Translate

27 Şubat 2020 Perşembe

''Söylediğinizi Sandığınız/Söylediğiniz''

''Anlamak istediği/ anladığını sandığı''
Günlük hayatta, iletişim içinde olduğumuz insanlarla bir çok olay yaşarız. Kimisiyle birlikte çalışır , kimisiyle sadece selamlaşma şeklinde münasebetlerimiz olur. Bazılarıyla da dertlerimizi, sevinçlerimizi paylaşır, hayallerimizi, isteklerimizi anlatırız. Dostluğu, arkadaşlığı, kardeşliği, sırdaşlığı paylaşırız.
Bütün bu duygular kendiliğinden oluşmaz. İletişimin sağlıklı ve sağlam zemin oluşturması için ”Güven” kavramı çok önemlidir, insanının altı vasfını da bildirmektedir.
İnsanın karakterinde; mütevazılık, sadakat, hoşgörü, hakkaniyet, cesaret, sabır, çalışkanlık, sadelik gibi üstün vasıflar varsa, bunlar insanda güven uyandırır. Fakat bunların bir insanda olması tek başına yeterli değil önemli olan insanlarla iletişim kurabilmek ve bu meziyetleri yaşatabilmektir.
Bunun için de yaşamı deneyimlemek ve içselleştirmek önemlidir. İletişimin de kendi içinde yasaları vardır,
1. En önemlisi açık iletişimdir.
Kişilerin duygu ve düşüncelerini açabilmesi için o kişiyle olan yakınlık, samimiyet ve güven derecesi arasında yakın bir ilişki vardır.
Bir insanın karşısındakine güven duyabilmesi ise zaman içinde gerçekleşir.
Açık iletişimde duygu ve düşüncelerde samimi olmak çok önemli ve her şey karşı taraftan beklenmemeli. 
Çünkü, açık iletişimin riskleri de vardır.
Yaşamımızda ki bütün başarılar, az çok riskli davranışlara dayanır. Buna rağmen karşımızdakine güvenir ve değer verirsek o da güven duyar ve değer verir.
Kişinin gerçekleri öğrenmesi ve düşündüklerini gerçekleştirmesi için yapılan bütün atılımlar açık olma riskini kabullenmeye bağlıdır.
Güven sağlamanın sırrı budur, insanlarla iç içe ve samimi olmak; kendini insanlardan bir insan olarak görmek, bütün egoları, meziyetsiz meziyetleri siler temize çeker. 
Birde açık iletişimde açık sözlü olmakla patavatsız olmayı birbirine karıştırmamak lazım.
Herkese sevgi, saygı ve samimiyetle muamele etmek  gerekir.
İnsanlardan ne beklediğimizi kesin olarak belirtirsek, İnsanlar kendilerini güvenli hissederler, canla başla çalışırlar ve o zaman yapamayacakları bir şey yoktur.
2. Düşüncelerimizi paylaşmak  güveni artırır.
İnsanlarla ortak paydaları paylaşmak ve yapılması gerekeni birlikte yapmak güveni artırıcı bir davranıştır. İnsanların eşit haklara sahip olduğu inancını besleyen insanlar ; birlikte yaşadıkları, beraber çalıştıkları insanlarla aralarına uçurumlar koymazlar. 
Ulaşılabilir, paylaşılabilir bir anlayışla işlerini ve görevlerini icra ederler ve daha rahat iletişim kurarlar. Kendi düşünce ve duygularını, işini, görevlerini başkasıyla daha rahat paylaşırlar. Buda güven duygusunun oluşmasında en etkili yollardan biridir.
3. Etkili iletişim kurmanın yollarından biride  ”anlamak için” yargılamadan dinlemek gerekir.
Dinlemesini bilen insan sorunların tespiti ve çözümünde daha az hata yapar. Dinleyerek daha iyi gözlemler yapar, farklı bakış açıları edinir. 
Önyargıdan uzak objektif kararlar verebilir, problemlere yeni çözüm yolları bulur.
İnsan kendi iç sesini dinlediği zaman, başkalarının sesine de derinlik kazandırır, empati yeteneğini geliştirir. Başkalarını duygu ve düşüncelerine, kim olduğuna ve neler yaşadığına daha derinlemesine yaklaşır. 
Kendimizi dinlediğimizde güçlü ve zayıf yanlarımızı keşif ederiz böylece başkalarının da artı ve eksilerine yaklaşım tarzımız değişir. Daha insanı bakış açıları kazanırız.  Dinlemek öze inmektir bakılan ama görünmeyenlere dokunmaktır. Karşımızda ki insanlara gönül gözüyle dokunduğumuzda biz onun en yakını oluruz.
İnsanların duygularını anlamak, kendimize olan güveni artırdığı kadar, başkalarının da bize güven duymasına neden olur.
İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman ise daha dikkatli ve özverili oluruz. Başkalarının duygularını örselemeden onları anlamaya çalışırız. Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman, evren de bizi dinler.
4. İletişimin en önemli ayaklarından biride; anlaşılır olmak.
Dünya yeterince karışık, gelin anlaşılır ve tutarlı olalım. Birlikte olduğumuz insanlar kendilerini güvende hissetsinler. Anlaşılır olmak, hayatta yeni fikirlere açık olmayı kolaylaştırır. Ayağı sağlam basan birinden kim etkilenmez ki, kim güvenmez ki !
Sağlam ve anlaşılır olmak, insanların güvenle bir arada çalışmalarını, risk almalarını ve kendileri olmalarını sağlar.
Anlaşılır ve tutarlı olmak karşımızda ki insanlara rahatlık hissi verir, güven duygusu sağlar, sağlıksız ilişkilerin oluşmasına izin vermez.
Olaylara, insanlara bakış açımız; seçenekleri görmemize, değişmemiz gerektiğinde kendimizi ”güncellememize” yardım edecektir.
Kendimize karşı açık, sade, duru olmak  ‘ her zaman kendimizi İfade etmemizde’ gereksiz olanların elenmesine yardım eder.
Para, güç vb. uğruna dünyanın bir çok yerinde, onca insanın katledildiği bir zamanda;
Duygularımızda samimi ve içten olalım. Ne kadar ayrı fikirlerde olursak olalım, insanları birleştiren duygulardır….
Akraba, sevgili, eş veya arkadaş olarak, bir insanı ne kadar severseniz sevin, sağlıklı bir ilişkinin ancak; özen, samimiyet, dürüstlük ve saygı ile kurulup yaşatılabileceği gerçeğini unutmadan, sevginin direngen ruhuyla sarılalım yaşama ve sevginin gücüne..Hiç bir şey insandan daha değerli değil !..

Farklı Olanı Anlamak


”Akıllı insan, düşündüğünü söyleyen değil, söylediğinin sorumluluğunu ve getirdiği sonuçları da bilerek üzerine alıp konuşan insandır.”
Yaşam içerisinde dış görüntümüze, görüntülere çok fazla önem veriyoruz, büyük anlamlar yüklüyoruz. Düşünce ve algılarımızı geliştirmek için kendimize emek vermiyoruz, hayatı ve içindekileri sorgulamıyoruz.
İnsan: düşünmeyi, düşündüğünü ifade etmeyi, farklı düşünceleri dinlemeyi , gerektiğinde uygun bir biçimde itiraz etmeyi, sorgulamayı olanaklı hale getirerek, özgür bir birey olmanın yollarını açarak, yaşamı ve içindekileri kucaklayabilmeli.
Bunun içinde;
Egolarından arınmış, kendine emek vermiş ve ruhsal bir olgunluğa ulaşmış olmalı. Bu olgunluğa ulaşan insan, insanlığın doğuştan yaşam hakkı olan değerleri sonuna kadar savunabilen, evrensel değerleri içselleştirebilendir.
Aklın ve bilimin ötelenmesine, doğanın talan edilmesine, özgürlüğün önündeki engellere, şiddete, haksızlıklara, eşitliksizliklere, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, egemen olana, cinsiyet ayrımcılığına sonuna kadar hayır diyebilme cesaretini ve yürekliliğini göstere-bilendir…
Kazım Koyun’cunun ”Herşeye rağmen” seslenişinde olduğu gibi;
”Kötü şeyler gördük.
. Savaşlar, katliamlar,
ölen-öldürülen çocuklar gördük.
..Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük.
Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar,
her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük.
…. Biz de öldük.
Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.”
İnsanlar, doğuştan getirdikleri ırk, cinsiyet vb. bireysel biyolojik farklılıkların yanında, toplum olarak tarihsel gelişim sürecinde kazandıkları
pek çok kültürel farklılıklara da sahip bulunmaktadırlar. Kaldı ki söz konusu farklılıklar, tarih boyunca insanlar arasında eşitsizlik ve toplumlar arasında
çatışma sebebi olarak devam etmiş, tarihte bir çok savaşın tetikleyicisi olmuştur.
Ve uygarlık düzeyi çerçevesinden olaylara baktığımız zaman, bütün bu farklılıkların birer ayrılık, çatışma sebebi değil aksine, zenginlik, paylaşma ve bütünleşme vesilesi olabileceklerini görebiliriz. Görebilmek içinde insanda sağlam bir kişilik ve sağlam bir benlik olması gerekiyor.
Tüm acılar bilgisizlikten kaynaklanır. Bilgi, insanın ufkunu aydınlatan, sevgi ile biçimlenen bir ögedir. İnsan özellikle karşındakini anlamak için, onda olanı anlamaya niyetli olmalı. Buda kuru bilgiden uzak, açık bir zihin ve sevgi ile biçimlenen bir anlayışla mümkündür. Çünkü, ancak o zaman doğru bilgiye, sağlıklı bir bakış açısıyla ulaşabiliriz.
”Zaten, çağdaş toplumların ve aydınlanmış bireylerin yapması gereken; kendi farklılıklarını ötekine dayatmak değil, farklılıklarının farkında olmak, olduğu gibi kabul etmek ve uzlaşılabilecek ortak değerler zemininde buluşarak iletişim kurmak ve kendini ifade etmek olmalı. Böyle bir atmosferde kendi zenginliklerini karşı tarafa göstermek daha kolay olabileceği gibi, evrensel barış ve huzur ortamının tesisine daha fazla katkı sağlama imkanı da
yakalanmış olacaktır”
Şiddetin, egemen olanın bildiğini okuma ve okutma trajedisi o kadar uzun zamandır devam etmekteki, bunca telaşın, şaşkınlığın dip yaptığı insan coğrafyasında; düşünen, sorgulayan her insan, hangi şartlar altında olursa olsun, ‘insanı ve yaşamı’ değeri ve değerleriyle değerlendirir.
Rabindranath Tagore’nin seslenişi de oldukça anlamlıdır!
”Biliyorum, bu yaşam sevgi olgunluğundan yoksun, bütün bütüne yok olmadı.
Biliyorum, gün doğarken solan çiçekler, çölde kuruyan dereler bütün bütüne yok-olmadılar.
Biliyorum, ne varsa geride kalan, ağır ağır ilerleyen bu yaşamda, bütün bütüne yok olmadılar.
Biliyorum, daha gerçekleşmedi düşlerim, şarkılarım söylenmedi, ama senin çalgının tellerinde geziniyor hepsi, bütün bütüne yok olmadılar.”
İnsan öz farkındalıktan yoksunsa, farklı olanı anlaması neredeyse imkansızdır. Ve insan kendine kısır olunca; hayatla, insanlarla kırık ve bağlantısız oluyor… Bu yüzden özümsemek, her zaman her yerde her şeyi özümsemek farklı olanı anlamak açısından çok önemlidir.

26 Şubat 2020 Çarşamba

Her-şeyin Bir Bedeli Var

Hayatın, mecburiyetten bir mışlar ülkesinde yaşanan her saniyesine çok ama çok üzülenlerdenim. Tabii ki herkes kendi değer  yargısına sahip olmakta özgürdür. Her zaman özgür iradeyle verilmiş kararlara, tutumlara saygı duyarım. Herkes hayatının seçimlerini yapar ve sonuçlarını yaşar ama hiç bir yanlış seçim ömür boyu devam etmek zorunda değildir, bunu hiç bir şey meşru yapamaz.
Kendi hayatımıza sahip çıkalım, çıkarken de neyi bitirip, neyi yenilememiz gerektiğine çok iyi karar vermeliyiz. Eyer ödenmesi gereken bir bedel varsa ödemeliyiz. Sonuçlarını da yiğitçe yaşamalıyız. Geçmişe dair  yaşanmış ne varsa geleceğe gölge etmemeli yoksa çıkmaz sokaklar çıkar hep karşımıza.
Birde yaşanan hayal kırıklıklarını yorumlama  şeklimiz çok önemlidir. İnsanlar başlarına kötü bir şey geldiğinde  ben bunu hak etmedim derler… Bence hayat, bu insanlarla aynı fikirde değildir. Hayat iyilerden çok güçlüleri sever. Güç doğada vardır. İyilik ve kötülük tamamen insan aklının ürünüdür.
Önemli olan bakış açımızdır
Hayat insana vaatte bulunmaz. İyi insan olmak araç değil amaçtır. İyi insan olmak başına kötü bir şey gelmeyeceği anlamına gelmez. İyi insan olmanın ödülü zaten iyi insan olmuş olmaktır. Başımıza gelen kötü sonuçlar için kötü insan olma şartı yok. Neden ben diye sorarken kendimize, iyiliğe güvenmek güzel ama O’na dayandırmak akıllıca değildir. Başımıza gelenlerin ne olduğuyla değil, içimizde olanların ne olduğu ile ilgilidir.
Önemli olan bakış açımızı ve hayatı kendimize borçlandıran inançlardan zihinlerimizi  temizlemek. İnsan kendini en iyi eylemleriyle ele verir. Goethe‘nin dediği gibi ”İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanır” Hayatımızda ne olursa olsun ne yaşamış olursak olalım kendi ilkelerimiz, değer yargılarımız olsun. Kafa karışıklığı tüm kötülüklerin anasıdır, insanı içten içe yer, hayatla aramıza tel örgüler çeker. Biz dünyayı ne kadar aklımızla tasarlasak da, yaptıklarımızla şekillendiriyoruz… Bunu için zihnimizi düzenleyip, yargılarımızı periyodik olarak gözden geçirmek bize akıl yollarını açar.
Karasızlık karanlığa benzer
Her zaman kalıcı değişimler içten dışa doğrudur. Güzel olan her şey önce içte başlar. İnsan  aldığı kararlarla gelecek değişimleri hafife almamalı. Her şeyi belki yapamayız ama kendimize saygılı bireyler olarak bu hayatın içinde değerli, üreten, paylaşan, sevdiğine omuz olan başlar olabiliriz. Bunun için hiç bir zaman geç değildir.
Keşkesiz bir yaşam için, yalnızca hayatı seyretmeyelim. Hayatın kendisini yaşayalım. Hayata geldiğimiz yer ile gelmek istediğimiz yer arasında geçiyor ömrümüz. Seçtiğimiz her şey için, başka bir şeyden vazgeçmemiz gerekiyor. Bazılarımız şartlara şekil veriyor, bazılarımıza da şartlar şekil veriyor. Keşkelerle yaşayacak kadar uzun değil ömür. Hayat içinde seçimini kullanıp hayatı hoyratça kullanan insanlara  mutluluğumuzu törpüleme fırsatı vermeyelim.
Hayat her zaman eylemi ödüllendirir. Kartal resimlerine baktığımızda bir kanadında zeytin dalı diğerinde  ok vardır, ”Barışı severiz ama gerektiğinde savaşırız.” Hayatta barış içinde yaşamak için bile savaşı kazanacak kadar güçlü, inançlı olmalıyız. Yüreğimizle inanmalıyız. Yaşadığımız talihsizlikleri, şansızlıkları,yanlışları başkalarına yükleyerek hayatta başarılı olamayız, içimizdeki bizi mutlu kılamayız. İçimizdeki biz, herkese yalan söyleyebilir ama kendine asla.
Neden ve niçinlerle, endişe ve kuruntularla geçen bir yaşamın değer ve anlamı ne kadar olabilir? Özgün, dingin ve yaşamaya değer ömürler; iç sesini dinleyen, gerçek istek ve ihtiyaçlarını fark edip,  gereklerini yerine getirme cesareti gösterenlere özgüdür. Kendimizi kitlelerin ruhundan arındırmak, kelimelerimizi otoritelerin elinden almak, “hiç” hissetsek bile “hiçliğimizi” kendimiz belirlemek, değerimizi kendi irademizle fark etmek, ülkesiz olup tüm dünyanın “ötekileriyle” birleşmek… Belki bir gün başarırız kim bilir?
”Hiç olunmadan hep, hep olunmadan hiç olunamaz” derler… Belki de en büyük farkındalık; içimizden geldiği, doğamızın gerektirdiği gibi ve tam da neyi neden yaşadığımızı bilerek yaşamak gerekir.  Kim bilir, belki o zaman sağırları, körleri oynamayız. İki kuruşa, bir arşın kumaşa, iki tatlı söze, mala-mülke satmayız ruhumuzu !

kendi Düşüne Sarıl

”Fakirliği düşleyebiliriz.
Zenginliği düşleyebiliriz.
Cehennemi veya cenneti düşleyebiliriz.
Ölümü veya sonsuza dek sürecek bir yaşamı düşleyebiliriz.
Hepsi bize bağlıdır.
Dünya tıpkı onu düşlediğimiz gibidir.”
Stefano D’Anna,
İnsanoğlu evrensel değerlerden uzaklaşıyor, olumsuz düşünüyor ve hissediyor. Düşüyoruz birer birer yaşamın kıyısından. Adına döngü diyelim, adına değişim diyelim ne dersek diyelim, gördüğümüz ve dokunduğumuz her şeyin, yeniden var olabilmesi için, arkasında bir düşümüzün olması gerek…
Hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesimizin yankısını duyarak yaşamın anlamını  keşfedemeyiz. Etik değerler ve bütünlükle hareket eden yeni bir liderler neslini yaratmak için çocuklarımıza etiket fiyatını değil, evrensel değerlerin önemini öğretmeli ve emsal teşkil etmeliyiz.
”Dünyamıza sıkıntı veren binlerce yıllık problemlerin esas kaynağı, ahlaki değerlerin çöküşü, iş dünyasına ve politikaya adeta kutsal bir göreve hizmet edermişçesine yaklaşma kapasitesine sahip liderlerin eksikliğidir. Adaletsiz ve acımasız durumlara karşı, çürümekte olan insanlığın kaderini değiştirmeye ve yeni bir zeka pırıltısı getirmeye kabiliyeti olan yeni  nesillere ihtiyaç vardır. Politikada, iş dünyasında en etkili motive edici faktörün para olduğu, liderlerin insanlık pahasına güçlerini kazanabildiği, insanların ve bütün ulusların talihsiz ekonomilerinin hizmetinde olduğu bir çatışma toplumunda yaşıyoruz. İnsanların geleceği hakkında alınan kararların; silah üretiminden çevresel kirliliğe, ilaç üretiminden organize suçlara kadar, güzel bir düş’ün izinde alınmadığını gösteriyor. Çocuklarımıza miras olarak aldığımızdan daha da kötü koşullarda bir dünyayı teslim etmekteyiz.”
Zihinsel bir silkelenmeye ihtiyacımız var. İşe gerçekleri söylemekle başlayabiliriz. Bunun içinde insan, önce kendine ayna olmalı. Kişinin kendi içine bakması, dünyayı tanımasının anahtarıdır, bu durum aynı zamanda onu, olayları anlamaya ve öngörüye götüren yoldur.  İnsan kendine karşı dürüst olduğunda kendi iç sesini dinler. Bedeli ne olursa olsun dürüst insan maske takmaz, sahicidir. Yaşamınızın her alanı ve tüm ilişkilerimiz, bize kim olduğunuzu hatırlatmak adına ışık tutar. Tüm yaşamımızı yöneten  düşünce tarzlarımız, davranışlarımız, korkularımız, kalıplarımız bizim şu an mutsuz, acı içinde, huzursuz, parasız, sevgisiz, hasta vs negatif enerjiler içinde olmamıza neden oluyor.
Eylemlerimizden, söylediklerimizden sorumlu olmak, kendimize karşı dürüst olmamızı da sağlar. Kaldı ki, ”Değişim hiçbir zaman bir inanç sisteminden, bir felsefeden, bir devrimden ya da bir siyasi partiden gelmez. Değişim, yalnızca tek bir kararlı bireyin kişisel gayreti ile ufacık bir kıvılcım gibi başlayarak, dünyayı kasıp kavurabilecek kadar güçlü bir ateş gibi yayılabilecek parlak bir fikirden meydana gelir.
Her insani başarının ardında, her yeniliğin, her bilimsel veya sosyal zaferin kökeninde, dünyanın en zorlu çabalarının, ticari girişimlerinin; güzel, faydalı, ve varlıklı olan her şeyin ardında istisnasız tek bir insan, bir birey ve onun düşü vardır.”
Bizler yaşamın kurbanları değiliz. Kurban rolünden çıkıp yaşamımızın, seçimlerinizin farkına varabiliriz, hayatlarımıza sahip olunmasına izin vermeyebiliriz. Yaşamınızda, hiç kimsenin veya hiçbir olayın bizi yönetmesine izin vermeyelim. Yaşamımıza sahip çıkalım. Merkezimizde ve dengede kalalım…
Yaşamı, çok katmanlarıyla anlamaya çalışmak bir nevi kayıtsızlığa, vurdumduymazlığa geçit vermemektir. İnsanları kontrol etmeyi, yaşamlarına müdahale etmeyi bırakalım. Kızgınlık, öfke, yargılama, suçlama vs içinde yaşamak, yaşam enerjimizi sabote eder.  Bir bütün olamayız ve yaşamın içinde tam olarak var olmak imkansızlaşır. Yaşamın içinde bütün ve tam olmamız sevgimizi ve ışığımızı yükseltecektir.  Yaşadığımız dünyaya, topluma ve bizi bir arada tutan değerlere sahip çıkalım. Neyi, niçin yaptığımızın farkında olmak, bizi tutsaklıktan ve pişmanlıktan korur.
Bunun tek çıkış yolu da bilinçlenmek ve eleştirileri hiç bir zaman göz ardı etmemek ve tek bir insanın dünyayı güzelleştirebileceğini de yıkabileceğini de unutmamak çok ama çok önemli. Bizi bize hatırlatanlara, geleceğimize bir tuğla koyanlara, farkındalık yaratanlara, bakış açımıza yeni pencereler  açanlara haksızlık etmeyelim. Daha iyi yaşamak adına kendimizden verdiğimiz ödünlerde bir nevi ”Sarı öküzlerin” hikayesidir aslında. Bir fikri savunduğumuzda, onu  özel bir menfaatimizden dolayı savunursak çocuklarımızın gelecek düşlerini sabote etmiş oluruz.
İnsan hakkına ve yaşama saygımız bağlamında herkes kendi üzerine düşeni yapmakla mükelleftir. Ancak o zaman hak aramak değer ve anlam ifade eder.
Ağaç ekelim, savaşlara hayır diyelim. Eğitimi cehalete teslim etmeyelim, cinsiyet ayrımcılığını yok edelim. Vicdani hür, aklı hür eğitmenler yetiştirelim. Irk, din, etnik, renk, dil, cinsiyet bunlarda aranmaz doğruluk. Dünya üzerinde iyi insan kötü insan, faydalı insan faydasız insan vardır.
Öğretelim çocuklarımıza insan olmanın erdemini. Farkında olmalılar; kendisinin, hayatın, olayların. gidişatın farkında olmalılar, yoksa nasıl sahip çıkacaklar gelecek düşlerine !

24 Şubat 2020 Pazartesi

Kalite Tesadüf Değildir

Deneyimlerimizden çıktığımız yolculuğumuzda her durakta ve her yolda hayatın anlamına dair edindiğimiz her öğreti bize yeni bakış açıları sunar.
Kendini bilen insanın akılla bağlantılı bir eylemi vardır. Kendine özgü bir canlı olmanın da ötesine geçerek yaşama anlam katar. Bunlar da kendini tanıma, sınırlarının farkına varma, bilgi sahibi olma ve yürekliliktir. Bu olumlu özelliklerin varlığıyla belli bir zihinsel olgunluğa erişince insan, sahip olunan bilgileri anlamlı ve sağlıklı kullanma, yaşamı doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlayabilme bilgeliğine de ulaşmış oluyor.
Hayatın anlamına derinlikli bir bakış açısı kazandırıyor.
Bende;
''Yıllar boyu gerek özel yaşamımda, gerek arkadaş çevremde, geçmişe takılmak yerine, olumsuz koşulları aşmayı bilen, bireysel gelişimlerine önem ve öncelik veren insanlar tanıdım. Bu insanlara saygı, sevgi ve hayranlık duydum.
Bu insanların ortak noktası; kültürlerini arttırmak ve bilinçlerini geliştirmek için verdikleri çaba, duyarlılık ve emek ile ezberci eğitimin dışında kazanılan bir yaşam deneyimiydi.
Bu sadece diplomayla, etiketlerle yada parayla kazanılacak bir şey değildi.''
Bu bir tercihti. Yaşam kültürüydü.
Kültür, insanın ve yaşamın kalitesini arttıran en önemli unsur ve bir yaşam manifestosudur.
Yaşamı anlamak ve kendiyle barışık yaşamak isteyen her insan da mutlaka belli bir kültür birikimine sahip olmalıdır.
Birikim yollarından aklımıza ilk gelenler gözlemek, dinlemek, okumak ve yaşamaktır.
Bu dört ana unsur birbirlerini tamamlayıcı etkiye sahiptirler.
Bu etkiler aynı zamanda kendiyle barışık bireyin portresinin nasıl olabileceği üzerine farklı bakış açıları sunar bize.
Kendine emek vermemiş, yaşamda bir duruşu olmayan, mazeretlere sığınarak,sürekli bir günah keçisi arayan insanların yaşama katacağı çok fazla bir şey yoktur.
Kendiyle savaşı bitmemiş bir insanin yaşama katacağı bir şeyde olamaz. İnsan kendini bilince nerede susması, nerede inisiyatif alması ve nerede konuşması gerektiğini bilir.
Her şeyde olduğu gibi;
''Tutarlı olmalı insan; siyah gibi, beyaz gibi... Güven vermeli... Gri olmamalı...Kapıları olmalı insanın...Ya açık ya kapalı ''YARI AÇIK'' olmamalı...''
En küçük dalgada alabora olan, sapla samani birbirine karıştıran, egoist insanları yaşamımızdan uzak tutarak, hayatımızdan gün çalanlarla değil; hayatımıza anlam katanlarla çoğalmak sevgiyle, inançla...
Bir tutam can'la derinliğimizi gören insanlarla yürümek yaşamın içine...
Düşüncedeki derinliği, sevgide ki cömertliği görmeyenleri kendi haline bırakın, zaman onlara anlatsın.
Zaman en iyi öğretmendir...
Olcay Kasımoğlu

Düşünce Namusu

https://yenisoluk.com/yazar/olcay-kasimoglu

Bir ya da birçok konuda eğitim almak, diplomalara sahip olmak kişi ve kişileri aydın yapmaya yetiyor mu? Aydın olmak sadece bilgi birikimiyle mümkün müdür?
Bir meslek dalında eğitim alıp diploma sahibi oluyoruz. Diplomalar meslekleri icra etmek içindir. Sadece eğitilmişlere, diplomalılara aydın demek çok kısır bir döngüyü savunmak olur. 
Bilgi sahibi olmakla bilgiyi doğru anlamak ve kullanmak aynı şey değildir. Bir insan ezber bir eğitimle diploma sahibi olabilir. Bu onun aydınlanmış bir insan olduğu anlamına gelmez. Aydınlanmak için kişinin önce yaşamın bütününe bakması ve gerçeğin farkında olması gerekiyor. Bu sadece diplomayla kazanılacak bir yetkinlik değildir. Kaldı ki düşünme ve muhakeme yetenekleri aşınmış insanların diploma sahibi olması, insanı aydın yapmaya yetmez.
Bilgili olmanın, aydın olmanın temel koşulu olduğuna inanan bir çok insan var. Aydın insan entelektüel birikime sahip; özgür düşünceye, özgür tartışmaya, eleştirel düşünceye yaşama şansı tanıyan, ön yargılardan arınmış, vicdanı ve ahlakı sorumluluğu içselleştirmiş insan demektir.
 Sınırlı bir bakışla, anlamadan sonuç çıkarmakla hakikati göremeyiz. Bu tıpkı bir ormanda sadece ağaçları görüp ormanın varlığını özümsememektir. Ne olursa olsun gerçek bütündür. Hakikat bütündedir. 
Bir insan alanında çok iyi olabilir. Çok güzel eserler çıkarabilir. İyi bir ressam, şair, yazar, mühendis, bilim adamı olabilir. Yeterli mi tabii ki değil. Önemli olan iyi bir aydının aynı zamanda iyi bir entelektüel olmasıdır. Onu entelektüel; insanı toplumsal olaylar karşısında aldığı tavır, haksızlıklar karşısında takındığı tutumdur.
Kütüphaneler dolusu kitap okuyup hiç yaşama dokunmamış, toplumsal olaylarda sorumluluk almamış, başkalarının yaşamında olumlu bir rol edinmemiş insanlar sadece fikir beyan eder, soyut kavramlar üzerinden ahkam kesilirler.
Paul Baran'ın bu konuda güzel bir değerlendirmesi var, “Entelektüel denilen kişi, yaptığı işin özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni, daha güzel daha insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne olduklarını arayıp bulmayı, incelemeyi ve bu yoldan bunların aşılmasına yardımcı olmayı kendisine dert edinmiş kimsedir. O, bu nitelikleriyle toplumun vicdanı ve toplumun belli bir tarih döneminde içinde yaşadığı ilerici güçlerin sözcüsü haline gelir. Egemen sınıfların ve onların devletinin her türlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda hiç bir tabuya, yasağa, inkarcılığa itibar etmeyen, sorunları sadece mahalli, ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp kavramaya çalışandır .''
Bütün toplumsal olaylarda tepeden bakma, aşağılama anlayışıyla başarı ve ilerlemenin olmayacağını kavramış her aydın birey; toplumunu tanıyan, halkla iç içe yaşayan, toplumsal olaylara duyarlı, engin görüşlü ve sağduyu sahibi yetkin kişidir. Bu düşünce anlayışıyla; bilimsel, sanatsal, teknolojik alanlarda, insani toplumsal ve uygarlık adına bilgisini görgüsünü kullanmayı öncelik kabul etmiştir.
Yaşadığı topluma, kendi varlığına ve geleceğe iyi bir evren bırakmayı kendine ilke edinmiş; aklın, iradenin ve hissiyatın tarafında rol almış herkes değerlidir. Özellikle 21. yüzyılın çeyreğinde insanlığın ve uygarlığın geleceğini güvence altına almak, radikal eleştiriler yapmak hiç bir tarihte bu kadar önemli olmadı. 
Ne olursa olsun aydın olmak önce düşünebilmekten geçer. Düşünceyi ciddiye almak ve düşüncesinde tutarlı olmak önemlidir. Aydın entelektüel önce kendine sonra topluma karşı dürüst olan insandır. Bu bağlamda düşünce namusu çok önemlidir. Neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi ve kötü olduğuna bizim adımıza başkaları karar veriyorsa orada aydınlamadan bahsedemeyiz.
Aydınlanmış insan koşullanmış düşünceden arınmış, yeniliklere açık kişidir. Her türlü ayrımcılığın, adaletsizliğin, güvensizliğin ve kötülüklerin yaşandığı bir dünyada aydın olmak aynı zamanda tarihi bir sorumluluktur.
 Bu sorumlulukta birleştirici ve barışçı olur. Duyarlıdır, evrensel düşünür. Düşünce üretir aydınlatır. Kötülükleri önler, bilimsel düşünür. Gerçeğin yanındadır.
Çok geçerli bir söylemle bitirmek isterim. Gerçeği söyleyenin düşmanı da çoktur. Santiago Rámon, “Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Her halde ya gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç sevmedin!” derken aydın insan kendi yaşadığı çağın sıyası, ekonomi ve toplumsal gerçeğinin farkında olmalı.  
 Olcay kasımoğlu

Uyanışın Esas Bölümü

Bazen daha fazladır her şey ve yıllar ilerledikçe zevklerimiz, hoşlandığımız şeyler değişir!
O zaman insanı özel kılan nedir? Sadece bedeni mi? Hangi sınıftan olduğunu söyleyen giysileri mi? Parası mı, gücü mü? Yoksa içinde çalkalanıp duran, kartal olmak için bazen karanlıkta yarasalar arasında, kimi sürüngenlerle nemli iklimlerde, bazen de semanın ötesinde devinen ruhu mu?
Zamanla güçlü bir zeka ve ruhu olan insanlar isteriz yanımızda. Çünkü seçimlerinin de kendisinden bağımsız olmadığını biliriz. Seçtiklerimiz bize aittir. Seçtiklerimizin aynasında parlarız.
O zaman akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek niye?
Hepimizin kendine ait veya başkalarından alıp sakladığı sırları, sırlardan kurduğu surları ve yıkamadığı kaleleri var.
Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar bilmezler mi üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız. Eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz bir ömür boyu.
Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında.
İnsanlar da, kendi yaşamlarında gün gelir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalırlar.
İnsan, kendi hayatından sorumlu olduğu zaman, kendini disipline eder. Kişi kendine egemen oldukça hayata ve içindekilere de egemen olur.
Yeter ki kalbimizdeki sağanaklara hayat vereni, verenleri fark edelim…
Bununla birlikte İnsan, sıklıkla sosyal ilişkileriyle ilgili çıkarımlar yapar. Başkalarının düşünce ve davranışlarını anlamak ve tahmin etmek için sosyal işaretleri okumaya çalışır. Ne yazık ki, kişinin yaptığı bu çıkarımların yanlış olma ihtimali beynimizin kullandığı bazı kısa yollar ve sahip olduğumuz bazı ön yargılar nedeniyle oldukça yüksektir.
Bunun yanında her bireyin gelişimi, fiziksel, zihinsel ve duygusal yönlerini kullanma tarzı farklıyken, hayatı mücadele etmeye değer kılan ve şaşırtıcı hale getiren şey de bu seçim”Kendimizle yüzleşmek” ve farklılıklar değil midir?
Burada kendimizle kurduğumuz diyaloğun niteliği, kendimize dair hissettiklerimizi doğrudan etkilerken; Farklılığı anlayıp, yaşadıklarımız karşısında aldığımız tavırla, kendi iç benliğimizle yüzleşmek, “Neden ben” diyerek zaman kaybetmemeyi, onun yerine “Mimdi ne yapmalı?” demeyi öğretir. İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Peki, hangimiz, özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya ya da kendi gerçeğimizle yüzleşmeye hazırız?.
”Gerçek insanı özgürleştirir. Çünkü gerçekleri görmek ve kabul etmek, bize onları değiştirme gücünü verir. Kabul bu gücü içinde barındırır. Ama insanların çoğu gerçeklere inanmamayı, kendiyle yüzleşmemeyi tercih ediyor. Gerçeklerle yüzleşme cesaretini göstermek yerine, gerçekleri göz göre göre inkar ederek özgürlüğünü feda etmeyi seçiyor. Kendinden kaçan korku dolu insanlar için özgürlüğün bir değeri yoktur. Onlar güvence peşindedir, gerçek özgürlüğün değil.
”Kendimizle yüzleşmektense olan bitende başkalarını suçlarız. Başarsızlıklarımızı kabul kendimizle yüzleşmedir. Başarısızlığımıza başkaları neden olmadı. Sevgilimiz vefasız olduğu için bizi terk etmedi. Aile içinde diğer fertler kötü oldukları için bütün bunlar olmadı. Öğretmenlerimiz bizi sevmedikleri için kötü not almadık. Kendimizle yüzleşemeyiz çünkü kendi sorumluluğumuzu yüklenmek istemiyoruz.”
Oysa; Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır. Yeterince iyi olamadığımız düşüncesinden korkmamalı ve kendimizle yüzleşmeliyiz.
Korkularımız, birer birer masaya yatırıldığında ve onlarla yüzleşebilmek cesareti göstere-bildiğimizde hayatımızdan çekilirler. Korktuğumuz ve kendinizden uzak tutmak için uğraştığımız şeylere bilinçsizce karşı direnç oluşturarak kendimize çekiyor, yaşamımıza sokuyoruz. Korkularımızın samimi anlamda farkına varabildiğimizde, realitemizi değiştirmiş olacağız. Çünkü geçmişten öğrenmek ile geçmişte yaşamak aynı şey değildir.
İnsan her türlü gerçekten korkar, özellikle ruhsal gerçeklerden. İçinde bulunduğu realitenin gerçeklerinden, yaşamının gerçek amacını bilmekten, geçmesi gereken bir üst realite basamağının gerçeklerinden korkar. Tüm korkular, değişme cesaretini, gücünü bulamadığımız noktalardan kaynaklanır. Ve biz kaçtıkça gücümüz ve cesaretimiz azalır, korku büyür.
”Gerçeklerle yüzleşmek rahatlık alanımızın dışına çıkmayı gerektiriyor. Gerçeklerden korkuyoruz çünkü değişimden korkuyoruz. Çünkü bilinmeyenden korkuyoruz. Bildiğimiz alışık olduğumuz düzen bize ne kadar acı verirse versin tanıdık geliyor. Bu tanışıklık duygusu çocukluk dönemimize uzanıyor. Çocukluğumuzda annemize şiddet uygulayan bir babanın terörü altında yaşamışsak, bir erkeğin kadına şiddet uygulaması bizim için “tanıdık” oluyor. Maruz kaldığımız şiddet; Sözel, duygusal, fiziksel veya cinsel boyutta olabilir. Ne kadar acı çekersek çekelim, mutsuz olursak olalım, yine de bildiğimiz “tanıdık koşullar” altında yaşamak, bilmediğimiz “yeni koşullara” adapte olma sürecinden daha kolay, daha risksiz, daha güvenli geliyor. İngilizcede tanıdık (familiar) sözcüğü aile (family) kelimesinden geliyor. Bu bağlantı ilginç değil mi? Bu nedenle terk edemiyoruz bizi tüketen ilişkileri, bize zarar veren ortamları, bizi sömüren insanları… Çünkü onlar “aileden”, onlar “tanıdık”.
Neresinden bakarsak bakalım kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu, dışarıya akamayan bir irin gibi bedenimizi ve ruhumuzu ele geçiriyor. İçimize hapsettiğimiz her duygu aynı zamanda içimizin hapishanelerini yaratıyor.
Oysa yapabileceğimiz yegane şey; Duygularımıza dair anlayışı, saygıyı korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebilmemizdir.
Korkularımızla yüzleştiğimizde, asosyal topluma ve olumsuz insanlara karşı sağlam bir duruş geliştirebiliriz.
Bunun içinde kendi iç benliğimizle barışık olup, içimizdeki çocuğu özgür bırakalım.
Her şeyi belki yapamayız ama kendimize saygılı bireyler olarak bu hayatın içinde değerli, üreten, paylaşan, sevdiklerine ve sevdiğine omuz olan başlar olabiliriz. Bunu için hiç bir zaman geç değildir. Yeter ki biz kendimize geç kalmayalım.
Sığ sorunlarla, kendimize yaptığımız haksızlıklarla, yaşamak sevincini örselemek bu yaşama en büyük haksızlık değilde nedir?
Oyduğu bir kayadan akan bir suyun şırıltısı bile varlığını belli ederken yaşamı mazeretlere kurban etmek, hem kendimize hem yaşama en büyük haksızlık değilde nedir?
Kendi benliklerinin farkına varanlar, yaşamdan ne beklediğinin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz gerektiğini bilirler. Yanıtımızın doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerektiğinin de bilinciyle yaşama değer katarlar.
Kendini tanımak uyanışın esas bölümüdür ve yüzleşmek kendi gerçekliğimizin farkına varmak demektir. Dışımızdaki gerçeklerin farkındalığı o zaman anlam kazanır ve doğru bir temele oturur. Ancak o zaman insan kendi kendiyle yüzleşir. Yetişkin, özgür ve mutlu olabilir. Karanlığın bilincine vararak aydınlanabilir ve insan, kalbiyle, aklıyla yaşamın içine yürüyorsa bu dünyada hiç bir şey imkansız değildir…
Korkular, suçlanmalar, kendine güvensizliklerle oluşan bir kozanın içine de bir ömür boyu kalmak hem kendimize, hem bize bahşedilen yaşam armağanına en büyük haksızlıktır. Kendimizle yüzleşme, sorumluluğumuzu alma, hatalarımızı görme cesareti hem kozayı delecek hem de bizi güçlü kanatlara kavuşturacaktır.

18 Şubat 2020 Salı

Yaşam İşleyeni Severim

Hayatın içinde: 
Emek, mizah, sevgi, vicdan ve sanatla yoğrulmayan hiçbir şeyin yaşamsal tadı yoktur, aslında!
O zaman;
Akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve bize hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek, yaşamsal tatlara sırtımızı dönmek niye?
Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar bilmezler mi üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız, eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz bir ömür boyu. Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında. Ve yaşamdan bize ne yansıyorsa, o biz davet ettiğimiz için burada.
Bu algı, evreni ve içindekileri onurlandıramadığımız anlamına gelmemeli aksine bize yansıyan bu güzellikleri içselleştirmemizdir, ''onlar ve siz'' ayrımını ortadan kaldıran.
Yaşam ki bizden; kendi gücümüzü, benliğimizi keşfetmeye cesaret edin diye bağırıyor, bunları bize sık sık hatırlatıyor. Yaşam içerisinde ki iniş ve çıkışlarla, kayıplar ve kazanımlarla.
Bu yaşamı ertelemeyelim, bir başka uygun anı beklemeyelim, şimdi yaptığımız seçimler küçük görünsede kendimizi olduğumuz halimizle kucaklamanın, kendimize doğru yürümenin ödülü bize özgürlüğümüz olarak dönecektir.
Yeter ki biz buna inanalım, inanmaksa tamamen bize kalmış. Ne dersiniz, çok geç olmadan, yaşamın yüreğine yüreğimizi değdirmeye değmez mi?
Kanatlarımızı enginlere açmaya, keşkeleri olumlamaya, kalbimize aldıklarımızla aydınlık bir umuda elele yürümeye değmez mi ?
Yaşadıkça, yetersizlik ve güvensizlik duyguları yaşamın her alanında karşımıza çıkacak, bunu zamanda yol aldıkça görüyoruz zaten. Onu göğsümüzde büyütmediğimiz sürece geldikleri gibi giderler, yaşadıkça görüyoruz. Ruhsal sağlığımızın ölçüsü tökezleyip tökezlemediğimiz değil, tökezlediğimizde ne yaptığımızdır. Ayağa kalkar, üstümüzü temizler ve yaşamaya devam ederiz.
Yaşam hep bir karşılama ve uğurlama değil midir zaten. Kaldı ki hayat hep devam eder taa ki etmeyene kadar.
Bakış açımız, algılama zerafetimiz bütüncül olduğu sürece yaşamın yedek oyuncuları değil, yaşamın göbeğinde terimizi akıta akıta, kana kana içerek yaşamın ırmaklarını derinleşe-biliriz. Ne kadar uzun ne kadar kısa yaşadığımızın bir önemi yok aslında. Önemli olan öğrenmeye başlamak, aramak, bulmak ve özgürleşmek inanarak.
Karşılaştığımız şeyleri ne kadar iyileştirirsek, tercih ettiklerimizi ifade etmede o kadar net oluruz.
Olcay KASİMOĞLU

16 Şubat 2020 Pazar

Kıymayın Çocuklara

Çocukluğu uçurtmaların tellerine takılmış bir çocuk 😞 anne...

Hastane nöbetleri her zaman sürprizlere gebedir. Ne geleceği, ne ile karşılaşacağını bilemezsin.
Doğum sancılarıyla gelen kadınlarla dolar taşar doğumhane koridorları. Yine bir gece nöbetinde, sedyenin tam tum sesleri ile nöbetçi odasından dışarı çıktım. Personelimiz, ebe hanim doğum var dedi. Tamam, doğum odasına alin geliyorum.
Eldivenleri elime geçirip muayene masasına döndüğümde, karşımda duran gebe kadının bir çocuk olduğunu görünce başım döndü. Kaç yaşındasın deyince cevap vermedi, gözlerini yere indirdi. Hemen yani başında iki büklüm duran kadına yaşını sordum. Ne söylesem, sadece başını sallıyor. Söylesene kaç yaşında? Dudaklarının arasından zorla çıkan tek bir rakam, "on dört" dedi. Ne kadar başlık parasına satıldı dedim. Personel hemen yanıma geldi. Aman ebe hanim ne yapıyorsunuz? Burada bunlar normal karşılanır, başınıza belamı arıyorsunuz? Ne demek dedim ya bu çocuk, görmüyor musun daha çocuk. Daha ne olsun. Nasıl kıyarlar bu çocuğa. Gözlerim yerinden fırlamış gibi, etrafda ne varsa elimin altında ateşe dönüyordu.

Kayıt tutarken adının Güldünya olduğunu öğrendim. Doğum başlamıştı. Yardıma ebe arkadaşımı çağırdım. Gebemiz ürkek bir serçe gibi, insan bakmaya kıyamıyorum. Hani yel olsam alsam götürsem çocukların satılmadığı, tecavüze uğramadığı, şiddet görmediği, çocuk gelinlerin olmadığı, çocukların çocukluğunu yaşadığı, eğitim hakkını aldığı başka bir diyara. Lakin gerçek elimde kanlı, canlı duruyordu. Bir çocuğun içinde, başka bir çocuk dünyaya gelmek için çırpınıyordu. O an tek düşündüğüm Güldünya’ya nasıl yardim edeceğimdi. Bedeni narin, sesi varla yok arası. Sancılar sıklaştıkça bırak beni kendi halime der gibi engel olmaya çalışıyordu. Saatler geçiyor, sancılar sıklaştıkça inleme seslerine ağlama sesleri karışıyordu. Bir ara kapı aralığından gözüm annesine ilişti. Bir anne neden kızının satılmasına sessiz kalırdı? Kafamda tehlikeli sorular geçiyordu. Ya babası, babası nasıl kıyardı bu kınalı yavrucağa. Öylesine güzel bir isim vermişlerdi ki, ismine yaraşır yaşamalıydı! Lakin doğum masasında bir çocuk, doğum sancısı çekiyordu. Bütün duygularım istila edilmiş gibi annesine doğru yürüdüm. Kocası kaç yaşında dedim. Ebe hanim bilmem ki yaşını, geldi istediler kocam da olur dedi. Ya sen, sen ne dedin? Bana kimse sormaz ki fikrimi! Bizim buralar sizin oralara benzemez. Bizim oralar dediğin neresi ki? Ayni gökyüzünün altında yaşıyoruz işte..
Durdum, bir an yüzüne baktım, ne kadar çaresizdi. Babası hangisi diye sordum. Koridorun sonunda duran şu tıknaz adam benim kocam olur, dedi. Koridorda yürürken ayaklarımın çıkardığı ses bile isyan ediyordu, Yürüdüm gittim, karşısına dikildim.

Güldünya’nın babası sen misin diye sordum? Evet benim ebe ğanim dedi. Sen nasıl bir babasın, daha küçücük bir çocuk o, hiç mi vicdanın yok senin? Arkamdan biri formamı çekiştirip duruyor. Döndüm bizim personel Sülo. Ne var, dedim. Kurban olam ebe hanim etme, uğraşma bu adamlarla.
Daha sözü bitmeden doğumhaneden gelen feryatlarla soluğu doğum masasının başında aldım. Arkadaşım pür telaş, yüzüme endişeli bakıyordu. Eldivenleri elime geçirip tekrar doğumun seyrini takip etmeye başladım. Uzun sürdü bebeğin dünyaya gelişi. Belli ki oda istemiyordu gelmeyi. Artık ıkınmaktan gücü azalan çocuk annemiz iyice yorulmuştu. Hadi dedim son bir gayret, bebeğin başı görüldü. Devam et, bana güven, bebeğini kucağına vereceğim. O an bile bunu söylerken içim burkuluyordu. Çocuğu çocuğa emanet etmek gibi bir şeydi bu.

Sona geldiğimizde kendinden geçti. Elime süzülerek gelen bebeği parmaklarımın arasından geçirip avucuma aldığımda her şey o an için anlamını yitirmişti. Küçücük bir beden ve daha gözlerini açmamış yeni bir dünya. Çocuk annenin yüzüne baktım. Her şey yolunda diye göz kırptım. İlk kez gözlerimin içine baktı. O gözlerde her şey vardı. Umut, korku, endişe ne ararsan. Bebeğin göbeğini kesip, direk karnın üzerine bıraktım. Çok severdim, yeni doğan bebekleri annenin karnının üzerine koyup saniyelik de olsa buluşturmak. Anneyi ve bebeği arkadaşıma teslim edip, kalan işleri tamamlamak için odadan çıktım.

Anne ve babasını odama çağırdım. Onları ürkütmüş olacağım ki dut yemiş bülbülden farksızdılar. Ne yargılamaya nede ahkam kesilmeye niyetim yoktu. Benim tek derdim çocuk yaşta nasıl evlendirilirler kızlarını? Adliyede, çocuk olduğu için şahitliği kabul görmeyen, doktor muayenesinde çocuk polikliniğinde muayenesi kabul görülen ve daha bir çok şey..
Bunda sadece anne ve babanın mı suçu mu vardı? Gelin edilirken kamu-kurum ve kuruluşlarında görev yapan hakimin, savcının hiç mi suçu yoktu. Bu eril düzeni besleyen toplumsal ahlaki normlar hiç mi suçlu değildi? Ne olursa olsun hiçbir şey bu olayı haklı gösteremezdi. Kimin ne kadar suçlu yada masum olduğu değil, bu koşulların devamı neyle, nasıl besleniyordu? Yoksa daha okul çağında, okulunda olması gereken Güldünya neden okulda değil de, doğum masasındaydı? Önce bunların cevabi verilmeliydi.

Bütün bu sorular kafamı istila ederken yüzümü babasına çevirdim. Söyle şimdi hastane kayıtlarına nasıl geçireceğim bu olayı? Personele doğum parasını ödeyecek gücümüz yok demişsiniz? Birde üstüne üstlük olarak amcasının kızının yeşil kartıyla giriş yapmışsınız. Neresinden tutsam elimde kalıyor. Sizi ve kocasını yetkili mercilere şikayet edeceğim. Yapma ebe ğanim, seni yaşatmazlar buralarda. Sen şimdi git savcılığa, ne çocukların güvende olur ne canın. Oh ne güzel birde gözümü korkutuyorsunuz öyle mi? Bak sende çok gençsin ebe ğanim, bizi bırak yolumuza gidelim. Bu düzen buralarda baş keser. Senle bitmez. Benle de bitmez. Ben kızımı satmadım senin deyiminle. Bu bizim düzenimiz, bağ bana ebe ğanim senin adaletin buralarda işlemez. Yap işini yeter. Ne diyorsun sen? Bu haksızlığa sesini çıkarma diyorsun öyle mi? He valla öyle. Dışarıda benim kaşımı oynatmamla kurşunu alnın ortasına indirecek insanlar var. O yüzden bizimle uğraşma. Buranın polisi de, jandarması da, hakimi, savcısı da bunu biliyor. Dinledikçe içimin sesi susmuyordu.
On dört yaşında bir çocuğun yasal olarak devletin koruması altında olduğunu anlatmamın hiçbir faydası yoktu. Haklıydı, düğün dernek kurulurken bu ülkenin savcısı, hakimi neredeydi? İmam nikahını kıyan imam efendi bunun daha çocuk olduğunu bilmiyor muydu? Gebeyi muayene eden doktor, bu hamileliğn insan gelişim aşamalarına uygun olmadığını bilmiyor muydu? Savcılığa suç duyurusunda bulunması gerekenlerin susması bu bataklığı beslemiyor muydu? Baktım babanın yüzüne, kanıksanmış cehaletin hangi damarını kesecektim. Halk deyimiyle alanda, verende memnun gözüküyordu.
Çocuk gelinler düşüncesi bile midemi bulandırmaya yeterken, söylediğim her söz kurşun olup alnıma dayanıyordu. Anneye döndüm, sen diyorsun bu hususta; benim söz hakkım yoktur ebe ğanım, bende on üçünde evlendirildim. Kocamın yüzünü görmemiştim bile. Üzülüyorum emme elimden bir şey gelmez. Yüzüne baktım, omuzlarına çöken hayata baktım.

Kapı vuruldu, gelen Süloydu. Ebe hanim başhekimim sizi görmek istiyor bi hele seğirdin bağın neymiş diyecem emme niçin çağrıldığın belli. Koridorda gebenin kocasının üzerine yürümüşsün. Şikayetçi olmuşlar. Vaay birde şikayet öyle mi! Ben şimdi gidiyorum, sanmayın bu burada bitecek. Odamdan çıktığımda bağını koparan kim varsa üzerime kükrüyordu. İşte bizim gelinin kocasını, babasını savcılığa verecek olan ebe vs. Başhekimin odasına vardığımda içerisi kaynıyordu. Ebe hanim, sorun ne ? Durumu kısaca izah ettim. İçeride tanımadığım insanların içinde sorguya tutulmak duygusu kendimi iyi hissettirmedi. Ebe hanim, misafirlerimiz ilçenin ileri gelenlerinden. Doğumhanede sorun yaşanmış, ne olduğunu merak edip gelmişler. Şaşırmıştım. Bu ne şimdi? Hiçbir şey söylemeden müsaade istedim. Doğumhane katına yürürken bir anda etrafım kuşatılmıştı. Babaya kızgınlığım bunların yanında masum kalırdı. Bu yaşananlar, olayın perde arkasının daha ciddi boyutlarda olduğunun bir göstergesiydi.

Dönüşte baş-hemşireyle karşılaştım, ne oluyor, bu ne telaş? Haberin vardır belki, doğumhaneye çocuk yaşta bir gebe getirildi. Çok üzüldüm. Suç duyurusunda bulunacağımı söyledim, maşallah bütün ilçe ileri gelenleriymiş, her ne oluyorsa bu denilen, başhekimin odasına hücum etmişler. Oradan geliyorum. Canım arkadaşım, sen hakikaten başına bela saracaksın. Daha önce de karısına şiddet uygulayan kocayı şikayet etmiştin. Başına gelmedik kalmadı. Bu gidişle canına, malına bir haller gelecek. Hele birde buralı değilsin, vallahi seni harcarlar. Yapma, bari bunu sen söyleme. Ne yapalım, susalım mi? Bizim görevimiz sadece sağlık hizmeti vermek mi? Yapamam, başımı yastığa koyduğumda, gözlerimin önünden gitmiyorlar. Kızıma sarıldığımda, ayni şeyin onun başına gelebileceğini düşündüğümde canım acıyor. Tamam haklısın, hepimiz biliyoruz bunu ama bu düzenin dişlileri hepimizi ezer. Ben aynı düşüncede değilim. Hepimiz görevimizi yaptığımızda bu düzen diye bir şey kalmaz. İşte olayın bu halkasın da herkes yanılıyor. Bütün suçu sadece devleti yönetenlere, yada yasa yapıcılara atmakla aklanılmıyor. Asil soru, biz bu olayın neresindeyiz?

Hadi bana eyvallah,doğumhaneye gidiyorum. İçeri girdiğimde herkes koşturuyordu. Bağıran, feryat, figan. İçeride bir telaş, ne oldu dedim? Ebe hanim sizin doğum yaptırdığınız gebe var ya, kanaması başladı. İçeri girdiğimde ebe arkadaşımın yüzü kireç gibiydi. Ne oldu? Kanama başladı durduramıyorum. Örtüyü kaldırıp baktığımda başımdan kaynar sular döküldü. Atoni’ ye girmişti Güldünya’miz. Ameliyathaneye haber verildi, kanamayı durdurmak mümkün görünmüyordu. Apar, topar ameliyata alindi. Dışarıda bekleyen anası ağıtlar yakıyordu. Dışarı çıktığımda ellerime yapıştı. Kurban olurum kızımı kurtarın. Gözyaşları sahiciydi lakin cehalet de çok sahiciydi. Hiçbir şey söylemeden yanından geçtim. İçimden hiçbir şey söylemek gelmedi. Odama geçip bakıcımı aradım, kızım nasıl, sesini duymak istiyorum dedim. Telefonu kapatınca ağladım. Bütün Güldünya’lar için ağladım.

Gidişatı sonuna kadar takip etmiştim. On dört yaşında bir kız çocuğuna, doğum sonrası gelişen kanaması durdurulamadığı için histerektomi yapılmıştı. Bir daha anne olamayacaktı. Doğurduğu çocuk kızdı. Muhtemelen erkek çocuğu da isteyecekti sevgili kocası. Düşünmek istemiyordum sonrasını, düşündükçe mideme bıçaklar saplanıyordu. Bu ne ilkti ne son olacaktı. Üzerinden çok zaman geçmeden bir sabah arabamın bütün camları kırıldı. Bir yıl sonra tayinim çıktı, oradan ayrıldım. Büyük bir şehirde görevime hemşire olarak devam ederken, aslında insan cehaletinin her yerde farklı şekillerde cereyan ettiğini de gördüm. Şekiller farklı, öz ayni. Değişen bir şey yoktu. Memleketler, doğduğun yer, yaşadığın yer insani daha insan yapmıyor. Bu çok farklı bir şey. İnsan olmanın coğrafyası yok. Yaşadım, gördüm.

Olcay Kasımoğlu

Şiirle Birlikte Yürüyeceğiz

"Kavuşma diye bir şey yoktur" dedi nazikçe. "Ama dost yolların birbirine kavuştuğu yerde, bütün dünya insanın gözüne vatan gibi görünür."
Herkes kendi evrenine saklanır ve herkes payına düşeni yaşar...
''Yaşam çiçek “üstü” sonsuzdur.
Yaşam yer “çarpı” yüreğimizin çarpıntısıdır.''
Seviyorum yaşamla bağımı.
Ne kul, ne kuklacı, ne gösteriş budalası.
Başkalarinin gözünde aramamak kendini; kıvrılmadan kıvılcım olup sanatla ve sağlıklı sevgi bilinciyle karışmak yaşamın içine ne hoş!
Bizi biz yapan söylediklerimiz değil, uygulamaya geçirebildiklerimizdir.
Ve hepimizin yaşadığı deneyimler sonucunda hayatımızla ilgili oluşturduğu bazı değerler ve çıkardığı dersler vardır.
En büyük ibadetlerden biride bunları insanlarla paylaşabilmektir...
Arayışın, cesaretin, sonsuzluğu hissedip sonlu insanın hiç çekişini yapan, kendi olmayı başarmış bir insanım.
Bahar toprağının doğum sancıları gibi; sabırla, aşkla, direngen ruhumla şiirler yazmaktan son derece mutluyum.
Her gün yeniden uyanacağız bahar toprağına ve sahici özgürlüğü coşkusal biçimde, insanca şiirleştireceğiz.
Üzerimizde ki yıldızlı gökyüzünü unutmadan, yaşama; türkülerle, şiirlerle, cesaret ve sevgiyle; unutmadan çocukları ve iyi insanları birlikte yürüyeceğiz.
Şiir benim yaşam felsefem, şiirin felsefesini yazmak çok daha ciddi bir iş.
Şiire emek veren biri olarak şunu hep söylerim, her yerde her zaman söylerim; şair sahneyi dolduran değil, yaşamı yetkinleştirendir. Muhaliftir, okuyandır, sorgulayandır.
Sadece sevilmek için, alkışlanmak için yazıyorsa şair şiirlerini, şiir şiirliğinden utanır kapatır perdelerini.
Yoksa muhaliflik nasıl derinleşecek, sahicilik kendini nasıl ifade edecek?
Seviyorum, gönül yurdumdan, yaşadıklarımdan, acılardan ve sevinçlerden kurduğum gerçek bağla kendime yürüdüğüm bu yolculuğu...
Gösteriş budalası olanlardan, sevmeyi bilmeyenlerden, derinliği olmayanlardan, haddini ve yerini bilmeyenlerden, nefsi doyumsuzlardan uzaklaştıkça; yaşamı daha duru ve sade algılıyorum.
Dünya malından, hırstan, kibirden, her şeyi bilirim ukalalığından azat olmuş ruhuma minnetle sarılıyorum....

#olcaykasımoğlu

12 Şubat 2020 Çarşamba

Neresi Doğduğum Ev

Hoş bir serenat gibi
Rüzgar şarkı söyler yağmur ıslatırdı penceremi
Hoyrat ve çıplak anıları uyandırır
  Akşamların hüznünü düşürürdü omuzlarıma

Azalmak zor olmasına zor ama içimden geçen göç yolları aşkın derinlerinde kendine yol arıyordu
Bitimsiz sevdalar kendi ağızlarında yarattığı çılgın zamanların senfonisini söylüyor
İçimde kurulu bir ayrılık çeşmesi gün be gün yaşımla eksildikçe hüzünleri birer birer eteklerime döküyor
neresi vatanim neresi doğduğum ev
Yaşadıkça silikleşiyor gölgeler, anlamını yitiriyor şehirler kentler köyler
İnsan kendine üşüyor
Yaşandıkça içimiz de ki orkestra şefi yılları bir bir notalara seriyor
Nerede savaş nerede açlık var hepsini birer birer acının beşiğinde sallıyor
Kızlar erkekler yaşam yolunda bir bir izlerken ömrün ayak izlerini gelip kulağıma fısıldayan ömür; neler geldi neler geçti bir sen misin içine çizilen der gibi yanağımdan bir gamze alıyor

 Çekiyor üstümden yaşanmış yılların tortusunu, zamanın bacağını kırıyor,  gözyaşlarım yanaklarımdan kayarken içimde bir şeyler yanıyor.
Sevdiklerimin hayali közlenmiş bir ateş gibi bakıyordu ve zaman nasıl da uçucuydu
Her gün, her an kendini hatırlatan küçük bir yaşamın parçasıydı
Bırak ey dil tadında kalsın her şey....

Olcay Kasımoğlu

İLLA YAŞADIKÇA...

Yaz, yaşamın anlamını bırak satır aralarına… Sevdalarını, korkularını, umutlarını, insanlığını bırak. Ölmekle gömülmeyecek bir cümlen olsun hayata dair. Kendinden geriye okunulası bir hayat bırak. Yorulma yaşamaktan, yaşadığın kadarını yazmaktan…
Yaz, bizi kalem tutmak yormaz!
Güneş doğacak, çimler yeşerecek, çiçekler açacak, rüzgar esecek ve yağmur yağacak. Zorlamaya gerek yok, olması gereken kendiliğinden olur !
İzlemeye devam et, şahitlik güzeldir, hem olayın dışındasındır hem de içinde, o bir dengedir, o anlamlıdır, şahit ol, tanık ol, olan ile bütünleş, güzellik olanların içinden filizlenecektir; zorlamaya gerek yoktur, olması gereken kendiliğinden olur...
Her günün yeniden doğmak olduğu, her nefesin ışık süzmesiyle yeniden yaşamak olduğunu, özlemlerin, ihanetlerin olmadığı bir erguvan imparatorluğunda yaşam tacımı takıp, içtenlik, erinç, coşku ne varsa, olanca görkemiyle yaşamaktır dileğim.
Artık mutlu olmak kadar acılardan da öğrendim hayatın bir gelişme olduğunu lakin satın alamadığım bir örtüye bürünmüş yalnızlığın etrafımda kol gezmesini istemiyorum.
Binlerce rengin içerisinden sıyrılıp mutluluğun rengine tutulmuş hayatı kucaklamaktır dileğim.
Ve yaşamak;...
Yaşadıkça öğrenirsin, hele sen yola çık, adım at, düş, sürün, kalk. Böyle böyle öğrenirsin yürümeyi. yürüdükçe öğrenir; öğrendikçe yürürsün.
Sever, sevilir, insan iç yüzlerini, arka odaları da görürsün.
Hele sen bir niyetlen; günü de görürsün, geceyi de.
Nelere şahit olur gökler, hangi şarkılarda yalnız kalır yıldızlar. Hele sen bir düş görmeye gör, nasıl takılır gidersin uçurtmaların peşine.
Hangi kuşların ağladığını, hangilerinin şakıdığını duyar kulakların.
Hangi çiçeğin koklanacağını, hangisine el sürüleceğini, hangisinden uzak duracağını öğrenirsin.
Baharın nefesini, kışın tipisini, yağmurun kalbinin atışını öğrenirsin ama unutma illa yaşadıkça.
Hani diyordu ya şarkıda "açmadığın dalda sözün geçer mi, dünyada ölümden başkası yalan." Herşey gelir ve geçer, sen korkma.
Ellerin kelebek, ellerin damla, ellerin çiçek, ellerin çivi, ellerin demir, ellerin pas, ellerin toprak, ellerin kor ateş illa dokundukça... illa YAŞADIKÇA...
Olcay kasımoğlu

Zorla Kimseyi Sevgisizleştiremezsiniz

Hayatın her alanında mükemmel olmak için var gücüyle çabalayan bedendeki ruh sağlıklı değildir.
Ne diyor Leonard Cohen:
"gerçek olan her şeyde bir çatlak vardır, ışık ve güzellik o çatlaktan sızar içeriye".
Schopenhauer "Doğuştan getirdiğimiz tek yanılgımız" der ve ekler:
"Mutlu olmak için burada/dünyada olduğumuzu düşünmemizdir..."
"Oysa içinde mutsuzluk olmayan bir güzellik biçimini kavrayamıyorum.." der Baudelaire..
"Mutluluk kimi zaman garip bir etki yapar, insanı soluksuz bırakır, acı gibi, onun için mutlu olmakta hep acele ederiz çünkü uzun süre acı çekildiğinde mutluluğa inanmak biraz zor oluyor.." Dumas...
"İnsanlar mutluluk diye bir şeyin varlığına inandıklarından bu yana mutsuzlar. Özgürlük diye bir şeyi duyan kişinin asla özgür olamaması gibi...
Oysa mutsuzlar bir eksiğin farkında olan kişilerdir...'Mutlularsa' genelde eksiğin tâ kendisidirler" Freud.
Freud'a göre hayatta üç şey fazlaca vardır.. "Acı, hayal kırıklığı ve üstesinden gelmenin imkansız olduğu vazifeler.."
oysa her şeyin üstesinden gelmeye gerek yoktu, bırakalım su aksın yolunu bulsun.
"Belki de mutluluk şudur: Başka bir yerde olmanız, başka bir şey yapmanız, başka biri olmanız gerekirdi duygusuna kapılmamak" der Isaac Asimov.
"Herkes umutsuzca başkalarının gözlerinde onayı, hayranlığı ya da sevgiyi arıyor büyük bir gayretle. İnsanlar başkalarının söylediği şeylerle seviniyor, başkalarının söylediği şeylerle üzülüyor, başkaları yükümüzü ağırlaştırıyor hep" diyen Jacques Lacan'a ne demeli!
Anlaşılmaktan ziyade beğenilmek onaylanmak istiyor çağımız insanı...
"Beğenilin, başka hiçbir şeye ihtiyacınız kalmayacak" demektedir bütün bakışlar ve ağızlar" Bauman.
"Bende özellikle kendimle barışıklık eksik; bilmem gerekeni değil yapmam gerekeni bilmem eksik (...) benim için tek olan hakikati bulmam uğrunda yaşayıp öleceğim fikri bulmam gerek.." Kierkegaard.
Uğrunda yaşanacak şeyi bulmak, ölünecek şeyi bulmaktan daha zor.
"Bizler kimi eksiklerimiz olduğunu çok sık duyumsar ve mutsuz oluruz, bizde olmayana da bir başkasının sahip olduğunu sanırız..
Herkeste aynı eksik vardır ve sadece şekil değiştiriyordur belki de!
Her şey ne kadar anlaşılır ve kendi içerisinde bir bütün oluşturur gözükürse gözüksün yine de bunlara ortada sadece yarım bir şeyin bulunduğu yolunda, bulanık bir duygu eşlik eder.. Dengeden yana eksik bir şeyler hep vardır... yalnıza tek bir şeyde denge ve netlik vardır oda şudur:
zorla kimseyi sevdiremezsiniz ve zorla kimseyi sevgisizleştiremezsiniz" Musil.

Evet sadece kitap okumak yetmez, bazen meydan okumayı da bilmeli insan. Ve anlamak için kavrulmadan yanmakta gerekir bazen.

Olcay Kasımoğlu

Hikayemiz Soylu Olsun

Hayatın ne olduğunu görmek için önce içimizdeki kargaşadan sıyrılmak gerekiyor.
Yılların harmanından düne bıraktıklarımıza ve bugüne baktığımda şefkat duygumuzu, duyarlılığımızı, içtenlik ve samimiyetin bize kattığı hoşluğu yitirdik.
Yanlış davranışlara tepkilerimiz bile hesaplı-çıkarlı. Yaşamla bağımızı yitirdik. Biz ne ara bu kadar fakirleştik.
Doğru ilişkilerin, dürüst ama doğru dürüst insanlar olmanın ne olduğunu ancak bu duyarlılıkların yeniden yaşama geçirilmesiyle kazanabiliriz.
Yoksa sistematik bir yalnızlaşmanın çağı başlıyor. Ve bir çok insan yalnızlaşma ile yalnızlığın anlamını karıştırıyor.
Hayatı ona bir şey katmaya, herhangi bir yaratıcı çaba göstermeye yönelik en ufak bir ihtiyaç duymadan yaşayan insanlar var.
Birde sıra-dışı insanlar var, sürekli uçurumun kenarında yaşayarak bilenenler.
Karakter özellikleri, düzensizliğin ortasında hayatta kalmak, becerileri de uçurumun kenarında yaşamanın biçimleridir...
İnsan kendi dar sınırlarından çıkıp daha zengin bir yaşam deneyimine ulaştıkça bakış açısı da değişiyor.
''Amaçsız ve duygusuz yaşamak
İşte bütün hikayemiz bu…”
Bağırıp çağırmaya gerek yok
Soyun bütün libaslarından iki gözüm
İnsanlar;
Korkarlar gerçeği hatırlatanlardan
Kefelenmiş öykülerle yaşarlar
Bu küçücük
Bu fani yaşamda
Hayat;
Tohumun ağaca
Ağacın tohuma dönüşmesinden başka bir şey değildir

Yeter ki Kendin Ol

İnsan hayati olumlu-olumsuz, küçük ya da büyük başarısızlıklarla doludur. Fakat yaşadığımız başarısızlıkların bizi daha güçlü kıldığı zamanlar da olur. Karşılaştığımız engeller yeteneklerimizi biler; hiç farkında olmadığımız yeteneklerimizi keşfetmemizi sağlar. Karmaşık ilişkiler içinde var olmaya çalışmak bize hayat dersleri verir.
Başarısız insanlar genelde yeteneksiz oldukları için değil, hayat onları zorluklara hazırlamadığı için başarısız olurlar. Sorunlar ve zorluklar bu anlamda en değerli öğretmenlerdir. Birçok başarılı insanın mutlu olmaması bundandır. Önemli olan sadece hedefe varmak değil, vardığımız yerde kendimizle barışık olmak ve gerçekte ne yaptığımız, ne söylediğimizin farkında olmak daha önemlidir. Yaşamımız karmaşık ve ne istediğimizi bilmiyorsak her zaman mutsuz olup mutsuz edeceğiz. Önce kendimize karşı dürüst olalım. Dürüstlük ve erdem, kişiler ve kişisel çıkarlar değil değerler üzerinden verilen mücadeleyle gerçekleşir.
Hırsların ve ihtirasların başladığı yerde saf duygular sona erer. Doğal yapıya ters olduğundan, dünyadaki nüfusun büyük çoğunluğu açıktan yalan söylemez. Onun yerine dolaylı yollardan yalan söylemeyi seçerler. Hiçbir zaman özgür iradeleriyle yaşam üretemezler. Üretmeyenlerin değerinden söz edemeyiz. Doğal yaşamakla ve yaşamsal hakka saygı duymakla, kendini bilmekle başlar anlamlı yaşamak…
Harika bir dünya sahnesi var ve herkese yetecek kadar görev dağılımı. İster seyirci ol, ister yönetmen veya oyuncu, yeter ki insan olalım. ‘İnsan olmak’ en mühimi ve sevmek, sevgiyi seçmek en güzeli… Yeter ki öze dokunsun ve candan olsun, hakka, adalete, sevgiye ve demokrasiye inanalım.
”Limon ağacıyla limonlar, nar ağacında nar ve illaki güneşte kızarmak isteyen üzümler. Sonra yukarıda başımızın değmediği gök, ayağımızın bir basamadığı toprak ve denizler uçsuz bucaksız. Gerisi boş, yalan, insana ait olan. Gerisi boş, biz geçerken var hepsi…”
Hayat bizi yargılamaz, kendi içinde ki öze ulaştırmak için, bütün evreni kalbimizle dinlemeye davet eder. Yeter ki kendin ol. Kendi hikayenin kahramanı ol ve başkalarını ışığınla aydınlat. Olman gereken değil, olmak istediğin insan ..
Olcay kasımoğlu

4 Şubat 2020 Salı

Sevgiden Caymayanlara

Yüreğiniz yoksa, nedir ki en doğal haliyle insan olmak?
Görmeden bakan, duymadan dinleyen, hissetmeden dokunan, düşünmeden konuşan, sevmeyi bilmeyen insanlardan uzak durmayı başarmak muhteşem bir arınma...
Onurlu olmak, el-etek öpmeden, kimseye minnet etmeden yaşam yolunda yürümek ve ilkeli olmak güçlü bir irade ister.
Bunun yanında:
Üsluplar, ilişkiler ipek gibi kalbe giden yolda çiçeklerle bezenmiş olacak...
Değerlerin, ilkelerin çelik gibi olacak, olacak ki en küçük kıvılcımda eriyip gitmesin...
Zamanını kime, kimlere harcadığının farkında olmak:
Seni üzenlerle, seni kullananları, değer verenleri ayırmak işte yaşamın zaferi bu...
Eskiden beni acıtan sözler şimdi yalnızca gülümsetiyor, alnımın çizgilerini derinleştiriyor: bu demek değil ki beni aptal yerine koymalarına izin veriyorum...
Sözde kuklacıları, patavatsızları, pervasizlari, yüzü kösele arsizlari bilip de halen adam yerine koyanları kalbimin köşesinde ağırlamıyorum...
Daha anlayışlı bakıyorum gün-ışığına, kalbinde sevda büyütenlere... ne olursa olsun kendine saygısı olanlar gülümsetiyor beni...
Ağzı olan konuşuyor söyleminin doğruluğunu ispat etmek için, insanlar birbirleriyle yarışıyorken önemli olan bu çarkı bozuk düzende bozulmamak...
Yüzsüzlere, emek hırsızlarına, yalakalara, çapsızlara mesafe koymayı öğreten hayata da minnettarım...
Çoğu zaman bana yetmeyen şu başı dört mamur zaman diye diye söylenip yürüdüğüm hayat yolunda güle kalem değ-direnlerden olmak, hiç kimsenin kulu olmamak içimi şenlendiriyor.
Aydınlanmanın özgünlüğünü, insanca yaşamanın sorumluluğunu aklı ve kalbiyle taşıyanlara, sevgiden caymayanlara, sözü eylemiyle çelişme-yenlere, içinde ki çocuğu kaybetmeyenlere selam olsun…
Olcay Kasımoğlu