Yaşam yalındır... Ve sevgi büyük bir yaşamdır ''Sevdiğim her şeyi-yalnızca sevdim.''
Translate
23 Kasım 2018 Cuma
Umut kimsesiz
Büyükler kimsenin okumadığı mektuplar yazar. Çocuklar kimsenin cevaplayamayacağı sorular sorar. Cevapsız sorulardır ki sesi sağır eder içimizi. Bazen de; Büyük yenilenmeler, büyük sevdalar aynı zamanda kayıplara, hatalara da muhtaçtır. Anlaşılmak, bütün yıkımlara rağmen geçilecek patikaların olduğunu anlatmaktır aynı zamanda.
solunarak süzülen bir ömrün bahçesinde esin çağlayanı gibi akardı yüreğin ırmaklarına sihriydi bütün dile gelmemiş tutkuların
oysa şimdi
tende dindi suların çağlayışı
gözlerine bağdaş kurmuş umut ışığı yok
öpüşlerden düşlerin tılsımı yolundu
artık kimseler yüreğinden ağlamıyor göze
sevginin bakışları mıhlandı çorak yüreklere
yalnızlık giyindi üşüten hoyrat rüzgarları
gülüşler gamzesiz
can bitkin yürek tutsak dil umutsuz
ısıtmıyor içimizi
köreldik yüreğimizin sesine
oyuncular arsız
seyirci umarsız
sevincin çığlıkları kısık
artık buyur etmiyor evren sinesine
içtenliğin kaleleri kuşatıldı
şefkat uyuşuk
kindarlık sinsi ateş
ilim, bilim
soysuzun tezgahında tutsak
gülüşlerin içine puştluk düşmüş
pervasızlar hakka zalim
bekleyiş çaresiz
o yanardağ misali yürekler ürkek
suskunluk kanıksanmış
cehalet azgın
kalabalıklar içinde sevdalar dalsız
uykular düşsüz kara kuru
sabahları solgun
akşamı yılgın yorgun
hain bir çağdır yaşadığımız
umutsuzum demeye dilim varmıyor
canım lime lime dökülüyor içime
döküldükçe içimdeki ses bağırıyor
ne olursa olsun
yine umut
yine sevgi
yine ayağımız nehir başımız deniz... Olcay Kasımoğlu
Sevgimiz olmadıktan sonra; daha çok paramız olsa, daha üstün olsak, daha çok toprağımız, evimiz arabamız, malımız olsa ne olur?
Sevgimiz yok, hiç bir şeyimiz yok.
Belki de yeniden öğrenmemiz gereken budur...
Bize sunulan basmakalıp hayatı yaşamaya o kadar çok heveslenmişiz ki bir türlü yırtıp çıkamıyoruz...
Yırtıp çıkmak çoğu zaman külfet gibi geliyor.
Hepimiz bir kıskacın halkalarında dönüp duruyoruz.
Birbirlerini kandıran ve mutsuz hale getiren bizler değil miyiz ?
Anlamıyorum ne düşmanlığımız var birbirimize, nedir yeryüzünde paylaşılmayan ?
Farklı görünüşlere sahip olmaktan başka üstünlüğümüz de yok.
Eksik bedenlerin içinde bilge bir ruh olmayı başaramadık.
Dilimiz yüreğiyle konuşmuyor, kimi zaman riyakar kimi zaman samimiyetsiz!
Adam gibi sevmesini de, sahip çıkmasını da beceremedik.
Birbirine en yakın insanlar bile birbirlerini anlamaya çalışmıyor.
Oysa zaman safir, zaman kanatlı, kimseye torpilde yapmıyor.
Unutmayalım her gönül başka bir gönülde ışığa durur ve ışığıyla dünyayı aydınlatır.
Ve zenginlik, güç talihin verdiği hediye olabilir ama iyi ve doğru dürüst olmak ''MUTLULUĞU VE SEVGİYİ'' sanata dönüştürmek tamamen kişinin kendi erdemlerinin sonucudur...
Sevgi sadece "seviyorum" demek değildi..
Sevgi sahip çıkmak, gözüne gözünü bırakmaktı.
Karşılık beklemeden onun varlığına adamaktı.
Elimi yüreğime koyduğumda anladım ki 'sana İhtiyacım var'demek ne güzel bir mucizeymiş.
Biri için endişelenmek, onun için yollarda yürümek, avuçlarında yüreğini taşımak, sevginle sevdiğini şımartmak, onun canı acıdığında o acının içinde olamadığın için sımsıkı sarılmak.
Sevdikçe kainatın sende toplandığını görmek.
Kendini aşarsın ''sevince'' tüm iyiliklerin içine aktığını hissedersin.
Kalayım sevgili kapında, eşiğinde kalayım demekse sevgi; ne mutlu içine düşene !
Çok büyük umutlara bel bağlamak ta değildi.
Sadece umut dolu ışıltılı gözlerini görmek yeterdi sevgiyi anlamaya..
Sevgi inanmaktı..Sevdiğine inanmaktı... sorguya,suale durmadan inanmaktı.
Sevgi "sonu olmayan bir varıştı sevgiliye" sonlanamayan bir varoluş..
Olcay KASIMOĞLU
Neden yalan söyleriz ?
İnsan neden yalan söyler, buna neden ihtiyaç duyar ?
Hepimiz, yalanın kötü bir şey olduğunu öğrenmişizdir buna rağmen hepimiz hayatımızda mutlaka bu yola baş-vurmuşuzdur.
Bazen çok güçsüz kalırız sorumluluk yüklenmemek için yalandan bir şeyler söyleriz. Egomuzu tatmin etmek, acizliğimizi saklamak adına, sevdiklerimizden acı olayları saklamak adına yalan söyleriz…
İnsanlar, yalan ve yalancılık üzerine bir çok görüş ileri sürer. Yalanın ne kadar kötü olduğu anlatılır ve bu konuda örnekler verilir.
Sahi nedir yalan, neden yalan söyleriz?
Karşımızda ki insana, bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylediğimiz her söz bir aldatmaca değil midir?
Böyle bir dürtünün içinde olmak sadece çıkar amaçlı mı kullanılır yoksa içinde başka dürtüler var mıdır ?
Mesela; eğlenme, intikam, kötülük yapma isteği listeyi uzatmak mümkün. Bunların hepsi kişinin içsel dürtüleri tarafından tetiklenir.
Korktuğumuz için yalan söyleriz, başımızdan savmak için yalan söyleriz, köşeye sıkıştığımızı hissettiğimizde yalan söyleriz.
Yalan söylemek ve doğruyu söylememek arasında çok ince bir çizgi var.
Doğru söylediğimizde doğacak sonuçların etkileri, karşılayabileceğimiz kadar hafif değildir.
Şuna yürekten inanıyorum; doğru olanı kabul ettiğimizde kendimizle ilgili eksik bir yönümüzün açığa çıkacak olması, yalanı savunma mekanizması olarak kullanmamıza neden olabilir. Yalanın olduğu, yaşandığı bir dünyada kendin olarak kalmak, yalan söylememek gerçekten zor lakin imkansız değil, bunların da bir bedeli var.
Doğru olduğunda ve eyleme geçirdiğinde önünde zorlu bir süreç başlar, kendinden çok yalan söyleyen insanlarla mücadele edersin, yalanın doğurduğu sonuçlar seninde yaşamını dolaylı etkiler.
Doğru olmak o kadar da basit bir tercih değildir. Doğru söylediğimiz de doğacak sonuçların etkileri, karşılayabileceğimiz kadar hafif de değildir.
Doğru olmak her durumda ve olay karşısında olanı olduğu gibi ifşa etmek sorumluluğunu gerektirir.
Doğru oldukça, doğruları savundukça toplumda her zaman güvenilir ve istenen insan olman, yalan söyleyen için seni potansiyel tehlike yapar.
Sen onun için bir engelsin ve yok edilmen gerekir o ne kadar yalansa senin o kadar doğru olman onu yolundan alı koyabilir. Doğru olmak emek ister, sabır ister.
İnsanlaşmak, derinliğine aydınlanmak demektir, yalan ise kolaydır emek istemez, sabır istemez hep yolları kısa, kolaydır; zayıf ve mağdur insanların acılarından faydalanmaya açıktır, yüzsüzdür, erdemli olmadığı içinde her yol onun için mubahtır.
Bazen uğranılan haksızlıklar sonucu birikmiş öfke de yalanın nedeni olabilir. Bazen de yalana neden olan zihin karışıklığıdır.
İkili ilişkilerde sık sık yalan söyleniyor olmasının nedeni genellikle çıkarlar için kullanılan en doğru yöntemin yalan olduğunu tecrübe etmiş olmakla birlikte en kolay yol olduğu için maalesef en sıkta başvurulan iletişim tarzı olmuştur. Söyle kurtul, ne kadar basit değil mi !
Düşünsenize ; etrafımızdaki herkes bunu yapıyorsa ya da doğruluk konusunda edinmiş olduğumuz hassasiyet ilişkilerimizi zorlaştırmaya başlıyorsa, yalnız kalmaktan korktuğumuz için geliştirilmiş bir alışkanlığa dönüşmüş olabilir mi yalanlarımız ?
Aslında yalan söylemekten çok, yalan söyleten durumları incelememiz gerekir.
Bir insan neden yalana ihtiyaç duymak zorunda bırakılır, bunu da sorgulamamız gerekir. Biri bize yalan söylediğinde oturup bunu düşünmemiz gerekir. Onu, "neden yalan söylemek zorunda bıraktığımızı"...
Elbette bize yalan söylendiğinde kendimizi kötü hisseder ve tek suçlunun yalan söyleyen kişi olduğuna yürekten inanırız. Ama çoğu zaman bu doğru değildir.
Kişilerin özel alanlarını ihlal etmemek gerekiyor. Söylemek istemediği bir konuda ısrar edersen, susma hakkını elinden alıyorsun; o zamanda zorla söylettiğiniz sözcükler ürkütülmüş gerçekler halini alır, sizde azmettiren olursunuz, ne kadar düşündürücü bir sonuç değil mi!
Bazen sırf kendi merakımızdan dolayı insanları zor durumlarda bırakıyoruz.
“Bilimsel olmayan merak maraz doğurur” Evet hayatımızda yalanlar olmasın, yalan söylememek için kullandığımız susma hakkı da ihlal edilmesin bu çok önemli...
İnsanlar yalan söylemek zorunda kaldıkları insanlardan uzak durmak isterler, buda zamanla köprülerin yıkılmasına ve aşılmaz duvarların oluşmasına neden olur.
Her ne olursa olsun yalanın mazereti, yalanı meşru yapmaz.
Yalan söyleyen rahatsız değilse söyleminden, eylemlerinde de samimi olamaz.. Böyle insanlarla gönüllü bir birliktelik paylaşmanın da anlamı olmaz.
Azıcık insan psikolojisinden anlayan bir insan, sürekli yalan söyleyen, yalanların ardına sığınan insanlarla bir arada yaşayamaz. Muhakkak bir yerinden incelir ve kopar.
Olgun ve kendini bilen insan yapabileceğini söyleyen ve söylediğini yapan insandır.
Yunus Emre’ye sorarlar ''ey yunus, ormanda başka ağaç yok mu hep dosdoğru odunlar getirmedesin'' soran Taptuk emredir ve Yunus Emre derki ''bu kapıdan odununda eğrisi giremez.'' kalben inanan, inandığın gibi yaşar.
Yalanın gücü, doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalanın olduğu yer bataklık gibidir, inandıkça içine çeker.
Doğru yalnızdır, çamurla sıvanamaz.
Yalanın geleneği var, takipçisi var, kolayına kaçmanın emeksiz sığınağı var.
Doğru bilenmeli, sınava çekilmeli, yenilmeyen doğru yenmiş sayılmaz ki !
Yalana karşı, içinde sabrı işleye işleye, emeği bileye bileye.
Çünkü hiçbir miras, doğruluk kadar zengin değildir.
Olcay Kasımoğlu
19 Kasım 2018 Pazartesi
Çakıl taşları
''Öylesine anlar var ki, ne yazdıkların yetiyor, ne okudukların. "insanoğlu kendi kendine yetmeyi bilseydi, en önemli sorununu çözümlemiş olurdu."
Sonum başlangıçtır demişti başka biri de.. bu gerçeği ret edenlerin elinde kalan sonsuz seçeneklerinden biriydi ; azaldıkça çoğalmak... Çünkü azaldıkça arar insan:
Azaltmak-azalmak iki kelime ne kadar yakın ve ne kadar uzak birbirine..
Çoğaltmak-çoğalmak da öyle..birinde birey var diğerinde yok sanki..azalmak da yok...azaltmaktan yana kullanılırsa şans bu bilinç demek sanki..çoğaltmaya akar-akabilir...çoğaltmak için aramaklar bitmesin.
Fakat yepyeni var mıdır..bilinmez..olmalı mı mutlaka olmalı..umut da tam orada duruyor sanki...başlangıç umutla özdeş..ıssızlıkta kendin için bir evren ol...demiş biride
Peki insan kendini azaltabilir mi?
Elbette yapar bunu...
Yakinlaştikça uzaklaşmak,... uzaklastikça yakinlaşmak.. azalmak belki de bütüne ulaşamamadir, ulasma arzusudur.
Sonsuzdur çünkü yeni, bütüne giden yolun çakıl taşları ...
Bütün inanılır olmalı...bütün teslimiyeti içermemelidir..benliğin bütünlük içinde erimeyeceğini kim söyleyebilir..bütünle bütünleşmek yokluk değil midir?
Tekbaşlığın sonu denebilir mi buna?
Ya da parça bütününün kodlar-ini taşır kaynağa dönmek, tamamlanmak...''
Her şeye tıpatıp uyan ve her şeyi çoktan bilenlerin şarkısı;
bir şey yapılması gerektiğini ve de hemen çoktan biliyoruz ama daha erken olduğunu bir şey yapmak için ama artık geç olduğunu bir şey daha yapmak için çoktan biliyoruz ve işlerimizin yolunda olduğunu ve bunun böyle süreceğini ve bunun anlamı olmadığını çoktan biliyoruz ve suçlu olduğumuzu ve suçlu oluşumuzda bir suçumuz olmadığını ve elimizden bir şey gelmeyişinde suçlu olduğumuzu ve bunun bize yettiğini çoktan biliyoruz ve belki de ağzımızı tutmanın daha iyi olacağını ve ağzımızı tutmayacağımızı çoktan biliyoruz çoktan biliyoruz ve kimseye yardım edemiyeceğimizi ve bize kimsenin yardım etmeyeceğini çoktan biliyoruz ve yetenekli olduğumuzu ve hiç ve gene hiç arasında seçme yapabileceğimizi ve bu sorunu temelden incelememiz gerektiğini ve çaya iki tane şeker attığımızı çoktan biliyoruz ve baskıya karşı olduğumuzu ve sigaraların pahalılaştığını çoktan biliyoruz ve her seferinde bir şeyin olacağını önceden kestirdiğimizi ve her seferinde haklı çıkacağımızı ve bundan bir şey çıkmayacağını çoktan biliyoruz ve her şeyin yalan olduğunu çoktan biliyoruz ve bir şeyi atlatmanın her şey değilde hiçbir şey olduğunu çoktan biliyoruz ve bizim bunu atlatacağımızı çoktan biliyoruz ve bütün bunların yeni olmadığını ve yaşamanın güzel olduğunu ve bunun her şey olduğunu çoktan biliyoruz çoktan biliyoruz çoktan biliyoruz ve bunu çoktan bildiğimizi çoktan biliyoruz.
/Hans Magnus Enzensberger Çev: Sezer Duru
Ah insanlar!
Her şeyi bulup kendini bulamayanlar…
Charles Bukowski Farklılıklara saygılı olmak ve bunları zenginlik olarak görmek önemlidir. Her şeyden önce; her birey saygıya değer bir varlıktır bu nedenle hiç kimse kendinden farklı olanı hor görmeye ve ötelemeye hakkı yoktur. Hangi dinden, dilden, coğrafyadan, düşünce ve fikirden olursa olsun herkesin, yaşama, kendini tanımlama ve değerli kılma hakkı vardır. İnsanların değerleri, yaşam tarzları, olaylara bakış açısı; inançları, beklentileri inançları, zevkleri ve dünyayı algılama ve yorumlama şekilleri farklı olabilir. Kaldı ki bu bir suçta değil. Bunlar, dünya hayatının zenginlikleridir. Siyahla-beyazın dışında ara renklerdir. Bunlar hayatın lunaparklarıdır. Ne kadar çeşit o kadar yaşamı renkli ve anlamlı kılmak… Farklılıklara tahammülü olmayan insanların muhakkak kişilik problemleri vardır. Bencil olurlar, paylaşım duygusundan yoksun ve sevgi anlayışları kısırdır. Birey olamamışlardır ben merkezli yaşarlar, cesur değillerdir. En küçük çatışmada çirkinleşirler ve korkaktırlar. Yenilikten, bilimden,ilimden, öz eleştiriden, aydınlıktan, korkarlar. Bu korkular, yaşamın zenginliğini, gelişmenin ve yenilenmenin önünü durduran perdeler değil midir. Biz ancak ”kendimizin, insanlığın, çevremizin fakındalığına” vardığımızda bu perdeler içeriden açılır. O zaman ”gönlümüz, aklımız” insanların ”var olma nedenlerini, değerlerini” renkleriyle, dilleriyle, cinsiyetleriyle ve maddi güçleriyle ölçmekten vazgeçtiğinde; bu dünya yaşanılası bir yer olacaktır. İnsanların yaşam tarzlarına müdahale etmenin, dışlamanın insan onuruna yakışmadığını, insana saygının bir erdem olduğunu anlayan, algılayan insanlar; hayatın içinde ”saygının” bir ”kültür” olduğunu benimsemişlerdir. Buda; onlara empatı yapmayı ve bunun üzerinden insanlara ulaşmanın kapılarını açar…
Özümsemek, her zaman her yerde her şeyi özümsemek farklı olanı anlamak açısından çok önemli
Yoksa körü körüne bir şeye inanmak onu değerli ve ahlaklı yapmaz. İnsanın kendi değerleri kendini değerli kılar.
gece karanlığı sabahına söz keserken ben senin düşünün içindeyim seni sevdanı bana gelişinde ki içtenliği sensiz yaşanan günleri sensiz olmanın yoksulluğunu düşünürüm
sonra sen olmasan da yanımda yalnızlığı nasıl paylaştığımızı her şeye rağmen birbirimizi nasıl anladığımızı aynı sevinçle çarpan yüreğimizi aynı haksızlıklara,birlikte karşı duruşlarımızı isyan bayraklarını nasıl beraber yerle bir ettiğimizi düşünürüm içime yaşam sevinci dolar büyürüm
her gün güneşi getiren ay aşkına zamanın rüzgarına bırak teninin kokusunu alsın beni benden getirsin senin diyarına
yüreğime giden bütün yollar sana çıkarken tüm rüyalarım sana yenik düşerken varlığının büyüsüyle sarhoşken sende öte hiç bir şey umurumda değil
Olcay KASIMOĞLU
Herşey davetsiz geldi
Yaşamı geride izleyenler, sorunları öz güven eksikliği içinde değerlendirirler. Özüne güveni yitirenler ya birilerine hayran ya da düşman olurlar. Yaşamın içerisinde sağlam ve istikrarlı bir kişilik oluşturamazlar. Gecikmenin telaşı içinde ya birlerine yaranmanın ya da saldırmanın körlüğü içindedirler. Hiç bir zaman kendilerine ayna olmayı düşünemezler. Çünkü onlara göre, kader denilen baht oyun oynamıştır. Oysa yaşam onlarla aynı fikirde değildir. Yaşam cesur ve güçlüleri sever...
her şey davetsiz geldi gün ışığını yere vurdu kuşlar dallara yuva yaptı gökyüzü maviye dağlar ovalar yeşile her şey birdenbire oldu
bir şey demeden hiçbir şey almadan bir şey vermeden her şey birdenbire oldu
süzüldü yaşamın mavisi engin yüreklere artık bu karalar yaşamın tadı değil
Olcay KASIMOĞLU
YAŞAM GÜÇLÜLERİ SEVER
''Aranızda dolaşmak için giyiniyorum” demiş Tezer Özlü.. Ve devam etmiş:
“…Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirtiniz.
Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz…
Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi hava alanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.”
Kendi olmanın, akılını ve bedenini özgürleştirmenin yolunu aradı yaşamı boyunca. Toplumun çürümüşlüğünü ve iki yüzlülüğünü, kişinin kendine söylemeye cesaret edemediği bazı ”gerçekleri” haykırdı. Aklın ve ölümün peşinden sözcükleriyle koştu. “Yaşamın, öğretildiği, ve anlatıldığı gibilerlerde -başka bir dünyada- değil, yaşanan her anda olduğunu yazdı.
Güneşe batırılmış sevinçlerim eritiyor buz kesmiş kederleri Hadi gel diyorum düşlerimde ki yaşamak haykırışlarına Kaldır sesinde ki tülleri Sussun kötülüğün hoyrat esişleri Şimdi dünyaya şiirden resimler çizeceğim İnandırmak için içimdekilerin sahiciliğini...
.
Olcay KASIMOĞLU
RUHUNU ÇALIŞTIR...
İnsana duran siyaset; Her şeyi olduğu gibi devam ettirmek için değil ''olması gerekenleri'' gerçekleştirebilmek için yapılmalıdır. Hırslardan,egolardan arınmış, ilim ve barışın eşliğin de insana duran, birleştiren,ayrıştırmayan,nefreti körüklemeyen; aydınlanmanın ışığın da güven ortamı oluşturup, herkesi; bulunduğu toprağa ait olma duygusuyla harmanlayan, inancını tevvekülden çıkarıp; yobazların cehaletine terk etmeyen bir siyaset anlayışı olmalı... Ve aydınlanmış insan; İdollere değil, evrensel değerlere sıkı sarılıp, putlaştırılmış inanç ve değerler yerine açık, basit, anlaşılır vicdani değerleri yaşatıp büyütmeli. Bugün her şey nasıl var idiyse dün de vardı, yarınlarda da evrimsel olarak varolacak. Önemli olan duyu organlarının algılayamadığı nesnel gerçeklikleri yok saymamak ve ruhumuzu, gönlümüzü, zihnimizi; eşgüdümlü-koordineli çalıştırmak Sezgilerimize ve sağduyuya önem vererek... Bütün kültürsüz insanların ilgisi malzemeye yöneliktir, işleme tarzına değil. İdollere değil, İDEALLERE sıkı sarılalım. Putlaştırılmış inanç ve değerler yerine açık,basit,anlaşılır vicdani değerleri yaşa ve büyüt. Bugün herşey nasıl var idiyse dün de vardı, yarınlarda da evrimsel olarak varolacak.Duyu organlarının algılayamadığı nesnel gerçeklikleri yok sayma. Ruhunu, gönlünü ve zihnini eşgüdümlü-koordineli çalıştır.Sezgilerine ve rüyalarına önem ver... Küçük büyük ayırmaz, istikrarı,değişimi,yürüyeni,çabuk olup ağır olmanın erdemini sever yaşam. Renksizlikten renk üretmeyi,sıfır hacimden büyük evrene dönüşmeyi bilenlerindir yaşam.. Unutalı güzel sevda sözlerini Kapıları sustu yüreklerin Önce gözlerimiz vazgeçti Sonra gülüşlerimiz ve ne olduysa Dilsiz kaldı yüreklerimiz..! Olcay Kasımoğlu
Kendimizi kitlelerin ruhundan arındırmak
Herkese gücüm yetmeye bilir ama irademe gücüm yetebilir.
En uzun yolculuk, beynimizden yüreğimize yaptığımız yolculuktur. Bu yolculuk da; Ezber bozmak, kendine eleştirel bakmak ve karşılıklı öğrenmeyi önemsemek ve kendi iradeni özgür ve dingin kılmak yeni bakış açıları kazandırır.
Bunun en güzel araç ve gereçleri de sanat ve edebi dünyanın çeşnilerini yaşamımızda ağırlamak..
Edebi dünyamızın silahşörlerini tanımlarken,her şey yine insanda başlayıp insanda yolunu bulur diyor, Ursula K. Le Gui.
''Sizin de bildiğiniz gibi, kitaplar sadece ticari bir mal değildir. Kar dürtüsü çoğu zaman sanatsal hedefleriyle ters düşer. Kapitalist bir dünyada yaşıyoruz; kudreti karşı konulmaz görünüyor. Ama kralların gücü de öyle görünürdü. İnsanlar tarafından dayatılan herhangi bir kuvvete direnip onu değiştirecek olanlar yine insanlardır. Direniş ve değişim ise sıklıkla sanatla, daha da sıklıkla bizim sanatımızla, kelimelerin sanatıyla yapılır."
Kendimizi kitlelerin ruhundan arındırmak, kelimelerimizi otoritelerin elinden almak, “hiç” hissetsek bile “hiçliğimizi” kendimiz belirlemek, değerimizi kendi irademizle fark etmek, ülkesiz olup tüm dünyanın “ötekileriyle” birleşmek… Belki bir gün başarırız kim bilir?
ey sevgili mavi kokulu karanfillerden güzelsin fakat ne gelir elden yırtık ama mavi bir çığlık şehrinden geldim çocuklar kadar beyaz çocuklar kadar mavi değilim ben güneşe direnen terlerin rengiyim konmasın yağmurun çingeneleri ay erirken bir dal üstüne güneş doğana kadar dinmesin yıldızların hüznü kalbimiz tenha iken güneş dilimize değsin nasıl olsa güneşe direnen terlerin renginde şiirler yazan mavi kokulu bir karanfilim bu ömrün son külü asılırken kirpiklerinin kıvrımına fırtına kopsa bir karanfil düşse ayak uçlarına titreyerek beni de al getir yanına sevdalandım sana ışığa doymak için...
Olcay KASIMOĞLU
ANLATILAMAYANIN SESSİZLİĞİ
Kelimeler susuyor çünkü anlatmaya yetmiyor. Sanki yeni kelimeler icat etmek gerekiyor da dil yetersiz kalıyor. Woolf da benzer şeyler söylemiş: “Kelimeler her şeyi söyler mi? Kelimeler herhangi bir şey söyleyebilir mi? Kelimeler ulaşılmaz noktadaki sembolleri yok etmiyorlar mı?” Kelimelerin her şeyi söyleyemeyeceği, ifadesiz kalacağı durumlar yaşıyoruz doğrudur evet, anlam asılı kalıyor çoğu zaman havada çünkü dil susuyor, dil dolanıyor, kelimeler söyleyebilecek bile olsa “ulaşılmaz noktadaki sembolleri” yok ediyor. Çünkü semboller yaşananların göstergelerini açıklamaya yetmiyor. Ve böylece geriye hȃkim olan şey sessizlik oluyor. Anlatılamayanın sessizliği.
İnsan değiştirmek istediklerini değiştiremediğinde, umuttan çok umutsuzluğa mahkȗm hissettiğinde, kederi artık varlık nedeni haline geldiğinde yani kendisini değersizleştirdiğinde bir “hiç” gibi hisseder. Ve bu doğaldır ancak bize “hiç” gibi hissettirenleri de göz ardı etmemek gerekir belki de.
bir uzak gönül denizidir gittiğin kapı ellerinde rüzgârın aşındırdığı yaralar var toplarken hüzne kalmış yanlarını gözlerinde unuttuğun o eski anılar inan yitik şehirler gibi soluğunda ise yosun kokusuna benzer bir hüzün var
sen bana dokunulmamış acılarını ver kollarım dolansın acılarına varsın tuz ol yeter ki senin gittiğin el kapıları kapansın senden gayrisine zaten kapalı benim yollarım
sen esmer tenine sevdalarımı sürdüğüm saçlarına ay ışığı gecede yıldızları düşürdüğüm denize vuran yakamozlara sen diye baktığım nasıl taşıdın bunca yıl sükunete hasret acılarını bilmez misin dokunsam dağlar taşlar eriyecek dokunmasam eşkıya aşkına dağları mesken tutacak...
Olcay Kasımoğlu
Şafak vakti
Neyin ne olduğunu anlamak insanı besler.
İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına kulaklarımızı tıkamadan; kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor.
Ataol Behramoğlu'nun dediği gibi, ''Ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır. Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.'' Ama ne kadarımız bu armağanın değerini biliyor ona hakkını veriyoruz? Yoksa, hoşumuza gitmeyen bir armağan gibi kenara koyup, eskimesini, yok olmasını mı bekliyoruz? Ya da kaybetmek midir ölüm? Varlığın, esas olan huzura, serbestliğe kavuşması mıdır? Her ölüm erkendir diyen şair yanıldı mı bir yerde? Esas olan, yaşamın ne manaya geldiğini çözemeden ayrılmanın garip yoksulluğu mu, yoksa sonsuzluk dediğimiz aslında yaşamdaki sonsuzluk değerinde bir an mıdır?
Seni diledim güneşin o sonsuz incelikte ışıkları altında ağaçlarla çiçekler serin kokularını serperlerken havaya seni üfledim geceye sırlarıma nail ol şafakla uyan diye titrek bir suskunlukta tanyeri şafak moruna soyunmuşken şafak vaktidir sana erişimdeki sihrin şafak günün dilidir, ne dilersen onu söyler her sözü giz dolu bir efsun dokunduğumda kutsallaşan sükûn sev dedi gönül adına dil sırları titreyerek konuşsun su ve çiçek gökçüllüğüne gül terini eklesin sevgi de yok zaman, tüm anlar şaduman diledim seni, sen geldin geldin de çiçekli diyarlara çevirdin yüreğimi şimdi yepyeni sözcükler yeşeriyor seninle bir yanım özgün sevi ağacı, bir yanımsa sırçadan saray oluyor dökülüyor senin gölgene mestane gönül
Külden döneyim güle ay şafak vakti ışığını alır yeryüzünden güneşi gönderir evrenin sinesine umutlu kelimelerin sesinde uyanır gün hoşgeldin sefalar getirdin dünya bahçemize
bulutlarsa yağmurla sağanağın sözleşmesinde rüzgarların ise ehli yok söz geçmez yüz sürdükleri yerlere kuşlarsa gökyüzünde yediveren diyarlara uçma düşünde
gün uyandı şafak kızıllığında ateşse gayya çukurunda gel öpeyim alnından çıksın ateş gayya çukurundan gün ışığına külden döneyim gül bağına karıncalar taşısın gülleri diyarlara yediveren ülkesinde yeniden yeşersin hayatlar... sonsuza sonsuzluğa güneşin sırtında güleç yüzlü yarınlara...
Başkasının ekmeğinin ne denli tuzlu,
başkasının merdiveninden çıkmanın
ne denli zor olduğunu göreceksin.
Dante, İlahi Komedya, Cennet XVII(58)
''Şu hayatta hepimizin eksiği, kusuru diz boyu. “Yanılmam” zanneden, en çok yanılır. “Ben bilirim” diyen, aslında en cahilimizdir. Üstünlük taslayan, en geriden gelendir. Beşer dediğin, adı üstünde zaten, şaşar daim. Ayağımız kayar, düşeriz. Vardım zanneder, tökezleriz. Oldum zanneder, bir arpa boyu bile yol katedemeyiz…. Piştim dersek hamlık imtihanından geçemeyiz. Çoktur noksanı,eksiği insanın. Hepimizin. İstisnasız herkesin. Ama bir tek kural var ki, unutmayacaksın. Küpe gibi kulağımızda asılı durur daim. En sisli sabahlarda, en puslu yollarda ışık verir, titrek ama sabit bir mum alevi gibi. Öyle bir kural ki, son derece basittir ama bir o kadar temel: “Kalp kırmayacaksın!” Kırdığımız her kalp, ettiğimiz her fena laf, incittiğimiz her can, küstüğümüz her hasım; Yüreğimizin üzerine bindirilmiş demirden bir ağırlıktır. Eğer dikkat etmezsek birikir ağırlıklar, nefes bile alamaz duruma geliriz o zaman. Halbuki tüy gibi hafif, kuş gibi latif olabilmeli insanın yüreği, ağırlıksız ve pak… ''
Bir deli Kuyuya bir taş atıyor, kırk akıllı çıkarmaya çalışıyoruz.
Biz aklı hep cebimizde saklıyoruz. Düşünmek ve araştırmak ve daha iyisini ortaya çıkarmak yerine, bir başkasının düşündüğüne, hazırladığına ve ortaya çıkardığına peşin kabul veriyor ve üzerine atlıyoruz.
Unutmayalım; güç beynimizde. Akla hayale gelmeyecek kadar mucizevi bir çark dönümü bedenimiz.
Her karesi hayata göre kurgulanmış.
Bize kalan ise bu senfoni orkestrasına iyi bir şef olmak. Hangi notanın hangi tuşuna nasıl basmamız gerektiğini bilmek ondan sonrası tamamen bizim irademizle dış dünyamız da bizimle gönüllü duygudaşımız olacak.
Bellimi olur bir tek kelime yeniden yeşertir umutları, bir kökün bin dala durması gibidir, hayat.!.
Örtün üzerimize serin karanlıkları
sabahına kar aydınlığında uyanalım
Biz sevdikçe ağarsın karanlıklar
söylensin sabahların eridiği mavilikte türküler
.../Sızlar bazı yaralar/ Usul usul döver insan yüreğini/ Göğsümde bir sevda kelebeği / Sızlar, küskün suskun/ hasreti yüreğimi çınlatır.../
''Çok şey vardı anlatılacak, o yüzden sustum. Birini söylesem diğeri yarım kalacaktı Sen duydun mu sustuklarımı?''
Düşüncenin ve düşüncenin tortusu olan korkuların hegemonyasından kurtulup 'sadece sevme' nin akışına kapılmak gerek. Nasıl, gelmeyeceğini bildiğini beklemen bilgelik sevgin ise, geleceğini bildiğini beklemen de , sevginin kendisidir...
Kanatlan Sevgiye♥
hayat yorgunu kirpiklerden
müebbete hüküm giymiş gibi
sevdayı kalbinde unutanlar sağırdırlar kördürler sevdaya
bilmezler
kısacık bir ömrün sığınağında
bin yıla sığmayacak kadar
içimizden sevda geçtiğini
oysa
elleri aşk denizine taş atarken
ellerinde deryalar
sular
ağaçlar görürüm
varsın bilmesin mevsimler
yıllar
ömürler
bin yıla sığmayacak kadar
içimden sen geçtiğini
bir yol bulmalıyız derken
aşkın
umudun
en masum en hilesiz haliyle
yüreği kendi kabından taşacak kadar
billur ışıkda görünen sevgili
katıksız sevincin düşünde
kırmızı güller yedireyim parmaklarına
kalbimin en derin yerinden
buğulu bir atlastan
katıksız sevincin düşünü göreyim
yükümüzü sıcaklar taşısın derken
hangi sıcak demetinde kırıldı düşlerimiz
söyle
söyle de bileyim
bileyimde en güzel bahtı sunayım sana
saymıyorum artık
kalabalıklar içerisinde yağan yağmurun
yanaklarımıza bıraktığı hazin damlaları
ister gel
ister gelme
ben çoktan unuttum kalbimi göğüs kafesinde
yüreğinin tamamını yedirmeye hazırsan
bir lafa tamah etmeden
gül yüzünü göm göğsüme
orada
ihlal ve iflah olmaz sevdalar var
kendi derinliğine akan bir ırmak gibi
yaşama tüten çiçekler gibi
tut ömrümün dallarından
yaşam sağanağında
tomurcuklara durmuş ekin olalım
dolaşma kaybedilen zamanlarda
göğünde kartalların
turnaların süzüldüğü
yazgısı türkülere yoldaş bir atlastan geldim
gerçek mutluluk kanattır
kanatlan sevgiye
mavilere dolanmış gökyüzü kadar cesurum
Kalbin ışıktan rüyası içinde bahçeler dolusu ahenkle kasırgalara dayanmışım rüzgarla mı yıkılacağım... Kalbime sürtünen bu ayrılık telaşı saçlarında savrulan bu sarı laleler o ta içten gülen gözlerinde bu yaşta neyin nesi ? Bu ayrılıklar bu hasretler olmasın hiç Bu selamsız sabahlar, gün kıyımları üzerime körüklenen yağmursuz bulutlar vatansız kötülükler, yürüyor üstüme yürüyor... Başka çaren var mı yüreğim söyle ? El aleme karşı ayakta kalacaksın. Asıl yalnızlık bambaşka bir şeydir... Anlamsızlaşır bir sürü şey ve bir sürü şey de fena halde anlam kazanır. Sen donmakla yanmak arasın da biçare. Toparlanmak için ne kadar gün ışığı lazımsa dağılmak için azıcık karanlık yeter. Yeter ki İçimizdeki umutların dalları budakları kırık olmasın. Ne olursa olsun düşünceler içerisinde kırılır yalnızlık, kim bilir belki de sadece aradığımız üşümeyen bir yalnızlıktır ve üşütmeyen yürekler...
Dünyada her şey kendi ederini er veya geç bulur, kim ne ederse kendine eder... Nasıl dünya faniyse acılarda fanıdır, bir yanımız baharsa diğer yanımızın kış olması ürkütmesin... Her şeye rağmen, varsın sadece zaman vefasız olsun, herkesin payına düşen, akan giden bir kadran üzerinde hayatla sözleşmesini bitiren, zaman değimlidir zaten(!)
Kalanlardan yanayım
İnsanlar vardır Ömrümüzden gelip geçerler Kimileri masal tadında kalarak Kimileri silinmeyecek izler bırakarak, Yorgun ömre giderler
Kimileri de Suskunluğumuz da Bir ırmağa dökülürken sessizce Hiç eyvallah etmeden hasrete vurgun ömre Aşkını hazana yar edip Ardına bakmadan meçhule giderler
İnsanlar vardır Kirpiklerimizden doğmuş hüznü Göz uçlarına alarak Rüzgarlara fısıldarlar Avucumdan yüreğine bıraktığım Sıcaklığın hatırına Sıyırıp üstünden at riya elbisesini
Yaşama tüten çiçekler gibi Ben kalanlardan yanayım Bir eli tutup bırakmayanların cesaretini Kalbi bir yudum su Bir dilim ekmek olanı Kalanların sadakatini, sabrını severim...
Olcay KASIMOĞLU
Korkarak Hiç Bir Zafer Kazanılamaz
İnsan yaşadıkça; sır yerkürenin içinde ki mananın sırrına tam muaffak olamasa da, bir çok şeyi doğru yerden görmeyi ''ÖĞRENİYOR'' sonunda !
Yaşadıkça; yaşamın içine aktıkça, içinde ki öz söyleşir, gönül penceresi açar kapılarını. Zamanla birlikte; sorular doğruysa hangi duvar yıkılmaz, hangi gönül penceresinden tülü kaldırmaz ! İnsanların içinde; iyiler ve kötüler olduğunu, her insanin içinde, iyilik ve kötülük bulunduğunu görürsün. Bu ikilemi, kişinin nasıl yontabildiğini ve hangısını öne çıkarabildiğini etkileşime geçtikçe, yaşadıkça anlarsın. Sonra insan tenini o tenin altında bir ruh bulunduğunu, ruhun tenin üstünde olduğunu görürsün. Aydınlanmanın yollarını ararsın; görürsün ki aydınlanmadan, karanlığın yırtılmayacağını görürsün. Birlikte yaşamanın önemli olduğunu, bunun için ''bölüşmeyi,hakkaniyeti,sosyal adaleti'' öğrenmenin yaşı olmadığını ve insanca yaşamak için elzem olduğunu öğrenirsin.
İnsanların; kendilerine rağmen, gidecek yol bulabildiklerini görür, şaşırırsın. Kalıplar içinde düşünmenin, düşünce boyutlarını nasıl örselediğinin farkına varırsın... Gerçeklerin; kimine göre gerçek, kimine göre değil bunu öğrenirsin.
Baktığın yerle, durduğun yer arasında nasıl ince ayarlar olduğunu anlarsın. Senin doğrunla benim doğrumun, aynı evren de, farklı olabileceğinin şaşkınlığını yaşarsın. Kapalı pencerelerin ardından hayata bakmakla, gökyüzünde uçan bir kuşun bakışıyla bakmanın farkına, farkındalığına yaşadıkça varırsın.
İnsanın insana üstünlüğü nedir diyen sorular içerisinde bulursun kendini. Sonra; üstünlüğün kıstaslarında kendine bir yol bulmaya çalışırsın, kendi yüzünü aynada görmeye başlarsın, gördüğün seni yanıltmaz, kendine aydın, kendine adıl kendine insaflı olmayı öğrenirsin. Kendine yolculuklar başlar...olgunlukla birlikte, kendine saygısı olmayanın yanında saygı aramazsın, mücadele etmekle, gereksiz kavgaları birbirinden ayırırsın...Ve sabrın,değenler için bir mücevher olduğunu, gereksizlere harcandığında ise yerini keşkelere bıraktığını anlarsın....
Vicdan sahibi olmak, vefa...bunlar var ise diğerleri zaten eşlik eder...farkına varırsın. Namusun ''insan vicdanı'' olduğunu anlarsın ve yalanın ocağı olmadığını, iyiliğe duran hiç bir yerde yeşermediğini VE sevmenin yazılı hiç bir kuralı olmadığını, sevmenin yaşamanın ruh kapısı olduğunu anlarsın. Anlarsın ''CESARET'' edip yaşamadan, hiç bir gerçekliğin farkına tam olarak varamazsın....