Translate

21 Temmuz 2019 Pazar

Bir şeyler kalmış hala göz yaşına değecek!

Anlaşmak ne zormuş meğer, düşünceler ne kadar değişikmiş meğer...


Üsluplar, ilişkiler ipek gibi kalbe giden yolda, çiçeklerle bezenmiş olmalı.

İnsanların birbirini gammazladığı, çamurlaştığı, sattığı böyle bir dünya düzeninde, insanlığın parayla ölçüldüğü yerde, haktan söz edilebilir mi?
Haklının mevki ve itibarla belirlendiği yerde adaletten söz edilebilir mi?
Dostluğun, görüntüden ve sahtelikten beslendiği yerde insanlıktan söz edilebilir mi?
Erdemin, çıkar ilişkisi üzerine bağlandığı yerde onurdan söz edilebilir mi?
Emeğin kapı dışarı edildiği, kazancın hileyle büyüdüğü yerde alin terinden söz edilebilir mi?

Hayatınızdaki tüm insanlar ve eylemler bir özelliğimize ayna tutmaktadır. 

Sizin aynanız hangisi ise onu görürsünüz...ve GÖRDÜĞÜMÜZ ne ise biz oyuz...
Hayatı anlamlandırmak, anlamlı yaşamak, önce insanın kendi özünde ki coğrafyayı keşif etmesiyle mümkündür.
Ondan sonra; kendine inanmak, birey olmanın farkındalığına varmak. Hayatımızdan gün çalanlarla değil, hayatımıza anlam katanlarla çoğalmak hayatın içinde sevgiyle...
Bir zamanlar bir dostum ''Yaşamlar,nadidedir, biriciktir; onu anlamlı da anlamsız da kılan yaşmalara sımsıkı veya öylesine tutunmuş ruhlardır...''demişti.

İnsan umudunu kaybetti mi çöreklenir karanlık yüreğinde, hiç bir şeye değmez yaşamak...
Oysa saçlarında güller/ dünyanın en güzel kırları gibi dururken/ Senin sabahına uyanmak umudu da olmasa/ inan hiçbir şeye değmezdi yaşamak...
Yaşamı yedeğimde saklamak değil, yaşamı yaşanılır kılmak ve anlamlı yaşamak istiyorum diye bilmektir, yaşamak...
Yaşamı ciddiye almak; başkalarının kendi olabilme haklarını ihlal etmeden, yaşamın her anını kuşkuya, hesaplara dökmeden ''insan olabilme coşkusuyla'' dünyaya güzel gözlerle, yüreğin derinliğinden bakabilmektir YAŞAMAK!

Vay haline; ağırlık terazısı ve tartanı olup, tartışmasız yaşayanlara...
Vay haline; çorak gönüllerde sevdasız lisanlara bel bağlayanlara...
Vay haline; açları görüp, çok şükür tokuz diyenlere...
Vay haline; aydınlanmanın ışığını yok sayıp, aydınlıklar içinde karanlığa duranlara..



Olcay KASIMOĞLU

20 Temmuz 2019 Cumartesi

Sevgimiz bizi insan yapar.

İlkeli olmak bir ''YAŞAM'' biçimidir, kirlenmişliğe karşı bir duruş sergilemektir...
21. yüzyıla baktığımızda;
Bu çağa, bu görüntülere anlam vermek mümkün değil... ilkeleri olmayan, kendini kuma gömmüş, , tam olarak ne istediğini bilmeyen, bir türlü anlaşılamayan, sürekli yaşamı katledenlerden bıktık artık.
''Hiçbir çağda, insan bu kadar küçük hesaplar yapmak zorunda kalmadı.
Hiçbir çağda insan bu kadar zamandan, sevgiden, saygıdan yana fakir olmadı.
Hiçbir çağda sana biçilen yolun biraz dışına çıkmak bu kadar ağır cezalandırılmadı.
Hiçbir çağda, giyeceğin, yiyeceğin, içeceğin şeyler bu kadar çok başkaları tarafından belirlenmedi.''
Hiç bir çağda insan kendiyle bu kadar çelişmedi.
Toplum olarak yaşadığımız travmaları, kronikleşmiş sorunları aşma iradesi gösteremiyoruz.
Unuttuk kendimizi, geçmişimizi ve bizi bir arada tutan ortak değerleri, ahde vefayı..
Er veya geç herkes yaptıklarının bedelini ödeyecek. Doğruyu yazan kaleme herkes er veya geç muhtaç olacak.
Adalet herkes içindir, er veya geç herkesin defterine mürekkebi damlayacak...
Toplum olarak da hak etmeyenlere dağıttığımız değerlerin bedelini ödüyoruz.
Bir filozof seslenmişti "su gibi sevda gibi birbirinin nefeslerini dinleyen" pırıltılara muhtacız.
Önce adam gibi adam olmalıyız.
Kendimize ait bir doğrumuz yok ise başkalarının yanlışlarını doğru kabul ederiz.
Yanlışlar da zamanla doğruların yerini alır.
Ve herkes kendi çikarina göre yaşamayi ilke edinirse sürer bu vasatın esareti...
Düşünen ve sorgulayan her insan, hangi şartlar altında olursa olsun insanı, değeri ve değerleriyle değerlendirir.
Ve vicdanımız... vicdanimiz yanılmaz bir yargıçtır, biz onu öldürmedikçe..
İyi bir sabrı kuşanmadan, iç sesimizle yüzleşmeden hiç bir işe başlamayalım, önemli kararlarda rol almayalım.
Kendi sahne arkamizi başkalarının sahne ışıkları ile kıyaslamayalım.
Değilmi ki;
İnsan ruhu doğanın parçasıdır. Doğa gibi
boşlukları muhakak doldurur.
İçinde sevgiye yer olmayan her-şeyi
sevgisiz yapar ve sevgisiz insan zayıftır
çabuk yenilir.
Sevgimiz bizi insan yapar.
İnsan olanın da onuru, itibari olur, saglikli sevgi anlayışı olur.
Ortamın adamı olmaz...
Olcay Kasımoğlu

Bir şeyi yanlış anlamaktansa anlamamak daha iyidir.

Geleceğimize sahip çıkmak zorundayız.
''Geleceğe el atmayan, gelişme, iyileşme umudu olmayan bir yaşamın ne değeri olabilir?''
Hani derler ya "ÖZÜN" neyse "SÖZÜN"de o olsun.
Akıllı insan;
Düşündüğünü söyleyen değil, söylediğinin sorumluluğunu ve getirdiği sonuçları da bilerek, üzerine alarak konuşan insandır.
Egolarından arınmış, ruhsal olgunluğa ulaşmış insan;
İnsanlığın doğuştan yaşam hakkı olan değerleri sonuna kadar savunabilen, evrensel değerleri içselleştirilebilen insandır.
Vicdan ahlakı olan insan;
Aklın ve bilimin ötelenmesine, doğanın talan edilmesine, yaşam hakkına, özgürlüğün önündeki engellere, zulme, açlığa, yoksulluğa şiddete, haksızlıklara, eşitliksizliklere, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, yalana, talana, egemen olana, dayatmalara, cinsiyet ayrımcılığına sonuna kadar hayır diyebilme cesaretini ve yürekliliğini gösterebilen insandır.
Çıkarlar şahsı ve ideolojik olmadığı sürece...sadece bir kesimin ayrıcalığı olmadığı sürece ve kişisel hesaplar üzerine kurulmadığı sürece;
Kendi istemini kendi belirleyen, yaşamına sahip çıkan ve başkalarının yaşamı üzerinden kendine prim yaratmayan insanlar her zaman değerli ve kalıcı olarak yaşam da var olacak ve var olmaya devam edecekleridir..
Bazen, anlamak hoşumuza gitmiyor; anladığımız şeyleri değiştirmeyince ruhumuzun ayarı bozuluyor. Sadece büyümüş bedenlerin içinde kendimize gizli saklı yaşıyoruz, yüreğimiz üşüyor, ne garip değil mi ?
Ne güzel demiş İ.Hakkı Tonguç;
"İnsan, halka yararlı bir iş yapmadan ölmeye utanmalıdır."
Bizde, geçmişimizin içinden geçerek, kendimizi yeniden eriterek, kendi içimizde kaybolmadan; düşünerek ve derinleşerek kendimize düşen insanı sorumluluğumuzla geleceğimize sahip çıkmalıyız.

Sanat ve yaşam iç içedir.

  Sanattan, bilimden,edebiyattan, çağdaşlıktan, cumhuriyetten uzak değerlerin toplumla buluşması mümkün değildir.
Ve tiyatronun, bireysel olsun toplumsal olsun kazandırdıkları çok önemlidir.
Tiyatronun öncelikle ırk, din, dil, politika gibi olguları birleştirici etkisini göz ardı etmemeliyiz diye düşünüyorum. Ortak değerleri değerlendirmek gibi bir işlev üstleniyor.
İnsana özgü olan gülmek, ağlamak, sevinmek, üzülmek, paylaşmak gibi duygularla ilgili her şeyi değerlendiriyor.
Tiyatronun amacıda budur zaten. Çok seslilik ve eğlendirirken düşündürmek.
Bazen başkalarının hatalarından, bazen de deneyimlerinden çok değerli hediyeler bulabiliriz. O diğer denilenler, bizim kendimizi tanıma ve gelişme yolumuzda önemli birer yol gösterici olabilir.
''Tiyatro bir ağlama ve gülme okuludur. İnsanların eski ya da yanlış ahlaki değerlerini ortaya koyabildikleri, insan yüreği ve duygularının ebedi kurallarını canlı örneklerle açıkladıkları özgür bir mahkemedir,'' aynı zamanda.
Toplumun eğitiminde tiyatronun eğitici ve zevk verici olması, eğlendirirken eğitmesi, öğretirken-eğlendirmesi tiyatronun en belirgin amacıdır öyle de olmalı.
Günümüzde meydana gelen bilimsel ve teknolojik gelişmeler, insanların yeniliğe açık, yapıcı ve yaratıcı olmasını gerektirmektedir.
Bu durumda yaratıcılık ve yaratıcı düşünce çok önemli bir hale gelmektedir.
Tiyatronun da etkili bir sanat dalı olduğu, insanın ve toplumun eğitiminde bu etkinlikten kesinlikle yararlanılması gerekiyor.
Özellikle çocukların yaratıcı düşünme süreçlerini geliştirmek ve geleceğin bireylerine sanat zevki aşılamak açısından, hem bireysel konuşma, yaratma ve kendini ifade etme yeteneklerini geliştirecek, hem de onlara tiyatro özelinde sanat ve topluma, medyaya eleştirel bakış açısı kazandıracaktır. Buna kalben inanıyorum.
Toplumdaki sosyo-ekonomik farklılıkları, gelecek ve geçmiş gibi kavramlar hakkında fikir sahibi olmak, mesleklerin işlevselliği açısından olsun, insan ilişkileri açısından olsun sağlıklı öngörü oluşturmak açısından tiyatronun önemli bir payı var.
Çünkü farklı seslerin, renklerin bir araya gelmesiyle dαуαnışmαуı, önyargıları kırmayı ve farklı bakış açıları getirerek bilinçlenmeyi sağlarken insana kendini bulmayı da öğretiyor.
Düşüncelerin nasıl eyleme dönüştürülebileceğini, düşünerek yorumlamanın gücünü, estetik algılama yeteneğini; birey olmanın gücünü, farkındalığını ve toplum yaşamı için gerekli olan sorumluluk duygusunu geliştiriyor.
Tiyatro için rahatlıkla en etkili barış yolu da diyebilirim.
Eleştirel tahlil yeteneği kazandırırken, sanatın yaratıcı özelliğinden dolayı da hayatın tüm alanlarından bilinçli yararlanan bireyler yetişmesine de katkı sunuyor.
Bize sunulanların dışında da çözüm aramak, vazgeçmemek ve inanmak;
Doğruya, sevgiye inanmak ”bencilce değil” bütün enginliğiyle ”egolardan, ön yargılardan” arınmış olarak. Algıda seçicilik, arınmışlık yoksa değişim olmaz zaten.
Ve yine ruhun yaralarını saran güzel insanlar hatırına dönüyor dünya.
Çalıştığım sağlık kurumunda, çalışma arkadaşlarımla birlikte Tuzla Sanat Platformunun koordinatörü sayın Orhan Çağlar ve değerli ekibiyle birlikte yaklaşık 4-5 aydır tiyatro çalışması yaptık.
Sağlık çalışanları olarak hakikatin ekmeğini fedakarlık, sevgi ve sabırla en mütevazı, en içten duygularımızla taçlandırdık.
Bizde bu yola yolcu olurken umarız bir şeylere dokunduk. İçimizde ki dünyayı,dışımızda ki dünyayla buluşturmada bir köprü görevi olmaya gayret ettik.
İnisiyatif alma ve sorumluluk adına bir şeyler yaptıksak ne mutlu bize..
Oyunda rol alan mesai arkadaşlarımla, Tuzla Sanat Platform'un oyuncularıyla birlikte samimi, içten, emek ve özveri dolu, disiplinli bir çalışmanın genel provasını izleyicisiyle buluşturarak iyi bir iş çıkarmanın haklı onurunu yaşadık.
Emeği geçen herkese sonsuz teşekkürlerimizle.
Olcay Kasımoğlu

Ya acıyan ya da sevinen yerinden yoğunlaşır şair.




Şimdilerde bir çok yerde, yüreğin dilinden gelen o buğulu şiirleri değil de fabrikamatık şiirler üretilmeye çalışılıyor.
Şiir yazmak ezberletiliyor..
Şiir kalbe dokunan duyguları, düşünceleri, acıları, sevinçleri inci gibi işleyip okura sunandır. 
Şimdilerde moda olmuş; şiiri kelimelerin içine sakla, okuyan bulsun, bir yere kadar evet ama bir yerden sonra yoruyor şiiri.
Hele birde afili, mafili, şıngır mıngır kelimeler...
Şiir felsefedir, şiir akıldır, şiir buram buram sevdadır, candır can. Yüreğe dokunur, acıya dokunur, haksızlığı haykırır, sızım sızım inletir insan olanı. Vicdanı tirim tirim titretir, hissettirir...
Severim iyi okuru ve şiirle yaşama muhalif olanı, ayrık köprüleri yıkanı...
''Temayı bulmak için "Şair, bu şiiri niçin yazmıştır?" sorusunu sorarız, aldığımız yanıt bize temayı verir. Temanın eskimesi olmaz.''
İyi bir imge de duyusal düzeyde tükenmeyip düşünsel düzeyde heyecan yaratmalıdır. Somut bir yönelimi en ekonomik söyleyişle kurmalıdır. Böylece okura çağrışım olanağı verilir ve onun da bir düşünsel haz alması sağlanır.
Kullanılması düşünülen imge, şaire özgü olmalı, şairin sözcüklerine ve imgelerine kendini katma çabası sürmelidir. Çünkü şiir, içselleştirilen sözcüklerle yazılır. İmge de bu sözcüklerin dilde sürekli parlayıp sönen bilenmiş kılıcıdır.
İmge yaratma yolları da bütün şiir araçları gibi, okurun şu ya da bu imge biçimiyle ne derecede içli dışlı ya da yüz göz olduğuna göre değişir.
Akil ve bilinçle beslenen ve sevgiyle, umutla taçlandırılan dizeleri dünyaya armağan eden şairler, sonsuzluk şerbetinden içmeyi hak etmişlerdir diye düşünmeden edemiyorum.
Bununla birlikte, insanların eylemleri ve söylemleri hiç şüphesiz ki hayatla olan ilişkilerinin rengini ve biçimini tayin ediyor.
Şiir yazarken, okurken kalbim heyecanla çarpar. Her defasında, tekrar tekrar aynı duyguyu hissetmekten alıkoyamam kendimi.
Aynı anda o kadar çok şeye aşk duydum ki; çocuklarıma, aileme, acılarıma, olgunlaşmama, sevginin şifacılığına, göldeki nilüfere, gökteki kuşa, yerdeki ağaca!!
Sanatı, doğayı, insanı, yaşamayı seviyorum. Yazarken evrenle kurduğum bağı seviyorum.
Zincirleri yok, ülkesi yok, yıkandığı nehir benim ruhum ve o ruh hiç kimseye kul değil. Yaşamın içinde gürül gürül akan; dingin ve özgün bir nehir...

Ve şair; sadece kendi yaşamını, yaşadıklarını kaleme almaz, yaşama bir bütünlük içerisinde bakar...bu bütünün içinde her şey, herkes vardır...
Başkalarının gözünde, yüreklere inmenin ince duyarlılığıdır, anlamaktır, anladığını yorumlamak ve sezgilerini, anlatabileceklerini biçimlendirebilmektir. 
Şiirse; hayatın kendisi ve hayat kadar örgütlüdür ve evrensel bir değerdir.
Şairse; olgun insandır ve bu olgunluğun yansımasın da, haksızlıklara karşı çıkabiliyorsa, duyarlıysa, eşitliğe, adalete, özgürlüğe önem veriyorsa iyi bir okurda, şair duyarlılığına sahip olabilir...
Şiirlerimde;
Toplumu algılama ve anlama çabalarımın yanında, en temel duygumuz olan özgürlük ve özgürleşmeye, geleneksel kalıplardan arındırılmış sevgilere, erkek egemen toplumun sosyal, psikolojik ve ideolojik bütün dayatmalarına karşı bir kadın sesinin yükselişidir aynı zamanda...
Bununla birlikte, erkeği sadece günah keçisi kabul eden kadınların nefret dolu söylemlerini de onaylamıyorum.
Derinlik olmadan, emek verilmeden sadece duyguyla şiir yazmayı da kendimce yeterli bulmuyorum.
Daha fazla bilgilenme, daha fazla duyarlılık; ancak o zaman ölçüsüzlüğe meydan okuyabiliriz.
Olcay Kasımoğlu

Büyükada ve Kitap Festivali

 Yaşam İşleyeni Severim...
Kitap fuarlarını gezmek, film izlemek, tiyatroya gitmek, tarihi mekanları gezmek, doğa gezileri yapmak, resim galerilerini dolaşmak, farklı kültürleri tanımak ve içselleştirmek bize ne katar?
Bunun bir çok cevabı olabilir.
''Kendini ve ötekileri daha iyi anlamak,
İlişkilerindeki aksaklıkları gidermek,
Sorunlarına farklı bakış açılarıyla bakabilmek ve çözüm üretebilmek,
Gündelik ve varoluşsal zorluklara karşı daha esnek ve dayanıklı olmak,
Bireysel potansiyelini gerçekleştirmek,
Hayatını anlamlandırmak ve yaşamını renklendirmek.'' Bu liste uzar gider.
İnsan yenilenmek, gelişmek ve bütünlenmek için sanata sığınır. O zaman öze değmiyorsa ne işe yarar sanat ?
Sanat, sonsuz dokunuşlar ve istikrar istiyor.
İnsanın ruhuyla dokundunduğu her şey; bilince yepyeni oyun taktikleri öğretebilir.
Kitap kokusunun, insan kalabalığının, ayak seslerinin iç içe geçtiği Büyükada'da yaşamın ortak nabzı yine sanat ve sanatı anlamlı kılan insan faktörüydü.
Hepsi değerli, hepsi yaşama dair bir anlam ve mana peşinde. Sorgulayan bilinç, anlam katan sevgi iç içe geçmişti.
Stantları küçük evlere benzettim ve bu evlerin bahçelerinde kitaplar harman yerine dönmüş. Kimi okuyucu sadece seyrediyor, kimi kokluyor, kimide dokunup bir önü bir arkayı çevirip, gözleriyle süzüp yerine koyuyor.
Kimide hem dokunuyor, hem kokluyor, hemde alıp koynuna koyuyor, söyleşeceğiz seninle der gibi kendi bahçesi için tomurcuklanmış kitapları alıyor.
Bunca dünya şamatası içerisinde herkes bir ahenge içinde, kalpler aynı amaç için çarpıyor.
Ne savaş çığırtkanlıkları atılıyor, ne şehrin göbeğine beton dökme planları yapılıyor, nede politikanın çığırtkan ayak sesleri duyuluyor, kitap kokusu burnumuza sırnaşıyor.
Bilgi ve eylem, insanı değiştiren iki temel araçtır. Ne sırf bilgi, ne de sırf eylemle köklü bir değişim gerçekleştirilemez.
Üreten insanların saygısını, başkalarındaki en iyiyi bulabilmek ve dünyayı olduğundan biraz daha iyi bırakarak terk etmek, sırf siz yaşadınız diye bir insanın daha rahat soluk almış olduğunu bilmek… İşte, başarmış olmak budur.
Neye inanıyorsak oradayız, neyi seçiyorsak onu yaşıyoruz.
Yaşama değer katan sanat, hep öncü olmuş ve farkındalık yaratmıştır.
Yaşamın aydınlık, güzel ve düzenli bir nitelik taşıyabilmesi için bu dünyaya edebiyatla, şiirlerle, resimle tutunmak ne hoş..
İnsan insana tutunarak yaşar. İnsan insanla çoğalır..
Bugün her zamankinden daha çok tehdit altında bulunan dünyayı, insanın yaşamasına uygun kılmak ve evrensel barışın egemen olmasını sağlamak için insanların, toplum ve kültürlerin farklılıklarını birer zenginlik olarak gören anlayışa ve birlikte yaşama sanatını öğrenmeye büyük bir ihtiyaç bulunmaktadır.'
Fuarlar gibi etkinlikler de söz konusu böyle bir yaklaşımla yaşamın yaşamsal önem taşıyan bütün odaklarına dokunmayı hedeflemektedir.
Bunu kitapla, resimle, şiirle, heykelle ifade etme yoluna gitmektedir. Hepsinin kendi içinde ayrı bir çekim kuvveti var.
İnsanı insan yapan en büyük özellik, üretim, paylaşım ve doğa ile bir bütünlük içinde, huzurlu ve güven ortamında, yaşama devam etmek, hayatın anlamına, bütünlüğüne güzellik katmaktır.
Kitap fuarında keşfedilmeyi bekleyen ne çok kitap ve ne çok insan o kitapların oluşmasında emek ve çaba harcamış.
Ve bir o kadar yaşanmışlıkların, deneyimlerin, geri bildirimlerin iz düşümü yeniden anlamayı ve sorgulamayı bekliyor.
Sanatın her dalına olan susamışlığımla bende bu deryaya bir damlada olsa taşımak istedim.
Büyükada Kitap Fuarı'na emeği geçen ve emeği onurlandıran herkese en içten dileklerimle teşekkür ediyorum.
Saygi ve Sevgilerimle💙

HER ŞEY YOLUNU BULUR, İSTENEN SEÇİKLİKSE💕

"ne ağaçlarda kuşlar kalacak
ne yapraklarda r ü z g a r,
o en güzel m o r ve n a r bile çekip gidecekler,
lekeli bir utançtan
yalnızca sabırlı s u f i l e r kalacak...
y a l n ı z c a sonsuz a ş k"

Sevgiyle yaşamak ve sevgi için yaşamak dururken, bir insan ömrünün sonuna ya da zaman onu azat edinceye kadar kendi koyduğu kurallarla, korkularla, endişelerle, kaygılarla neden yaşamını kabusa çevirir ki?
Yetişkin olmanın ince duyarlığı ile hep korkmuşumdur bundan.
Oysa yaşamak kaygısından sıyrıldığımız zaman yaşam değişir, kımıldar yer değiştirir, dönüşür.
Hayatımızda ki herhangi bir şeyi değiştirmek istediğimizde bakacağımız tek bir yer var kendi içimiz.
Yaşamsal fark edişin en önemli ayağını oluşturuyor.
Arkasından koştuğumuz bir yudum yaşam... Belki de her daim gerisinde kaldığımız şey...
Bilince, bakışa ve suskunluğa bir tek yürek ve vicdan yeter.
İnsan, fırından taze çıkmış ekmek gibi dumanı tüte tüte, gözlerinin içi güle güle ve bir tohumun dipdiri patlaması gibi... Işığa ve akışa gizemli bir geçiş sağlayan, bütün mışlardan, muşlardan arınmış olarak...Küçük duyarlılıkların sırrına erişmeli...
Ölümün olduğu bu dünyada, hiç bir şey bir avuç yaşamdan ve onu taçlandıran sevgiden daha kıymetli değil.
Doğru bir insanla karşılaştığınızda,
Onun, kalbinizin ufuğundan kaybolmasına izin vermeyin...
*Hayat; birine, seni seviyorum demenin kararsızlığını yaşamak için çok kısadır*
Göğsünde sevgiyi biriktiren çiçek, yeni bir güne doğup, yeni bir filiz sürecek hayata...
Yapraklanacak dallar, dağlar devrilecek, geçilecek sevda tarafına...
Hükmü müebbet acımızda bal köpüğü, sevincimizde
ki giz sevdaya yazılacak...
Yeter ki sen, çocuksu düşlerini yasaklama, umutsuz yaşanmıyor....

Olcay Kasımoğlu
"Borges

“Seni sevdiğim için sana ihtiyacım var”

''Bazı zamanların soruları zor olur
 Zor olur bazı soruların zamanları.''
Deneyimlerimizden çıktığımız yolculuğumuzda her durakta ve her yolda hayatın anlamına dair edindiğimiz her öğreti bize yeni bakış açıları sunar.
Zordur insanlarla esaslı gönül bağı kurmak. İnsan zaafları olan bir varlık sonuçta. Törpülenmek için kendini yetiştirmesi gerekiyor. Bu da zaman, bilgi, emek ve sabır istiyor.
İnsan bilinçlendikçe algı düzeyi de değişiyor. Olaylara, kişilere bakış açısı değişiyor. Özellikle kendi egosundan sıyrılmış-sa insan daha bir duru ve sade yaklaşıyor insan ilişkilerine.
Kendini bilen insanın ise akılla bağlantılı bir eylemi vardır. Kendine özgü bir canlı olmanın da ötesine geçerek yaşama anlam katar.
Bunlar da kendini tanıma, sınırlarının farkına varma, bilgi sahibi olma ve yürekliliktir.
Bu olumlu özelliklerin varlığıyla belli bir zihinsel olgunluğa erişince insan, sahip olunan bilgileri anlamlı ve sağlıklı kullanma, yaşamı doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlayabilme bilgeliğine de ulaşmış oluyor.
Hayatın anlamına derinlikli bir bakış açısı kazandırıyor.
Erich Froom' olgun sevgi için;
“Seni sevdiğim için sana ihtiyacım var” der.
Yıllar boyu gerek özel yaşamımda, gerek arkadaş çevremde, geçmişe takılmak yerine, olumsuz koşulları aşmayı bilen, bireysel gelişimlerine önem ve öncelik veren insanlar tanıdım. Bu insanlara saygı, sevgi ve hayranlık duydum.
Bu insanların ortak noktası;
'Kültürlerini arttırmak ve bilinçlerini geliştirmek için verdikleri çaba, duyarlılık ve emek ile ezberci eğitimin dışında kazanılan bir yaşam deneyimiydi.
Bu sadece diplomayla, etiketlerle yada parayla kazanılacak bir şey değildi.'
Bu bir tercihti. Yaşam kültürüydü.
Kültür, insanın ve yaşamın kalitesini arttıran en önemli unsur ve bir yaşam manifestosudur.
Yaşamı anlamak ve kendiyle barışık yaşamak isteyen her insan da mutlaka belli bir kültür birikimine sahip olmalıdır.
Birikim yollarından aklımıza ilk gelenler gözlemek, dinlemek, okumak ve yaşamaktır.
Bu dört ana unsur birbirlerini tamamlayıcı etkiye sahiptirler.
Bu etkiler aynı zamanda kendiyle barışık bireyin portresinin nasıl olabileceği üzerine farklı bakış açıları sunar bize.
Kendine emek vermemiş, yaşamda bir duruşu olmayan, mazeretlere sığınarak,sürekli bir günah keçisi arayan insanların yaşama katacağı çok fazla bir şey yoktur.
Kendiyle savaşı bitmemiş bir insanin yaşama katacağı bir şey de olamaz.
İnsan kendini bilince, kendini bulmaya başlayınca nerede susması, nerede inisiyatif alması ve nerede konuşması gerektiğini öğrenmeye başlıyor.
Her şeyde olduğu gibi;
''Tutarlı olmalı insan. Siyah gibi, beyaz gibi... Güven vermeli... Gri olmamalı...Kapıları olmalı insanın...Ya açık ya kapalı 'YARI AÇIK' olmamalı...''
En küçük dalgada alabora olan, sapla samani birbirine karıştıran, sadece kendi bakış açısıyla değerlendiren egoist insanları yaşamımızdan uzak tutarak, hayatımızdan gün çalanlarla değil; hayatımıza anlam katanlarla çoğalmak sevgiyle, inançla... Bir tutam can'la derinliğimizi gören insanlarla yürümek yaşamın içine...
Ne aradığını ve hatta neye ihtiyacı olduğunu bilmeden hayata saldıranlardan mümkün mertebe uzak durmak gerekiyor.
Kendi hayatının sözcüsü olmayanlarla derinliğinizi yaşayamazsınız..
Işığımızı engelleyen duvarları aşmak, tamamen ortadan kaldırmak sağlam bir kişilik ister.
Sağlam kişilik hayatın bir anlamı olduğunu bilir, değerini sorgular.
Değerler ise hayatla ilgili kararlarımızı kolaylaştırır, yolumuzu belirler.
Bütün bu anlatımlardan yola çıkarak;
Size bir varmış bir yokmuş gibi davrananları, zeytin yağı gibi üste çıkmaya çalışanları ve bu olumsuz duyguları size hissettirenleri, üstüne üstlük kendini galip, sizi ezik ilan edenleri silin hayatınızdan.
Bazılarına hataları hatırlatıl-mayınca yanlışlarını mubah sayarlar.
Kendilerinin vazgeçilmez olduklarına inanırlar.
Gün gelir kendilerini kar, seni de ziyandan sayarlar.
Düşüncede ki derinliği, sevgide ki cömertliği görmeyenleri kendi haline bırakın, zaman onlara anlatsın.
Özellikle değerler üzerine muhakeme yaparken bazen sorarım:
‘İnsanlar neden tutarsız, neden çok çabuk sıkılırlar. Ya da elde ettiklerini sandıklarında neden ilgileri azalır diye?
Köşe kapmaca, arsız, çapsız bir doyumsuzluk. Korkarım çağın vebası bu...
Sevgi, dostluk kelimesi ise hiç düşmüyor dillerden.
O zaman niye üşüyor yürekler?
Hep bir geç kalınmışlık hikayesi, hep keşkeler, amalar kaplıyor bir sis gölgesi gibi dört bir yanımızı.
Oysa;
'Her taze sabah, her uyanış ve her yataktan kalkış, küçük bir doğumdur.
Her mevsimin konar göçer olması; badem ağaçlarının çiçeğe durması, kendini hatırlatan küçük bir yaşamdır.'
Sizi üzenleri, içinizi üşütenleri, kadir-kıymet bilmeyenleri kalmak istedikleri yerde bırakın.
Bir avuç yaşama haksızlık olur yoksa!🌹
Evrenin kalbi sevgidir, her şey sevgiden sonra gelir. Biz önce kendimizin içsel ilişki kalıplarını bilelim kendimize ayna olalım.
Çünkü ilişkilerde ki gerçek bağ herkesin kendi olduğu haliyle,yapmacıksız bütünlüğe katılmasıdır...
Buda ancak kendine emek vermekle mümkündür. Uzak duralım çorak yüreklerden, sevmeyi bilmeyen gönüllerden...

Nede olsa sevgi ateştir.

Ölçüsü kaçtığı zaman, sevgide bir insanı bozabilir.

İşte bu sebepten herkesin kalıbına göre verilmeli sevgi...
Kimine süzgeçten geçirip ince ince,
Kimine yüreği aldığı kadar bol kepçe..

Olcay Kasımoğlu

"Sevgi en eski armağan"

"Sevgi en eski armağan" diyor düşünür.
Bence DOSTLUKTA💙
Dostlukta, sağlıklı bir ruh hali ve bilinci olan sevgiden beslenir.
Ve... dostluk... uzun soluklu bir yol... sabir, özen ve itina isteyen, değerli olma bilinci içeren ve ne olursa olsun koşullara ve zamana yenilmeyen.
Okuduğum metinler içimin coğrafyasına dokundu.
Peki nasıl bir insandan bahseder bu Terentius?
''Terentius, "Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden mahrum kalınca, hiçbir zevki tatmamaya karar verdim" demiş, yitirdiği bir dostunun ardından.
Nasıl bir insandan bahseder Terentius?.
Karşısında zavallı gibi görünmekten korkmadığımız, bizi değiştirmeye değil zenginleştirmeye çalışan, yargılayan değil, kendimizi sorgulamamıza yardımcı olan biri midir yitirilen?
Sabahın üç'ünde çaldığımız kapısını açtığında, tek kelime etmeden kollarına atılıp ağlayabileceğimiz bir insan mıdır? Terentius'un acısını bu şekilde dillendiren?
Nedenlerini merak etse de, göz yaşlarımızın dinmesini bekleyecek kadar anlayışlı, titrek sesimiz ve telaşlı cümlelerimizi sükunetle dinleyecek kadar sabırlı, acımızın bir kısmını kendine yük edinecek kadar cömert ve yürekli insanlar mıdır dost diye seçtiklerimiz?
Sadece sohbeti değil, sessizliği de sıkıcı olmayan; yalnızlığımızı unutmak için varlığı, eksikliğini hissetmemiz için yokluğu kafi gelen insanlara mı dostum deriz?
Başımıza gelen güzel bir şeyin coşkusu yüreğimize sığmadığında, saate aldırmayıp telefona sarıldığımız ve karşımızdaki uykulu sese "Kulaklarına inanamayacaksın!" diye bağırdığımızda, "Sabahı bekleyemez miydin?" demeyen biri midir gerçek bir dost?
Güzel bir film izlediğimizde, keşke O da olsaydı dediğimiz, okuduğumuz bir kitaptan bahsedebildiğimiz ve en mahrem sırlarımızı anlattıktan sonra rahatça uykuya dalabildiğimiz bir sırdaş mıdır yoksa?
Konuşurken gözlerimizi kaçırmadığımız, kendimizi saklamadığımız ve yüzümüze en acı gerçekleri haykırırken bile darılmadığımız yalnızlığımız mıdır dost dediğimiz insanlar?
Ne bileyim, aynı fikirde olmasak da uzlaşabildiğimiz, köprüleri atmadan da tartışabildiğimiz, her savaştan birlikte ve biraz daha güçlenmiş bağlarla çıktığımız insanlar mıdır dost payesi verdiklerimiz?
Tanıdığımızı sanırken, daha keşfedilmeyi bekleyen nice el değmemiş duygular ve düşünceler taşıdığını gördüğümüz; sürekli bizi şaşırtan kendimiz midir onlarda sevdiğimiz?
Aristo haklı mıdır; "Dostluk bir ruhun iki ayrı bedende yaşamasıdır" derken ve Terentius, başka bir bedende toprağa verdiği ruhunun yaşını mı tutmaktadır?
Paylaştığı her şeye ölüm de mi dahildir?
Acaba, neyi kaybedeceğini, dostu ölmeden önce fark etmiş midir?
Ya biz; her şeyi paylaşmanın, iddialı ve gerçek dışı geldiği günümüzde, sahip miyiz gerçek bir dosta?
Ya da adımızın önüne dost sıfatı koyan insanlar var mıdır hayatımızda?
Yoksa kendimizi sevmeyi başaramadığımızdan, şaşırıyor muyuz bizi sevdiğini söyleyen birinin varlığına, inanamıyor muyuz yanımızda kalmasına ve uzaklaştırıyor muyuz içten içe bizi sevmesini istediğimiz insanı kendimizden?
Ve bir gün, bir el daha kayıp gittiğinde avuçlarımızdan, kendi mezarımızın başında ağlayacağımızı biliyor muyuz?
İş işten geçmeden önce teşekkür edebiliyor muyuz sevdiğimize, hiç değilse bizi sevdiği için...''
Bu satırları kanımda eriterek okurken düşüncelerime sinen, kalbimi titreten dostlarıma minnet duydum.
Ve Abdurrahman Karakoç'un dizelerine sarıldım bir dosta sarılır gibi.
''İçimde uzayan her yol
Çıkar gider dosta doğru
Nergis. ıtır, menekşe, gül
Kokar gider dosta doğru"
Dost sadece bir kelime değil, yaşamın bütünüdür aslında. Ve hep aradığımız. Çoğumuzun zaaflarına kurban verdiği, içinde yeşertemediği ya fazla ya az verip öldürdüğü.!
Olcay Kasimoğlu
"Can Dündar

"Duygudan ürkmeyen kişi bilir nasıl davranılacağını.''

“Teşekkür ederim aşkım.” diyor. “Hayat arkadaşım olduğun için… Seni tanıdığım günden itibaren bana çocukluğumu özletmediğin için… Tüm kalbimle teşekkür ederim.”
Herkesin bir masalı vardır.
Okuyalım bakalım 'Tahta Köprü'yü"😊
TAHTA KÖPRÜ
"Tahta köprüye aynı anda basıyorlar. Ve o ilk adımla beraber konuşmaya başlıyor yaşlı kadın. Her sabah olduğu gibi.
“Seni gördüğüm an yalnızlığımın sonsuza dek sona erdiğini… Ve kendimi bildim bileli eksik olan parçamın nihayet tamamlandığını hissetmiştim.”
Şık takım elbiseli, fötr şapkalı yaşlı adam hiç istifini bozmadan, karşıya bakarak yürümeye devam ediyor. Kuş cıvıltıları ve tahta köprüyü gıcırdatan adımlarından başka ses duyulmuyor bir süre. Sonra kadın konuşmaya devam ediyor.
“O karnaval gecesi, dönme dolap biz en yukarıdayken durunca önce yüreğim ağzıma gelmişti. Bilirsin, hayatım boyunca gölgemden bile korktum ben. Ama sen yanımdayken asla.”
Yaşlı adamın buruşuk, solgun elini tutuyor. Parmaklarını, parmaklarının arasına geçiriyor.
“O gece böyle tutuyordun elimi. Dönme dolap durunca daha da sıkı tuttun. Sen yanımdayken bana hiçbir şey olmayacağına inandım o an. Elektrik hiç gelmese de, gökyüzüne asılı o beşikte sonsuza dek seninle baş başa sallanabilirdim…”
Koluna giriyor yaşlı adamın. Yavaşlatıyor biraz. Soluk soluğa kalıyor yoksa, hem konuşup hem de onun hızına ayak uydurmaya çalışınca.
“Birdenbire önümde diz çöktün. Cebinden bir kutu çıkardın. Gökyüzü yıldızdan görünmüyordu. Öylesine mucizevi bir gece! Kutuyu yavaşça açtın. Ve samanyolunu gölgede bırakan bir pırlanta çıktı ortaya. Gözlerim önce kamaştı. Sonra yaşardı. Yüzüğü ne ara parmağıma taktın. Beni ne ara öpmeye başladın, hiç hatırlamıyorum.”
Başını gökyüzüne çevirip iç çekti.
“Aynı duyguyu bir daha yaşayamayacağımı bilsem bile; her görüşümde bana o gece hissettiklerimi hatırlatacağın için seninle evlenmeyi kabul ederdim.”
Yaşlı adama çeviriyor hala isteyince çapkın bakabilen gözlerini. Tek kaşını kaldırıp gülümsüyor.
“Evliliğin hayatın en riskli kumarı olduğunu söylerdi babam viskiyi fazla kaçırınca. Seninle birbirimizi yeterince tanımıyorduk henüz. Ama ben aklımı tamamen devreden çıkarmaya, yalnızca sezgilerim ve tüm içtenliğimle hayatımın kumarını senin üzerine oynamaya, daha ilk günden karar vermiştim.”
Bu kez sesli gülüyor. Beyaz kıvırcık saçları sallanıyor aşağı yukarı. Hafifçe yaşlı adama omuz atarak:
“Meğer makiniste sen söylemişsin biz en tepedeyken dönme dolabı durdurmasını.” diyor. “Ama dedim ya… Benim için senin varlığın yeterince mucizeviydi zaten. Başka kanıta ihtiyacım yoktu.”
Dengesi bozulur gibi olunca tahta köprünün korkuluğundan destek alıyor.
“Babanı savaşta kaybetmiş olman, annenin vakit kaybetmeden evlenmesi ve seni yatılı okula gönderip evden uzaklaştırmaları, ruhunda kara bir delik açmıştı. Gözbebeklerinin tam ortasında görebiliyordum o deliği. Bazen gözlerimin içine bakmana rağmen beni görmemende. Kaybetme korkusu yüzünden hiçbir şeye tüm benliğinle bağlanamamanda. Geri dönememe kaygısıyla her defasında evden çıkmamak için türlü mazeretler bulmanda, gittiğin her yere geç kalışında…”
Yaşlı adam duruyor aniden. Sazlara konan beyaz kelebeğe takılıyor gözü. Kelebek kanatlanıp gözden kayboluncaya kadar kadın da durup nefesleniyor yaşlı adamın yanında. Sonra birlikte yürümeye devam ediyorlar.
“Hayatı ve kendisi kusursuz insanlara hep şüpheyle bakmışımdır. Senin yaraların bana cesaret veriyordu. Eh, alkolik bir babayla, nevrotik bir annenin kızıydım ben de sonuçta. İki samimi köpek yavrusu gibi, birbirimizin yaralarını yalayarak iyileştirebileceğimize inanıyordum.”
Yaşlı adamın karşısına dikilip, bakışlarını gözlerine dikiyor:
“Hatırlar mısın, yaşadığımız ilk şiddetli kavganın ardından bana sarılmış ve şöyle demiştin: – Evet aşkım. İkimiz de mükemmel değiliz. Çatlaklarımız, komplekslerimiz ve zaman zaman aşırıya kaçan endişelerimiz var. İkimiz de çocukken, -her ne kadar çok uzun sürmese de- gerçek mutluluğu tatmışız. Şimdi ise birbirimizden o günlerin duygusunu talep ediyoruz. Zaman zaman buluyoruz da. Ama bulamayınca öfkeleniyoruz.
Kabul etmeliyiz ki aşkım, biz artık ne annemizin karnında tüm ihtiyaçları kendiliğinden karşılanan bebekleriz; ne de ne zaman acıktığı, ne zaman uykusunun geldiği, ne zaman okşanmak istediği ebeveynleri tarafından şıp diye anlaşılan çocuklarız…
Sınırsız sevmeye hazırız ama sessizce anlaşılmayı beklemek ya da anlaşılamayınca somurtmak yerine, ne istediğimizi açıkça ifade etmeli, kendimizi de birbirimizi de böyle üzmemeliyiz.”
Yaşlı adamın yüzünü iki elinin arasına alıyor. Dudaklarına bir buse kondururken gözbebeklerindeki deliğin giderek büyüdüğünü fark ediyor. Yaşlı adamın bakışları yeşil otların bulunduğu tarafa kayıyor. Yaşlı kadın, aynı yöne bakınca, beyaz kelebeği otların üzerinde dalgalanırken görüyor.
Acılı bir gülümseme yapışıyor dudaklarına. Yaşlı adamın koluna giriyor. Yürümeye devam ediyorlar.
“Evlilik bize çok güçlü bir tutkunun, ayaklarımızı yerden kesen bir aşkın peşinden geldi. Ve ruhlarımızın asıl ihtiyacı olan şeyi verdi. Huzurlu tekrarları… Aşinalığı… Güveni… Kapısı her zaman ve yalnızca ikimize açık sığınağı…”
Yaşlı adam hafifçe öksürüyor. Kadın gülerek soruyor.
“Ne o beğenmedin mi söylediklerimi?”
Başını iki yana sallayıp devam ediyor.
“Haklısın, rutin ve biraz da sıkıcı bir ilişkiymiş gibi özetleyiverdim. Öyle değil tabii. Huzuru da meydan okumayı da, tekrarı da heyecanı da yeterince tadacak kadar uzun bir birliktelikti bizimki. Yalnızca pirinç, ahşap ve deri karyolalarımız değil, arka bahçedeki şezlongumuz, Grand Hotel’in asansörü, parktaki ördekler ve yazlık sinemaya park ettiğimiz Buick’in arka koltuğu da şahit buna…”
Çapkınca gülüyor yine. “İçimizdeki öteki benlikleri ve başkaları tarafından asla onaylanmayacak tuhaflıklarımızı, kuytuda gizlice birbirine cinsel organlarını gösterip, bundan müthiş haz duyan çocuklar gibi açtık birbirimize.”
Konuşmasıyla birlikte adımları da duruyor. Yaşlı adam aynı hızda yürümeye devam ediyor.
Yaşlı kadın hızlanarak ona yetişiyor. “Her neyse… Dedim ya ikimizin de asıl ihtiyacı, kendimizi yapayalnız hissettiğimiz bu evrende, bir yere ait olma hissiyatıydı. Ve senin ruhun sevgilim, benim evrendeki yuvam oldu.”
Tahta köprünün sonuna geliyorlar. Yaşlı kadın her günkü yerde adama sıkı sıkı sarılıyor.
“Teşekkür ederim aşkım.” diyor. “Hayat arkadaşım olduğun için… Seni tanıdığım günden itibaren bana çocukluğumu özletmediğin için… Tüm kalbimle teşekkür ederim.”
Başını yaşlı adamın omzundan kaldırıyor. Gözlerinin içine bakıyor. Her zaman yaptığı gibi: Gözbebeklerinin tam ortasına. Kara deliklerin yerinde, dönme dolaptaki geceden birer yıldız görüyor. Ve yanaklarından aşağı kayan iki iri pırlanta.
Mucize, gözlerini önce kamaştırıyor, sonra yaşartıyor kadının.
“Merak etme” diye fısıldıyor yaşlı adamın kulağına. “Sen her gece unutsan da, ben her sabah anlatacağım sana aşkımızı.”
Sözünü bitirmesi ile beyaz saçlarının arasından beyaz kelebeğin havalanması bir oluyor. Yaşlı adam tüm içtenliğiyle, yıllarca yaşlı kadının kapıyı her açışta karşısında bulduğu ifade ile gülümsüyor. Bakışları beyaz kelebeğin peşinden uzaklara gidiyor.
Yaşlı kadın, yaşlı adamın koluna giriyor. Gövdesini geldikleri yöne doğru usulca çeviriyor. Tahta köprüye aynı anda basıyorlar. Kuş cıvıltıları arasında, ağır ağır evlerine dönüyorlar...''
Sevgi, kör biyolojiden özgürleşmektir ve bir yerlere varmak için insan önce kendine uğramalı.
Kendine uğramamış, kendi gönül tezgahının işçilik hakkını vermeyi başaramamışlar sevmeyi beceremezler.
Işığını ve sevgisini bulunduğu yerde yükseltmek... tıpkı tahta köprüye aynı anda basmak gibi...
Her insan bunu yaptığında işte o zaman tablo büyür, resim ışıl ışıl parlar.
Ve sevginin kendi gerçeğini keşfettiği, ruhun sevgiyle demlenip insanların yüreklerinde iyilik tohumları olarak başak verdikleri gün-günler onurlu yaşamın sevinçli günleri olacak...
Olcay Kasımoğlu