmi Tatyana. Üç yıl önce ailecek Türkiye`ye gelmişler. Çok iyi anlaşıyorum Tatyana`yla. Bugün, komşularının çocuğu demiş ki ona, “sen Müslüman olmadığın için cehenneme gideceksin ve sonsuza kadar yanacaksın!” Korkmuş Tatyana, bana anlatırken çok üzgündü. Tuttum elinden, “beslenmenin bir kısmını pencereye gelen güvercinlerle gizli gizli bölüştüğünü biliyorum; sen çok iyi bir insansın” dedim. “Korkuyorum cehenneme gitmekten, ne yapmalıyım?” dedi. “Bana inan, biz yanmayacağız; iyi insanlar için cehennem diye bir yer yok” dedim. “Yemin et” dedi, yemin ettim ben de.
-Salı-
Öğretmenimiz bir dörtlük yazdı tahtaya bugün.
ıslık çaldım duydunuz mu
benden yana koştunuz mu
bir kuş gibi uçuyorum
siz de bana uydunuz mu…
“Bu dörtlüğe tek kelimeden oluşan bir isim söyleyin” dedi. “Mutluluk” dedi arkadaşlarım. Tatyana suskun kaldı, başını öne eğdi. Tatyana`ya baktım öylece. Dörtlüğü bir kez daha okudum. Parmak kaldırdım, “bu dörtlüğün adı “Göç” olsun öğretmenim” dedim. “Göç var bu mısralarda” dedim. Okul paydos olunca beni yanına çağırdı öğretmenimiz ve “iyi ki öğrencimsin” dedi bana. Ben çok mutlu oldum Barış…
-Çarşamba-
Bugün, arka sağ ayağı olmayan bir sokak köpeği gördüm. Yanında, onu hiç bırakmayan, kendini ona yaslayıp yürümesine yardım eden bir köpecik vardı. Çok güzeldiler… Ama ne oldu biliyor musun? Onca sıkıntılar içinde yaşayan bu canlara insanlar küfretti ve kimseye zararları olmamasına rağmen onları kovdu. Ben çok utandım Barış; öyle ürkektiler ki, beni duymadılar ama görünmez oluncaya kadar özür diledim hayvan dostlarımdan defalarca…
-Perşembe-
Öğretmenimiz bir şiir ezberlememizi istemişti. Benim okuduğum şiire bir çok arkadaşım şaşırdı, “bu nasıl şiir böyle?” dediler. Ama Tatyana çok sevdi.
küçüğüm
karıncayı incitmeyenlerden değil
bir çay kaşığı şekeri
karıncadan esirgemeyenlerden ol
ömrün boyunca…
Öğretmenimiz tebrik etti beni. “Kim yazmış bu okuduğun şiiri?” diye sordu. Hatırlayamadım o anda, “annem bulmuştu şiiri; anneme sorar öğrenirim” dedim. Yatmadan önce sorayım anneme. Tatyana dedi ki bana, “biz de karıncalara şeker verelim çay kaşığında.” Yarın birer çay kaşığı ve bir avuç toz şeker getireceğiz yanımızda. Tenefüslerde bahçeye çıkıp karınca arayacağız Tatyana`yla…
-Cuma-
Annem, evimizdeki çiçekleri sularken şarkılar söylüyor Barış; uzunca bir süredir bilmediğim dillerde şarkılar söylüyor annem. Sordum bugün anneme, “anne, sen hangi dillerde şarkılar söylüyorsun?” dedim. “Bir çok dilde” dedi, “Kürtçe, Rumca, Ermenice”…“Sen nasıl öğrendin bu dilleri?” diye sordum. “ Keşke öğrenebilseydim, yalnızca şarkılar biliyorum” dedi. “Bana da öğretir misin?” dedim. “Tatyana farklı bir ülkede doğdu, farklı bir dil konuşuyordu buraya gelmeden önce. O tatlı kız Türkçe öğrenebildi. Sen Tatyana`nın en iyi arkadaşısın. Keşke arkadaşının dilinde şarkılar öğrensen “ dedi. Hak verdim anneme. Tatyana`dan bana Rusça şarkılar öğretmesini isteyeceğim…
-Cumartesi-
Bugün pikniğe gittik Barış. Toprağa uzandım boylu boyunca, çimenlerin üzerinde yuvarlandım. Üstüm başım toprak oldu. Şimdiye kadar hiç kirlenmemiştim böyle. Ne toprak var bizim mahallede, ne börtü böcek ne de çiçekler var. Tabiat Ana`ya çok uzak oturduğumuz semt ve ben ilk kez sevinçliyim bu kadar. Annem gülümsedi bana bakıp, “sen yeter ki oyna toprakla, ben sana hiç kızmam” dedi…
Babam mandalina almış pazardan. Ben pek sevmedim tadını, bıraktım tabağımda. “Bir mandalinada kaç canın, kaç işçinin emeği var, farkında mısın?” dedi babam. Diyemedim bir şey. “Mandalinayı fidanken dikenler, sulayanlar, büyümesine emek verenler,olgunlaştığında toplayanlar, nakliyesini yapanlar, hallere ulaştıranlar, pazarlara getirenler, tezgahlarında müşteri bekleyenler…” Ah Barış, ben hiç düşünmemiştim bunları. Bir daha şikayet etmeyeceğim böyle. Saksıda mandalina yetiştirebileceğimi söyledi annem. Ben çok heveslendim bunu duyunca. Yarın Tatyana`ya da söyleyeceğim. “Mandalina yetiştirelim mi saksıda?” diyeceğim. Tatyana`nın bana öğrettiği şarkıları söyleriz mandalina çiçeklerine. Annemle de paylaştım bunu. Gözleri doldu annemin…''
İçimdeki başka bir dünya var.
Barış, başka bir dünya mümkün mü dersin…
Teşekkürler Barış, dünya insanoğludur ve dünya insanla vardır.
”Eğer savaşlara, işgallere karşı duyuyorsam, bunun birçok nedeni var ancak en önemlisi, insan medeniyetinin kendiliğinden gelişen, son derece bireysel olan ve zengin bir şekilde farklılaşan birçok başarısının bu karanlık güçlere kurban gitmesidir. Büyük basitleştirmelerden nefret ediyorum. Kalite ve taklit edilemez ustalık anlayışı ile biricikliğe ise hayranım.”
Farklı ırklara, uluslara, dillere, davranışlara ve bakış açılarına sahip insanların var olmaları bu dünyanın döngüsüne en büyük armağandır diye düşünüyorum.
Her şekil ve renkten farklılığın bu güzel dünyamızda uzun yıllar yaşamasını diliyorum.

Olcay Kasımoğlu

Doğruları Gelecek Söyleyecek

Bazen anlamak hoşumuza gitmiyor. Anladığımız şeyleri değiştirmeyince ruhumuzun ayarı bozuluyor. Sadece büyümüş bedenlerin içinde kendimize gizli saklı yaşıyoruz, yüreğimiz üşüyor, ne garip değil mi ?
Aslında hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır.
Başımıza gelen her şeyle, onlara verdiğimiz tepki ve yanıt arasında geniş bir hareket alanı vardır…
İnsan; birey olmayı başaramayınca; ne anlamı kalır özgürlüğe inanmanın, geleceğe dair umutlar beslemenin. İnsan kendine kısır olunca; hayatla, insanlarla, kırık ve bağlantısız oluyor…
Yaşamımızın her alanı, ilişkilerimiz, bize kim olduğumuzu hatırlatmak adına ışık tutarken; yaşamımıza hakim olan düşünce tarzlarımız, davranışlarımız, inançlarımız,duygularımız, tepkilerimiz; bizim yaşam üzerinde ki rollerimizi de belirleyici kılar.
Çünkü yaşam tek düze değildir, her şey birbiriyle ilişkilidir. Gök ve yer, hava ve su, her şey ancak bir şeydir; birlikte olmadıkları yerde, yalnızca tamamlanmamış bir eser vardır.
Bizler, kimliği sadece insan olanlar; yaşam tek ve biriciktir.
Emeğin hiç bir zaman sorgulanmadığı bir yaşam ve sağlıklı sevgi anlayışıyla büyümek, ahlaki olgunluğa erişmek, iyiliğin, sevginin parçamız olduğunu bilmek, insanın asıl doğasına ait tüm özellikleri unutmadan, varoluşumuzun, özümüzün güzelliklerinden utanmadan yaşama yürümek, yaşamı değerli ve anlamlı kılıyor.
Bunun yanında, yaşadığı toplumda,toplumsal olaylara kayıtsız kalan ”Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışıyla hayatına devam eden, yıkıma,kıyıma, hırsızlığa,adaletsizliğe karşı kayıtsız kalarak, kendi varlığını kutsayan ne çok insan var.
Bununla birlikte, egemenlerin, kendi şahsı çıkarlarını korumak için ”şiddeti, savaşı ve insan açlığını” gizliden gizliye desteklemelerine omuz veren o kadar çok, yoksul ve fakir insan var ki yeryüzünde, şaşkınlıkla izliyorsun.
Dünya yüzünde birbirine düşman halklar yaratılarak, egemenlerin amaçlarına hizmet için suni gündemler yaratılırken, bu oyunda oyunlarına piyon olanları, hangi kefeye koyacağını şaşırıyorsun.
Kadınların, çocukların ve savunmasızların, siyasetin malzemesi olmalarına göz yuman sanatçıların pişkinliğini hayretler içerisinde izliyorsun. Sanat ve sanatçının yeniden tanımlanması gerektiğini düşünüyorsun..
Emek ve sermaye çelişkisinin gerçekliğine suskun kalamayız söylemleriyle, kendilerinin varlığını tanımlayan sendikaların; sistemin sözcüsü kesilmelerini, çelişkilerle dolu bir sinema filmi gibi izliyorsun.
Oysa, emeğin özne olduğu, sınıfsız bir yaşamın mümkün olduğu bilinciyle ” Dünya herkese yeter” anlamının içtenliğiyle, egemenlerin oyunlarına hayır diyen emeğin, adaletin temsilcisi sendikalar, akıl ve sağduyunuz gaz odalarına mı hapsedildi ?
Üreterek yaşamlarını anlamlandıran, sadece kendisi için değil herkes için ”daha güzel, eşit, adil, özgür” bir yaşam kurmak için mücadele eden, haklıdan yana tavır alanlar;
sorgulamadan inanmanın, anlamadan yorumlamanın, araştırmadan bilmeden ahkam kesilmenin bütün olumsuz taraflarını ret ederken, her cacığa nane olanlar, hangi cenneti istersiniz ?
İnsanların, sağlıksız çalışma koşullarında ölmesine; kaderdir, yazgıdır denilmesini reva görenler,bu dünyada neyin şahitliğini yaparsınız ?
Ölümün, vurdumduymazlığın,toplumsal tükenişin tavan yaptığı toplumlarda; körü körüne bir şeye inanmak, onu haklı ve ahlaklı yapmaz.
Albert Camus’nün Veba kitabında” toplumsal tükeniş tasviri” 3. bölümünde şunları yazar;
“Belleksiz, umutsuz, yaşanılan anın içindeydiler. Aslında zaten her şey onlar için yaşadıkları an demekti. (…) Başka bir deyişle artık seçecekleri bir şey kalmamıştı. Veba bütün değer yargılarını ortadan kaldırmıştı. Bu da en çok, insanların giydikleri elbiselerin kalitesinden ya da satın aldıkları yiyeceklerle hiç ilgilenmeyişlerinden belli oluyordu. Her şeyi olduğu gibi, bütünüyle kabul ediyorlardı. (…) Vebanın kurduğu düzeni kabul etmişlerdi. Etkisi kuvvetlendikçe, o ölçüde de bayağılaşıyordu. Artık içimizde büyük duygular yok olmuştu. Herkes en monoton duygularla yaşamaktaydı. (…) Değişmişti, veba onda bütün kuvvetiyle inkar etmeye çalışsa da, gene de şiddetli bir azap halinde sürüp giden bir KAYITSIZLIK yaratmıştı.”
Kayıtsızlık, akıl sağlığının ve sağ duyunun yitirilmesine yol açarken, insanlar kendi hayatlarına sahip çıkmadıkları sürece, siyasi iktidar değişikliğiyle var olan hiçbir şey değişmeyecektir.
O zaman
Eğitimde fırsat eşitliğinin, sağlığın, doğuştan sosyal bir hak olduğu ve yasalar önünde herkesin eşit olduğu bilinciyle, bilinçli çocuklar yetiştirmeliyiz. Yetişmeli ki, evrensel hürriyetin, özgürlüğün ve en önemli sanatın, yaşamak sanatı olduğunu kavrayabilsinler.
Kul-efendi ilişkisi olmadan, tek başına birey olmanın dinamiğini içselleştirebilsinler.
Yoksa bencil, mazoşist, akıl ve ruh sağlığı tamamlanmamış, tamamlanamamış insanlar tarafından yönetilen toplumların koyunları oluruz. Buda kaçınılmaz sonu ”kayıtsızlığı ve vurdumduymazlığı” yaşam biçimimiz kılar.
Hiç bir şey insan hayatından daha kutsal değildir. Buna kalben inanan ve yaşayan insanlardanım. Hiç kimsenin yaşam hakkına, hukukuna zulüm etmeden yaşamlar büyütmek için hanlara, vaatlere, içi boş söylemlere, şatolara ihtiyacımız yok.
Nereden gelirse gelsin her türlü şiddet, insan vicdanını rahatsız etmeli
Şiddetin her türlüsüne karşıyım, kayıtsızlık da bir şiddettir. İnsanlar acı çekerken, bundan rahatsız olmuyorsan, kötülüğü yapandan ne farkın var.?
İnsan olmak onurdur, onurlu olmak insan olmaktır.
Yaşatmak, yaşamak bir değerse, duyarlılık da bu sürecin tamamlayıcısıdır.
Hayatın yerleşikliği ne kadar kök salarsa, bağlandığımız şeyler de o kadar artıyor.
Güvenlik adına sunulan banka kartları, statükoyu koruma uğruna ertelenen hayatları sözde korumaya çalışırken; daha çok kayıtsızlık, güvensizlik, gelecek korkusu siniyor ruhlarımıza.
Kitabı (okumayı) sevmeyen, dinlemeyi bilmeyen, saygısız, bencilliği özgüven zanneden, her şeyden şikayet eden, hiçbir sorunu çözmeye çalışmayan, en ufak bir engelde yelkenleri indiren insanlar beni rahatsız ediyor.
Halen, ırksal söylemlerle, kadının namusunu; kıyafetle, cinsellikle tanımlayanlarla, cinsiyet söylemleri üzerinden kendine pay çıkarmaya çalışanlarla, geçmişiyle yüzleşmeyenlerle, dini siyası bir propagandaya çevirenlerle neyi, nasıl çözebiliriz?
Kaldı ki, İnsanların ortak değerlerinin örselendiği yerde, evrensel bir hürriyetten bahsedilemez.
Kendine ayna olmayan, başkasına ayna olamaz.
İnsanın, akıl ve vicdanı beraber çalışıyorsa, iç iradesi güçlü ve yaşamı insanca paylaşıyorsa, duyarlılık gerçekten büyük bir lezzettir.
Gerçekçi olmak zorundayız, kitleler “ sürüleştikçe” sonu gelmez bu acıların.Tıpkı bir ping pong maçına döner ve biz kendimizi top yerinde buluruz.
Bu uyuşukluğu, bu kayıtsızlığı sarsacak, yeniden politik hareketliliği sağlayacak bilinç ve eylemliliklere gereksinimiz var.
Eğer farkında ve fark yaratanlardan olabilirsek, sıradanlığın ötesinde hayatımıza bir değer, varlığımıza bir anlam katabiliriz.
Bu çocuklarımızın geleceği için, ortak değerlerimiz için, kendi beden ve ruh sağlığımız için şart.

''Söylediğinizi Sandığınız/Söylediğiniz''

''Anlamak istediği/ anladığını sandığı''
Günlük hayatta, iletişim içinde olduğumuz insanlarla bir çok olay yaşarız. Kimisiyle birlikte çalışır , kimisiyle sadece selamlaşma şeklinde münasebetlerimiz olur. Bazılarıyla da dertlerimizi, sevinçlerimizi paylaşır, hayallerimizi, isteklerimizi anlatırız. Dostluğu, arkadaşlığı, kardeşliği, sırdaşlığı paylaşırız.
Bütün bu duygular kendiliğinden oluşmaz. İletişimin sağlıklı ve sağlam zemin oluşturması için ”Güven” kavramı çok önemlidir, insanının altı vasfını da bildirmektedir.
İnsanın karakterinde; mütevazılık, sadakat, hoşgörü, hakkaniyet, cesaret, sabır, çalışkanlık, sadelik gibi üstün vasıflar varsa, bunlar insanda güven uyandırır. Fakat bunların bir insanda olması tek başına yeterli değil önemli olan insanlarla iletişim kurabilmek ve bu meziyetleri yaşatabilmektir.
Bunun için de yaşamı deneyimlemek ve içselleştirmek önemlidir. İletişimin de kendi içinde yasaları vardır,
1. En önemlisi açık iletişimdir.
Kişilerin duygu ve düşüncelerini açabilmesi için o kişiyle olan yakınlık, samimiyet ve güven derecesi arasında yakın bir ilişki vardır.
Bir insanın karşısındakine güven duyabilmesi ise zaman içinde gerçekleşir.
Açık iletişimde duygu ve düşüncelerde samimi olmak çok önemli ve her şey karşı taraftan beklenmemeli. 
Çünkü, açık iletişimin riskleri de vardır.
Yaşamımızda ki bütün başarılar, az çok riskli davranışlara dayanır. Buna rağmen karşımızdakine güvenir ve değer verirsek o da güven duyar ve değer verir.
Kişinin gerçekleri öğrenmesi ve düşündüklerini gerçekleştirmesi için yapılan bütün atılımlar açık olma riskini kabullenmeye bağlıdır.
Güven sağlamanın sırrı budur, insanlarla iç içe ve samimi olmak; kendini insanlardan bir insan olarak görmek, bütün egoları, meziyetsiz meziyetleri siler temize çeker. 
Birde açık iletişimde açık sözlü olmakla patavatsız olmayı birbirine karıştırmamak lazım.
Herkese sevgi, saygı ve samimiyetle muamele etmek  gerekir.
İnsanlardan ne beklediğimizi kesin olarak belirtirsek, İnsanlar kendilerini güvenli hissederler, canla başla çalışırlar ve o zaman yapamayacakları bir şey yoktur.
2. Düşüncelerimizi paylaşmak  güveni artırır.
İnsanlarla ortak paydaları paylaşmak ve yapılması gerekeni birlikte yapmak güveni artırıcı bir davranıştır. İnsanların eşit haklara sahip olduğu inancını besleyen insanlar ; birlikte yaşadıkları, beraber çalıştıkları insanlarla aralarına uçurumlar koymazlar. 
Ulaşılabilir, paylaşılabilir bir anlayışla işlerini ve görevlerini icra ederler ve daha rahat iletişim kurarlar. Kendi düşünce ve duygularını, işini, görevlerini başkasıyla daha rahat paylaşırlar. Buda güven duygusunun oluşmasında en etkili yollardan biridir.
3. Etkili iletişim kurmanın yollarından biride  ”anlamak için” yargılamadan dinlemek gerekir.
Dinlemesini bilen insan sorunların tespiti ve çözümünde daha az hata yapar. Dinleyerek daha iyi gözlemler yapar, farklı bakış açıları edinir. 
Önyargıdan uzak objektif kararlar verebilir, problemlere yeni çözüm yolları bulur.
İnsan kendi iç sesini dinlediği zaman, başkalarının sesine de derinlik kazandırır, empati yeteneğini geliştirir. Başkalarını duygu ve düşüncelerine, kim olduğuna ve neler yaşadığına daha derinlemesine yaklaşır. 
Kendimizi dinlediğimizde güçlü ve zayıf yanlarımızı keşif ederiz böylece başkalarının da artı ve eksilerine yaklaşım tarzımız değişir. Daha insanı bakış açıları kazanırız.  Dinlemek öze inmektir bakılan ama görünmeyenlere dokunmaktır. Karşımızda ki insanlara gönül gözüyle dokunduğumuzda biz onun en yakını oluruz.
İnsanların duygularını anlamak, kendimize olan güveni artırdığı kadar, başkalarının da bize güven duymasına neden olur.
İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman ise daha dikkatli ve özverili oluruz. Başkalarının duygularını örselemeden onları anlamaya çalışırız. Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman, evren de bizi dinler.
4. İletişimin en önemli ayaklarından biride; anlaşılır olmak.
Dünya yeterince karışık, gelin anlaşılır ve tutarlı olalım. Birlikte olduğumuz insanlar kendilerini güvende hissetsinler. Anlaşılır olmak, hayatta yeni fikirlere açık olmayı kolaylaştırır. Ayağı sağlam basan birinden kim etkilenmez ki, kim güvenmez ki !
Sağlam ve anlaşılır olmak, insanların güvenle bir arada çalışmalarını, risk almalarını ve kendileri olmalarını sağlar.
Anlaşılır ve tutarlı olmak karşımızda ki insanlara rahatlık hissi verir, güven duygusu sağlar, sağlıksız ilişkilerin oluşmasına izin vermez.
Olaylara, insanlara bakış açımız; seçenekleri görmemize, değişmemiz gerektiğinde kendimizi ”güncellememize” yardım edecektir.
Kendimize karşı açık, sade, duru olmak  ‘ her zaman kendimizi İfade etmemizde’ gereksiz olanların elenmesine yardım eder.
Para, güç vb. uğruna dünyanın bir çok yerinde, onca insanın katledildiği bir zamanda;
Duygularımızda samimi ve içten olalım. Ne kadar ayrı fikirlerde olursak olalım, insanları birleştiren duygulardır….
Akraba, sevgili, eş veya arkadaş olarak, bir insanı ne kadar severseniz sevin, sağlıklı bir ilişkinin ancak; özen, samimiyet, dürüstlük ve saygı ile kurulup yaşatılabileceği gerçeğini unutmadan, sevginin direngen ruhuyla sarılalım yaşama ve sevginin gücüne..Hiç bir şey insandan daha değerli değil !..

Farklı Olanı Anlamak


”Akıllı insan, düşündüğünü söyleyen değil, söylediğinin sorumluluğunu ve getirdiği sonuçları da bilerek üzerine alıp konuşan insandır.”
Yaşam içerisinde dış görüntümüze, görüntülere çok fazla önem veriyoruz, büyük anlamlar yüklüyoruz. Düşünce ve algılarımızı geliştirmek için kendimize emek vermiyoruz, hayatı ve içindekileri sorgulamıyoruz.
İnsan: düşünmeyi, düşündüğünü ifade etmeyi, farklı düşünceleri dinlemeyi , gerektiğinde uygun bir biçimde itiraz etmeyi, sorgulamayı olanaklı hale getirerek, özgür bir birey olmanın yollarını açarak, yaşamı ve içindekileri kucaklayabilmeli.
Bunun içinde;
Egolarından arınmış, kendine emek vermiş ve ruhsal bir olgunluğa ulaşmış olmalı. Bu olgunluğa ulaşan insan, insanlığın doğuştan yaşam hakkı olan değerleri sonuna kadar savunabilen, evrensel değerleri içselleştirebilendir.
Aklın ve bilimin ötelenmesine, doğanın talan edilmesine, özgürlüğün önündeki engellere, şiddete, haksızlıklara, eşitliksizliklere, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, egemen olana, cinsiyet ayrımcılığına sonuna kadar hayır diyebilme cesaretini ve yürekliliğini göstere-bilendir…
Kazım Koyun’cunun ”Herşeye rağmen” seslenişinde olduğu gibi;
”Kötü şeyler gördük.
. Savaşlar, katliamlar,
ölen-öldürülen çocuklar gördük.
..Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük.
Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar,
her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük.
…. Biz de öldük.
Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.”
İnsanlar, doğuştan getirdikleri ırk, cinsiyet vb. bireysel biyolojik farklılıkların yanında, toplum olarak tarihsel gelişim sürecinde kazandıkları
pek çok kültürel farklılıklara da sahip bulunmaktadırlar. Kaldı ki söz konusu farklılıklar, tarih boyunca insanlar arasında eşitsizlik ve toplumlar arasında
çatışma sebebi olarak devam etmiş, tarihte bir çok savaşın tetikleyicisi olmuştur.
Ve uygarlık düzeyi çerçevesinden olaylara baktığımız zaman, bütün bu farklılıkların birer ayrılık, çatışma sebebi değil aksine, zenginlik, paylaşma ve bütünleşme vesilesi olabileceklerini görebiliriz. Görebilmek içinde insanda sağlam bir kişilik ve sağlam bir benlik olması gerekiyor.
Tüm acılar bilgisizlikten kaynaklanır. Bilgi, insanın ufkunu aydınlatan, sevgi ile biçimlenen bir ögedir. İnsan özellikle karşındakini anlamak için, onda olanı anlamaya niyetli olmalı. Buda kuru bilgiden uzak, açık bir zihin ve sevgi ile biçimlenen bir anlayışla mümkündür. Çünkü, ancak o zaman doğru bilgiye, sağlıklı bir bakış açısıyla ulaşabiliriz.
”Zaten, çağdaş toplumların ve aydınlanmış bireylerin yapması gereken; kendi farklılıklarını ötekine dayatmak değil, farklılıklarının farkında olmak, olduğu gibi kabul etmek ve uzlaşılabilecek ortak değerler zemininde buluşarak iletişim kurmak ve kendini ifade etmek olmalı. Böyle bir atmosferde kendi zenginliklerini karşı tarafa göstermek daha kolay olabileceği gibi, evrensel barış ve huzur ortamının tesisine daha fazla katkı sağlama imkanı da
yakalanmış olacaktır”
Şiddetin, egemen olanın bildiğini okuma ve okutma trajedisi o kadar uzun zamandır devam etmekteki, bunca telaşın, şaşkınlığın dip yaptığı insan coğrafyasında; düşünen, sorgulayan her insan, hangi şartlar altında olursa olsun, ‘insanı ve yaşamı’ değeri ve değerleriyle değerlendirir.
Rabindranath Tagore’nin seslenişi de oldukça anlamlıdır!
”Biliyorum, bu yaşam sevgi olgunluğundan yoksun, bütün bütüne yok olmadı.
Biliyorum, gün doğarken solan çiçekler, çölde kuruyan dereler bütün bütüne yok-olmadılar.
Biliyorum, ne varsa geride kalan, ağır ağır ilerleyen bu yaşamda, bütün bütüne yok olmadılar.
Biliyorum, daha gerçekleşmedi düşlerim, şarkılarım söylenmedi, ama senin çalgının tellerinde geziniyor hepsi, bütün bütüne yok olmadılar.”
İnsan öz farkındalıktan yoksunsa, farklı olanı anlaması neredeyse imkansızdır. Ve insan kendine kısır olunca; hayatla, insanlarla kırık ve bağlantısız oluyor… Bu yüzden özümsemek, her zaman her yerde her şeyi özümsemek farklı olanı anlamak açısından çok önemlidir.

26 Şubat 2020 Çarşamba

Her-şeyin Bir Bedeli Var

Hayatın, mecburiyetten bir mışlar ülkesinde yaşanan her saniyesine çok ama çok üzülenlerdenim. Tabii ki herkes kendi değer  yargısına sahip olmakta özgürdür. Her zaman özgür iradeyle verilmiş kararlara, tutumlara saygı duyarım. Herkes hayatının seçimlerini yapar ve sonuçlarını yaşar ama hiç bir yanlış seçim ömür boyu devam etmek zorunda değildir, bunu hiç bir şey meşru yapamaz.
Kendi hayatımıza sahip çıkalım, çıkarken de neyi bitirip, neyi yenilememiz gerektiğine çok iyi karar vermeliyiz. Eyer ödenmesi gereken bir bedel varsa ödemeliyiz. Sonuçlarını da yiğitçe yaşamalıyız. Geçmişe dair  yaşanmış ne varsa geleceğe gölge etmemeli yoksa çıkmaz sokaklar çıkar hep karşımıza.
Birde yaşanan hayal kırıklıklarını yorumlama  şeklimiz çok önemlidir. İnsanlar başlarına kötü bir şey geldiğinde  ben bunu hak etmedim derler… Bence hayat, bu insanlarla aynı fikirde değildir. Hayat iyilerden çok güçlüleri sever. Güç doğada vardır. İyilik ve kötülük tamamen insan aklının ürünüdür.
Önemli olan bakış açımızdır
Hayat insana vaatte bulunmaz. İyi insan olmak araç değil amaçtır. İyi insan olmak başına kötü bir şey gelmeyeceği anlamına gelmez. İyi insan olmanın ödülü zaten iyi insan olmuş olmaktır. Başımıza gelen kötü sonuçlar için kötü insan olma şartı yok. Neden ben diye sorarken kendimize, iyiliğe güvenmek güzel ama O’na dayandırmak akıllıca değildir. Başımıza gelenlerin ne olduğuyla değil, içimizde olanların ne olduğu ile ilgilidir.
Önemli olan bakış açımızı ve hayatı kendimize borçlandıran inançlardan zihinlerimizi  temizlemek. İnsan kendini en iyi eylemleriyle ele verir. Goethe‘nin dediği gibi ”İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanır” Hayatımızda ne olursa olsun ne yaşamış olursak olalım kendi ilkelerimiz, değer yargılarımız olsun. Kafa karışıklığı tüm kötülüklerin anasıdır, insanı içten içe yer, hayatla aramıza tel örgüler çeker. Biz dünyayı ne kadar aklımızla tasarlasak da, yaptıklarımızla şekillendiriyoruz… Bunu için zihnimizi düzenleyip, yargılarımızı periyodik olarak gözden geçirmek bize akıl yollarını açar.
Karasızlık karanlığa benzer
Her zaman kalıcı değişimler içten dışa doğrudur. Güzel olan her şey önce içte başlar. İnsan  aldığı kararlarla gelecek değişimleri hafife almamalı. Her şeyi belki yapamayız ama kendimize saygılı bireyler olarak bu hayatın içinde değerli, üreten, paylaşan, sevdiğine omuz olan başlar olabiliriz. Bunun için hiç bir zaman geç değildir.
Keşkesiz bir yaşam için, yalnızca hayatı seyretmeyelim. Hayatın kendisini yaşayalım. Hayata geldiğimiz yer ile gelmek istediğimiz yer arasında geçiyor ömrümüz. Seçtiğimiz her şey için, başka bir şeyden vazgeçmemiz gerekiyor. Bazılarımız şartlara şekil veriyor, bazılarımıza da şartlar şekil veriyor. Keşkelerle yaşayacak kadar uzun değil ömür. Hayat içinde seçimini kullanıp hayatı hoyratça kullanan insanlara  mutluluğumuzu törpüleme fırsatı vermeyelim.
Hayat her zaman eylemi ödüllendirir. Kartal resimlerine baktığımızda bir kanadında zeytin dalı diğerinde  ok vardır, ”Barışı severiz ama gerektiğinde savaşırız.” Hayatta barış içinde yaşamak için bile savaşı kazanacak kadar güçlü, inançlı olmalıyız. Yüreğimizle inanmalıyız. Yaşadığımız talihsizlikleri, şansızlıkları,yanlışları başkalarına yükleyerek hayatta başarılı olamayız, içimizdeki bizi mutlu kılamayız. İçimizdeki biz, herkese yalan söyleyebilir ama kendine asla.
Neden ve niçinlerle, endişe ve kuruntularla geçen bir yaşamın değer ve anlamı ne kadar olabilir? Özgün, dingin ve yaşamaya değer ömürler; iç sesini dinleyen, gerçek istek ve ihtiyaçlarını fark edip,  gereklerini yerine getirme cesareti gösterenlere özgüdür. Kendimizi kitlelerin ruhundan arındırmak, kelimelerimizi otoritelerin elinden almak, “hiç” hissetsek bile “hiçliğimizi” kendimiz belirlemek, değerimizi kendi irademizle fark etmek, ülkesiz olup tüm dünyanın “ötekileriyle” birleşmek… Belki bir gün başarırız kim bilir?
”Hiç olunmadan hep, hep olunmadan hiç olunamaz” derler… Belki de en büyük farkındalık; içimizden geldiği, doğamızın gerektirdiği gibi ve tam da neyi neden yaşadığımızı bilerek yaşamak gerekir.  Kim bilir, belki o zaman sağırları, körleri oynamayız. İki kuruşa, bir arşın kumaşa, iki tatlı söze, mala-mülke satmayız ruhumuzu !

kendi Düşüne Sarıl

”Fakirliği düşleyebiliriz.
Zenginliği düşleyebiliriz.
Cehennemi veya cenneti düşleyebiliriz.
Ölümü veya sonsuza dek sürecek bir yaşamı düşleyebiliriz.
Hepsi bize bağlıdır.
Dünya tıpkı onu düşlediğimiz gibidir.”
Stefano D’Anna,
İnsanoğlu evrensel değerlerden uzaklaşıyor, olumsuz düşünüyor ve hissediyor. Düşüyoruz birer birer yaşamın kıyısından. Adına döngü diyelim, adına değişim diyelim ne dersek diyelim, gördüğümüz ve dokunduğumuz her şeyin, yeniden var olabilmesi için, arkasında bir düşümüzün olması gerek…
Hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesimizin yankısını duyarak yaşamın anlamını  keşfedemeyiz. Etik değerler ve bütünlükle hareket eden yeni bir liderler neslini yaratmak için çocuklarımıza etiket fiyatını değil, evrensel değerlerin önemini öğretmeli ve emsal teşkil etmeliyiz.
”Dünyamıza sıkıntı veren binlerce yıllık problemlerin esas kaynağı, ahlaki değerlerin çöküşü, iş dünyasına ve politikaya adeta kutsal bir göreve hizmet edermişçesine yaklaşma kapasitesine sahip liderlerin eksikliğidir. Adaletsiz ve acımasız durumlara karşı, çürümekte olan insanlığın kaderini değiştirmeye ve yeni bir zeka pırıltısı getirmeye kabiliyeti olan yeni  nesillere ihtiyaç vardır. Politikada, iş dünyasında en etkili motive edici faktörün para olduğu, liderlerin insanlık pahasına güçlerini kazanabildiği, insanların ve bütün ulusların talihsiz ekonomilerinin hizmetinde olduğu bir çatışma toplumunda yaşıyoruz. İnsanların geleceği hakkında alınan kararların; silah üretiminden çevresel kirliliğe, ilaç üretiminden organize suçlara kadar, güzel bir düş’ün izinde alınmadığını gösteriyor. Çocuklarımıza miras olarak aldığımızdan daha da kötü koşullarda bir dünyayı teslim etmekteyiz.”
Zihinsel bir silkelenmeye ihtiyacımız var. İşe gerçekleri söylemekle başlayabiliriz. Bunun içinde insan, önce kendine ayna olmalı. Kişinin kendi içine bakması, dünyayı tanımasının anahtarıdır, bu durum aynı zamanda onu, olayları anlamaya ve öngörüye götüren yoldur.  İnsan kendine karşı dürüst olduğunda kendi iç sesini dinler. Bedeli ne olursa olsun dürüst insan maske takmaz, sahicidir. Yaşamınızın her alanı ve tüm ilişkilerimiz, bize kim olduğunuzu hatırlatmak adına ışık tutar. Tüm yaşamımızı yöneten  düşünce tarzlarımız, davranışlarımız, korkularımız, kalıplarımız bizim şu an mutsuz, acı içinde, huzursuz, parasız, sevgisiz, hasta vs negatif enerjiler içinde olmamıza neden oluyor.
Eylemlerimizden, söylediklerimizden sorumlu olmak, kendimize karşı dürüst olmamızı da sağlar. Kaldı ki, ”Değişim hiçbir zaman bir inanç sisteminden, bir felsefeden, bir devrimden ya da bir siyasi partiden gelmez. Değişim, yalnızca tek bir kararlı bireyin kişisel gayreti ile ufacık bir kıvılcım gibi başlayarak, dünyayı kasıp kavurabilecek kadar güçlü bir ateş gibi yayılabilecek parlak bir fikirden meydana gelir.
Her insani başarının ardında, her yeniliğin, her bilimsel veya sosyal zaferin kökeninde, dünyanın en zorlu çabalarının, ticari girişimlerinin; güzel, faydalı, ve varlıklı olan her şeyin ardında istisnasız tek bir insan, bir birey ve onun düşü vardır.”
Bizler yaşamın kurbanları değiliz. Kurban rolünden çıkıp yaşamımızın, seçimlerinizin farkına varabiliriz, hayatlarımıza sahip olunmasına izin vermeyebiliriz. Yaşamınızda, hiç kimsenin veya hiçbir olayın bizi yönetmesine izin vermeyelim. Yaşamımıza sahip çıkalım. Merkezimizde ve dengede kalalım…
Yaşamı, çok katmanlarıyla anlamaya çalışmak bir nevi kayıtsızlığa, vurdumduymazlığa geçit vermemektir. İnsanları kontrol etmeyi, yaşamlarına müdahale etmeyi bırakalım. Kızgınlık, öfke, yargılama, suçlama vs içinde yaşamak, yaşam enerjimizi sabote eder.  Bir bütün olamayız ve yaşamın içinde tam olarak var olmak imkansızlaşır. Yaşamın içinde bütün ve tam olmamız sevgimizi ve ışığımızı yükseltecektir.  Yaşadığımız dünyaya, topluma ve bizi bir arada tutan değerlere sahip çıkalım. Neyi, niçin yaptığımızın farkında olmak, bizi tutsaklıktan ve pişmanlıktan korur.
Bunun tek çıkış yolu da bilinçlenmek ve eleştirileri hiç bir zaman göz ardı etmemek ve tek bir insanın dünyayı güzelleştirebileceğini de yıkabileceğini de unutmamak çok ama çok önemli. Bizi bize hatırlatanlara, geleceğimize bir tuğla koyanlara, farkındalık yaratanlara, bakış açımıza yeni pencereler  açanlara haksızlık etmeyelim. Daha iyi yaşamak adına kendimizden verdiğimiz ödünlerde bir nevi ”Sarı öküzlerin” hikayesidir aslında. Bir fikri savunduğumuzda, onu  özel bir menfaatimizden dolayı savunursak çocuklarımızın gelecek düşlerini sabote etmiş oluruz.
İnsan hakkına ve yaşama saygımız bağlamında herkes kendi üzerine düşeni yapmakla mükelleftir. Ancak o zaman hak aramak değer ve anlam ifade eder.
Ağaç ekelim, savaşlara hayır diyelim. Eğitimi cehalete teslim etmeyelim, cinsiyet ayrımcılığını yok edelim. Vicdani hür, aklı hür eğitmenler yetiştirelim. Irk, din, etnik, renk, dil, cinsiyet bunlarda aranmaz doğruluk. Dünya üzerinde iyi insan kötü insan, faydalı insan faydasız insan vardır.
Öğretelim çocuklarımıza insan olmanın erdemini. Farkında olmalılar; kendisinin, hayatın, olayların. gidişatın farkında olmalılar, yoksa nasıl sahip çıkacaklar gelecek düşlerine !

24 Şubat 2020 Pazartesi

Kalite Tesadüf Değildir

Deneyimlerimizden çıktığımız yolculuğumuzda her durakta ve her yolda hayatın anlamına dair edindiğimiz her öğreti bize yeni bakış açıları sunar.
Kendini bilen insanın akılla bağlantılı bir eylemi vardır. Kendine özgü bir canlı olmanın da ötesine geçerek yaşama anlam katar. Bunlar da kendini tanıma, sınırlarının farkına varma, bilgi sahibi olma ve yürekliliktir. Bu olumlu özelliklerin varlığıyla belli bir zihinsel olgunluğa erişince insan, sahip olunan bilgileri anlamlı ve sağlıklı kullanma, yaşamı doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlayabilme bilgeliğine de ulaşmış oluyor.
Hayatın anlamına derinlikli bir bakış açısı kazandırıyor.
Bende;
''Yıllar boyu gerek özel yaşamımda, gerek arkadaş çevremde, geçmişe takılmak yerine, olumsuz koşulları aşmayı bilen, bireysel gelişimlerine önem ve öncelik veren insanlar tanıdım. Bu insanlara saygı, sevgi ve hayranlık duydum.
Bu insanların ortak noktası; kültürlerini arttırmak ve bilinçlerini geliştirmek için verdikleri çaba, duyarlılık ve emek ile ezberci eğitimin dışında kazanılan bir yaşam deneyimiydi.
Bu sadece diplomayla, etiketlerle yada parayla kazanılacak bir şey değildi.''
Bu bir tercihti. Yaşam kültürüydü.
Kültür, insanın ve yaşamın kalitesini arttıran en önemli unsur ve bir yaşam manifestosudur.
Yaşamı anlamak ve kendiyle barışık yaşamak isteyen her insan da mutlaka belli bir kültür birikimine sahip olmalıdır.
Birikim yollarından aklımıza ilk gelenler gözlemek, dinlemek, okumak ve yaşamaktır.
Bu dört ana unsur birbirlerini tamamlayıcı etkiye sahiptirler.
Bu etkiler aynı zamanda kendiyle barışık bireyin portresinin nasıl olabileceği üzerine farklı bakış açıları sunar bize.
Kendine emek vermemiş, yaşamda bir duruşu olmayan, mazeretlere sığınarak,sürekli bir günah keçisi arayan insanların yaşama katacağı çok fazla bir şey yoktur.
Kendiyle savaşı bitmemiş bir insanin yaşama katacağı bir şeyde olamaz. İnsan kendini bilince nerede susması, nerede inisiyatif alması ve nerede konuşması gerektiğini bilir.
Her şeyde olduğu gibi;
''Tutarlı olmalı insan; siyah gibi, beyaz gibi... Güven vermeli... Gri olmamalı...Kapıları olmalı insanın...Ya açık ya kapalı ''YARI AÇIK'' olmamalı...''
En küçük dalgada alabora olan, sapla samani birbirine karıştıran, egoist insanları yaşamımızdan uzak tutarak, hayatımızdan gün çalanlarla değil; hayatımıza anlam katanlarla çoğalmak sevgiyle, inançla...
Bir tutam can'la derinliğimizi gören insanlarla yürümek yaşamın içine...
Düşüncedeki derinliği, sevgide ki cömertliği görmeyenleri kendi haline bırakın, zaman onlara anlatsın.
Zaman en iyi öğretmendir...
Olcay Kasımoğlu