Translate

1 Ekim 2018 Pazartesi

                                  Yerini seven çiçeğin coşkusu



Bir insan yüreğinde, sevginin gücünü hissediyorsa,
hiçbir şey; ışıldayan bir göze, sevgi dokunmuş bir yüreğe engel koyamaz.
İnsan isterse, yaşama anlam ve mana katar, ezber bozar yoksa ne yaparsak yapalım durduğu yerde saymaya, toplumsal dayatmalara boyun eğmeye, sürü bilinciyle hareket etmeye devam eder.
''Kurbağa kendi batağından çıkmamışken ben ona nasıl denizden söz edebilirim?
Kendi yöresinde kalan yaz kuşuna buzdan nasıl söz edebilirim?
Bilge, kendi öğretisinin tutsağıysa ona nasıl yaşamdan söz edebilirim ki?'' Çin atasözü
Mutlu olma adına, zihni sıfırlamak, takılmadan geçmişe, her ne çıkarsa yola, selam verip yürümek; kalbimizdeki sağanaklara hayat vereni, verenleri fark ederek yaşamlar büyütmek tamamen bizim algıdaki seçiciliğimize kalmış.
Ne güzel demiş, Schopenhauer; ''Hayat bir parça nakış işlemesine benzetilebilir. Hayatının ilk yarısındaki herkes işlemenin ön tarafını görür, ikinci yarısında ise tersini. ikincisi o kadar güzel değildir, ama daha öğreticidir, çünkü iplerin birbirine nasıl bağlandığını görmemizi sağlar.''

 Peki nasıl ‘insanca’ yaşarız?
Bu iki cümleyle cevaplanacak bir soru değil. İnsanca yaşamanın çok temel bir öğesini söylemekle yetineyim; bunun için de Kant’ın ilgili sözüne başvurayım. Başka insanlarla ilişkilerimizde ‘kendimizi ve başkasını yalnızca bir araç olarak değil, aynı zamanda bir amaç olarak’ görerek eylemde bulunmak… Ben kendi dilimle bunu şöyle dile getiriyorum: Ben size bir şey yaparken, onu sizin için yapmış olmak, bana bir şey dönsün diye yapmamak. İşte etik eğitimi ve değerler eğitimi bunu amaçlamalı. Yolu da kültürel değer yargılarını öğretmek değil, eğitileni değerin ve değerlerin felsefi bilgisiyle donatmaktadır.

10 Eylül 2018 Pazartesi


                    Bilmek acı çekmektir...

Yaşarken kendini sevmeyen o kadar çok insan var ki !
Ne kadar çok insanda var ki, sevenini göremeyen.
Umutsuzluk içinde hayata tutunurken,
Yüreğinde, ne çok şey yeşermek için bekler...

Çoğumuz hayatımızı dengede tutmak için kurallar koyarız. Düzgün konumda tutmaya çalışırken, içine neşeyi katmayı çoğu zaman unuturuz..
Oysa hem neşeli hem de düzgün yaşayabiliriz varsın bazı günler hayat rutinden çıksın. Ne olur yani ara birde olsun bizim de çılgınlıklarımız olsun.
Niye her şeyi yaşa dizeriz ne yani illa on sekizinde mi gece mehtap izlenir. Ne yani, balon uçurmak için illa da çocukmu olmamız gerekir.
Bırakalım, hayat içimize, zamanlara bölmeden mutluluk içinde aksın. Aklımız ilime, bilime daha iyi bir dünya için çalışsın.
Çocukların köklerine fideler ekelim. Büyüdükçe güneşe dönsünler yüzlerini, verdiğimiz güvenle solusunlar havayı, ısıtsınlar yüreklerini.
Kınamak, yargılamak kelimelerinin sadece anlamını bilsinler. Her zaman çözüm ustası olsunlar. Çözümsüzlüğün değil çözümün parçası olmanın haklı gururunu yaşasınlar.
Yaşamamızdan, yaşadıklarımızdan biz sorumluyuz eyer biz bu bilince sahip değilsek yaşamamız için gereken emeği/çabayı gerektiği gibi ortaya koyamayız. Hayat karşılıklı bir aynadır. Vermek kadar almak/almayı bilmekte yaşama karşı sorumluluklarımızdandır.


İnsan kendi iç sesini dinlediği zaman başkalarının sesine de derinlik kazandırır, empati yeteneğini geliştirir. Başkalarının duygu ve düşüncelerine, kim olduğuna ve neler yaşadığına daha derinlemesine yaklaşır.
Kendimizi dinlediğimiz de güçlü ve zayıf yanlarımızı keşif ederiz, böylece başkalarının da artı ve eksilerine yaklaşım tarzımız değişir. Daha insanı bakış açıları kazanırız.

Olcay Kasımoğlu.
                                  Bana engin olmak yaraşır...

'''Bazen önemli olmamalı gidecek olan yada gelmeyen... Çünkü bazen; başlaman gerekir herşeye yeniden...''

Özü değişmez insanın ve İnsan ancak doğru anlayışla özü kavrayabilir.
Gerçek sevgiyi ve anlayışı bilen, bunu da başkalarıyla paylaşabilen insan aranmaktadır günümüzde.
Hepimiz; kendi renklerimizle bu dünyanın döngüsüne hizmet ederiz.
Mevlana ne güzel demiş !
''gel, gel, ne olursan ol yine gel,
ister kafir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel,
bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…”
Burada ki sevginin en önemli özelliği ''beraberinde anlayışı da barındırmasıdır'' lakin burada ki anlayış, yanlışa tolerans değildir.
Mutluluğu sağlayan en temel duygu ''sağlıklı sevgi'' ve ona yol açan anlayıştır.
Hoşgörü diye yıllardır nitelendirilip durulan ancak bir türlü kavuşulamayan duygunun ortaya çıkmakta zorlanmasında ki temel etken de budur.
Çünkü: sadece hoşgörü ile ''sevgi anlayışına'' varabilmemiz mümkün değildir.
Burada ki davetin; çoğu zaman yanlış anlaşıldığını düşünmüşümdür.
Burada ki çağrı ''kötüde olsan, namussuz da olsan, hakta yesen, zalimde olsan'' gel değildir.
Burada ki anlayış tamamen insan oğlunun dünya evi üzerinde ki siyası, dini kimliklerin hangisinde karar kılmış olursan ol bizim dergahımız iyilik, umut,sevgi yolu gel diyor, kaldır aradan engelleri...
Ve en önemlisi; herkesi sevemeyeceğini de her şeyi bilemeyeceğini de fark edebilmeli insan, her şeye sahip olamayacağı gibi.
Her şey için çok geç olmadan, kendi özümüzle tanışmak ve varlığın diliyle yeniden doğabilmek için ötelediğimiz, ertelediğimiz ne varsa hayata geçirmeli, hepsinden önce ''bilgilenip'' sonra ''fikir sahibi'' olmalıyız.
İnsan: özgür yaratılmış iken, bitip tükenmek bilmeyen bencil arzularına yenik düşünce, zaaflarının esaretinde bir köle olarak yaşadığını fark edemez bile.
Artık fedakarlığın hakikatinde ''kendimize'' emek vermenin vaktidir.
Her şey insanın kendi ruhuna yapacağı yolculukla başlar...

Olcay Kasımoğlu

8 Eylül 2018 Cumartesi



                                     HAYIR DİYEBİLMEK İNSANCA BİR HAKTIR





''Gitmek. Hem de nasıl gitmek. Tüm yolları birbirine düğümleyip, tüm kapıları duvarlarla örerek gitmek.
Kim diyebilir ki, ben hiç gitmedim birilerinden. Kaçarcasına değilse bile usul usul.
Ama beni böyle cami avlusuna bırakır gibi gidişin...
Kundağımdan beri üşür gibiyim...''


Neden bazı insanlar, hayır demekte zorlanırlar ? Hayır diyebilmek neden bu kadar önemlidir?

İnsanlarla bir arada yaşamak için, işbirliği ve dayanışma yapmak önemlidir. Bunun için, evet ve hayırların bir seçiciliği ve dengesi olmalıdır.
Başkalarını gücendirmeyelim derken, kendi kendimizi gücendirmeye başlarız. Doğru bildiğimiz şeylere bile sahip çıkamaz, kendi ilkelerimizden ödün vermeye başlarız. Hayatın her boyutunda, bize gerekli olan denge unsuru, burada da karşımıza çıkıyor böylece.

İnsanın, kendi özünde ki benliği özümsemesi, olaylar ve sorunlar karşısında takındığı tutum ve davranışla kendini belli eder.
Herkes aynı koşul ve imkanlarda yetişmiyor. Herkesi farklı aile yapılarında büyüyor, farklı davranış kalıplarına sahip bireyler olarak yetişiyor. Olayları algılama, anlamlandırma ve olaylar karşısında takındığımız tutum ve davranışlarda, bu farklılıklar çerçevesinde şekilleniyor.
Bu farklılıkların bize kattıkları doğrultusunda; bize söyleneni, gördüğümüz ve algıladığımız kadarıyla yapabiliyoruz.

İnsan zamanla oluşur, tıpkı nehirler gibi. Çağlayan bir şelale mi, yoksa cılız bir dere mi olacak, bunu zaman gösterir? Bunu da, yetiştiği aile ortamı, yaşadıkları, içinde bulunduğu sosyal ve toplumsal kimlikler karşısındaki tutumları belirliyor.

Hayır demek, diğer anlamıyla ret etme hakkını kullanmak, öğretilmiş davranışları kırmak, inanmadığımız, onaylamadığımız düşüncelerin arkasında olmamak demektir. Kendi kararlarımıza güvenmek ve bağımsızlaşmanın bir gereğidir aynı zamanda.
Birey olmuş, bir üst kimliğe ulaşmış, doyumlu ve olgun insanlar, nerede ne zaman hayır demesini çok iyi bilirler.

Ömrümüz boyunca; bir çoğumuz, mükemmel bir eş, sorunsuz bir öğrenci, iyi bir vatandaş, iyi bir evlat olmak adına, unuturuz kendi fıtratımızı. Denge ve huzuru korumakla, kendimizi hiçleştirmek arasındaki sınırı çizemez hale geliriz.

Hayır demek, kişinin kendi iç disiplini ile yakından alakalıdır. İnsan, sağlam bir kişiliğe sahip ise, zaaflarını törpülemişse, kendini ve yaşamı iyi okumuşsa; ne zaman, kime, neden hayır denilmesi gerektiğini bilir.
İnsan hayır derken, karşıdakini kırmak, dökmek zorunda değil. Sadece tercih hakkını kullanmanın çok insancıl bir seçim olduğunu hissettirsin.
Karşısındaki insan, insanlarında, kendilerine çeki düzen vermelerine neden olacak bir tavır ve duruş sergilesin. Her hayır, kendi içinde bir tutarlılığa sahip olsun.
Hayır demek bir tutumdur, sadece kişi ve kişiler üzerinden anlam ifade etmez.
Hayır dediğimiz için, bir insanı mutsuz edebiliriz lakin bizden dolayı sadece mutsuz olmaz.
Kendi evetinin, hayır’ ının farkındalığına sahip olmayan bir insandan, seçicilik beklemek en büyük yanılgıdır.

Toplumun temel birimi olan ailenin, dolayısıyla her insanın bir değerler sistemi ve bir yaşam felsefesi vardır.
Başkalarının dayattığı kurallara ve değerlere göre yaşıyoruz. Yalanları sorgulamadan kabul ettikçe, hayır demedikçe içimizdeki sızı ve yalnızlık daha da artıyor.
Her şeye sahip olmak için uğraştıkça, hayatlarımıza sahip olunuyor. Düşlerimize birer birer el koyuyorlar. Her şeyin ucuz bir metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı bir ortamda; sevgiyi, dostluğu, bilgiyi, güveni, içtenliği; parayla, imajlarla satın almaya ve mutlu olmaya çalışıyoruz.
Kimse yuvasında değil, herkes başkasının kapısını çalmakta, başka hayatlarla avunmakta, hazıra konmayı amaç edinmekte, hazır söylemlerle yaşama sarılmakta, ne olduğunu bilmeden, kendine sunulan yaşam tarzlarını benimsemekte.
Bu tarz insanlar, onaylanmanın, kabul görmenin; ebeveynlerinin istediği gibi davranmaktan geçtiğini çok küçük yaşta öğreniyor ve kendi duygularını bastırıp, anne ve babasının takdir edeceği şekilde davranmayı yine o yaşlarda öğreniyorlar.

Hayır diyebilmek, anlamlı ve gerekli bir davranış kalıbıdır.
Hayır diyebilmeyi bilen çocuk ve ergen ,önüne çıkabilecek pek çok yaşamsal tehdit karşısında çok daha güçlü ve donanımlı olacak, kendisini pek çok tehlikeden koruyabilecektir.
Biraz cesaret, biraz sezgi, biraz algı ve kendine saygı aslında.

Doğru bulmadığımıza hayır diyemediğimiz için, gerçek benliklerimizi oluşturamıyor, sınırlarımızı koruyamıyoruz.
Sosyal statüsü, ekonomik durumu, kabul görmeme korkusu, imaj kaygısı, kaybetme korkusu gibi bir çok nedenden ötürü, hayır demekte zorlanan, kendi istekleri ile çevresindekilerinin istekleri arasında sıkışıp kalan bireyler yetişiyor.
Korkup susan ve sessizce acı çeken, eşinin ve ailesinin baskısına ‘’el alem ne der’’ korkusuyla, sineye çeken insanlarla dolu toplumumuz.

İstek ve ihtiyaçlarımızın ne olacağını, başkalarının belirlediği, öğretilerin hakim olduğu yapıların içinde yaşıyoruz.
Zamanla mutsuz ve amaçsız hale gelip, çözümü ya antidepresan ilaçlarda yada hayatı hem kendimize, hemde hayatı bizimle paylaşanlara zehir ediyoruz.

Hayır demeyi öğrenmenin ve ‘gerektiğinde’ hayır demenin insan yaşamına getireceği yenilik, gelişim paha biçilemez değerdedir.
Karşımızda ki insanlara, içtenlikle ve samimiyetle özveride bulunduğumuzda, bunun karşınızda ki insan için bir anlam ve mana hissetmediği hissine kapıldığımız her durum, hayır demek için bir nedendir.

İnsanlar, bizden yapabileceklerimizin üstünde bir beklenti içerisine girdikleri an açık ve net bir şekilde hayırlarımız olmalı.
Yoksa, kırıcı ve incitici olabiliriz, oysa kesin bir hayır, daha samimi ve dürüst bir iletişim kurmamızı sağlar.
Yeter ki sağlam bir dayanağı olsun hayırlarımızın.

Eğip bükmeden, amasız, keşkesiz hayır demek, hem kendi yaşamımızı, hem de başkalarının yaşamını kolaylaştırır.
Her zaman, kendi ihtiyaç, istek ve beklentilerimizle, diğer insanlarınkini dengeleyerek kuracağımız ilişkiler, daha sağlıklı zeminlere oturacaktır.
Yeterki neye hayır diyebileceğimizi, neyi kesip atmamız gerektiğini bilelim.
Çünkü ‘’Hayır’’ diyebilmek, insanca bir haktır.

Olcay Kasımoğlu
                                               OLGUNLAŞMAK 💕

Hepimiz bunaldığımızda bir çıkış tüneli aramaz mıyız, dayanacak sağlam bir kale, yaşımız ne olursa olsun sıcacık bir kucak aramaz mıyız?
Şefkat duygusunu besleyen ve geliştiren ''en güvenilir şefkat abidesi'' bana göre tanınan özgürlük içerisinde gelişen sevgidir.
Biz buna güven ya da uyum, bütünlük de diyelim; bir kişinin niyetiyle davranışları birbiriyle tutarlıysa, uyum içindeyse, içi dışı birse, o kişi bütünlüğe sahiptir.
İnanırlığı ve güveni yaratacak olan da uyum dur. Zaten uyumlu insanlar kendi derin değerleri ve inançları ile ahenk içindedirler, özleriyle sözleri birdir. Aynı zaman da bu bütünlük tevazuyu da içerir. Bütünlük zor olduğunda bile doğru şeyi yapma cesaretini verir.
Hepimiz kendi hapishanemizin gardiyanları değil miyiz zaten? Duvarlar da korkularımız...
O zaman hepimiz ''sevginin dilini kullansak'' güven duyabileceğimiz limanların sayısını arttıracak davranışlarda bulunsak, döktüysek doldurmaya, yıktıysak yeniden yapmaya çalışsak; Başka türlü yaşanmaz mı bu dünya (!)

Can Dündar'ın  Olgunlaşma yazısı çok hoşuma gitti, paylaşmak istedim.
''Artık eskisi gibi her hafta sonu birileri ile dışarı çıkmak istemiyorum. Beni yoran ilişkiler, yeni tanışmalar, yeni yüzler aramıyorum. Eski dostlukların da özetini çıkarmaya başladım.
İlişkilerde tasarrufa gidiyorsun her şeyde olduğu gibi ve gereksiz insanları hayatından atmak istiyorsun.
Yapmacık, inanmadan konuşmak istemiyorum artık.
Beni anlamayanlarla konuşmak cümle kirliliği yaratıyor ve hak edenlere saklıyorum enerjimi.
İstediğime istediğimi deme özgürlüğüne sahibim, eleştirme hakkını oluşturan yaşamışlık ve yeterli yaş faktörü artık bende de var.
'Ben demiştim' ,'ben bilirim', 'ben zaten anlamıştım',sendromunda olanlarla arkadaşlıkları bir kez daha sorguluyorsun. İlişkilerini sadeleştirmeye başlayınca sıra iyi ve kötü gün dostlarını ayıklamaya geliyor. Kötü gün dostlarını belirliyor ve onlara daha çok önem veriyorsun.
İyi gün dostu bulmak ne kadar kolaysa kötü gün dostu bulmak bir o kadar zor, biliyorum.
Zamanın ne kadar kıymetli olduğunu öğreniyorsun buralara kadar gelirken.
Uzun düz otobanlardan olduğu gibi, kestirme bozuk yollardan da ulaşabilirsin hedeflerine.
Kestirmeleri de öğrendim gide gele.
Boş geçen her saniye değerli artık.
Daha yapılacak çok şey var ama, kendimi çok yormaktan çok hırpalamaktan yana değilim.
Gerektiğinde 'HAYIR' demeyi öğrendim ve bu kelime başta karşındakine kırıcı gelse de senin için hayat kurtarıcı olabiliyor.
Sevgiye önem vermek gerektiğini, zamanı geldiğinde elinde sadece sevginin kalacağını biliyorum.
Sevgi paylaşıldıkça oluşuyor, olgunlaşıyor.
Aileme ve seçtiğim tüm dostlarıma daha önce göstermediğim sevgi, anlayış ve ilgiyi gösteriyorum. Biliyorsun ki gidenlerin ardında sadece iyilikler kalıyor, ne kadar sevgi dolu olduğu hatırlanıp anılıyor.
Bana çok genç olduklarını hatırlatırcasına nedense tecrübelerimi, fikirlerimi sormaya başladılar.
Vereceğim cevaplar belki çok anlamsız geliyor ama yine de dinliyorlar ama ben biliyorum ki yaşamadan hiçbir şey öğrenilmiyor.
Yasamışlığın oluşturduğu bir alçak gönüllülükle gülüyorum içimden sadece.
Ayıp, günah ya da ne derler korkuları çoktan geride kaldı.
Sonra Sezen'in şarkısındaki gibi anneni daha sık düşünüyorsun ve hatta anlıyorsun.
İşte bu yeni alışmaya başlanan ve giderek hoşa giden yeni duruma olgunluk deniyor.
Yasamışlığın, görmüşlüğün, geride kalmış üflenmiş doğum günü mumlarının bir sonucu kendiliğinden ortaya çıkıyor hayatın bir dönemecinde bu olgunluk.
Ne zaman dersen herkese göre, ne kadar dolu yasadığına göre değişiyor bu olgunluk çağına ermek.
İnanın bana hayattaki düşüşler, zor alınan virajlar bu zamanı hızlandırıyor.
Kendi dünyanın küçüklüğünü keşfetmek ve buna rağmen kendinin kıymetini bilmek çok ise yarıyor.Bir gün hepimizin buhuzurlu olgunluğu bulmasını diliyorum.''
💕 

· 
Türküler, şarkilar, şiirler insanların söyleyemediklerini söyler.
O yüzden mi bu kadar çok sevilir...💙

"Sen dostumdun benim, gülünce güneşler açardı
Su gibi azizdin, yurdumdun, alnında ateşler yanan
Işıklı bir ırmak gibi aktığımız o uzun yürüyüş
Daha dündü sanki, her patlayan sağanak bunu anlatır
Fabrika düdükleri bunu anlatır bana her vardiyada
Hazırladığımız ilk taş baskısı afişi anımsar mısın
Bükülüp giden kent sokaklarını, fabrika önlerini
Sonra kitapları (kokuları hala burnumda onların)
Hangi mayısta taşıdık kentlere küllerin rengini
Gerçi gülistan olmadı ömrümüz, gam değil
Belki tanırdın ilk vurulanı, o gün hiç ağlamadık
Hayır ağlamadık, çıldırdık o gün çıldırasıya
Adını çocuklarımıza verdik onun, çoğaldı
Mezarlar çoğaldı o günden sonra, yetişmedi bize
Öldürülecek kadar büyümüştük, öyle demişlerdi
Ve hayat öylece akıp durdu işte, akıp duruyor
Kimilerinin bakışlarına yine karlar yağmış
Saçları dumanlı bir geçit sanki, dudakları lâl
Kitap yakanlar eksilmiyor, şu uçuşup duran
Kırlangıç ölülerini görüyor musun kentin üstünde
Sen dostumdun benim, gülünce güneşler açan
Bulutlara, rüzgara asarım suretini her akşam
Her akşam bir mektup yazarım dağlar kadar
Kayıp bir adresten geliyor sesin şimdi, üşüyorsun
Unutma dostumsun sen, neredeysen orada ölmek isterim...
AHMET TELLİ

1 Eylül 2018 Cumartesi

                                                      Kelebeğin Rüyası


''Belki bir kelebek o kadar memnun ki rüyasından
Uyanmak istemiyor uykusundan…”
Yılmaz Erdoğan ne iyi yapmış da bu filmi yapmış..Filmin sahnelerinin bir kelebeğin rüyası cinsinden olmasına sebep.
Muhteşem üç şair olan Muzaffer Tayyip Uslu, Rüştü Onur ve Behçet Necatilgil'i biraraya getirmesi yanısıra henüz yeni modernleşen madenci kenti Zonguldak yeşilligi ile harmanlanan sade mütevazı memuriyet yaşamlarının yeni Cumhuriyet ile modernleşme ye çalışan memleketin içsel sıkıntılarının bu üç adam üzerindeki psikolojik manevi baskıların yarattığı bir dizi olaylar zinciri mi? sanat edebiyat şiirle bütünleşen bu otobiyografik film tümüyle sizi 
bugünlerden o günlere götürebilir.mi?
Kararı izleyerek sizler verin isterseniz.
Tabii bu yoğun şiir trafiği içinde Belediye Başkanı’nın kızı lise ögrencisi Suzan’dan bahsetmezsek olmaz.
Dram dolu bir sürü film karesinin içine serpiştirilmiş şiirsel mizah dolu repliklerle örülü kelebeğin rüyası..Tıpkı bir kelebeğin bir günlük ömrünün bitimiyle oluşumundaki süreçte oluşan harükülade kozanın oluşumu gibi.
Gelin gorunkü ki bu tarihi gerçek hikayeyinin kahramanlarından Rüştü Uslu ile Mediha hanımın yaşadığı sokak ile evin gerçek hikayesini ögrenmem, üç nesil Beşiktaş,lı..biri olarak bu filmle benim için milat olmuştur.
Tarihi gerçek hikaye ise şöyle..imiş
**Rüstü-onur-karisi
İstanbul’dan Zonguldak’a giderken Anafartalar Vapurunda Mediha Sessiz adında güzel bir kızla tanışır. Mediha’ya aşkının ifadesi olan duygulu mektuplar ve şiirler yazar. Önce nişanlanırlar sonra da 1942 yılında evlenerek, Beşiktaş’ta Mediha’nın evine yerleşirler.
Ne yazık ki bir talihsizlik sonucu Mediha bir karın zarı iltihabı geçirir ve 12 Kasım 1942’de yaşamını yitirir. Bu ölüm Rüştü Onur‘a çok fazla gelir. Eşinin ardından adeta canına kıyarcasına yaşamını boş verir.
Yaşama sevdiği karısından sonra ancak iki hafta dayanabilir. 2 Aralık 1942’de Beşiktaş’ta Şair Leyla Sokağı’ndaki evinde ciğerlerinden fazla kan gelmesi nedeniyle boğularak ölür.
Halen Ortaköy mezarlığında “Boğazın lacivert sularına bakan” bir sırtta eşiyle yan yana yatmaktadır."

Kelebeğin Rüyası’nda şiir okuyan ilk isim Kıvanç Tatlıtuğ’un hayat verdiği Muzaffer Tayyip Uslu. ,(1922 ) 1946 yılında -henüz 24 yaşındayken- Zonguldak’ta hayatını kaybediyor. Lise sıralarındayken Behçet Necatigil‘in öğrencisi olan Muzaffer Uslu da parasızlık ve hastalık yüzünden eğitimini yarıda bırakmış ..O yıllar herkesçe illet hastalık diye nitelendirilen verem hastalığı Muzaffer Uslu ve Rüştü Onur'un aynı biçim de ölmesine sebep olmuş.


İki şair hatta Behçet Necatigil de..olunca ne dizeler biter ne hikayeler.
Boşuna dememiş Muzaffer bey,
Günaydın Muzaffer Bey
Sokaklar seni bekliyor
-Sokaklar beni bekliyormuş-
Günaydın
Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan.
VE...
Güzel olan yaşadığımızdır
Bir gün öleceğimiz değil.''


29 Ağustos 2018 Çarşamba

                             Ancak doğru anlayışla özü kavrayabilirsin.



*Eğer başın yıldızlarda yaşarsan,er yada geç içlerinden biri beynine saplanacaktır.
*Dağın göl üzerindeki yansıması, gülümsediğinde ki ifadene benziyor.
*Var olmanı özledim. Hakkımda bilmediğin şeyleri saklamayı özledim. Çünkü ne zaman istersem açılabiliyordum sana, dinlediğini bilerek. Anladığını ve yardımcı olduğunu bilerek, hep yaptığın gibi.
Ne kadar saçma olduğunu biliyorum. Bugün sırf beni duymadığın için çaba harcayıp daha önce kimseye anlatmadığım şeyler söylememin.
''Savaşmadan asla vazgeçmem''



*İnsan beyni,sonsuzluğu hiç bir zaman kavramayacak,tam anlamıyla aşki bile. Her şeyin bir mantığı var. Tek bildiğim doğum anında, hepimize ölümsüzlük bahşedildiği. Diyeceksin ki! O halde neden ölüyoruz?
Çünkü var oluş sürecimizde, bir hata yaparız,sadece bir. Ancak, bu bizim,sonsuz yaşamı kaybetmemize neden olur.
Hala sorduğunu duyar gibiyim. Ne hatası?
Bunu bilme becerisi bize verilmedi. ancak sırf bu hata yüzünden insan ölümlü olur.
*Mantık mantık mantık
Ben hatamın ne olduğunu anladım.
Herkes bunu çözemez. Benim hatam, seninle daha erken tanışamamak. Seninle daha uzun yaşayamamak. Bu bana,oldukça iyi bir sebep gibi görünüyor.
Ölümsüzlüğü kaybetmem için özgün bir kapanış düşünüyorum ama tek aklıma gelen ''Seni seviyorum.'' sözleriyle kapanır perde.

Böylesi keskin bir duygu hayatta bir kez hissedilir.ve her şey başladığı yere geri döner ve tekrar edip durur. Döngünün bizden istediği budur.
Sinemanın gücünü bir kez daha kutluyorum.

25 Ağustos 2018 Cumartesi

                                                  Gün uzun anlatamayacağım kadar...



''Birinin ruhuna düş gibi süzülüp girmek bir sanattır, çıkmak ise bir başyapıt."
Durgun bir deniz ve mışıl mışıl uyuyan bir şehirle beraber, el sallayarak beyaz bir gemiye, ait olduğu yere, yaşama bırakıyorum... bir dostu sonsuzluğa uğurlar gibi...
Aşka dair öğrendiğim ise;
''Bir kuğu yeminliyse aşka, ömrü gibi göldür bütün dünya, bitmez boynun eğriliği...'' Kalbimizde ki yarayı sağaltmak gerekiyor...
Olur ya belki bir gün olur ya
hayatım sana gerekecek olursa
gel ve al onu
Öğretti bana;
Sabahın kimsesizliği
ve yalnızlığın sesi
taşıdığım bu hüznün senin için olduğunu
Biliyor musun
Aşk bağışlanmış hüzündür
çok önemli buluyorum bunu
*Ne varsa işitilen,
duyulan ve koklanan,
desin ki: "seviştiler."
*Alphonso de Lamartine
19.09.2018
      'Hayat  Iskalamayı affetmez'

''Ve biterken herkes en çok kendisidir. 
Ve biterken herkes bir yudum dost arar. 
Ve biterken herkes en çok yalnızlığı yaşar…''








Bölüşürken suskunluğu
Kim çizdi hikayemize bunca yol ayrımını
Ya duvarlarını indir
ya vazgeçmeyi öğren
ya da sevmeyi..
İnsan ancak doğru anlayışla özü kavrayabilir...

Yaşamımızda her neyi deneyimliyorsak, onun ötesine geçmek ve yeni bir kapı açmak üzere deneyimlediğimizi bilmek ve bunu hatırlamak önemli.. Zira tüm zorluklar bizi pişiren, hamlığımızı alan ve olgunlaştıran bir etkiye sahiptir.

Kendimiz olma hali ve yaşamı göğüsleme direncini ancak yaşayanlar bilir...

Gülten Akın'da yaşamış... sen, ben gibi;

“biz azaldık” dedim, “dünya da eksildi”
çapaklar kılçıklar temizlendi aramızda
uzaklık mı gerek peki, aşk nerede
“aşk sessiz dolaşır” dedi O
“bir yerlere yağmur yağıyordur, öyle”

eksilenleri topladım, işte, hepsi
geride az bir şey kaldı''

Kimi zaman tüm çevrenin ve şartların tarafsız bir gözle resmini çizemeyiz, değerlendiremeyiz. Bu nedenle, eskilerin deyimi ile, “Mülahaza kapısı”nı açık bırakmalıyız. Yeni düşünce ve alternatifleri dinlemeye, yeniden düşünmeye ve sonuç çıkarmaya açık olmalıyız.

Düşünmek ya da doğru düşünmek konusu tarihe mal olmuş pek çok bilim adamı ve filozof için de belli bir önem taşır.
Honoré de Balzac’ın “Düşünmek görmektir,” deyişi, Confucius’ün “Doğru düşünen haddini bilir,” ya da “Düşünerek yapılan her işin sonu hayırlıdır,” diyen Socrates hemen aklıma gelen bir kaç örnek...

Aldığımız eğitim, niyetlerimiz, olaylara bakış açımız, menfaatlerimiz sorunların ve gerçeklerin karşısında “gözümüze perde” indirebilirler.
Dış dünyayı algılamamız ya da dünyanın görüntüsü bulanık olabilir. Bu görüntüleri tam berrak hale getirebilmek için okumak, akıllı insanlarla konuşmak, tartışmak, empati yapmak, başkalarının duygu ve düşüncelerini önemsemek ve düşünce sanatını öğrenmek gerekiyor.

Düşüncelerimiz bir şekilde ''Ses ya da yazı ile'' ifade edilmezse kültürel katkısı olmaz.
Sözcükler esastır ve ilişki doğru kelimelerle kurulmalıdır.
Böylece anlaşmazlık, çatışma, yanlış anlama gibi küçük ya da büyük karmaşaların oluşması önlenebilir.
Kullandığımız kelimeleri yalnızca bizim değil, karşımızdakinin de anlaması, aynı anlamı yüklemesi halinde uzlaşma sağlanabilir ve sağlıklı iletişim kurulabilir.

Yaşam bir avuç, zaman mutlak.
Kasıntıya, mala-mülke, üne, statüye tamah yorar insani..

Olcay Kasımoğlu

24 Ağustos 2018 Cuma

                                               İnsan zafiyeti hiç bir şeye benzemez...




Bir çok insan; hiç kimsenin ya da hiçbir görüşün etkisi altında kalmadan, olayları olması gerektiği gibi objektif değerlendirmek ve yorumlamak olgunluğuna, bilgeliğine sahip değildir.
Özellikle kendi düşüncesi konusunda fanatik, eleştiriyi kaldıramayan, insanlara zarar veren, empati yoksunu insanların verdiği zarar tahminler ötesidir.
Tarafsızlığın, renksizliğin, vurdumduymazlığın, neme lazımcılığın kurbanı yüz binlerce insan var.
Bu Konuda Şairimiz Gülten Akın' da Seslenmiş;
dipsiz hüzün ve bezginliğin şu tekrarlı günlerinde,oraya gidip,dünyayı unutmak,unutmuş ve unutulmuş olmak,incelmek,uçuşmak,bulutları mekan eylemek i s t i y o r u m...
Zira hayat çıplak gözle katlanılası bir ahvalde değil nicedir.sevgisizlik,sevebilme özrü,yalan-dolan aşklar,kurgulanmış,pazarlıklı ilişkiler...benim soframda değilse de,eline-koluna çarpıyor insanın her adımında.
soluduğumuz maviyi kirletmiyorlar mı? göğün türküsünü bulandırmıyorlar mı....?
Bunca renksizlik içerisinde, kıyamın olduğu yerde her şeye rağmen insanlar; sevginin, dostluğun, iyiliğin gücüne inandıkları için ''nefreti reddetmekte'' birleşiyorlar.
Fikirlerin, ilimin, bilimin ''müzakeresini, rekabetini'' değil ''sen ben'' davasının küçük adamları gibi hesapçı yaşıyoruz.
Büyük sürülerin çelimsiz ayaklarına dönüşüyoruz. Her adımda kendimize çarpıp düşüyoruz..


 Olcay Kasımoğlu

                          Hepimizin ihtiyacı olan



Mutluluğu sağlayan en temel duygu sevgi ve ona yol açan anlayıştır. Belki de yeniden öğrenmemiz gereken budur…



Kendimizi ve doğayı tanımak için, duyguları, düşünceyi ve eylemi uzlaştırmak için, bireysel ve toplumsal yaşamı uyumlaştırmak için, bencilliğe karşı cömertliği anlamak ve yaşamak için, ayrımların karşısına bütünleşme fikrini koyarak; hoşgörü, sevgi, anlayış, saygı gibi değerleri anlamak ve yaşamak için, yaşamın bilinçli bir kaşifi olabilmek için, daha iyi bir dünya ve iyi bir yaşam için;
insan olduğunun farkına varan, maddi ve manevi faaliyeti sırasında hem kendi hem de toplum hayatının şartlarını oluşturan motivasyon ve eğilimlerini iç çatışmaları azaltacak şekilde örgütleyip kaynaştıran,
diğer kişilik ve karakterlere karşı uyumlu davranış sergileyen, başkalarını türlü açılardan ve değişik yöntemlerle değerlendirebilen kişilikli insanlara ihtiyacımız var.

Dinlemesini bilen insan, sorunların tespiti ve çözümünde daha az hata yapar. Dinleyerek daha iyi gözlemler yapar, farklı bakış açıları edinir. Ön-yargıdan uzak objektif kararlar verebilir. Problemlere yeni çözüm yolları bulur.
İnsan kendi iç sesini dinlediği zaman başkalarının sesine de derinlik kazandırır. Empati yeteneğini geliştirir. Başkalarını duygu ve düşüncelerine, kim olduğuna ve neler yaşadığına daha derinlemesine yaklaşır.
Kendimizi dinlediğimiz de güçlü ve zayıf yanlarımızı keşif ederiz böylece başkalarının da artı ve eksilerine yaklaşım tarzımız değişir. Daha insanı bakış açıları kazanırız. Aynı zamanda dinlemek öze inmektir, bakılan ama görünmeyenlere dokunmaktır.

İnsanların duygularını anlamak kendimize olan güveni artırdığı kadar başkalarının da bize güven duymasına neden olur.
İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman daha dikkatli ve özverili oluruz.
Başkalarının duygularını örselemeden onları anlamaya çalışırız.
Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman evrende bizi dinler.
Yoksa, neden ve niçinlerle, endişe ve kuruntularla geçen bir yaşamın değer ve anlamı ne kadar olabilir ?

Olcay Kasımoğlu
Kalbi olanların çok az olduğu bu yitik çağda, hüzünlenmek bir ayrıcalıktır...



''Duydum ki.
Kuşlarını alıyor gidiyormuş gökyüzü''
Olsun;
Gidenleri öpün benim için
Hayat;
Bir rüzgarın esişi değil mi
Beraberiz ebediyen.
Her şeye, herkese rağmen...


''İlhan Berk
                                                                 Anlaşıldığınız yer evinizdir.



Kendiniz olduğunuzda;
''Sevgi size derin bir anlayış veriyor ve bu anlayış da değerli bir şey. 
Anlayış, aitliği besler. Gerçekten anlaşıldığınızı hissettiğiniz zaman kendinizi, diğer ruhun güvenine ve sığınağına bırakmak konusunda özgür hissedersiniz.''
Yaşama amacımızı gözden kaybetmeden;
Ruhu duyarlılıktan yoksun olmayan, sevme kapasitesi olan bilinçli özgürlüğe, samimi ve içten sevgilere ihtiyacımız var.
Ben buna sevgi sanatı diyorum.
''Bu sevgi sanatı, diğer insanın özel ve kutsal kimliğini açığa çıkarır. Sevgi, diğer insanın bireyselliğinin ve ruhunun gizli imzasını gerçekten okuyabilecek tek ışıktır.''
Hayatta arzulanabilecek çok şey var.
Önemli olan bir insanın en çok ihtiyaç duyduğu iç dünyasında eksikliğini hissettiği şeyin farkında olması onu arzulaması ve onun peşinden gitmesidir....
Kaybedenler veya elde etikten sonra zevkini yasayamayanlar genelde en çok ihtiyaç duydukları şeyi (iç dünyalarında aç oldukları şeyi) değilde gelişi güzel seçtikleri için arzularını elde edince de zevkini yaşayamıyorlar daha doğrusu o tatmin edici huzur verici duyguyu yakalayamıyorlar.
Gönülden, gözden düşmeden;
Hayatımıza giren insanlara yüreğimizden söyleyebileceğimiz en güzel dörtlük bu olsun, ne dersiniz?
''Seni "Eğer" diye sevmedim
Beklentiler olduğu için.
Seni "Çünkü" diye sevmedim
Çıkarlar olduğu için.
Seni "Rağmen" sevdim
Her şeyinle olduğun gibi,
Her şeye "Rağmen"...''
Dünya zamanı, bir kirpiğin birbirine değmesinden daha kısa!
Sevgiyle gideceğimiz yerlerimiz, yolumuzu gözleyen ve yolumuzu karşılayan sevdiklerimiz olsun.
Aşkla kalın...
Olcay Kasımoğlu

13 Temmuz 2018 Cuma

'Her can kabul etmez viraneler var...''


Yaşama amacımızı gözden kaybetmeden;
İnsanca yaşamak için gösterişe, bizim olmayanla avunmaya, başkalarının gözünde kendimizi aramaya, onanmaya ihtiyacımız yok.
Ruhu duyarlılıktan yoksun olmayan, sevme kapasitesi olan bilinçli özgürlüğe, koşulsuz sevgilere ihtiyacımız var.
Ben buna yaşamın aşuresi diyorum, hepsinden biraz.
Marifet, o hepsinden birazla lezzeti yakalamak ve kendini, yerini, haddini bilmek...insanın en büyük zaferidir bence.
.
Hayatımıza giren insanlara yüreğimizden söyleyebileceğimiz en güzel dörtlük bu olsun, ne dersiniz?
''Seni "Eğer" diye sevmedim
Beklentiler olduğu için.
Seni "Çünkü" diye sevmedim
Çıkarlar olduğu için.
Seni "Rağmen" sevdim
Her şeyinle olduğun gibi,
Her şeye "Rağmen"...''
Ve bir gün apansızın '' Sadece seni görmek için geldim ...'' diyenleri olmalı insanın... Güzel olmaz mi, hoş olmaz mi?
''Gönülden, gözden düşmeden/ Sevgiyle, umutla ve dimdik olma vakitlerine inançla; yaşama yeniden, sımsıkı sarılma vakti...''
Ve Sevgiyle gideceğiniz yerleriniz, yolunuzu gözleyen sevdikleriniz olsun...
Yaşam bir fısıltı solukta..Gün umut gün sevgi ola...
Aşkla kalın...


                                                 KALABALIKLARIN İÇİNDEN...




Teşekkürler hayat, bana çok şey verdin
Bana iki göz verdin ki onları açtığımda
Kusursuzca ayırdedebiliyorum, siyahı beyazdan
Ve yukardaki göğün yıldızlı zeminini,
Ve kalabalıkların içinden sevdiğimi.
Bağışlayan hayat, Teşekkür ederim.
Bana verdiğin kulaklar tüm boyutlarıyla,
Kaydediyor -gece gündüz- cırcır böceklerini ve kanaryaları,
Çekiçlerin, türbinlerin, tuğlaların ve fırtınaların,
Ve sevgilimin şefkatli sesini.
Teşekkürler hayat, bana çok şey verdin.
Bana sesi ve alfabeyi verdin.
Ve o sözlerle istediğimi söyleyebiliyorum;
kim ‘anne’, ‘dost’, ‘kardeş’ ve nedir parlayan bir ışık,
Ve aşkın ruhun kökünden geldiğini.
Teşekkürler hayat, bana çok şey veren,
Yorgun ayaklarımla yürüyebilme yetisini de verdi bana.
Onlarla şehirleri ve su birikintilerini teptim
Vadiler ve çöller, dağlar ve ovalar.
Ve senin evini, senin sokağını ve senin avlunu.
Teşekkürler hayat, bana çok şey veren
Bana bir kalp verdi; tüm bedenimi ürperten,
İnsan aklının meyvesini gördüğümde,
İyinin kötüden ne kadar uzak olduğunu,
Senin gözlerinin berraklığıyla…
Teşekkürler hayat, bana çok şey veren
Bana kahkahayı ve hasreti verdi.
Onlarla mutluluk ve acıyı ayırdediyorum.
Şarkılarımı yapan.
Ve senin şarkını da, çünkü aynı şarkımız.
Ve herkesin şarkısı; benim asıl şarkım.

''Bir gün
geleceğim ve bir haber getireceğim

damarlara ışık saçacağım
ve sesleneceğim içerden:
ey sepetleri uykuyla dolu olanlar!
elma getirdim, elma
…kızıl güneş.

geleceğim.
dilenciye bir yasemin vereceğim,
cüzzamlı güzel kadına da
yeni bir küpe…
köre diyeceğim ki: bak, nasıl da güzel bahçe!

çerçi olup dolaşacağım sokakları
ve sesleneceğim:
çiyci geldi, çiyci geldi, çiyci!
yoldan geçen diyecek:
sahiden de karanlıktır gece.
ve samanyolunu vereceğim ona.
köprüdeki kötürüm kızın
büyük ayıyı asacağım boynuna.
bütün küfürleri süpüreceğim dudaklardan.
bütün duvarları yıkacağım yere.
haramilere diyeceğim ki:
gülümseyiş yüklü bir kervan geldi!
bulutu parçalayacağım.
gözleri güneşe bağlayacağım
gönülleri aşka
gölgeleri suya
dalları rüzgara
sonra bütün bunları birbirine
ve çocuğun uykusunu da
cırcırböceklerinin mırıltılarına bağlayacağım.
uçurtmaları uçuracağım gökyüzünde,
saksılara su vereceğim.

geleceğim.
atların, sığırların önüne
okşayışın yeşil otunu serpeceğim.
susuz kısrağa çiy kovasını sunacağım.
yoldaki yaşlı eşeğin sineklerini kovacağım.

geleceğim.
ve her duvarın başına bir karanfil dikeceğim.
her pencerenin altında bir şiir okuyacağım.
her kargaya bir çam vereceğim.
yılana diyeceğim ki: kurbağa nasıl da fiyakalı ama!
barıştıracağım.
tanıştıracağım.
yol alacağım.
ışık içeceğim.
seveceğim...''

Sohrab Sepehri

İRADEM İYİMSER...



Sevmek, hissiyat ile iradenin işidir.

Aklını ve yüreğini ''sevgiye,derine, sanata, bilime ve sonsuzluğa atmışsan'' korkma sessizlikten, seslerden, gün doğuşundan, ne de gün batışından...

Duvar olmakla, katı olmakla, tavır almakla, mazeretlerin arkasına saklanmakla bulamayız yaşamın o incecik yolunu…

Geleneğin gücü, bizim eşsiz bir şey ortaya çıkarmamıza izin vermediği sürece ona bağlanıp kalmamızın bir anlamı yoktur.

Sözler yerine deneyimi, öğreti yerine birey oluşu olumla-malıyız.

Seviyorum;
Kendini bilenleri, gösterişten uzak doğanın yüreğinde bir nefes soluklananlari ve yaşami bir bütün görüp; içindekileri gözlemle, duyulan seslerden öte yürek titreşimlerini duyanlari ve sevginin cesaret ve cömertlik olduğunu yaşam felsefesi yapanları...

Olcay Kasımoğlu
Ve Kitap Ve Resim Ve Müzik Ve Hüzün Ve Ben



Alain De Botton'un, Görmek ve Fark Etmek adlı kitabını okurken, bir defa daha ne ballı zamanda yaşadığımı düşündüm. Yazar, Edward Hopper'in Otomat adlı resmini anlatıyordu. Diyordu ki: "Edward Hopper, yapıtları hüzünlü olan, ama onlara bakan bizleri kedere boğmayan sanatçılardandır, Bach'ın ya da Leonard Cohen'in resimdeki karşılığı diyebiliriz ona. Ana tema yanlızlıktır."

Durur muyum? Önce Otomat'ın, Hopper'in hangi resmi olduğunu gugula sordum. Hey! Ben bu resmini çok seviyorum. Lakin adını bilmiyordum. Otomat'mış. Cohen'in şarkılarını dinleyerek, resmi seyretmeye koyuldum. Sonra ekranda Hopper'in hüzünlü resmi, fonda Cohen'in kederli sesi, Botton'un yazdıklarını okumaya devam ettim.

"Otomat (1927), yalnız başına oturmuş kahve içen bir kadını resmeder. Vakit gecedir, kadının üzerindeki mantodan ve şapkadan anlaşıldığı üzere dışarıda hava soğuktur. Görünüşe bakılırsa oda geniştir, boştur ve iyi aydınlatılmıştır. Dekor tamamen işlevseldir: üstü taştan bir masa, kalın ahşaptan siyah sandalyeler ve beyaz duvarlar. Kadının yüzünde içe dönük, biraz da korkmuş bir ifade vardır, kamusal yerlerde oturmaya alışkın değildir sanki. Belli ki o masaya oturmadan önce yaşamında bir şeyler ters gitmiştir. Kadın her şeyden habersizdir ya, yine de farkında olmadan resme bakan kişiyi öyküler yazmaya davet eder, onun geçmişiyle ilgili ihanet ya da kaybediş öyküleri. Kahve fincanını dudaklarına götürürken elinin titremesini engellemeye çalışır. Saat gecenin on biridir, aylardan Şubat'tır, yer Kuzey Amerika'da bir şehirdir.

Otomat hüznün resmidir ancak hüzünlü bir resim değildir. İyi bir melankolik şarkının gücünü taşır. Eşyalar sert hatlıdır, evet, ama mekan tümüyle mutsuzluk taşıyan bir mekan değildir. Salonda başka yanlız insanlar da vardır; tek başına oturmuş, tıpkı resimdeki kadın gibidüşüncelere dalmış, toplumdan kopuk bir halde kahvesini yudumlayan kadınlar ve erkekler. Toplumdan kopuşluk, hepsinde ortak olan duygudur ve bu ortaklık insana yalnız olanın sadece kendisi olmadığını anımsatır. Hopper resimdeki kadının tek başınalığıyla özdeşleşmeye davet eder bizi. Resimdeki kadın onurludur, kendinden çok başkalarını düşünür; fakat başkalarına fazlaca güvenir, biraz naif bir hali vardır sanki. Bedeni, yaşamın sert bir köşesine çarpmıştır. Hopper bizi onun yerine koyar; bizi dışarıda yaşayanların yanına, evdekilerin karşısına yerleştirir."

Ve kitap ve resim ve müzik ve hüzün ve ben... Teşekkür ederim Tanrım... Ne güzel!
http://www.altyazilifilmizle.org/tag/the-bridges-of-madison-county-altyazili-izle



Zordur köprüleri yakmak... Sıradan sabahların mahmurluğuna alışmışlar için, bir şafak vakti aniden geçmişinden ve bugününden vazgeçmek ve içinde her nasılsa saklanmayı başarmış bir yarın heyecanının kanadına tutunarak havalanmak cesaret ister. Kurulu düzen öylesine rahat, öylesine huzur doludur ki, ruhuna gömülü çocuğu, yıllarca kınında beklemiş keskin bir kılıç gibi uyandırıp dörtnala ileri atılmak, yaman bir karara dönüşür.
Zordur insanın onca zaman, bunca emekle kurduğu ne varsa hiçe sayıp, mağlup ama mağrur bir komutan edasıyla yeni seferlere niyetlenmesi... Bugüne yenik düşenler, yarını sadece hoş bir hayal olarak düşleyip, dünde yaşarlar. Bedel ödemeyi göze alanlar ise, yelkenleri atlastan gemilerle, arkalarında külden köprüler bırakarak meçhul bir istikbale doğru dümen kırarlar...
Yakılan sırat köprüsüdür. Geçer ve orada kalırsınız: cennetse cennet, cehennemse cehennem... dönüşü yoktur...
* * *
Clint Eastwood'un son filmi "Madison Kasabasının Köprüleri" çoğumuza bir kez daha ruhumuzun derinliklerinde saklanan o yakılası köprüleri hatırlattı. Hayatı, sohbetsiz sofralara yemek hazırlamaktan ibaret, kendi halinde bir ev kadınının günün birinde kapıyı çalıveren bir yabancıyla yaşadığı 4 günlük "yasak ilişki", içimizdeki şeytanın kapılarını çaldı. 40 yıl kendirli, kendinden bile saklamış bir kadının, 4 gün içinde kendisiyle tanışması ve 40 yıldır ıskaladığı bir mutluluğu bir "yabancı"da yakalaması, dünyanın dört bir yanındaki izleyicilere pek tanıdık bir duygu gibi geldi.
Sinema çıkışında ellerindeki küçük mendilleri gizli gizli göz pınarlarına bastıran hanımlarla, yaşlı gözlerini kara gözlüklerinin ardına saklamaya çalışan beyler, yasak bir
İlişkiye gözyaşlarıyla onay veriyorlardı adeta...
Yolboyu eşler birbirlerini yokladı, ihmal edilmiş heyecanlar çıkarıldı naftalinli sandıklardan... Kimi, köprüleri yeniden kurmanın yollarını aradı, kimi yakma vaktinin gelip de geçtiğini düşünürken...

Lakin zordur köprüleri yakmak...
Meçhul bir istikbal uğruna bugününden vazgeçmek korkutur insanları... Mazinin hatıraları taze, dostluklar sıcak, kurulu düzen güvenlidir. Nitekim filmin kadın kahramanı da kendi köprülerini yakmaktan son anda vazgeçer. Ruhunun köprüleri yerine, cesedini ateşe vererek, bir imkansız aşkı, küllerin buluştuğu öbür dünyaya erteler.
Köprüleri yakmak cesaret ister... ama siz kararsızlanırken köprünün karşısından ışıl ışıl yeni bir hayat umudu inatla gülümser insana... Bir elte bugünün yerleşikliğine tutunurken, öbürüyle yarın macerasına uzanmaya çalışır, arada çırpınır durursunuz.
Belki orayı bilmemek, bilmekten iyidir. Bilip de gidememek en beteridir çünkü...

Sinema çıkışında izleyicilerin düşünce balonlarında köprüler sallanıyordu. Eşler yolboyu birlikteliklerinin muhasebesini yaptılar, kimileri işi cesur bir hesaplaşmaya dönüştürerek, kimi kaygılarını dillendirmeye çekinerek...
Kimi evlerde eski aşklar tazelendi ve yeni köprüler kuruldu, ihmal edilmiş diyaloglardan... Kimi evlerde ise yeniden sohbetsiz sofralara dönüldü... Rahat oturma odalarının kurulu düzenlerine sarılanlar, heyecan dolu bir aşkı beyinlerinde büyüterek kaşıkladılar yemeklerini..
...ve ertelediler, ruhlarının köprülerini kavuracak bir heyecan ateşini; o ateşin ancak cesaretlerini yakacağı güne kadar...
Kovalarındaki çiçekler kadar gerçekler...


''İki çocuk;henüz tabularla tanışmamışlar; bahçenin toprak, çiçek kokulu yerinde, henüz daha küsmeyi bile bilmiyorlar; mevsimler kadar güzel, çiçekler kadar gerekli iki şey; iki gerçek; iki can..'' demiş, dost... 

İnsan tanımak gerçekten ince bir sanattır ve bu sanatın ciddi parametreleri vardır. 
Çaba ve inanç gerektirir. Yoksa, payımıza hep yanılgı ve hayal kırıklıkları düşer. İnsanlardan darbe yediğimizi, ,insanların ne kadar güvensiz olduğunu ve hep aldatıldığımızı, şanssız olduğumuzu söyler dururuz o zaman.
Oysa, önce kendimize, var olan bakış açımıza,hayat deneyim ve tecrübelerimize biraz kafa yorsak, bu yanılmalarda; aslında ne kadar çok kendi payımız olduğunu görüp şaşıracağız.

Her insan bir dünyadır ve bu dünyanın şekillenmesinde; çocukluğu, yaşadığı bölgenin yaşam koşulları, tercihleri,seçimleri, aldığı eğitim, seçtiği kişi ve kişiler, bir yaşanmışlık bırakmıştır.
Ne kadarını kendinde topladığı, ne kadarında demlendiği, belli davranış kalıpları içerisinde kalıp kalmadığı; bize yansıttığı geri bildirimlerde, tutum ve davranışlarda kendini ele verir. Daha dikkatli baktığımızda muhakkak göreceğiz. Bunun içinde önce kendimizin, engin ve dingin bir yaşamla iç içe ve kendimizle barışık olması gerekiyor. Önyargılarından azade, geniş bir bakış açısıyla, insanlarla iletişim kurduğumuzda; daha doyumlu ve uyumlu birliktelikler oluştururuz.

İnsan tanıdıkça, ya yaklaşır yada uzaklaşmaya başlar. Bu ince çizgiyi çok iyi tanımlamak lazım. Bazen insanlar kendilerini tanımlamakta gerçekten zorlanırlar. İfade ve tanımlama yoksunluğu yaşarlar. Bunun içinde, insanlarla ortak yaşam alanları olsun, paylaşılan mekanlar olsun, beraber çıkılan bir yolculuk olsun yada beraber bir olayın şahitliğini yapmak ve onun üzerinden beden dili ve sözel tanımlamalar olsun, algısı açık insana çok şey verir aslında.
Hani büyüklerin kullandıkları yaşamsal deneyler vardır. Birini tanımak için;

*Yolculuk yapın
*Emanet teslim edin
*Sırlarınızı paylaşın
*Bilerek fikirlerine karşı çıkın
*İçki sofrasını paylaşın
*Borç para verin
* Sevmediği konularda açık yürekli konuşun
* Çocuklar ve korunmaya muhtaç insanlar hakkında düşüncesini sorgulayın

Liste uzar gider, sonuçta kişi ve kişilerin etki ve tepkileri kişilik ve karakterleri hakkında bize bir fikir verebilir.
Tabii ki bunları yaparken, rencide etmeden, kırmadan, dökmeden içten ve samimiyetle yapalım. Biz ne savcı, ne hakimiz, zaten sağlıklı gelişen birlikteliklerin; savcıya, hakime,avukata, doktora, polise ihtiyacı olmaz.

Olcay Kasımoğlu