Translate

6 Aralık 2018 Perşembe

ARAYIŞ…
Uzun bir yazı ama sorgulayan ve ne aradığını bilmek isteyen insanların mutlaka okuması gereken bir yazı. Paylaşarak daha sakin bir zamanınızda ama mutlaka okumanızı tavsiye ederim.
...
''Hayat bir arayıştır, sürekli bir arayış, ümitsiz bir arayış; arayanın ne aradığını bilmediği bir arayış. Aramak için çok derin bir içgüdü var, ama insan ne aradığını bilmiyor. Ve öyle bir zihin durumu var ki, eline geçen şey ne olursa olsun, seni tatmin etmiyor. Hayal kırıklığı insanın kaderiymiş gibi görünüyor; çünkü ulaştığın şey, ona ulaştığın anda anlamsızlaşıyor. Yeniden aramaya başlıyorsun....
Bir şey elde etsen de etmesen de, arayış devam ediyor. Neyin var neyin yok, hiç önemli değil, çünkü arayış her durumda sürüyor. Fakirler arayışta, zenginler arayışta, hastalar arayışta, iyiler arayışta, güçlüler arayışta, güçsüzler arayışta, aptallar arayışta, bilgeler arayışta ve kimse tam olarak ne aradığını bilmiyor.
Bu arayışın ne olduğu ve neden orda olduğu anlaşılmalı. Öyle görünüyor ki, insanın varlığında, insanın zihninde bir boşluk var. İnsan bilincinin yapısında bir delik, bir kara delik var sanki. İçine sürekli bir şeyler atıyorsun ve hepsi kayboluyor. Sanki hiçbir şey onu dolduramıyor, hiçbir şey doyumu yaklaştırmıyor. Çok ateşli bir arayış bu. Bu dünyada arıyorsun, öbür dünyada arıyorsun. Bazen parada arıyorsun, bazen güçte, prestijde, bazen Tanrı’da, coşkuda, sevgide, meditasyonda, duada; ama arayış devam ediyor. İnsan adeta aramaktan hasta olmuş durumda.
Ama arayış şimdi ve burada olmana izin vermiyor, çünkü arayış seni sürekli başka bir yere yönlendiriyor. Arayış bir yansıma, arayış bir arzu; ihtiyaç duyduğun şeyin başka bir yerde olduğu fikri, onun var olduğu ama başka bir yerde olduğu, şimdi burada olmadığı fikri. Kesinlikle var, ama şimdi değil, burada değil. Orada, başka bir zamanda; asla şimdi, burada değil. Seni didiklemeye devam ediyor, itip kakmaya devam ediyor. Seni daha da delirtiyor, çılgına çeviriyor. Ve asla tatmin olmuyor.
Sanıyorsun ki anahtar parada, prestijde, saygınlıkta. Ama sonra saygın, güçlü insanlara bakıyorsun, onlar da arıyor. Çok zengin insanlar görüyorsun, hayatlarının sonuna kadar aramaya devam ediyorlar. O zaman zenginlik de işe yaramıyor, güç de. Arayış, elinde ne olursa olsun, devam ediyor.
Arayış başka bir şey için olmalı. Bu isimler, bu etiketler, para, güç, prestij sadece zihnini tatmin etmek için. Sadece bir şey aradığını hissetmen için ordalar. Ama o şey hâlâ tarif edilemiyor; tuhaf bir duygu.
Gerçek arayan için? Biraz uyanmış ve farkında olan için ilk gerekli şey, arayışı tanımlamak, ne olduğunun keskin bir tanımını yapmak, hayal dünyasından çıkarmak, derin bir uyanıklıkta onunla karşılaşmak, içine bakmak, onunla yüzleşmektir. Hemen bir dönüşüm başlayacak. Arayışını tanımlamaya başlarsan, arayışa olan ilgini kaybetmeye başlayacaksın. Ne kadar tanımlarsan, o kadar azalacak. Ne olduğunu net olarak bildiğin anda, birden yok olacak. O sadece sen dikkatli olmadığında var.
Tekrarlanmasına izin ver: Arayış, sadece uykuda olduğun zaman var. Arayış, sadece uyanık olmadığında var; arayış sadece farkında olmaman halinde var. Arayışa farkında olmamak yol açıyor.
Duyularımızın hepsi dışa dönük. Gözler dışa açılıyor, eller, bacaklar dışa doğru hareket ediyor, kulaklar dışarıdaki sesleri dinliyor. Sahip olduğun her şey dışa doğru açılıyor; beş duyu dışa dönük. Aramaya oradan başlıyorsun; gördüğün, hissettiğin, dokunduğun şeylerden. Duyuların ışığı dışa çevrili ve arayan ise içerde.
Bu ikiliğin anlaşılması gerekiyor. Arayan içerde ama ışık dışarıda olduğundan, arayan hırslı bir şekilde dışarıda tatmin edecek bir şey bulmak amacıyla harekete geçiyor. Hiçbir zaman bulunmayacak. Hiçbir zaman bulunmadı. Şeylerin doğası gereği bulunması mümkün değil çünkü eğer arayanı aramıyorsan, bütün arayışın anlamsız. Eğer kim olduğunu anlamazsan, arayışın boşuna; çünkü arayanı tanımıyorsun. Arayanı tanımıyorsan, doğru boyutta, doğru yönde aramayı nasıl başarabilirsin? Mümkün değil. Her şeyden önce, ilk adımlar atılmalı.
Bu iki şey çok önemli: Birincisi, amacının ne olduğunu çok net olarak kendine ifade et. Karanlıkta oraya buraya çarparak dolaşmaya devam etme. Amacına odakla dikkatini: Ne arıyorsun? Çünkü bazen bir şeyi isterken başka bir şey ararsın, bu durumda bulmayı başarsan bile tatmin olmazsın. Başarmış insanları hiç gördün mü? Daha büyük bir yenilgiye hiç rastlamış mıydın? ‘Başarı başarıyı getirir’ diye bir söz vardır. Kesinlikle yanlış. Başarı kadar büyük bir başarısızlık yoktur. O cümleyi aptal insanlar uydurmuş olmalı. Tekrarlıyorum: Başarı kadar büyük bir başarısızlık yoktur.
Söylendiğine göre Büyük İskender dünyanın hâkimi olduğu gün, odasının kapılarını kapamış ve ağlamaya başlamış. Bu gerçekten oldu mu bilmem ama eğer biraz bile akıllı idiyse, olmuş olmalı. Komutanları bundan çok rahatsız olmuşlar:
Ne olmuştu? İskender’in ağladığını daha önce hiç kimse görmemişti. O türden bir adam değildi; büyük bir savaşçıydı. Onu büyük sıkıntıların içinde görmüşlerdi; hayatının tehlikede olduğu durumlarda, ölümün kapıda olduğu anlarda ve gözünden tek damla yaş geldiği görülmemişti. Umutsuz bir anında hiç görülmemişti. Şimdi ne olmaktaydı peki, başardığı anda, tam dünyanın hâkimi olmuşken?
Kapısını çaldılar, içeri girip sordular: “Niye böylesiniz? Niye çocuk gibi ağlıyorsunuz?”
Cevap verdi: “Başardığım anda, şu anda, bunun yenilgi olduğunu biliyorum. Şimdi görü- yorum ki, dünyayı ele geçirme saçmalığına giriştiğim anda nerdeysem, şimdi de tam olarak oradayım. Ve bunu şimdi anladım, çünkü ele geçirecek başka yer kalmadı. Yoksa yoluma devam ederdim, daha öteleri de fethetmeye çıkardım. Şimdi ele geçirecek yer kalmadı, yapacak bir şey yok ve bir anda kendi üzerime düştüm.”
Başaran adam, sonunda kendiyle tek başına kalır ve sonra cehennem azabı çeker çünkü bütün hayatını boşa harcamıştır. Aramış, aramış, elindeki her şeyi ortaya dökmüştür.
Şimdi başarılıdır ama kalbi boştur, ruhu anlamsızdır, huzur yoktur, mutluluk gelmemiştir.
İşte, ilk bilinecek şey bu; tam olarak ne aradığın. Bu konuda ısrarlıyım; çünkü arayışının hedefine gözlerini ne kadar odaklarsan, hedef de o kadar gözden kaybolur. Gözlerin tam olarak sabitlendiğinde, aniden, aranacak hiçbir şey yoktur; o anda gözlerin kendine doğru yönelmeye başlar. Arayışın hiçbir hedefi olmadığında, bütün hedefler kaybolduğunda, boşluk vardır. Dönüşüm, içe dönüş, o boşluğun içindedir. Birden kendine bakmaya başlarsın. Şimdi arayacak hiçbir şey yoktur. Ve bu arayanın kim olduğunu bilmek için de yepyeni bir arzu yükselmektedir.
Arayacak bir şey olduğunda, bu dünyanın adamısın. Arayacak bir şey olmadığında, senin için “Bu arayan kim?” sorusu önemli olduğunda, işte o zaman dindar bir adamsın. Ben dünya adamıyla din adamını böyle tanımlıyorum. Eğer hâlâ bir şey arıyorsan? Belki öbür hayatında, öbür kıyıda, cennette, hiç fark etmez? Hâlâ dünya adamısın. Eğer tüm arayışın bittiyse ve birden bilinecek tek bir şey olduğunu anladıysan? “Benim içimdeki arayan kim? Bu aramak isteyen enerji ne? Kimim ben?” ? Orada dönüşüm vardır. Bütün değerler birden değişir. İçe doğru hareket etmeye başlarsın.
İçe doğru girmeye başlayınca... Önce çok karanlıktır; Rabia haklı, çok çok karanlık. Çünkü hayatlar boyu içeriye hiç girmedin, gözlerin hep dışa odaklanmıştı. Hiç fark ettin mi? Bazen sokaktan içeri girdiğinde, dışarıda da hava çok güneşliyse, evin içi çok karanlık görünür; çünkü gözler dışarıdaki ışığa göre odaklanmıştı. Işık çok olduğunda gözbebekleri küçülür. Karanlıkta gözbebekleri açılır; karanlıkta daha geniş bir merceğe ihtiyaç vardır. Işıktayken daha küçük bir mercek de iş görür. Kamera böyle çalışır, gözler de; kamera, insan gözü model alınarak icat edilmiştir.
Dışarıdan içeriye ilk girdiğinde, ev karanlık görünür. Biraz oturup beklersen, karanlık yavaş yavaş kaybolur. Daha fazla ışık var şimdi, gözler uyum sağladı. Hayatlar boyu parlak güneşte, dışarıda, dünyada dolaştın. O yüzden de içeri girmeyi ve gözlerini alıştırmayı unuttun. Meditasyon da sadece bu işte; görme yeteneğinin, gözlerin uyumlu hale gelmesi.
Hindistan’da buna üçüncü göz denir. Bu bir yerlerde duran gerçek bir göz değil, sadece bir uyum sağlama, görüşün tam olarak yeniden ayarlanması. Yavaş yavaş karanlık kaybolur. Hafif bir ışık seçilmeye başlar. İçeri bakmaya devam edersen? Bu biraz zaman alır giderek, yavaş yavaş çok güzel bir ışık hissetmeye başlarsın. Güneş gibi saldırgan bir ışık değildir bu, ay ışığına daha çok benzer. Parlamaz, göz kamaştırmaz, serindir. Kızgın değildir, şefkatlidir, teskin edicidir.
Yavaş yavaş, içerdeki ışığa alışınca, görürsün ki ışığın kaynağı sensin. Aranan, arayandır. O zaman hazinenin kendi içinde olduğunu görürsün; tek sorun onu dışarıda aramandı. Onu dışarıda arıyordun ve her zaman senin içindeydi. Her zaman burada, senin içinde oldu. Sadece yanlış tarafta arıyordun, o kadar…''
OSHO
Aşınmak gerek öğrenmek için...
''ah... doğmanın dizginlenemez ânı 
hep çocuk kalmanın imkânsızlığı 
sürekli ertelediğimiz varoluş tatmini 
yetişkin olmanın incinen duyarlığı 
efendi ya da köle olmaya namzet manasız arzu 
ah... 
mekânın kuşatmasını esas alan yenilgi...

Rüzgar saçlarını karıştırdı.Başını evet anlamında salladığını gördüm.
“Senin için bin tane olsa yakalarım” dediğimi duydum.Sonra döndüm koşmaya başladım.Yalnızca bir gülümsemeydi hepsi bu.Her şeyi düzeltmiş değildi.Belli belirsiz bir tebessüm.Minicik bir şey.Ormandaki bir yaprak;ansızın havalanan bir kuşun kıpırdattığı bir yaprak.
Ama kollarımı ardına kadar açıp onu kucaklayacağım.Bağrıma basacağım.Çünkü bahar gelince,karların tek tek,tane tane eridiğini biliyorum;belki de ilk kar tanesinin eriyişine tanık oldum.
Koştum.Peşinde avaz çığlık bir çocuk sürüsü,deliler gibi koşan,yetişkin bir erkek.Ama umurumda bile değil.Yüzümü kamçılayan rüzgara karşı,dudaklarımda Pençer Vadisi kadar geniş bir tebessüm,koştum.''
Uçurtma Avcısı - Khaled Hosseını

Kitaplarım, yine baş ucumda yerini almıştı. Daha seçici ve titiz seçimler yapıyordum, kendimi beslemeliydim. Beni yolumdan şaşıracak, enerjimi zehirleyecek, umudumu ve direncimi kıracak hiçbir şeyin ruhuma, bedenime sızmasına izin vermeyecektim.
Sevgiyle yaşamak ve sevgi için yaşamak dururken, bir insan, ömrünün sonuna ya da zaman onu azat edinceye kadar kendi koyduğu korkularla, endişelerle neden mutsuz yaşasın ki !
Kendi varlığımın sınırlarını fark edip, kendi egomu söndürerek, diğer varlıklarla, doğanın sesine, ritmine, müziğine, yüreğimin sesiyle katılmak istiyordum.
Görmeden bakan, duymadan dinleyen, hissetmeden dokunan, düşünmeden konuşan insanlardan uzaklaşarak;
Tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek, herkesten daha çok ,daha kuvvetli yaşadığımı, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğumu bilerek yaşamak istiyordum...
(Simurg Olmak Zamanı

4 Aralık 2018 Salı

Gel öpeyim avuç içinden...
Kendimi çaresiz hissettiğim anlarda aşkı düşünürüm. Çünkü bizi kurtaran, her şeyi değiştiren, olanaksızı olanaklı, çirkini güzel, kabul edilir olmayanı kabul edilir yapan aşktır...

.Hala maddiyata inanmıyorum,parayı sevmiyorum. Bazen hala kuşlar konabiliyor kalbime, onları ürkütmüyorum. Neyse sevgi demiştik.

"Zekasız sevgi olamaz köleliği yaratır; sevgisiz zeka olamaz diktatörlüğü yaratır. "
Krishnamurti
Sahi, sevgi neydi?..
Her şeyi kendi içinde görmek ve kendini her şeyde görmenin adıymış sevgi… Sonsuzlukmuş, bencil olmamakmış…
Kayıtsız, şartsız ona güvenmekmiş bir de… Nedensizce ve delicesine özlemekmiş, onun yokluğunda… İliklerine kadar duymak, tırnaklarına kadar hissetmekmiş sevgi…
Hayatın anlamı diyorlar ona; yalnız insanların değil, tüm canlıların yaşama sebebiymiş… Öyle bir etkisi varmış ki sevginin, “sen ordan bir ‘canım’ dersin, benim kalbim kaburgalarımın altına sığmaz burada” sözünü hissettirebiliyormuş…
Kalp mi insana “sev” diyen, yoksa yalnızlık mı körükleyen?.. Sahi nedir sevmek, bir muma ateş olmak mı, yoksa yanan ateşe dokunmak mı?..
Şems-i Tebrizi, “Sevmeyene karınca yük, sevene filler karınca / Dağı bile taşır insan aşık olunca, inanınca” diyor… Küçük İskender’e göre ise, birini gerçekten sevdin mi; yaşı, ne kadar uzakta olduğu, boyu, kilosu sadece lanet birer sayıymış… Özdemir Erdoğan şarkısında, “Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir / Bazen küçük bir an için ömür bile verilir” diye anlatıyor sevgiyi…
Halil Cibran, “Sevgi bir şey istemez, tamamlanmaktan başka” diyor… Mevlana, “Sevgi karanlık bir tünelde yakılan mum ışığı gibidir; size yolunuzu gösterir ama uzakta ne olduğunu söylemez” diyor.
Fuzuli’ye sormuşlar, “Sevmek mi daha güzeldir, sevilmek mi?” diye; “Sevmek” demiş.. “Çünkü, sevildiğinden hiçbir zaman emin olamazsın”… Nazım Hikmet, “Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim. Aklıma gelişini seveyim. Ne güzel de darma duman ediyorsun beni” diyor dizelerinde…
Dostoyevski der ki: “Sevmek, güzel birinde aşkı aramak değil; o kişide bilmediğin bir zamanın beklenmedik bir anında kendini bulmaktır.” Can Yücel, “Tabaklarda kalan son kırıntılar gibiydi sana olan sevgim. Sen beni hep bıraktın, bense hep arkandan ağladım” diyor…
Ağlamak için zamanınızın, ağlayacak kimsenizin olmadığı hayatlarda ise sevmek bu denli arsızca, bu denli çok, bu kadar coşkulu yaşanmıyor. Hayata dişlilerin dokunduğu yerden başlarken, çok şey istemedim ben… Aynı büyüklerden bir şey istememek gerektiğini öğreten çocukluğum gibi, hayat da kendisinden çok şey istemememi fısıldadı kulağıma. Öyle kızarak, emir verir gibi değil. Görmüş geçirmiş biri gibi kolunu omzuma atıp söyledi. Yani kızmadım, korkmadım, üzülmedim. Samimi bir haldi hayatla aramdaki muhabbet.
Azın/çoğun ne olduğunu öğrendim zamanla. Neye nasıl bakarsan, azlığı-çokluğu bakışının belirlediğini gördüm. Çok sevginin, sözler, hediyeler, maskeler, yapmacık tavırlar olmadığını; utanan bir çift göz olduğunu gösterdi.  Yanında olmanın değil, yolunu gözlemenin ayrı bir sevgi olduğunu anladım. Çok sevgi istemedim. Çünkü sevginin azı – çoğu olmadığını beni her zaman aynı şekilde seven annem gösterdi. 
İnsanlardan dürüstlük istedim. Çok değil, biraz. Meğer dürüstlüğün azı daha betermiş; bunun beni taşımayacak bir dala tutunmak olduğunu da defalarca düşerek öğrendim.
Az söz ile çok şey anlatmaya çalıştım. Çok söz ile az şey anlatmaya çalıştım. Gördüm ki söylenen sözün azı çoğu fark etmiyor. Söylemek istediğimi gözlerimden okuyanları gördüm. Hatta söylemeyi akıl edemediklerimi bile okuyanları. Çok şey anlatmak isteyip de tek kelime anlatamadıklarım da oldu, hem de çok.
Şimdi ise şairin dediği gibi, çocuk değilim artık; büyüdüm. Biraz yorgun, biraz kırgınım yine de… Giden yolunu, kalan yerini bilsin sadece…
Sevgisiz olmaz elbet… Ne kadarına yetiyorsa yüreğin, o kadar sevmelisin. Onurlu olmalı gelişler. Asil ve olgun… Omuzların dik, alnın açık tüm kalbinle gelmelisin. Ne kadarına yetiyorsa yüreğin, yettiği kadar sevmelisin. Aklını başından alacak kadar değil, aklı başında olacak kadar sevmelisin.
Senden çok onun ihtiyacı olan bir şeyi ona vermişsen, bu bir hediyedir. Ondan çok senin ihtiyacın olan bir şeyi ona vermişsen, işte bu sevgidir.
Tıpkı Cengiz Aytmatov’un ünlü eseri Selvi Boylum Al Yazmalım’ın unutulmaz repliğindeki gibi, sevgi ne demekti?.. Sevgi iyilikti, şefkatti, dostluktu…
Sevgi emekti...''

28 Kasım 2018 Çarşamba

ARINDIRMAK KENDİMİZİ

Kaç yanım yaralı
Kaç yanım dilsiz bilemem
Düşüncelerim kendi sürgünlüğünde ürkek
İçimde sıvışık bir yürek çarpıntısı
Kor mu yuttuğum bir yudum su mu
Yoksa bıçak mı saplanan kalbime
İçimde yırtılmış titrek bir ruh
Korunaksız kabuğu incecik bir ten
Küllenip sönüyor sessiz çığlıklarla
Güneşten kopma barışçıl bir umutla
Bölüşerek suskunluğu kızıl erguvanlarla
Tutunuyorum yaşamın eteklerine

İnsanı ve yaşamı anlamlı kılmak önce kendimizi arındırmakla başlar
İnsan doğduğu yeri seçme hakkına sahip değil, kaldı ki dünyaya gelirken ne cinsiyetini ne adını ne dilini, nede dinini seçme hakkına sahip değil.
Yaşamla birlikte her şey kendine bir yol bulurken, insan öğretileri çoğu zaman düşüncenin önüne bir ağ örer. Kimi kendide bulamadığını ulaşılmaz ilan eder yada tam tersi sahip olduğu şeyler üzerinden mutlak hakimiyet ilan eder.
Dünyanın uydusu ve efendisi gibi davranır, her şey ötekidir ve yaşam hakkı onun belirlediği sınırlar ve çerçeve içerisindedir.
Hal böyleyken unutulur başka yerler, diyarlar, nefesler.
Oysa; hepimiz hem öğretmen, hem de öğrenci değil miyiz bu hayatta !
Bazen başkalarının hatalarından, bazen de deneyimlerinden çok değerli hediyeler bulabiliriz. O diğer denilenler, bizim kendimizi tanıma ve gelişme yolumuzda önemli birer yol gösterici olabilir.
Evren bize diğer insanlar vasıtasıyla ayna tutuyor. Eğer bu sürece farkındalıkla katılırsak, gerek kendimize gerek evrene önemli bir katkı sağlayabiliriz.
Yaşadığımız süreç içinde dünya üstünde anlamlı bir değişiklik yapmak istiyorsak, ışığımızın herkes tarafından görülebilmesi için, etrafımıza ördüğümüz o kocaman duvarları yıkalım. Tüm kalbimizle yaşamı olumlamayı öğrenirsek, başkalarının buna sabırsızlıkla cevap verdiğini deneyimleyeceğiz.
Yaşamın ”en olumlu ve doğal amacı” kaynaktan almayı ve yaşamın süreçlerine neşeyle katılarak kaynağa vermeyi öğrenmektir.
Buda başka yaşamları anlamamıza, ön yargıları törpülememize, sağlıksız öğretilere karşı duruş ve tavır almamıza yardım eder. Daha sevgi dolu, anlayışlı, ne istediğini bilen hoşgörülü bireyler yetişir.
Sevgi ve anlayış dolu yüreklerin, her yere yansıdığı bir dünya, kime huzur vermez ki !

artık kimseler yüreğinden ağlamıyor göze
sevginin bakışları mıhlandı çorak yüreklere
yalnızlık giyindi üşüten hoyrat rüzgarları
gülüşler gamzesiz
can bitkin
yürek tutsak
dil umutsuz
ısıtmıyor içimizi
köreldik yüreğimizin sesine
oyuncular arsız
seyirci umarsız
sevincin çığlıkları kısık
kuşatıldı içtenliğin kaleleri
artık buyur etmiyor evren sinesine
şefkat uyuşuk
kindarlık sinsi ateş
sanat
bilim
soysuzun tezgahında tutsak
gülüşlerin içine puştluk düşmüş
pervasızlar hakka zalim
bekleyiş çaresiz
o yanardağ misali yürekler ürkek
suskunluk kanıksanmış
cehalet azgın
kalabalıklar içinde sevdalar dalsız
uykular düşsüz kara kuru
sabahları solgun
akşamı yılgın yorgun
hain bir çağdır yaşadığımız
umutsuzum demeye dilim varmıyor
can lime lime dökülüyor
döküldükçe içimdeki ses bağırıyor
ne olursa olsun
yine umut
yine sevgi

Adalet herkes içindir.

"okuyanlar, okuduklarını bize söyleyenler
kitap sayfalarını haşur huşur çevirenler
kırmızı ve siyah mürekkebin ve resimlerin sırrını çözenler
işte onlardır bize önderlik eden
rehberlik eden, yol gösterenler"
Devlet, vatandaşına; yasaların yürürlüğü ve koruyuculuğu hakkında olsun, çıkan kanun,yasa ve tüzükler hakkında olsun, vatandaşını basın yoluyla bilgilendirmek zorundadır.
Bunun içinde; düşünce ve ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, halkın haber alma hakkını, bilgi edinme hakkını, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünü, sendikal hak ve özgürlüklerini güvence altına alarak vatandaşına, sorma ve sorgulama hakkını verir.
Ahmet Selçuk İlhan, şiirinde soruyor, yok mu koşulsuz bir yürek ?
''Yorgun çürümüş yalanlardan
Suya yazılmış yazılardan
Üzerindeki yıllanmış tozlardan
Ve gündelik yaz- bozlardan
Üç günlük aşklar
Keyifli mekanlar
Yemek tarifleri
Gece kulüpleri
Ziyafetler
Kıyafetler
Rezaletler
Ve en acısı
Faili meçhul cinayetler
Katil kim
Suçlu kim
Günahkar kim
Yok mu bu izi sürecek bir yürek''
Demokrasi ile yönetilen ülkeler vatandaşına bu sosyal adalet anlayışını sunar.
Haber alma ve yorumlama hakkına saygı duyar bu bilinçle hareket eder...
Olcay Kasımoğlu
Şiir benim yerim yurdum


Aşk, bende ki dizeler de revan olmasın derken;
Çoğu zaman, gözlerimde ki şiirin ışığı kalbime sığmıyor. 
Bazen kalbimin içinde yaşıyorum ''eskimeyen'' hep yeni kalan duyguların sağanağında kendimi temize çekiyorum.
Şiirin; yağmuruna, güneşine ve acılarına sığınmak ne güzel şey.
Alıp beni düş bahçelerine götürüyor...yürüyorum; yalın ayak, toprakla öpüşüyor ayaklarım, ruhum dinginleşiyor, arınıyorum dünyanın bütün kirlerinden. İçime yaşam sevinci doluyor...
Düşüm den daha büyük dünya bahçeleri yok, hepsi vehmim de güzel.
Bakmayın kalemin yarenliğinde su gibi akan, çoğu zaman aşkı sulayan dizelerime.
Herkes gibi benimde acılarım oldu ve hayatı yudumlayan sevinçlerim, vefasız dostlarla yürüdüğüm yolların ayrılması kadar o yollarda bana ahde vefayı yudum yudum içtiren dostlarım...
Şiirin içinde ki yolculuklarımda kimi zaman yüklenip bulutu yağdım toprağa, kimi zaman asi bir rüzgar oldum savruldum diyar diyar. Düşman kalelerini yerle bir ettim, ihtiyarladı silahlar, hiç bir değer parayla satın alınamadı, dizelerim de...
Zaman oldu ; yalanın, talanın, onursuzun, fesattın üzerine dizelerimle baş kaldırdım.
Kiminin gözlerinde içtim güneşi kiminin mavi saçlarında yıldız oldum kimi zaman da anılar bahçesinde yaşsız bir kalple hayata gülümseyen bir albümün yüzü...
Diyar diyar sevda üfledim dizelerime, üfledikçe aşk dan başka bir şeye inanmıyorum.
Dizlerimde ki bütün kokular aşktandır. Aşk bizim içimizin nakışıdır...
Acıyı da aşka yatırdım, sabahına umutla uyansın diye !
Şiir benden ne kadar çekerse çeksin;
Toprak kokusu olmayan yağmur, tuzsuz bir yemek, kafeinsiz kahve, yolu olmayan bir dağ, mavisiz gökyüzü, dalgasız deniz, aşksız hayat nasılsa... şiirsiz bir hayatta bana öyledir..!
Benim ruhumun sahibi şiir; bütün yeryüzü çizgilerinin hepsini şiir diye yudum yudum içtim.
Şiir dünyamda; elimde avucumda kalan tek şey ''içimde ki çocuk''.
Zincirleri yok, ülkesi yok, yıkandığı nehir benim ruhum ve o ruh hiç kimseye kul değil..!
Yaşamın içinde gürül gürül akan dingin bir nehir..!
"Şiir kanını kaynatmıyorsa, aniden sırlara pencereler açmıyorsa, dünyayı keşfetmene yardım etmiyorsa, umutsuz yüreğinin yalnızlıkta ve aşkta, şenlikte ve sevgisizlikte eşlikçisi değilse ne işe yarar?" demiş Kolombiyalı şair Eduardo Carranza.

Ruhumuzda oluşan devinimleri kağıda dökmemiz sonucu oluşur şiir, sadece kelimelerden değil, bunun yanında kelimelere aktardığımız duygulardan oluşur şiir ve hüznümüzü, sevincimizi, aşkımızı, yalnızlığımızı, huzurumuzu, acımızı en iyi şekilde anlatır şiir.

Sevgiye kanatlan

hayat yorgunu kirpiklerden
müebbete hüküm giymiş gibi
görmez olur
kalbinde sevdayı unutanlar
sağırdırlar,
kördürler artık sevdaya
bilmezler,
kısacık bir ömrün sığınağında
bin yıla sığmayacak kadar
içimizden sevda geçtiğini
oysa elleri;
aşk denizine taş atarken
ellerin de deryalar
sular
ağaçlar görürüm
varsın bilmesin mevsimler
yıllar, ömürler
bin yıla sığmayacak kadar
içimden sen geçtiğini
bir yol bulmalıyız derken
aşkın;
umudun;
en masum en hilesiz haliyle
yüreği kendi kabından
taşacak kadar
billur ışık da görünen sevgili
katıksız sevincin düşünde
kırmızı güller yedireyim parmaklarına
kalbimin en derin yerinden,
buğulu bir atlastan
katıksız sevincin düşünü göreyim
yükümüzü sıcaklar taşısın derken
hangi sıcak demetinde kırıldı düşlerimiz
söyle,
söyle de bileyim
bileyim de en güzel bahtı sunayım sana
saymıyorum artık
bu çapulcu yalnızlıkları
kalabalıklar içerisinde yağan yağmurun
yanaklarıma bıraktığı hazin damlaları
ister gel
ister gelme
ben çoktan unuttum kalbimi göğüs kafesimde
yüreğinin tamamını yedirmeye hazırsan
bir lafa tamah etmeden
gül yüzünü göm göğsüme
ihlal ve iflah olmaz sevdalar var
kendi derinliğine akan bir ırmak gibi
yaşama tüten çiçekler gibi
sarıya sıcak buğday tarlaları gibi
tut ömrümün dallarından
seninle
tomurcuklara durmuş ekin olayım
kaybedilen zamanlarda dolaşma artık
göğünde kartalların, turnaların süzüldüğü
yazgısı türkülere yoldaş bir atlastan geldim
gerçek mutluluk kanattır
kanatlan artık/sevgiye
Mavilere dolanmış gökyüzü kadar cesurum..!
Olcay KASIMOĞLU
 ''Gönül gözüyle görüp, gönül verdikçe hayatın anlamları çoğalıyor.''

İnsanlar gerçeklerden uzaklaştıkça, gerçeği hatırlatanlardan nefret eder oldu.
Eteklerimizde taşlar ve ruhumuzda yaralar var oldukça kanayacak hep bir yerler.
O zaman taşlarımızı ayaklarımıza düşürmeden, kanamadan geçebilir miyiz bu hayatın içinden ve kimseler incinmeden geçmişin acılarını çıkarabilir miyiz gün yüzüne ?
Yaşanan toplumsal olayları incelemeden, irdelemeden, sorgulamadan, sağlam gerekçelere dayandırmadan suçlamak ve yargılamak sağduyudan, öngörüden uzak insanların işidir.
Hiç kimse, yaşanan toplumsal olayların üzerinde durup düşünmüyor. 

Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes bencilce kendini düşünüyor.
Peki, hangimiz; özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya, yada kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.

Arınmanın olduğu yerde, yeni tomurcuklar filizlenir, öfke kin nefret fışkırmaz..
Herkes yüzleşmeli ve silkelenmeli tarihin küf kokan odalarından, çıkarmalı yalanı-dolanı,kıyımı...
Ancak o zaman; demokrasiden, insan haklarından, korkmadan,ürkmeden,sancılı rüyalar görmeden bahsedebiliriz..

İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.

Korkmadan yürümek için gecenin ötesine/ Hepimiz el ele tutuşmalıyız...

olcay kasımoğlu
Gülün kanayan hüznünü gördüm


Güneşin doğduğu her ufukta umuda giden bir YOL mutlaka vardır..

Şimdiye kadar kadın söylemleri üzerinden bir çok makale ve kitap okudum, etkinliklere katıldım. Farkındalık oluşturmak adına yaşadıklarımı kitaplaştırdım.
Gördüklerim, duyduklarım, yaşadıklarım, beni bir birey olarak etkilediği kadar, sorumluluk almamı ve kendimi güncellemem için mücadele vermem gerektiğini öğretti. Ancak o zaman, ‘’Kendin olmak’’ anlamını içselleştirmenin ne kadar önemli olduğunu sorgulamaya başladım.
İnsan yaşamının karmaşık ve düzensiz olmaması adına bir takım kural ve kaideler koyarız. Bu bağlamda baktığımızda yanlış da değildir. Taa ki, bu kural ve kaideler toplumun ahlak yasasını bencil ve eril toplum düzenine dönüştürünceye kadar.


Çifte standarttın tavan yaptığı bir yerde hak ve hukuktan ve toplumsal huzurdan bahsetmekte bence iki yüzlülük ve riyakarlıktır. Kaldı ki kadının gelişimi, bağımsızlığı, özgürlüğü; başkalarının ona biçtiği değerdeyse, sorgulanması gereken çok şey var demektir.


Bir erkeğin kendi kişisel rahatlığı, hoyratlığı bir kadının yaşamını kabusa çeviriyorsa, batsın bütün toplumsal kaide ve kurallarınız. Batsın saman alevine dönen sevgi sözleriniz, batsın ya benimsin ya kara toprağın diyen o bencil, o hastalıklı sevgileriniz.
Bütün bunların yanında o kadar çok kanıksanmış erkek şiddeti var ki, neresinden tutarsan tut elinde kalıyor.


Kadını kendi malı gibi gören, sürü bilinciyle kadını namusun temsilcisi sayan cinsiyetçi eril düşünce sistemi içinde, bütün bu sorunları çözmek çok zor görünüyor. Kaynağına gidilmeden, en diplerde ki yaralar iyileştirilmediği sürece bütün bağırmalar, bütün bu çağırışlar söylemlerden öteye gitmeyecek. Kendine saygısı olmayandan saygı beklemek gibi bir şey bu.
Bununla birlikte kadında kendisini; bir obje değil, bir kişilik olɑrɑk ortɑyɑ koymalı, kendi kurtuluşunu başkalarının gözünde aramamalı.


Hepimiz bir ve bütünüz, hepimiz bütünün bir parçasıyız ve hepimiz aynıyız. Seçimlerinizin sorumluluğunu ve kendinize yaşatmış olduğunuz bu hayatı sevgiyle kabul edip, yolu beraber yürüdüğünüz insanların insanca yaşam haklarına tecavüz etmediğiniz, ellerinden almadığınız sürece bu yaşam da hepimiz biriz.
Tercihlerimizi değiştirme hakkına her an sahibiz ve her an seçim yapabiliriz.


 Sevgiyle çoğalmak ve anlamak; yaşamın her alanında olmazsa olmazımız olmalı. Sonuçta, eril düzeni iyileştirmek istiyorsak, kendimize, yaşamımıza, yaşamımızda var olan her şeye sahip çıkmalıyız. Hayatlarımızın sözcüsü başkaları olmasın. İnsanca yaşamak bir haktır, bunun cinsiyeti olamaz. Kaleme arzu hal ettiklerimiz sadece kadınlara özgü değil, erkekleri sömüren, meta olarak gören kadınlar içinde geçerlidir.
Büyük tabloyu görüp, küçük ayrıntılarda kaybolmayı, oyalanmayı, kalıpları bırakalım. Kurban rolünden çıkıp; yaşamınızın, seçimlerimizin farkına varalım. Kendimizi başkalarından dinlemeyi, cezalandırmayı, acı çekmeyi bırakalım, yaşamın sorumluluğunu üzerimize alalım. Hiç kimseye altın tepsinin içinde anlamlı bir yaşam verilmez. Yaşamak, anlamlı bir çaba ve anlamak için de özveri ve emek ister.


Olcay Kasımoğlu

23 Kasım 2018 Cuma

DİL ÜZMEZİM
''Herkes yalnızca yüreğini verdiği şeylerin değeri kadar değerlidir.''
Ne olursa olsun, ne yaşamış olursak olalim; hayal kırıklıkları örselemesin dilimizin inceliklerini...
Hüzün tanecikleri
Kilit vuruyor geceye
Avucumdaki çizgiler
Yüzün kadar tanıdık
Korkuyorum
Şafaksız gecelerin koynunda
Benden kaç yürek ötedesin
Dil üzmezim
Gönül yıkmazım
Söyle
Gözlerine göç mü var
Bir gülsen şenlenecek yüreğim

Mal-mülk yormasın yaşam keyfini, arzular nefsin kölesi olunca bükülür insan beli.
Iskalamamak için yaşamı; hayatın her zaman planlandığı gibi olmasında ısrar etmeyip, yüreğimizi o anda “olanlara” açık tutmak düşüncesi de olmalı.
Hayatın bize çelme takmasının, iç motorlarımızın arıza yapmasının en büyük nedeni; çoğu zaman istek ve arzularımızın çıtasını yüksek tutma ve gerçekte olduğundan farklı hale getirme ısrarından kaynaklanmaktadır.
Hayat her zaman istediğimiz gibi gitmez; virajları vardır, dipleri yaşarsın, üst katlarda alt katlarda dolaşırsın.
Bütün mesele bunları nasıl karşılayıp, yaşamımıza nasıl uyarladığımız ve o anın gerçeğini ne kadar kabul edebildiğimizdir.

Bunun içinde; ruhsal olgunluk ve sağlıklı bir sevgi anlayışına sahip olmak gerekir.
Yüreğinizi bu şeklide açarken amacınız yakınmalardan, reddedilmekten, ya da, başarısızlıktan hoşlanıyormuş gibi görünmek olmamalı sadece hayat umduğunuz gibi gitmediğinde iç motorlarımızı çalıştırıp, ben ne yapabilirim, bana düşen ne, nasıl başa çıkabilirim?

Yoksa ben bittim, lanet olsun, ''neden ben'' gibi serzenişlerin hiç kimseye faydası yok.
Hayat hiç kimseyi kayırmaz, torpil yapmaz.
Yaşamın içinde, hayatın her zaman aynı çizgide gitmeyeceği bilincine sahip olduğumuzda perspektifimiz derinleşir.
Hayat anlaşılır ve eğlenceli olur. Her şeyine rağmen...

olcay kasımoğlu
Umut kimsesiz

Büyükler kimsenin okumadığı mektuplar yazar. Çocuklar kimsenin cevaplayamayacağı sorular sorar. Cevapsız sorulardır ki sesi sağır eder içimizi.
Bazen de;
Büyük yenilenmeler, büyük sevdalar aynı zamanda kayıplara, hatalara da muhtaçtır.
Anlaşılmak, bütün yıkımlara rağmen geçilecek patikaların olduğunu anlatmaktır aynı zamanda.


solunarak süzülen bir ömrün bahçesinde
esin çağlayanı gibi akardı yüreğin ırmaklarına
sihriydi bütün dile gelmemiş tutkuların
oysa şimdi
tende dindi suların çağlayışı
gözlerine bağdaş kurmuş umut ışığı yok
öpüşlerden düşlerin tılsımı yolundu
artık kimseler yüreğinden ağlamıyor göze
sevginin bakışları mıhlandı çorak yüreklere
yalnızlık giyindi üşüten hoyrat rüzgarları
gülüşler gamzesiz
can bitkin yürek tutsak dil umutsuz
ısıtmıyor içimizi
köreldik yüreğimizin sesine
oyuncular arsız
seyirci umarsız
sevincin çığlıkları kısık
artık buyur etmiyor evren sinesine
içtenliğin kaleleri kuşatıldı
şefkat uyuşuk
kindarlık sinsi ateş
ilim, bilim
soysuzun tezgahında tutsak
gülüşlerin içine puştluk düşmüş
pervasızlar hakka zalim
bekleyiş çaresiz
o yanardağ misali yürekler ürkek
suskunluk kanıksanmış
cehalet azgın
kalabalıklar içinde sevdalar dalsız
uykular düşsüz kara kuru
sabahları solgun
akşamı yılgın yorgun
hain bir çağdır yaşadığımız
umutsuzum demeye dilim varmıyor
canım lime lime dökülüyor içime
döküldükçe içimdeki ses bağırıyor
ne olursa olsun
yine umut
yine sevgi
yine ayağımız nehir başımız deniz...

Olcay Kasımoğlu


Sonu olmayan bir varıştı sevgiliye...





















Hayatımız; savaşlarla, dünyayı yağmalamakabirbirimizi boğazlamakla geçiyor.
 
Sevgimiz olmadıktan sonra; daha çok paramız olsa, daha üstün olsak, daha çok toprağımız, evimiz arabamız, malımız olsa ne olur?
Sevgimiz yok, hiç bir şeyimiz yok.
Belki de yeniden öğrenmemiz gereken budur...
Bize sunulan basmakalıp hayatı yaşamaya o kadar çok heveslenmişiz ki bir türlü yırtıp çıkamıyoruz...
Yırtıp çıkmak çoğu zaman külfet gibi geliyor.
Hepimiz bir kıskacın halkalarında dönüp duruyoruz.
Birbirlerini kandıran ve mutsuz hale getiren bizler değil miyiz ?
Anlamıyorum ne düşmanlığımız var birbirimize, nedir yeryüzünde paylaşılmayan ?
Farklı görünüşlere sahip olmaktan başka üstünlüğümüz de yok.
Eksik bedenlerin içinde bilge bir ruh olmayı başaramadık.
Dilimiz yüreğiyle konuşmuyor, kimi zaman riyakar kimi zaman samimiyetsiz!
Adam gibi sevmesini de, sahip çıkmasını da beceremedik.
Birbirine en yakın insanlar bile birbirlerini anlamaya çalışmıyor.
Oysa zaman safir, zaman kanatlı, kimseye torpilde yapmıyor.
Unutmayalım her gönül başka bir gönülde ışığa durur ve ışığıyla dünyayı aydınlatır.
Ve zenginlik, güç talihin verdiği hediye olabilir ama iyi ve doğru dürüst olmak ''MUTLULUĞU VE SEVGİYİ'' sanata dönüştürmek tamamen kişinin kendi erdemlerinin sonucudur...
Sevgi sadece "seviyorum" demek değildi..
Sevgi sahip çıkmak, gözüne gözünü bırakmaktı.
Karşılık beklemeden onun varlığına adamaktı.
Elimi yüreğime koyduğumda anladım ki 'sana İhtiyacım var'demek ne güzel bir mucizeymiş.
Biri için endişelenmek, onun için yollarda yürümek, avuçlarında yüreğini taşımak, sevginle sevdiğini şımartmak, onun canı acıdığında o acının içinde olamadığın için sımsıkı sarılmak.
Sevdikçe kainatın sende toplandığını görmek.
Kendini aşarsın ''sevince'' tüm iyiliklerin içine aktığını hissedersin.
Kalayım sevgili kapında, eşiğinde kalayım demekse sevgi; ne mutlu içine düşene !
Çok büyük umutlara bel bağlamak ta değildi.
Sadece umut dolu ışıltılı gözlerini görmek yeterdi sevgiyi anlamaya..
Sevgi inanmaktı..Sevdiğine inanmaktı... sorguya,suale durmadan inanmaktı.
Sevgi "sonu olmayan bir varıştı sevgiliye" sonlanamayan bir varoluş..

Olcay KASIMOĞLU
Neden yalan söyleriz ?

İnsan neden yalan söyler, buna neden ihtiyaç duyar ?
Hepimiz, yalanın kötü bir şey olduğunu öğrenmişizdir buna rağmen hepimiz hayatımızda mutlaka bu yola baş-vurmuşuzdur.
Bazen çok güçsüz kalırız sorumluluk yüklenmemek için yalandan bir şeyler söyleriz. Egomuzu tatmin etmek, acizliğimizi saklamak adına, sevdiklerimizden acı olayları saklamak adına yalan söyleriz…
İnsanlar, yalan ve yalancılık üzerine bir çok görüş ileri sürer. Yalanın ne kadar kötü olduğu anlatılır ve bu konuda örnekler verilir.
Sahi nedir yalan, neden yalan söyleriz?
Karşımızda ki insana, bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylediğimiz her söz bir aldatmaca değil midir?
Böyle bir dürtünün içinde olmak sadece çıkar amaçlı mı kullanılır yoksa içinde başka dürtüler var mıdır ?
Mesela; eğlenme, intikam, kötülük yapma isteği listeyi uzatmak mümkün. Bunların hepsi kişinin içsel dürtüleri tarafından tetiklenir.
Korktuğumuz için yalan söyleriz, başımızdan savmak için yalan söyleriz, köşeye sıkıştığımızı hissettiğimizde yalan söyleriz.
Yalan söylemek ve doğruyu söylememek arasında çok ince bir çizgi var.
Doğru söylediğimizde doğacak sonuçların etkileri, karşılayabileceğimiz kadar hafif değildir.
Şuna yürekten inanıyorum; doğru olanı kabul ettiğimizde kendimizle ilgili eksik bir yönümüzün açığa çıkacak olması, yalanı savunma mekanizması olarak kullanmamıza neden olabilir. Yalanın olduğu, yaşandığı bir dünyada kendin olarak kalmak, yalan söylememek gerçekten zor lakin imkansız değil, bunların da bir bedeli var.
Doğru olduğunda ve eyleme geçirdiğinde önünde zorlu bir süreç başlar, kendinden çok yalan söyleyen insanlarla mücadele edersin, yalanın doğurduğu sonuçlar seninde yaşamını dolaylı etkiler.
Doğru olmak o kadar da basit bir tercih değildir. Doğru söylediğimiz de doğacak sonuçların etkileri, karşılayabileceğimiz kadar hafif de değildir.
Doğru olmak her durumda ve olay karşısında olanı olduğu gibi ifşa etmek sorumluluğunu gerektirir.
Doğru oldukça, doğruları savundukça toplumda her zaman güvenilir ve istenen insan olman, yalan söyleyen için seni potansiyel tehlike yapar.
Sen onun için bir engelsin ve yok edilmen gerekir o ne kadar yalansa senin o kadar doğru olman onu yolundan alı koyabilir. Doğru olmak emek ister, sabır ister.
İnsanlaşmak, derinliğine aydınlanmak demektir, yalan ise kolaydır emek istemez, sabır istemez hep yolları kısa, kolaydır; zayıf ve mağdur insanların acılarından faydalanmaya açıktır, yüzsüzdür, erdemli olmadığı içinde her yol onun için mubahtır.
Bazen uğranılan haksızlıklar sonucu birikmiş öfke de yalanın nedeni olabilir. Bazen de yalana neden olan zihin karışıklığıdır.
İkili ilişkilerde sık sık yalan söyleniyor olmasının nedeni genellikle çıkarlar için kullanılan en doğru yöntemin yalan olduğunu tecrübe etmiş olmakla birlikte en kolay yol olduğu için maalesef en sıkta başvurulan iletişim tarzı olmuştur. Söyle kurtul, ne kadar basit değil mi !
Düşünsenize ; etrafımızdaki herkes bunu yapıyorsa ya da doğruluk konusunda edinmiş olduğumuz hassasiyet ilişkilerimizi zorlaştırmaya başlıyorsa, yalnız kalmaktan korktuğumuz için geliştirilmiş bir alışkanlığa dönüşmüş olabilir mi yalanlarımız ?
Aslında yalan söylemekten çok, yalan söyleten durumları incelememiz gerekir.
Bir insan neden yalana ihtiyaç duymak zorunda bırakılır, bunu da sorgulamamız gerekir. Biri bize yalan söylediğinde oturup bunu düşünmemiz gerekir. Onu, "neden yalan söylemek zorunda bıraktığımızı"...
Elbette bize yalan söylendiğinde kendimizi kötü hisseder ve tek suçlunun yalan söyleyen kişi olduğuna yürekten inanırız. Ama çoğu zaman bu doğru değildir.
Kişilerin özel alanlarını ihlal etmemek gerekiyor. Söylemek istemediği bir konuda ısrar edersen, susma hakkını elinden alıyorsun; o zamanda zorla söylettiğiniz sözcükler ürkütülmüş gerçekler halini alır, sizde azmettiren olursunuz, ne kadar düşündürücü bir sonuç değil mi!
Bazen sırf kendi merakımızdan dolayı insanları zor durumlarda bırakıyoruz.
“Bilimsel olmayan merak maraz doğurur” Evet hayatımızda yalanlar olmasın, yalan söylememek için kullandığımız susma hakkı da ihlal edilmesin bu çok önemli...
İnsanlar yalan söylemek zorunda kaldıkları insanlardan uzak durmak isterler, buda zamanla köprülerin yıkılmasına ve aşılmaz duvarların oluşmasına neden olur.
Her ne olursa olsun yalanın mazereti, yalanı meşru yapmaz.
Yalan söyleyen rahatsız değilse söyleminden, eylemlerinde de samimi olamaz.. Böyle insanlarla gönüllü bir birliktelik paylaşmanın da anlamı olmaz.
Azıcık insan psikolojisinden anlayan bir insan, sürekli yalan söyleyen, yalanların ardına sığınan insanlarla bir arada yaşayamaz. Muhakkak bir yerinden incelir ve kopar.
Olgun ve kendini bilen insan yapabileceğini söyleyen ve söylediğini yapan insandır.
Yunus Emre’ye sorarlar ''ey yunus, ormanda başka ağaç yok mu hep dosdoğru odunlar getirmedesin'' soran Taptuk emredir ve Yunus Emre derki ''bu kapıdan odununda eğrisi giremez.'' kalben inanan, inandığın gibi yaşar.
Yalanın gücü, doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalanın olduğu yer bataklık gibidir, inandıkça içine çeker.
Doğru yalnızdır, çamurla sıvanamaz.
Yalanın geleneği var, takipçisi var, kolayına kaçmanın emeksiz sığınağı var.
Doğru bilenmeli, sınava çekilmeli, yenilmeyen doğru yenmiş sayılmaz ki !
Yalana karşı, içinde sabrı işleye işleye, emeği bileye bileye.
Çünkü hiçbir miras, doğruluk kadar zengin değildir.

Olcay Kasımoğlu

19 Kasım 2018 Pazartesi

Çakıl taşları

''Öylesine anlar var ki, ne yazdıkların yetiyor, ne okudukların.
"insanoğlu kendi kendine yetmeyi bilseydi, en önemli sorununu çözümlemiş olurdu."
 Sonum başlangıçtır demişti başka biri de.. bu gerçeği ret edenlerin elinde kalan sonsuz seçeneklerinden biriydi ; azaldıkça çoğalmak...
Çünkü azaldıkça arar insan
Azaltmak-azalmak iki kelime ne kadar yakın ve ne kadar uzak birbirine..
Çoğaltmak-çoğalmak da öyle..birinde birey var diğerinde yok sanki..azalmak da yok...azaltmaktan yana kullanılırsa şans bu bilinç demek sanki..çoğaltmaya akar-akabilir...çoğaltmak için aramaklar bitmesin.
Fakat yepyeni var mıdır..bilinmez..olmalı mı mutlaka olmalı..umut da tam orada duruyor sanki...başlangıç umutla özdeş..ıssızlıkta kendin için bir evren ol...demiş biride
Peki insan kendini azaltabilir mi?
 Elbette yapar bunu...
Yakinlaştikça uzaklaşmak,... uzaklastikça yakinlaşmak.. azalmak belki de bütüne ulaşamamadir, ulasma arzusudur.
Sonsuzdur çünkü yeni, bütüne giden yolun çakıl taşları ...
Bütün inanılır olmalı...bütün teslimiyeti içermemelidir..benliğin bütünlük içinde erimeyeceğini kim söyleyebilir..bütünle bütünleşmek yokluk değil midir?
Tekbaşlığın sonu denebilir mi buna?

Ya da parça bütününün kodlar-ini taşır kaynağa dönmek, tamamlanmak...''

Her şeye tıpatıp uyan ve her şeyi çoktan bilenlerin şarkısı;
bir şey yapılması gerektiğini ve de hemen
çoktan biliyoruz
ama daha erken olduğunu bir şey yapmak için
ama artık geç olduğunu bir şey daha yapmak için
çoktan biliyoruz
ve işlerimizin yolunda olduğunu
ve bunun böyle süreceğini
ve bunun anlamı olmadığını
çoktan biliyoruz
ve suçlu olduğumuzu
ve suçlu oluşumuzda bir suçumuz olmadığını
ve elimizden bir şey gelmeyişinde suçlu olduğumuzu
ve bunun bize yettiğini
çoktan biliyoruz
ve belki de ağzımızı tutmanın daha iyi olacağını
ve ağzımızı tutmayacağımızı
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz
ve kimseye yardım edemiyeceğimizi
ve bize kimsenin yardım etmeyeceğini
çoktan biliyoruz
ve yetenekli olduğumuzu
ve hiç ve gene hiç arasında seçme yapabileceğimizi
ve bu sorunu temelden incelememiz gerektiğini
ve çaya iki tane şeker attığımızı
çoktan biliyoruz
ve baskıya karşı olduğumuzu
ve sigaraların pahalılaştığını
çoktan biliyoruz
ve her seferinde bir şeyin olacağını önceden kestirdiğimizi
ve her seferinde haklı çıkacağımızı
ve bundan bir şey çıkmayacağını
çoktan biliyoruz
ve her şeyin yalan olduğunu
çoktan biliyoruz
ve bir şeyi atlatmanın her şey değilde hiçbir şey olduğunu
çoktan biliyoruz
ve bizim bunu atlatacağımızı
çoktan biliyoruz
ve bütün bunların yeni olmadığını
ve yaşamanın güzel olduğunu
ve bunun her şey olduğunu
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz
ve bunu çoktan bildiğimizi
çoktan biliyoruz.
/Hans Magnus Enzensberger
Çev: Sezer Duru