Translate

27 Ekim 2018 Cumartesi

Ah anılar
Fotoğraf bize eski yaşama şekillerimizi hatırlattı. 46 yıl önce, bir esnaf lokantasında elinden geldiğince şık bir şekilde yemek yiyen Anadolu vatandaşları… Öndeki masada sanırım bir şarap şişesi var, yani öğlen yemeğinizi yerken isterseniz bir bardak şarap da içersiniz, kimse sizi günahkârlıkla suçlamaz. Garsonda bile bir François Truffaut edası. Suretler kendine ait, kimse kopya değil, her şey gerçek.

Hatırlıyorum, ben çocukken Değirmendere’ye ilk taşındığımızda-depremde sulara karışan- sahildeki çay bahçesinde biz kola içerdik babam bira… Bir orta sınıf aileye mensuptum, bir ara Gümüşhacıköy adında bir yerde yaşadık, Amasya’nın bir kazası… Orada annemle yılbaşı alışverişine çıktığımızı ve pazardan canlı Hindi alarak eve döndüğümüzü hatırlıyorum. Birkaç gün biz hayvanla oynar beslerdik, yılbaşı akşamı ise sofraya bir tabak daha koyardık ama Hindi kardeşimiz o tabakta olurdu (hayvan severler espriyi mazur görsün, o yıllarda bu kadar abartılı bir politik doğruculuk da yoktu).

Aslına bakarsanız, mesele yılbaşı, hindi, öğlen esnaf lokantasında şarap falan içmek değil, mesele; renklerimizi ve tahammülümüzü yitiriyor olmak. Ve bu fotoğrafın uyandırdığı hayranlıktan anlıyorum ki; bu tek tip ve boğucu hayata, cep telefonu, akıllı TV ve bilmem kaç hava yastıklı otomobillerden ibaret modern yaşama isyan var.

Bu fotoğraf yaşadığımız hayatı alıp suratımıza çarpıyor! Biz artık çok fakiriz. Neden mi? İstediğin kadar çok paran olsun, bir esnaf lokantasında artık içebileceğin şeyler belli; ayran-kola-su… Hayatı yaşamayı unuttuk, öğretilmiş keyifler peşinde koşan sosyal medya yüzsüzleriyiz ve yine aynı fotoğraftan öğreniyor insan; bu ülke istese çok başka bir yere gidebilirmiş. Şimdi ne oldu? Şarap içen elitler ve onlardan nefret eden halk. Al sana şarap, bir esnaf lokantasının öğle yemeği menüsünde alelade bir içki… O normallik nerede?

Kendime soruyorum bazen; ben bir Arap gibi mi yaşamak istiyorum yoksa hani bize –bir zamanlar- çok benzeyen İtalyanlar, Fransızlar ya da başka Akdeniz ülkelerindekiler gibi mi? Cevabını da hiç düşünmeden veriyorum ancak geçen yıllar bu hevesimi söndürdü. Artık eminim; gözümüzün içine baka baka "yaşam tarzlarına karışmayacağız" denerek bize dayatılan bir yaşam tarzı var ve bu benim yaşamak istediğim şey değil. Bundan utanacak değilim; "batılı" gibi yaşamak istiyorum, tıpkı botlara atlayıp Ege'ye, Akdeniz'e açılan mülteciler gibi ben de kaçmak istiyorum bu bağnazlıktan.

ve kurulmuş olanı yıkıp yerine yeni ve mükemmel bir ülke kuracaklarını söyleyenlere de artık inanmıyorum (hiç inanmadım da bazıları aptallığında yalnız kalmasın diye cümleyi böyle kurdum). Sanat, bilim ve kültürle dolu, açık görüşlü insanların yaşadığı bir ülke hayal ediyorum. Eminim 46 yıl önce Bill Ray'in objektifine bakan o yüzlerin de böyle bir hayali vardı.

Eskisi bizimdi, güzeldi, bir sürü hatası vardı ama düzeltebilecekmişiz gibi geliyordu. 23 Nisan’ı falan sevinçle kutluyordum ben, kendimi basbayağı Avrupalı bir çocuk sanıyordum. Dünya ülkelerinden kardeşler geliyordu, babamı sıkıştırıyordum sırf birini misafir edebilmek için Ankara’ya taşınalım diye.

Uzun lafın kısası; ben yeni bir ülke-rejim falan istemiyorum. Sizin o Arap çöllerinin kumlarıyla dolmuş kafanızdakini anladım. Delikleriyle de olsa eskisini geri verin yeter, biz yamayıp devam ederiz!

Not: Bazı şeyler hiç değişmez. Bill Ray yazısında, Türkiye’ye gidenleri trafik konusunda uyarmış, o hala aynı ve hatta daha beter.

MURAT TOLGA ŞEN
Bekleyişler Bulur Sahibini !

" Seni fark eden sevecektir, şaşırma...
Buğday tarlasına ekmek anlatılmaz."

Süreyya Berfe
İnsan ilişkilerini bir ağacın dallarına benzetirim.
Dikkatli baktığında aynı kök üzerine kurulu bu dalların hiç biri, yön olarak, ebat olarak birbirine benzemezler. Bir kısmı gölgede,bir kısmı güneşe doğru, bir kısmı da yere yakındır.
İnsan yaşamının koşullara ve imkanlara göre nasıl çeşitlendiğini hatırlatır bana.
Hepimiz insanız, lakin hayatın içinde düştüğümüz kareler bile aynı rüzgarın yönüyle esmez..Kimimiz hayata 1/0 yenik başlar kimi el bebek gül bebek, kimine sokaklar kimine de hayatı sadece seyretmek düşer ve insan, en çok kendisinden korkar.
Kendi duygularından, güçsüzlüklerinden, zaaflarından, acılarından, coşkularından ürker.
Onun için kaçar yaşamdan, aşktan, öfkeden, sevinçten, kendisinden kaçar.
Ve sonra yaşam, hepimizi kendi sofrasında ağırlar.
İnsan; hayatı keşif etmeye, değişmeye başlar.
Hayatın özü değişimken değişmemek, dönüşmemek için direnmek bir çiçek tohumunun hayır ben büyümeyeceğim böyle kalmak istiyorum demesine benzer.
Değişmek, gelişmek insan olmanın anlamıdır, beyinde başlar; düşün karar ver ve uygula.
Hayat mazeretlere kurban edilemeyecek kadar kısa, öyle ise durma, geçmişinle barış, kendinle barış, korkularınla yüzleş ve değiştikçe geliş.
Hayatın özü değişimken değişmemek, dönüşmemek sadece yerinde sayanlara göredir. Yoksa anlamlı yaşamak isteyenler değişimin ve gelişimin, yeni şeyleri keşif etmenin ve yaşamın en büyük macera olduğunu, yaşama verdiği enerjinin önemini bilirler.
Hayat bir maceradır derken burada devam eden bir macera, bilinmeyene doğru sürekli bir serüven var.
İnsanlar, mevsimler gibidir; yaşamadığımız sürece anlamayız nedir, neye kadirdirler...
Eğer bir fırtınada, çıkan fırtınaya teslim olursan arkasından açacak güneşten nasiplenemezsin yada sağanak yağan bir yağmurun ardından doğan yediveren gök kuşağını göremezsin...
Tıpkı kasvetli ve bulutlu bir havanın ardından kendini gösteren güneş gibi olabiliriz...
Mevsimler gibiyiz, hayatın bütünlüğünden vazgeçemeyiz, her mevsimin hakkını vereceğiz...
Düşe kalka,yana yana, gülerek,ağlayarak,insan yanımızla !
Değişimi inkar insanın kendini inkarıdır, kendine yapacağı en büyük haksızlıktır. Fiziksel, biyolojik, psikolojik değişimler hayatımızın dizgileridir.
Önemli olan her değişimin dönüşümünü, yaşantımıza faydalı eylemlere dönüştürebilmektir.
Her şeyin bir bedeli var derken şarkılar...değmez mi ''yaşamın'' yaşamak gibi bir anlamı varken, yaşamı kucaklamaya, kendin için, herkes için iyi bir şeyler yapmaya ve direngen bir umutla sevgiye sarılmaya, değmez mi?
Sevelim, sevilelim herkesin elbisesi kendi boyuna !


KASIMOĞLU
İçimize güneşi salmalıyız...


Gelirsen; 
Güneşe demlenmiş, gözlerinle gel
Ve mutluluğu koymalısın sol omuzuna
Bakışlarında hayat olmalı, canım diyen
Kinden, nefretten, her tülü koşullu sevimsiz tuzaklardan
Arınarak gelmelisin bana
Hayatı benimle taşıyacak kadar yürekli olmalı yüreğin
Asla çıkarlar üzerine sözleşmemeli
Avuçlarının içi her dem emeğin çizgileriyle dolmalı
Gelirsen;
küçük hesaplardan arınmış, kocaman hesapsız yüreğinle gel
Getirmelisin; almalısın yanına
Bakmaya doyamayacağım umut dolu göz bebeklerini
Yüreğimi yüreğine katan, gülüşlerini de almalısın yanına
Gelirsen;
Ardında bıraktığın
Bütün o aydınlıkları gölgeleyen basma kalıp, sevgisiz
Bilinçsiz iç yakınmaları silerek hafızandan akmalısın yüreğime
Bütün yaşanmış acılara, çaresizliklere inat
Umudun, aşkın, emeğin suladığı gül goncalarını getir bana
Hayatla başa çıkabilecek kadar yürekli
En küçük yalanda parçalanacak kadar yumuşak bir yüreğin sahibi sevdiğim
İnanmalıyız sevginin gücüne ve içimize güneşi salmalıyız
Gelirsen;
Bir ceylanın yavrusu kadar masun, bir aslan kadar yırtıcı olmalısın
Yola çıktığın andan itibaren
Seni anlamam için, sesini de bana getirmelisin
Yüreğinden diline gelen her sözcüğü içmeliyim
İçmeliyim ki yüreğine acı söz değmesin
Dallarda zerdali çiçekleri savrulup gitmeden
Yüreğinden dökülen nehirler karışmadan bilinmezlere
Göğsünün kafesinden çıkart yüreğini
Yanına alarak gel, bütün yaşanmamış hasretlerin aşkına
Duy kalbimin sesini duy, yüreğini yüreğime ilmekle
Gecenin karanlığında yıldızlara tutun, tutunda gel
Gel de; yüreğimin bahçesi seninle açsın sevdiğim...



Olcay Kasımoğlu
Farklılıklara Saygı


''Hangi çiçek diğerini sarı açtı diye ayıplar
Hangi kuş farklı ötünce diğerine yasak koyar
Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar
Ah insanlar, her şeyi bulup kendini bulamayanlar.''
Şerafettin Taş

İnsanların; fikirlerine, yasam tarzına, hayata bakış açısına saygı göstermek ''farkındalık'' duygusundan kaynaklanan ''olgun davranışların'' toplamıdır.
İnsanları; sırf kendi tercihlerinden, seçimlerinden dolayı yargılamamak, ön yargılı ve kişisel yaklaşmamak gerekir. Çünkü saygı bir davranış biçimidir, dar bir görüş değildir.
Bizim sorguladığımız saygı; değer vermektir, güvenmektir, samimi olmaktır.
Farklılıklara saygılı olmak ve bunları zenginlik olarak görmek önemlidir.
Her şeyden önce; her birey saygıya değer bir varlıktır bu nedenle hiç kimse kendinden faklı olanı hor görmeye ve ötelemeye hakkı yoktur.
Hangi dinden, dilden, coğrafyadan, düşünce ve fikirden olursa olsun her kesin, yaşama, kendini tanımlama ve değerli kılma hakkı vardır.
İnsanların; değerleri, yaşam tarzları, olaylara bakış açısı, inançları, beklentileri inançları, zevkleri ve dünyayı algılama ve yorumlama şekilleri farklı olabilir.
Bunlar, dünya hayatının zenginlikleridir. Siyahla-beyazın dışında ara renklerdir. Bunlar hayatın lunaparklarıdır. Ne kadar çeşit o kadar yaşamı renkli ve anlamlı kılmak...
Bu nedenle olsa gerek; toplum yaşamında olsun, ikili ilişkilerde olsun
olaylara bakış açıları farklı farklı olabilir. Bu farklılık bir ayrışma sebebi olmamalı, farklılıklar zenginliğimiz olmalı.
Bu kilim desenlerine benzer her ilmek nakış nakış işlenirken ara renkler serpiştirilir. Hepsinde ayrı bir görsellik ve emek vardır, bu emeğe saygı duyarız, değer veririz, anlamlı kılarız.. İnsana saygıda budur...görmemezlikten gelemezsin yada senin farklılığın beni rahatsız ediyor dediğin an dünya senin tekelindeymiş gibi olur.
Ne sevgi ne saygı, hiç biri hiç kimsenin tekelinde değildir.

Farklılıklara tahammülü olmayan insanların muhakkak kişilik problemleri vardır. Bencil olurlar, paylaşım duygusundan yoksun ve sevgi anlayışları kısırdır. Birey olamamışlardır ben merkezli yaşarlar, cesur değillerdir.
En küçük çatışmada çirkinleşirler ve korkaktırlar. Yenilikten, bilimden,ilimden korkarlar.
Bu korkular, yaşamın zenginliğini durduran perdeler değil midir.
Biz ancak ''kendimizin, insanlığın, çevremizin fakındalığına'' vardığımızda bu perdeler içeriden açılır.
O zaman ''gönlümüz, aklımız'' insanların ''değerini'' renkleriyle, dilleriyle, cinsiyetleriyle ve maddi güçleriyle ölçmekten vazgeçtiğinde bu dünya yaşanılası bir yer olacaktır.
İnsanların yaşam tarzlarına müdahale etmenin, dışlamanın insan onuruna yakışmadığını, insana saygının bir erdem olduğunu anlayan, algılayan insanlar, hayatın içinde ''saygının'' bir ''kültür'' olduğunu benimsemişlerdir.
Buda; onlara empatı yapmayı ve bunun üzerinden insanlara ulaşmanın kapılarını açar...ne güzel değil mi !
Saygı; toplum yaşamı için, aile yaşamı için çok önemlidir ve yaşamın, insan olmanın onurudur, olmazsa olmazıdır...
Öyle ki; bizim ilişkilerimizi, sosyal ve dini ritüelleimizi, cinsel tercihlerimizi, kendimize saygımızı, durduğumuz yerin farkındalığını, konuşma yetkinliğimizi, insanlara verdiğimiz değeri düzenleyen çok önemli bir ''yaşam anahtardır'' saygı...
Saygı bir erdemdir ve erdemin olduğu her yerde bizi güzelliğe yönelten davranışlar olur.
Korkudan kaynaklanan, göstermelik bir saygı da erdem yoktur.
En önemlisi; karşıdakini tanımak ve anlamak onu kendi değer yargıları içerisinde ''muhasebe etmek'' söz konusu değildir.
Saygı aynı zaman da; karşında ki insanı değerli kılmaktır, önemsemek, dinlemeyi bilmek gibi ve anlamaya niyetli olmak !
Kendine saygı duymayan bir insanın, başkasına saygı duyması mümkün değildir.
Yaşamı anlamlı kılan her birey kendine ve yaşama saygılıdır.
Otorite ya da korku karşında ceket ilikleme tutumunu saygı olarak algılayamıyorum.
Bu bana hep saygı konusun da çelişkiler sunmuştur ve bu konuda kendimi de çok eleştirmişimdir.
Çocukken olsun yetişkin olduğumuz dönemler olsun bize her kese saygı göstereceksin, her kesin düşüncesine saygılı olacaksın denildi, öğretildi.
Çoğu zaman bu saygı kavramı bende çelişkiler yarattı...

Büyüğe saygı deniliyordu, bana, her büyüğe saygı duymam gerektiği anlayışını empoze eden zihniyeti zamanla sorguladım. Bir insanın yaşama hakkına saygı gösterebilirsin lakin topluma ve kendine faydalı olmayan bir insana saygı duymanın nasıl bir izahı olabilirdi ?
İyi bir insan olmadığı bilindiği halde sırf büyük olduğu için saygı duymam isteniyordu.
Saygı duymuyordum o zaman nasıl saygı gösterecektim, burada bir belirsizlik vardı. Saygı karşındaki insanın varlığını kabul etmekse ben bu çelişkiyi samimi bulmuyordum.
Bir şeyin yada kişinin varlığını kabul ettiğinizde ona yok muamelesi yapamazsınız.
Yaşamla birlikte ''saygının'' hiç bir zaman yanlışa toleranslı davranmak, görmemezlikten gelmek, katlanmak demek olmadığının öğreniyorsun.

Ve saygının; insanın, gerek ruhsal dünyasında gerekse çevresinde sevgi ile barışık yaşadığı ''farkındalık'' duygusu olduğunun ayrımına varıyorsun.
Bu nedenle ''erdemli saygı'' bir korku imparatoru yaratmaz.
Faklılıkları anlamaya çalışır, ön yargısız tutum sergiler.
Hümanist ve evrensel insanların en büyük özelliğidir saygıyı kendilerine ilim olarak seçmeleri çünkü karşılarında ki insanlara ''ölçülü, seviyeli ve kibar davranırlar'' ön yargılı ve yargılayıcı değildirler. Farklılıklara saygıyı, toplum yaşamın en önemli bağı olarak görürler. Kendi düşünce ve yaşam tarzını her şeyin üstünde tutan insanlarla gönül bağı kuramazlar...

Otoriteye bağlı olan saygının hiç bir zaman samimi ve içten olmadığını bilirler.
Ne olursa olsun; karşımızda ki insanın fikri, düşüncesi, tercihleri bir başkasının yaşamını yok etmeye yönelik olmadığı sürece bir arada yaşamanın muhakkak yolu vardır yeter ki önce insan olalım. İnsan olmak onurlu olmaktır. Şayet ''Yolumuz birbirimizi anlamaktan geçmiyorsa, hiçbir yere varamayacağız demektir..

Olcay Kasımoğlu

Fotoğraf / Kevin Shu-Kei Fung
Çin''de emekçiler ..

Fotoğraflar; Ara Güler

26 Ekim 2018 Cuma

Kinin olduğu yerde insanlık olmaz.


İnsanlar yanlışa kılıf uydurmayı çok severler;yanlış bir şey yaptıklarında mutlaka bir çok mazeret bulurlar.
Mutlaka vicdanlarını susturacak türlü bahaneler üretirler.
Efendim işte bu sebepten dolayı gibi liste uzar gider....
İstediği kadar uzasın,gitsin.
Yanlışın hiç bir haklı nedeni olamaz olsa olsa bedeli olur.
Mazlumun üzerinden ranta hiç bir kılıf giydirilemez, uydurulamaz.
Bazen öyle diplomalı insanlar görüyorum ki,
içimden bu kadar cehalet ancak eğitimle mümkündür gibi garip şüphelere düşüyorum.!...
Başkalarının kayıpları üzerinden çıkar sağlamaya çalışan insanlar, bende; yeryüzünde pis kokan leşleri hatırlatır. Hani bir leşin üzerinde dönüp duran hayvanlar vardır ya ! sırtlan yada akbaba gibi...
Benim için bu kuru sofraların softası şebeklerle bu hayvanlar arasın da hiç bir fark yoktur...
Anlarsın ki; insanlar içinde insan olamayanlar her zaman sürü mantığıyla başkalarının kayıplarından besleneceklerdir...

İnsan olmanın temel değerlerinden biri olan ''vicdan ve merhamet'' İnsanı geliştirir, olgunlaştırır, daha geniş bakış açıları kazandırır.
Bencilliği yok eder, şiddeti ve kabalığı giderir, insanları daha "duygusal" daha "sorumlu" yapar..!
Dürüst insan cesur ve merhametlidir, vicdanın sesini dinler, bencil değildir.
Bütün bunlara rağmen halen vicdanınız susuyorsa, merhametiniz sizi çoktan terk etmiştir..!
Çoğunluğun ortasında, sorgulayan kimliğinizle vicdan ve merhamet duyguları içinde yaşam savaşınızı vermeye çalışabiliyor sanız, ülkenizin değerlerini koruyorsanız, insanlık adına insan olduğunuzu unutmuyorsanız doğru yoldasınız demektir.

Olcay Kasımoğlu.
                                                  Tarafsız kalanlara ne demeli ?

'Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır.'
Dan Brown
Yüreğim konuşurken, ben susamam; susarsam, bir ölüden ne farkım var ?
''Tarafsız davranmak; olaylar karşısında adil olmaktır ''adil olmak''eşit olmak demek değildir.''
Haklıyla haksızı, menfaat gözetmeden; mülkiyet telaşına düşmeden ayırt edebilmek ''körleri,sağırları oynamadan'' doğruyu bulabilmektir, tarafsız davranmak...
''Tarafsız kalmak ise bambaşka bir şey; yanlışları ''görmezden gelmek'' demektir.
Haklının hakkı yenilirken ''susmak'' haksıza prim vermekten başka nedir ki
Tarafsız kalmaya çalışırken aslında taraflı davranmak değil midir ?
Adil insanda; toplumsal adalet ve sorumluluk duygusu olmalı.
Bunu taşıyan, bu olgunluğa sahip insanlar, hiç bir zaman yanlışı gördüğünde tarafsız kalmayı seçmez.
Adil olmak; haklıyla haksızı, iyiyle kötüyü ayırt edebilmek, herkese hak ettiğini verebilmek her şeyden önce gelmelidir.
Şimdi biri, birileri acı çekerken ''bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın'' anlayışı insanı kendine ne kadar adil kılar. Yada şöyle diyelim böyle bir insanın topluma ve insanlığa nasıl bir faydası olabilir ?
Sadece kendi ihtiyaçları için çalışan ve kendi dünyasına hizmet eden bir insanın topluma nasıl bir faydası olabilir?
Bana göre yaşamanın da, insan olmanın da bir anlamı bir demokratik ülküsü olmalı..
Herkes saygı görmeli lakin saygıyı da hak etmeli.
İnsanlık için çalışanlara saygılı olunmalı fakat ''kul olmanın''kişi ve kişilere tapınmanın ayrımın da olarak.
Her zaman zorbalığa dayanan otokrat bir düzen kısa ömürlüdür.
Zorbalığın, yasakların, yasakçı zihniyetin olduğu bütün kurum ve kuruluşlar er geç kendi içinde kokuşmaya başlar.
İnsan zafiyeti hiç bir şeye benzemez...
Herhangi bir konuda tarafsız değerlendirme yaparken özellikle ''kişisel görüşümüzü'' değerlendirmenin dışında tutmak çok önemlidir.
Bir çok insan; hiç kimsenin ya da hiçbir görüşün etkisi altında kalmadan, olayları olması gerektiği gibi objektif değerlendirmek ve yorumlamak olgunluğuna, bilgeliğine sahip değildir.
Özellikle kendi düşüncesi konusunda fanatik, eleştiriyi kaldıramayan, insanlara zarar veren, em-pati yoksunu insanların verdiği zarar tahminler ötesidir.
Ne olursa olsun, kendi kişiliğimiz ve değer yargılarımız olsun.
Vicdanlı ve dürüst olmak, çıkarcı olmaktan iyidir.
Durduğumuz yerin ve yaptığımız eylemlerin farkındalığında olalım. Rengimiz belli olsun; açık, anlaşılır ve net olalım.
Neyi savunduğumuz, neyin yanında yer aldığımız ve nasıl bir dünya görüşüne ve inancına sahip olduğumuz, eylemlerimiz bizim nasıl bir insan olduğumuzu ortaya koyar.
Kapalı kutular içinde yaşayarak engin olunmaz.
Sadece büyümüş bedenlerin içinde kendimize gizli saklı yaşıyoruz, yüreğimiz üşüyor, ne garip değil mi ?
Etliye - sütlüye karışmadan, her iki tarafa da dokunmamak gayreti içerisinde, çizgi üstünde yürümenin, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın bencilliğinde sığ sularda yüzmenin; nasıl, insanı bir izahı olabilir ?
Her ortamın abisi/ablası havalarında gezip caka satan kimselerin ''sergiledikleri oyun'' olsa olsa bir sirk palyaçosunun oynadığı oyun kadar sürer...Er yada geç o kaleler yerle bir oluyor olmasına, olana kadar da bir çok insan zarar görüyor.
Tarafsızlığın, renksizliğin, vurdumduymazlığın, neme lazımcılığın kurbanı yüz binlerce insan var.
İbrahim aleyhisselam ateşe atılırken; kuş ateşi söndürmek için ağzıyla su taşıyor (Bu suyla ateş söner mi) diyorlar (Sönmese de, ben tarafımı belli etmeliyim, kimden yana olduğumu göstermeliyim) diyor.
Olaylarda tarafsız kalmak değil; doğrunun, iyinin tarafında olmak gerekir.
Yaşadığımız bunca şeye rağmen; hiç bir şekilde yanlışıyla doğrusuyla fikir ve görüşünü belli etmeyen insanların duyarsızlığına da sadece ''PES'' doğrusu diyebiliyorum...
Fikirlerin, ilimin, bilimin ''müzakeresini, rekabetini'' değil ''sen ben'' davasının küçük adamları gibi hesapçı yaşıyoruz, yazık !
Bu mülkiyet telaşından başka ne ola (?)
Olcay Kasımoğlu

Çocuklarımıza bizden daha yakın kim olabilir? 

Kim onları hayatla tanıştırırken; sevgiye emeği de katarak yanında koşulsuz durabilir?
Biz onların hayata akan köprüleriyiz.
Kendi kendine yetmenin verdiği mutluluğu anlatalım, kendi ayakları üzerinde durmanın önemini, saygınlığın, erdemin, öz güvenin aydınlığını anlatalım.
Namuslu olmanın ''cinsiyet üzerinden değil'' erdemli, onurlu olmanın süzgecinden geçtiğini, geçerken de kimseyi kirletmediğini ve en büyük namusun beyinde olduğunu öğretelim.
Namusu etek boyuyla izah eden her türlü düşünceye hayır diyen bir bilinç geliştirmesinin önünü açalım.
Kıyafetlerin mistik sevincini sevdiren, incelten zevkini yaşatalım..
Sahip çıkmakla,sahiplenmenin aynı şeyler olmadığını öğretelim.
Kıskanılmanın, güvenle karıştırılmayacak o nezih çizgisini sindire sindire anlatalım.
Sevdiği ile gurur duymanın içtenliğini, faziletini ve birliktelikleri nasıl büyüttüğünü anlatalım; anlatalım ki, duvarlar arkasında entrika çevirenleri, bencil egosuna hapis eden zihniyeti iyice tanısın.

Kendine güveni olmayandan, güven beklemenin zaman kaybı olduğunu,
kendine saygı duymayandan; saygı beklemenin nasıl bir aldanış olduğunu anlatalım.
Eğitimin yaşam şekli olduğunu, insana yapılan en büyük yatırımın eğitim olduğunu anlatalım.
Hiç kimsenin kölesi olmadan; fikri hür, vicdanı hür insan olmanın erdemleri üzerine bir yaşam kurmanın en büyük zenginlik olduğunu anlatalım.

El,etek öpmeden, yaşama sıkı sıkı sarılmanın en büyük mucize olduğunu
ve sevdiği için, sevdikleri için, koşulsuz sevgilere durmanın iç huzurunu anlatalım.
Ve en önemlisi bunları anlatırken kendimizi güncelleyip, söylediklerimizi yaşama geçirerek, verdiğimiz sözlerin arkasında durarak, yemin etmeden sözümüzü inanılır kılarak, eylemlerimizi dürüstçe çocuklarımıza yaşatalım.
Ancak o zaman anlattığımız,söylediğimiz, örnek verdiğimiz şeyler anlam kazanacak yoksa çocuklar büyüklerine güvenmeden, onların yaşam manifestosuna saygı göstermeden, söylenen hiç bir şeye inanmazlar.
İnanmadıklarını kalplerine indirmezler.
Kalplere inmeyen her şey zamanla unutulur, unutulmayanlar eylemlerdir.
Yarının büyüklerine, kinden,nefretten arınmış bir dünya bırakmak bizim elimizde.
Olcay Kasımoğlu
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                    Sanat İfade özgürlüğüdür.
Herhangi bir konuda tarafsız değerlendirme yaparken, özellikle ''kişisel görüşümüzü'' değerlendirmenin dışında tutmak çok önemlidir.
Bir çok insan; hiç kimsenin ya da hiçbir görüşün etkisi altında kalmadan, olayları olması gerektiği gibi objektif değerlendirmek ve yorumlamak olgunluğuna, bilgeliğine sahip değildir.
Özellikle kendi düşüncesi konusunda fanatik, eleştiriyi kaldıramayan, insanlara zarar veren, em-pati yoksunu insanların verdiği zarar tahminler ötesidir.
Ne olursa olsun, kendi kişiliğimiz ve değer yargılarımız olsun.
Vicdanlı ve dürüst olmak, çıkarcı olmaktan iyidir.
Durduğumuz yerin ve yaptığımız eylemlerin farkındalığında olalım.
Rengimiz belli olsun; açık, anlaşılır ve net olalım. 

Neyi savunduğumuz, neyin yanında yer aldığımız ve nasıl bir dünya görüşüne ve inancına sahip olduğumuz, eylemlerimiz bizim nasıl bir insan olduğumuzu ortaya koyar. Kapalı kutular içinde yaşayarak engin olunmaz. Sadece büyümüş bedenlerin içinde kendimize gizli saklı yaşıyoruz, yüreğimiz üşüyor, ne garip değil mi ?
Etliye - sütlüye karışmadan, her iki tarafa da basmamak gayreti içerisinde, çizgi üstünde yürümek, her ortamın abisi/ablası havalarında gezip caka satan kimselerin büründükleri kılık olsa olsa bir sirk palyaçosunun oynadığı oyun kadar sürer...Er yada geç o kaleler yerle bir oluyor olmasına olana kadar da bir çok insan zarar görüyor.
Tarafsızlığın, renksizliğin, vurdumduymazlığın, neme lazımcılığın kurbanı yüz binlerce insan var.

Şairin dediği gibi "bir mutluluk hastalığıdır şiir, kırılan dalın türküsü/dür."
Kendimize göre bakarsak hayata, sadece kendimize ait tarafını görürüz.
Genele bakmak için ise evrensel olanı düşünmeliyiz.
Ancak o zaman dünya vatandaşı oluruz, ancak o zaman üreten,sorgulayan,yaşama anlamlar katan bireyler oluruz.
Her evrim gibi insan şiire muhtaçtır.
Böylesine öfke ve nefret dolu bir dünyada, şiir yazarken,okurken kalbim heyecanla çarpar her defasında tekrar tekrar aynı duyguyu hissetmekten alıkoyamam kendimi.

Yeryüzünün tüm bu uğultusuna rağmen; çağının ve içinde yaşadığı toplumun problemlerine çözümler getiren gerçek bir aydın ve gönül adamı olan herkes önyargıların, haksızlıkların karşında bir duruş sergilemeli. Bu bizim kendimize ve insanlığa karşı sorumluluğumuzdur.

Bu ister yerel ister, büyük medya kuruluşları olsun, emeğin önünde ki en büyük engeli ''çıkar ilişkileri, egoları, küçük hesapların, kabaran adamlarını'' artık atmalıyız üstümüzden.
Bütün hizmet birimleri değerlidir, önemsenmeli, imkan verilmeli.
Ülkemizde gerek yerel basın, gerekse kendi imkanlarıyla hizmet vermek için çaba sarf eden yerel medya devlet politikalarıyla desteklenmeli.
Üreten ve yaşama incecik dokunuşlar bırakan bütün edebi paylaşımların gerçek sahiplerini saygıyla selamlıyorum.

25 Ekim 2018 Perşembe

Ey gitmek, bitmez mi yolun...


aşkın yağmurla ıslandığı yerlerden
inceden katılmak için damlalar aşk diline
dilimse bir kalbin eşiğinde beklerken seni
kimi zaman ateşe su
kimi zamanda ateşe rüzgar oldum
dil yandı gül yandı
ey aşk...
uğruna dünya yandı
uçurumlara nazır sözlerim
düşmek üzere iken gözlerden
biliyordu ağaçtan dökülen mevsim
sular, seller...
biliyordu kum tanesine saklı zaman
An be an cayır cayır aşk
çöl yandı...
ateşin çemberinden
sen geldin...
Yüreğiyle konuşan insanlarla bir arada yaşamanın güzelliğini sevdim; bana koşulsuz yürekle geldikleri için...
Ben en çokta hayata inanmanın mutluluğunu sevdim; mutluluğun iyiliğini bana sevdirdikleri için...
Cesur insanları sevdim; zalimlere fırsat vermedikleri için...
Onurlu insanları sevdim; hayata anlam kattıkları için...
En çokta ellerini sevdim; benimle hayatı sımsıkı tuttukları için...
'Bana hissettirdiklerini seviyorum, sanki hersey mümkünmüş gibi..''
Olcay Kasımoğlu
Hepimiz bir çığlığın peşindeyiz
Uyan ey can
Düşü eşit bölen bir ruhla
yaslan gecenin duvarına
Baki hüzünlerle
Gecenin çanları bizim için çalıyor
Duy ey can
Bu doyumsuz hayatta
Suskunluğum
kendi çıplaklığında titrediğinde
Bil ki ben seni seviyorum hala
Ve gece;
lekesiz üzüntülerimi dolduruyor yıldızlarla
Gör ey can
Gecenin gölgeleri
Senin düşlerini yeşertip çoğaltmak için
bir çift kızıl karanfili
kırlangıçlara ödünç veriyor
Gül ey can
Yeniden doğuşun
Saf ruhuyla çırpınan göğsünü
Sıcak ve hilesiz bir sevgiye kilitleyip
Tenin altındaki ruha yoldaş olmaya geliyorum
Sevgi ve Özgürlük


 Yaşamın köhne alışkanlıklarına bağımlı olmak, sınırlara ve öğretilere boyun eğmek doğaya aykırıdır.
Dünyayı özgürleştirmek, hırstan, nefretten, kibirden, hoşgörüsüzlükten kendimizi arındırmak için, sağduyulu bir dünya için çalışalım.
Unutmayalım ”yalnızca dünyayı aşmış olanlar” iyi bir dünya yaratabilirler.
İyi bir dünya ”mutlu ve dingin insanlarla” süreklilik arz eder.
Yaşamın ruhsal derinliğinde hatalar yoktur, yalnızca dersler vardır ve büyümek bir deneyim sürecidir. Başarı kadar yenilgiler de bu sürecin bir parçasıdır ve kendimizi araştırıp keşif ettikçe, yaşamın bize sunduğu bilgelik payıdır, bu bilgelik, yaşama dokunmak ve dokumaktır.
Ve sevgi her zaman hissettiğimiz, özgürlük ise her zaman istediğimiz bir şeydir. Özgürlük gelenekleri, toplumdaki sözleşmelerimizi yener. Kesinlik akılla açıklanabilr, ama duygular taşıyan insan karşısında kesinliğin hiçbir kıymeti yoktur. Sevgi bir düşünce ürünü değildir, sevgi bir zeka oyunu da değildir. Sevginin özgürlüğe ihtiyacı vardır, ama sevgi özgürlük değildir. Sevgi ancak özgürlüğün yarattığı verimli ortamlarda büyür.

Düşleri aydınlatan maviler var
Deniz kıyı dağ ve doruk
Sonsuz hepsi
Ya ben;
Ben öyleyim sende...

SEVGİYE İMAN

Parantez içine alınmış bir noktalama işareti değil yaşam.
Nice acılardan anılardan hüzünlerden süzülmüş gelmiş bir ömrün haritası duruyor önümde.
Dağ çiçeklerinin kokusu sinmiş tenine, umudu bereketli, gözleri ışık deryası. Direncin, bilincin tarlası aklımı kır çiçeklerinin serinliğiyle rüzgarın kanadına verdim, götürsün umuda hasret yüreklere.
Karanfil kokulu bir özgürlüğün zincirlere vurulmuş diyarlarında zulme yoldaş olmak benim işim değil
Her şey bu kadar direngen ve sesliyken yüreğimin dehlizlerinde bırak gitsin nereye isterse gitsin, sevgisiz bir ruhun içtenliği kuru bir çölden farksızdır.
Ben cesaretin, içtenliğin dehlizlerinde insanlığın ekmeğini damıtmaya yeminli bir yürek taşıyorum.
Bıkkınlığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, sığ suların, kısır döngülerin yamaçlarında değil doru atların kişnediği dağların eteklerinde soluklanan bir yüreğin savaşçısıyım.
Düşünün gül kokusunu, yaprağını, dikeninin, vazgeçmek mümkün mü gülün kokusundan, dikeni var diye .
Hangi yorgun düşün kurbanı olursan ol, hangi vedaların rüzgarıyla savrulursan savrul yaşam her zaman yeniliğe gebe.
Ve sen vazgeçmediğinde daha güzelsin. ne yaşarsak yaşayalım, öze inmemişsek kolaydır gitmeler.
Bir satıra, kuru bir söze tav olmamışsa yürek, bırakırmı tuttuğu eli ?
Takım tutar gibi, dudağında ki ruju siler gibi tutulmuşsa sevgiye, bir şimşek bir gök gürültüsüyle ufalır gider adına sevda dediği her ne ise !
kasırgalardan, yüreğin depreminden topuklamışsa hemen yürek, bırak gitsin.
İnsan sevdiği eli yüz bin kere parmak uçlarına dolar.
Korunmasız gözleri alır uyutur koynunda. Sevdaya tutulmuşsa savrulmaz fırtınalarda, tutulmuşsa gönül köküyle budanmaz seyri zamanda sessiz koylarda, susmak da sevdaya dair,
Olcay Kasımoğlu
Işıl ışıl ten

Hiçbir inkarın lekeleyemediği
Yumuşak titremelerle
İnsan sıcağı bilgeliğini
Yaşamın gizli çiğini
Kendinden fışkırır gibi damlat 
Çözülsün aşkın zarif ilmeği
Karşılıklı sükun içinde
İç çekişleri ve fısıltıları ile
Bir vaat var havada
Kışkırtıcı gözleriyle çağırır durur sevgiyi
Sıcak bir aydınlık içinde
Varlığının gizini suskuyla saklayan yar

Sevginin milyarlık hatırına
Bana yüreğimi ısıtacak ateşi ver
İçimde ki çocuk sevincin çığlığında
ışıl ışıl ten ve sonsuz bakışlarla
Alıp soluğuma işliyorum sesini

Yaşam durağan değildir, doğanın yasasına aykırıdır. Her şey birbiriyle değişim içerisindedir.
Hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır. Başımıza gelen her şeyle, onlara verdiğimiz tepki ve yanıt arasında geniş bir hareket alanı vardır.
Olcay Kasımoğlu
·
Bencillik zor mesele

Allı telli bir bulut olup olup ta
Sökülsem kırılan yerlerimden..
İnsanlar gerçeklerden uzaklaştıkça, gerçeği hatırlatanlardan nefret eder oldu.
Eteklerimizde taşlar ve ruhumuzda yaralar var oldukça kanayacak hep bir yerler.
O zaman taşlarımızı ayaklarımıza düşürmeden, kanamadan geçebilir miyiz bu hayatın içinden ve kimseler incinmeden geçmişin acılarını çıkarabilir miyiz gün yüzüne ?
Yaşanan toplumsal olayları incelemeden, irdelemeden, sorgulamadan, sağlam gerekçelere dayandırmadan suçlamak ve yargılamak sağduyudan, öngörüden uzak insanların işidir.
Hiç kimse, yaşanan toplumsal olayların üzerinde durup düşünmüyor. . Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes bencilce kendini düşünüyor.
Peki, hangimiz; özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya, yada kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
Arınmanın olduğu yerde, yeni tomurcuklar filizlenir, öfke kin nefret fışkırmaz..
Herkes yüzleşmeli ve silkelenmeli tarihin küf kokan odalarından, çıkarmalı yalanı-dolanı,kıyımı...
Ancak o zaman; demokrasiden, insan haklarından, korkmadan,ürkmeden,sancılı rüyalar görmeden bahsedebiliriz..
İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
Yaşamın en olumlu ve doğal amacı kaynaktan almayı ve yaşamın süreçlerine neşeyle katılarak kaynağa vermeyi öğrenmektir.
Buda başka yaşamları anlamamıza, ön yargıları törpülemem-ize, sağlıksız öğretilere karşı duruş ve tavır almamıza yardım eder. Daha sevgi dolu, anlayışlı, ne istediğini bilen hoşgörülü bireyler yetişir.
Sevgi ve anlayış dolu yüreklerin, her yere yansıdığı bir dünya, kime huzur vermez ki !

olcay kasımoğlu

Her insan bir dünyadır

Her olay ve insan bir sebeple ortaya çıkar. Rastlantı diye bir şey yoktur.
İnsan tanımak gerçekten ince bir sanattır ve bu sanatın ciddi parametreleri vardır.
Çaba ve inanç gerektirir. Yoksa, payımıza hep yanılgı ve hayal kırıklıkları düşer. İnsanlardan darbe yediğimizi, ,insanların ne kadar güvensiz olduğunu ve hep aldatıldığımızı, şanssız olduğumuzu söyler dururuz o zaman.
Oysa, önce kendimize, var olan bakış açımıza,hayat deneyim ve tecrübelerimize biraz kafa yorsak, bu yanılmalarda aslında ne kadar çok kendi payımız olduğunu görüp şaşıracağız.
Her insan bir dünyadır ve bu dünyanın şekillenmesinde; çocukluğu, yaşadığı bölgenin yaşam koşulları, tercihleri,seçimleri, aldığı eğitim, seçtiği kişi ve kişiler, bir yaşanmışlık bırakmıştır.
Ne kadarını kendinde topladığı, ne kadarında demlendiği, belli davranış kalıpları içerisinde kalıp kalmadığı; bize yansıttığı geri bildirimlerde, tutum ve davranışlarda kendini ele verir.
Daha dikkatli baktığımızda muhakkak göreceğiz. Bunun içinde önce kendimizin, engin ve dingin bir yaşamla iç içe ve kendimizle barışık olması gerekiyor.
Önyargılarından azade, geniş bir bakış açısıyla, insanlarla iletişim kurduğumuzda daha doyumlu ve uyumlu birliktelikler oluştururuz.
İnsan tanıdıkça ya yaklaşır yada uzaklaşmaya başlar.
Bu ince çizgiyi çok iyi tanımlamak lazım. Bazen insanlar kendilerini tanımlamakta gerçekten zorlanırlar. İfade ve tanımlama yoksunluğu yaşarlar. Bunun içinde, insanlarla ortak yaşam alanları olsun, paylaşılan mekanlar olsun, beraber çıkılan bir yolculuk olsun yada beraber bir olayın şahitliğini yapmak ve onun üzerinden beden dili ve sözel tanımlamalar olsun, algısı açık insana çok şey verir aslında.
Hani büyüklerin kullandıkları yaşamsal deneyler vardır.
Birini tanımak için;
''Yolculuk yapın
*Emanet teslim edin
*Sırlarınızı paylaşın
*Bilerek fikirlerine karşı çıkın
*İçki sofrasını paylaşın
*Borç para verin
* Sevmediği konularda açık yürekli konuşun
* Çocuklar ve korunmaya muhtaç insanlar hakkında düşüncesini sorgulayın''
Liste uzar gider. Sonuçta kişi ve kişilerin etki ve tepkileri kişilik ve karakterleri hakkında bize bir fikir verebilir.
Tabii ki bunları yaparken, rencide etmeden, kırmadan, dökmeden içten ve samimiyetle yapalım.
Biz ne savcı, ne hakimiz. Zaten sağlıklı gelişen birlikteliklerin; savcıya, hakime,avukata, doktora, polise ihtiyacı olmaz.
Yaşam sanatla değerlidir



Kültürel ve sanatsal ”öksüzlüğün kol gezdiği” bir toplumda, çağdaş değerlerden bahsedilemez.
Bilim, ilim ve sanat, insanın insan olma özünü en yatkın biçimde yansıtan değerlerdir.
Çağdaş değişimsel anlayışın önünü açan, bu ütopyanın gerçekleştirilmesine katkıda bulunan bilim ve sanat; aydınlanmadan yana olmayan kan emicileri rahatsız eder.
Düşünce ve duyguların bir arada eylemlere yönelmesi, hayatımızın en önemli noktalarından biridir. Bizi bağımsız, aydınlanmış, sorumluluk bilinci gelişmiş bireyler yapar.
Bağımlı olmak ise cesareti yok eder.
Sindirmenin, susturmanın ve yoksunluğa mahkum etmenin en iyi yolu, sömürüye hizmet eden faşizan kapitalist sistemi desteklemektir.
*Kapitalist zihniyet, kendine sorgusuz itaat edecek bağımlı insanlar ister. Bunun içinde, bir sürü oyunlar tertip edilir.
*Silah tüccarları savaşı körükler, evrensel değerler üzerinden insan duygu ve düşünceleri yozlaştırılıp, toplumu birbirine bağlayan ortak değerler, bütünsellikten çıkarılıp, bireylerin tekeline verilir.
*Egemenler, güdülmeye hazır bir toplum yaratmak için önce kamu kurum ve kuruluşlarını etkisizleştirerek, akademik çalışmaların önüne engeller koyarak, medyayı satın alarak, bilgilenme ve aydınlanmanın önünü kapatırlar.
* İnanç kültürünün ve dinsel korku dürtülerinin yarattığı kısır döngü, toplum yaşamına egemen olmaya başlar.
*Eğitimsiz, okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, menfaatlerini insan yaşamının üstünde gören; bencil, kendine namuslu insanların yaşadığı bir toplumda kul ve efendi ilişkisi başlar.
*Bilinç düzeyi eksik insanlar, kendilerini bağımlı hale getiren sisteme körü körüne bağlı olmaya yatkındırlar, eleştiriye asla tahammül göstermezler. Burada ki ilişki de, gelene ağam gidene paşam dönemi başlar.
Napolyon ”Eleştiriden feyz almak akıllılıktır, almamak sinirlenmek ancak başarısızlığını ve beceriksizliğini kapatmaya çalışan insanların yaptığı tepki olmalı” demiş
Bizim istediğimiz, herkesin emeği oranında pay alabildiği, adaletli bir üretim, hiç bir ayrımcılığın ve ötekileştirmenin olmadığı, sevgi barışın egemen olduğu bir toplum düzeni.
Özellikle; kurumlar kokuşmuşsa, yürekler nasırlaşmışsa, ortak değerler kişi ve kişiler üzerinden ifade ediliyorsa, yatırım ranta dönüşüyorsa, bunun adı da ”gelişme ve hizmet” olarak insan anlayışına empoze ediliyorsa, hangi adaletten, haktan, hukuktan bahsedebiliriz ki?
Bilmezler ki sonlu olan sonsuz olanın bedelidir.
Toplumun iletişim mekanizmalarını şahsı menfaatleri için kullananlar, kendilerine imtiyazlı sorumluluk tanıyanlar, toplumun önünü tıkamak için her türlü alavereyi-dalavereyi yapmaktan çekinmiyenler bu yetmezmiş gibi bunları haklı gerekçelere dayandırarak, insanların zihinlerine perde çekenler;
*İnsan olma hakkımızı çalandır, yaşamımıza yasaklar koyan, onu yok edendir.
*Halkları birbirine düşman edip, bu düşmanlıktan çıkarları beslenenlerdir.
*Üreteni ve sorgulayanı suskun köleler haline getirmeyi hedefleyen Kapitalizmin emir erliğini yapanlardır.
Özellikle TV başında pembe dizilerin, kadını onursuzlaştıran, eşya gibi alınıp-satılan bir obje gibi sunan programların, şiddeti ve öfkeyi; savunma ve korunma aracı olarak insan algısına sunan filmlerin, çağdaş uygarlık yolunda tökezlediği kesindir.
Bu çelişkilere, bu serzenişlere, bu yarım yamalak öykünmelere bakınca;
Kendini arayanlar, kendini bulamayanlar nereden beslenecekler. Bu insanlara, insanca köprüler inşa etmesen, nereden geçecekler.
‘sorgulayamayan insan cahil,sorgulatmayan insanda zalimdir’ bu zihniyete en uygun tanımlama bu olsa gerek.
Toplumun yaşamsal kazanımları önemli, bunun içinde herkese önemli görevler düşüyor.
İbn-i Sina’nın dediği gibi ‘ bilim ve sanat iltifat görmediği ülkeleri terkeder’ diyor
Bilimsellik ve sağlıklı düşünen bir toplum anlayışı bütün kesimleri kucaklar.
Bir ülke de 30 milyon insan aç ve yoksulluk sınırında yaşıyorsa, sadece siyası kimliği üzerinden iş buluyorsa, inancı üzerinden değer görüyorsa, zulme- yalana sesini çıkarmıyorsa, kadınlar hunharca öldürülüyorsa, çocukların geleceği katlediliyorsa, erkek egemen kültürüne destek veriliyorsa ve insan sadece kendi egosuna hizmet ediyorsa, ben insan değilim.
Bizler, kimliği sadece insan olanlar;
*Egemenlerin, kendi şahsı çıkarlarını korumak için ”şiddeti ve insan açlığını” gizliden gizliye desteklemelerini reddediyoruz.
*Dünya yüzünde birbirine düşman halklar yaratılarak, egemenlerin amaçlarına hizmet için suni gündemler yaratıldığını biliyoruz, bu oyunda piyon olmayı reddediyoruz.
*Kadınların, çocukların ve savunmasızların, siyasetin malzemesi olmalarını reddediyoruz.
*Yaşayan her insanın insanlığa ve evrene karşı sorumlulukları var.
Emek ve sermaye çelişkisinin gerçekliğine suskun kalamayız. Emeğin özne olduğu, sınıfsız bir yaşamın mümkün olduğu bilinciyle ” Dünya herkese yeter” anlamının içtenliğiyle, egemenlerin oyunlarına hayır diyoruz.
Körü körüne bir şeye inanmak onu haklı ve ahlaklı yapmaz.
*Üreterek yaşamlarını anlamlandıran, sadece kendisi için değil herkes için ”daha güzel, eşit, adil, özgür” bir yaşam kurmak için mücadele eden, haklıdan yana tavır alanlar;
Sorgulamadan inanmanın, anlamadan yorumlamanın, araştırmadan bilmeden ahkam kesilmenin bütün olumsuz taraflarını reddediyoruz.
Ne olursa olsun, yaşamak, kulun kula kulluğu değildir. Onurunla, namusunla, halkınla, şerefli, bağımsız yaşamaktır, yaşamak.
Emeğin hiç bir zaman sorgulanmadığı bir yaşam ve sağlıklı sevgi anlayışıyla büyümek, ahlaki olgunluğa erişmek, iyiliğin, sevginin parçamız olduğunu bilmek, insanın asıl doğasına ait tüm özellikleri unutmadan, varoluşumuzun, özümüzün güzelliklerinden utanmadan yaşama yürümek, yaşamı değerli ve anlamlı kılıyor.
Öte yandan, hayatta en iyi ve en mutlu yaşam, olumlu düşüncelerdeki yaşamdır. Bu nedenle iyi, yapıcı ve yaratıcı düşüncelerin insana verdiği mutluluğu hayatta hiçbir şey veremez.
Velhasıl yaşamak ve yaşatmak ince bir iştir...


Olcay Kasımoğlu