Translate

7 Mart 2020 Cumartesi

Büyük Sır Zamandır

Hayat fısıldıyor
Söylenmedi daha son söz
Yıllar yüzünü dökmedi daha...

Dünya zamanıyla;
Nerede başlayıp, nerede biteceğini bilemediğimiz, okudukça binlercesini eklediğimiz, ilintiler bağlantılar kurduğumuz, dinleyip çoğalttığımız, seyredip zenginleştiğimiz, yaşayıp elediğimiz yaşam kendi mecrasında akıyor, istesek de istemesekde avuçlarımızdan kayıyor...

Zaman çok kıymetli;

Michael Ende, etkili ve özlü bir biçimde bunu dile getirir:
“Günlük yaşam içinde çok büyük bir sır vardır. Herkesin bunda bir payı bulunur ve herkes onu bilir, ama pek az kimse bu konuya kafa yorar. Çoğu kimse onu olduğu gibi benimser ve ona asla şaşırmaz. Bu büyük sır zamandır.”

Ve hayat devinimleri;

Elitis' in seslenişiyle,
''Örselenmelerin, coşkuların büyük depremlerinin ummanında yorgun nehirler gibi -hep bir deniz düşüyle- akıyor ve yaşıyoruz'' der.

Evet, akıyor ve yaşıyoruz...
Sarılın sevdiğinize
İnanmak bir duruştur
Seninle yaşlanmak istiyorum deyin
Hayat verir can verir umut verir...

#Olcay Kasımoğlu

6 Mart 2020 Cuma

Kadınız Menü Değiliz


'Dünya Emekçi Kadınlar Günü' her yıl 8 Mart'ta kutlanan ve 'Birleşmiş Milletler' tarafından tanımlanmış uluslararası bir anma gündür.
Kadınların sıkıntılarının hiçbir zaman bitmediği göz önüne alınırsa bu günlerin toplu bağırma seansları olmaktan öte gidemediği anlaşılıyor.
Kadınlar özgürleşmeden ve toplumsal kimliklerini, özgürlüklerini tamamıyla kazanamadan hiç bir zaman özgür bir birey olamayacaklardır. Onlar birey olmadan hiç kimse özgür olamayacak.
Kadın olmak tüm insani kimliklerin kavşağı olmaksa kadınları köleleştiren, emeklerini sömüren, maddi ve cinsel bir meta olarak gören sermayeyi ve tümüyle kapitalist sistemi yok edelim.
Kadınlar bu dünyanın kapı eşikleridir. İçe doğru açılan ve ışık süzmelerini gönüllere taşıyan. Acının, çoğalmanın, mutluluğun eşiği, yerkürenin ana rahmidir kadınlar.
Kadının cinsel ve ekonomik istismarına dur demeli.
Kadın kocasının namusu değildir. Kadın babasının namusu değildir. Kadın erkek kardeşinin namusu değildir.
Kadının vücudu kendine aittir, kendinden sorumludur, bedenleri ve ruhları satılık değildir.
Birde bazı kadınların sorgusuz sualsiz kendilerine reva gördükleri toplumsal öğretiler vardır. Her şey kadermiş gibi, hiç değişmeyecekmiş gibi. Aşılamaz sorunları olduğuna, ezildiklerine, ikinci sınıf vatandaş olduklarına öylesine inanmış durumdalar ki bunun aksini düşünmek koskoca bir yalanmış gibi görünür.
Evet bunları bir çok kadın yaşıyor olabilir fakat artık yaşam koşullarının, teknolojinin bu kadar ilerlediği bir çağda, insanın kendi beynini programlayabileceğinin kabul edildiği bir dönemde;
'Sindirilmişiz, daha doğarken ölmüşüz, kaderimizmiş, yazgım böyleymiş-miş gibi kendine acımakla ömür tüketiyorsa, tüketmeye de devam ediyorsa kadınlar başkaları bu kadınlar için ne yapabilir ki veya nereye kadar ne yapabilir ki ?
Ne olursa olsun insan yaşamı değerlidir ve öncelikler konusunda topyekun bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var.
Kadınlar hiç kimsenin kölesi değildir. Kadınlar birer kuluçka makinesi değildir, olmayacaklar. Kadınlar ayaklarının altında cenneti değil, bu dünyada adaleti istiyorlar.
Vicdanımızın sesi hiç susmasın, susanlara da fırsat vermeyelim.
Bütün dünyada kadın olsun erkek olsun aklın ve ruhun içsel gelişimini destekleme adına kitlesel bir eğitim şart derken;
*Çok küçük yaşta kendilerinden büyük adamlara satılmasınlar.
*Saçı uzun aklı kısa diyen akıl fukaralarıyla bir ömür beraber yaşamak zorunda kalmasınlar.
*Çalıştıkları iş-yerlerinde mobinge maruz kalmasınlar.
*Kız çocukları okul yollarına yasaklı olmasın.
*Kadınların namusu erkeklerin tekelinde olmasın.
*Şiddet mağduru kadınlar bu utancı kendilerine değil de yaşatana fatura edecek kadar yürekli olsunlar.
*Mutluluğumuz kendi içimizden gelen güçle yaşamda yerini alsın.
*Kadın şefkatin ana vatanıyken şefkate hasret bırakılmasın.
*İş hayatında emekleri sömürülmesin.
*Hayatımızın sözcüleri başkaları olmasın.
Kadınların saygı görme kimliği ve kişiliğiyle kimseye muhtaç olmadan yaşama hakkını insanca yaşadıkları, akılları ve becerileriyle sosyal hayatın içinde oldukları bir dünyada yaşam büyütmelerini istiyoruz.
Bedenlerine kendileri istemediği sürece hiç kimsenin dokunamayacağını, bedenleri hakkında, kıyafetleri hakkında kimseden emir almayacakları, kendi kararlarını vereceklerini haykırdıkları bir dünyada yaşam büyütmelerini diliyorum.
Kendimizi kitlelerin ruhundan arındırmak, kelimelerimizi otoritelerin elinden almak, hiç hissetsek bile hiçliğimizi kendimiz belirlemek, değerimizi kendi irademizle fark etmek, ülkesiz olup tüm dünyanın ötekileriyle birleşmek ve güzel bir dünyanın düşüne uyanmak dileğiyle;
Yaşamınıza sahip çıkalım. Eril düzenin oluşmasında ne kadar pay sahibi olduğumuzu kendimize söylemekten korkmayalım. Hiç bir şey tek başına oluşmaz. Tüm bu durumlardan nasıl özgürleşebiliriz? Önce bunun cevabını kendimize dürüstçe verelim.. Büyük tabloyu görüp küçük ayrıntılarda kaybolmayı, oyalanmayı, kalıpları bırakalım. Kurban rolünden çıkıp yaşamımızın ve seçimlerimizin farkına varalım. Kendimizi başkalarından dinlemeyi, cezalandırmayı bırakalım. Yaşamın sorumluluğunu üzerimize alalım. İnsan, yaşamı sorgulayarak, öğretilere karşı durarak kendini özgürleştirebilir.
Hiç kimseye altın tepsinin içinde anlamlı bir yaşam verilmez. Yaşamak anlamlı bir çaba ve anlamak için de özveri ve emek ister.

Olcay kasımoğlu

Resim; Muzaffer Oruçoğlu

Kaplumbağalarda Uçar

''Savaşın ortasında kalan çocuklar - Kaplumbağalar da uçar''
Ülkü Tamerin dediği gibi : ''Uçakları nedeyim, Gökkuşağı gönder bana, Senin olsun süngülerin, Gül dikeni yeter bana.''...
Toprak, üzerinde yaşayan insanlar olmadan nedir ki !
Her insan bir vatandır...
Tüm acılar bilgisizlikten kaynaklanır ve insan, özellikle karşındakini anlamak için, onda olanı anlamaya niyetli olmalı.
Buda kuru bilgiden uzak, açık bir zihin ve sevgi ile biçimlenen bir anlayışla mümkündür.
Ve sadece bakmak yetmiyor. Gördüğünü anlamak,yorumlamak, empatı ayağını kullanmak ne kadar önemliyse, duygu ve düşüncelerde samimiyet de bir o kadar önemli.
Farkındalığımız ve birey olmamız ancak içimizdeki huzur, sevgi ve cesaretle ölçülebilir.
Davranışlarımızda daha iyiyi yakalamanın yolu da duygularımızı sağaltmaktan, onun yolu da düşüncelerimizin doğru biçimlendirilmesinden geçer.
Ve ”Kendimize kim olduğumuzu hatırlatmak için hepimizin aynalara ihtiyacı var.”

Ayak Diriyor Yaşamak

İnsan zafiyeti hiç bir şeye benzemez...
Bir çok insan; hiç kimsenin ya da hiçbir görüşün etkisi altında kalmadan, olayları olması gerektiği gibi objektif değerlendirmek ve yorumlamak olgunluğuna, bilgeliğine sahip değildir.
Özellikle kendi düşüncesi konusunda fanatik, eleştiriyi kaldıramayan, insanlara zarar veren, empati yoksunu insanların verdiği zarar tahminler ötesidir.
Tarafsızlığın, renksizliğin, vurdumduymazlığın, neme lazımcılığın kurbanı yüz binlerce insan var.
Bu Konuda Şairimiz Gülten Akın' da Seslenmiş;
Dipsiz hüzün ve bezginliğin şu tekrarlı günlerinde,oraya gidip,dünyayı unutmak,unutmuş ve unutulmuş olmak,incelmek,uçuşmak,bulutları mekan eylemek i s t i y o r u m...
Zira hayat çıplak gözle katlanılası bir ahvalde değil nicedir.sevgisizlik,sevebilme özrü,yalan-dolan aşklar,kurgulanmış,pazarlıklı ilişkiler...benim soframda değilse de,eline-koluna çarpıyor insanın her adımında.
Soluduğumuz maviyi kirletmiyorlar mı? Göğün türküsünü bulandırmıyorlar mı....?
Bunca renksizlik içerisinde, kıyamın olduğu yerde her şeye rağmen insanlar; sevginin, dostluğun, iyiliğin gücüne inandıkları için ''nefreti reddetmekte'' birleşiyorlar.
Fikirlerin, ilimin, bilimin ''müzakeresini, rekabetini'' değil ''sen ben'' davasının küçük adamları gibi hesapçı yaşıyoruz.
Büyük sürülerin çelimsiz ayaklarına dönüşüyoruz. Her adımda kendimize çarpıp düşüyoruz..
Acılarımızın üstüne
Dünya kuranlara
Birileri
Anlata dursun halimizi
Kadınlarla
Çocuklarla
Kuşlarla
Ayak diriyor yaşamak...

Mülksüzlerin Sefaleti

İnsanların duygularını anlamak; kendimize olan güveni artırdığı kadar, başkalarının da bize güven duymasına neden olur.
İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman, daha dikkatli ve özverili oluruz.
Başkalarının duygularını örselemeden, onları anlamaya çalışırız. Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman evrende bizi dinler.
Yoksa; zenginlerin tezgahlayıp, yoksulların öldüğü savaşlara, adaletsizliğe, yalana, iç görüsüzlüğe, hoşgörüsüzlüğe, paranın kirli saltanatına, tahammülsüzlüğe, ırkçılığa, etnik ayrımcılığa, ilime-bilime düşman olanlara ve sadece dünyanın kendisi için döndüğünü sanan ahmaklara karşı durmayı onurunuz sayıyorsanız daha umut bitmedi, daha yaşanacak çok şey var dünya üzerinde...
Hepimiz aynı evrenin çocuklarıyız. Büyüdük ayrı yollardan aynı olmasa da adına aşk denilen, acı denilen, kayıp denilen duyguları yine aynı evrenin altında, farklı mekanlarda yaşadık...
O zaman sloganımız; kendinle barış, doğayla barış, evrenle barış, hep beraber barış...çakallara yem olmasın bu dünya....
Yoksa; aklı başında hiç kimse barışa hayır demez...çıkarlar şahsı ve ideolojik olmadığı sürece...sadece; bir kesimin ''ayrıcalığı'' olmadığı sürece...ve kişisel hesaplar üzerine kurulmadığı sürece...zaten; içinde çıkar ve menfaate dayalı bir yol varsa bunun ismi ''barış'' olmaz.
Bu nedenledir ki; kendi istemini kendi belirleyen ve yaşamına sahip çıkan ve başkalarının yaşamı üzerinden kendine prim yaratmayan insanlar, her zaman değerli ve kalıcı olarak yaşam da var olacak ve var olmaya devam edecekleridir''akil ve adil''olarak (!)
Olcay KASIMOĞLU

4 Mart 2020 Çarşamba

Hakiki Sevgiler Aydınlatandır

Güzel sözün eyleminde yaşamak, anlaşılmak, gerçekten bir ödüldür hepimiz için, anlatabilmek ise yetenek.
Gerçekten, sevilenin duygularını anlamayı denemiş biri için, bu muhteşem bir döngüdür. İçinde zerafet,incelik,samimiyet ve önemsemek var.
Şimdi birbirini anlayan, iki iken bir olmuş bu güzel çiftin önünde ne durabilir ki !
En güzel birliktelikler en ince çizgide gönüllere yazılır. Bunlar damla damla yüreklere damıtılır. Sevginin cesareti ve gücü burada başlar.
En küçük bir esintide yok olup gitmez.
Karısının isteğini yerine getiremedi diye kendine dönüp sorgulama yapan, bunu gözlerinin içine bakarak söyleyebilen bir adamın içinde ki çocuk mahsun ve ne kadar özel değil mi !
Şimdi kaç insan bunu önemser yada kaç insan eşinin elinden tutup bu şenliğe akmak ister.
Hepimiz sevgiyiz ve ''sevgi'' sahip olduklarımızı paylaşır.
Sevgi her şeydir..
Çünkü sevgidir kalplerimizi ortaya çıkaran güç.
Sevgiyi ortaya çıkaran, kalplerimiz değildir.
Zaten hakiki sevgiler aydınlatandır.
İnsan tuttu mu elini sevdiğinin, bütün evren ona yol verir.
Öptü mü yüreğinden sevdiğinin, ruhunun kapıları, tokmağını sonuna kadar açar.
Öylesine değil, öylesine derin sevmeli, anlatılan kırmızı elbiseli kadına duyulan sevgi gibi..Sevgi derin olmasaydı önemsemezdi onun arzusunu.
Hayatınızdaki tüm insanlar ve eylemler ''bir özelliğimize'' ayna tutmaktadır.
Oysa sevgisiz insanlar ''tsunami gibidirler'' dokundukları her şeyi yakar, yıkarlar.
Ne mutluluk verirler nede huzur. Sürekli şikayet eden,sorun çıkaran hep kaderi suçlayan, mazaretlere sığınan, geçmişi deneyimlemeyip sürekli geleceğe taşıyan sevgisiz insanlar hayatımızdan çalarlar.
Bu insanlar kardeşimiz olsun, arkadaşımız olsun vs er geç kendi uzaklıklarını yaratırlar.
İyi insanlar ise çoğu zaman ''yanında olmasalar da'' histen köprüler kurarsın, mesafelerin anlamı kalmaz, yüreğin konuşur, gözlerin görmese de.
Aynı amaç için çarpar kalbin, acısının içinde olamasan da...sarılırsın, aynı acıya ağlarsın, onun kaybı senin kaybındır, yaralarına tuz basmazsın,gönüllü paylaşırsın yaşamı.
Hayatımızdan gün çalanlarla değil, hayatımıza anlam katanlarla çoğalmak hayatın içinde, sevgiyle-umutla...
İnanıyorum ki dünyada *sevgisizlikle birlikte, yanlışlığın hükmü başlar* biz bu hükme geçit vermeyelim.
Bizim hükmümüz bu olsun 'YAŞAMALI VE SEVMELİ'' yüreklilik ve güç verir insana..
Şafak vakti kanatlanmış bir gönülle uyanmak sözün hale ayanıdır ve onu yaşamak tamamen bizim algı ve bakış açımızla kendine yer bulur.
olcay

3 Mart 2020 Salı

Bir Buğday Tanesi Gibi

Yaşamdan size ne yansıyorsa o siz davet ettiğiniz için oradadır.
"Sözün anlatamadığını yaşam anlatır. Hakikati öğrenmek için söze değil, yaşamaya ihtiyaç vardır."
Dağların dilini dağlara gönlünü çeviren bilir. Sabahın ilk ışıklarıyla tabiatın göğsünde dinlenmiş gün ışığını yüzüne süren bilir.
Çocukluğum, doğanın bütün değişimlerine şahitlik ederek geçti. Bunları dilden, gönülden kalemin yarenliğinde anlatırken yaşama uzanan bu yolculuğun insana verdiği huzur ve dinginliği anlamakta hiç zorlanmıyorum.
Severim küçük insan koylarını, severim doğanın gizeminde kendime yol bulmayı.
İnsan, kendi olma yolunda mücadele etmeli ve umuttan asla vazgeçmemeli.
Kendin olmak olgunluğu sorumluluk getirir.
Yaşamı anlamaya başladığımdan beri/ Başkasıyla olmak değil/ Başkasının olmadan da kendin olmak/ Kendi başına başkasıyla/ Başkasıyla kendin olmak ne güzelmiş…
İnsan bilinçlendikçe algı düzeyi de değişiyor. Olaylara, kişilere bakış açısı değişiyor. Özellikle kendi egosundan sıyrılmış-sa insan daha bir duru ve sade yaklaşıyor insan ilişkilerine.
Ne aradığını ve hatta neye ihtiyacı olduğunu bilmeden hayata saldıranlardan, ne istediğini bilmeyenlerden, kendi olmayı başaramayanlardan mümkün mertebe uzak durmak gerekiyor.
Kendi hayatının sözcüsü olmayanlarla derinliğinizi yaşayamazsınız..
Zordur insanlarla esaslı gönül bağı kurmak. İnsan zaafları olan bir varlık sonuçta. Törpülenmek için kendini yetiştirmesi gerekiyor. Buda zaman, bilgi, emek ve sabır istiyor.
Olcay Kasımoğlu

Hayat Yükünü Taşıyana Bırakır

Daha önce yazdığım konu başlıklarından, özetlerden, yazılarımda kullandığım alıntılardan bir derleme yaptım.
''Dostlar içinde dostum; dost sanatım... Yollar içinde yolum; yol sanatım...''
Bakışlarında berraklık, bilincinde dayanışma, kokusunda sıcaklık, yüreğinde sevgiyi gördüğüm yürekli dostum..!
Bir şey, bir şeyler eksik bu insan dünyasında. Bu eksik olan, ne parayla, ne diplomayla satın alınan bir şey.
Eksik olan, insanın özündeki incelik, gün ışığına çıkmayan zaaflar, terbiye edilmemiş nefisler.
'Sevdiğim, yaşamın içinde yaşamım; yaşama sanatım. Renkler içinde rengim; renk sanatım... Sesler içinde sesim; ses sanatım..''
Aşk eğer gerçekse, ancak o zaman bir çözüm olur...
Ve insanın kendini bulması... kendi ruhunu bilmesi en büyük zaferdir...
Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman ''evren'' bizi dinler.
Başkalarını incelediğimizde; deneyim ve tecrübelerimizle birlikte BİLGİN, Kendimizi incelediğimizde AYDINLANMIŞ insanlar oluruz.
Nefsin arzularından arınıp, inandıklarını sorgulayabilmek,sorgulayarak inanmak, YÜREK ister...
Bu dünyada; sadece kendi için değil herkes için adaleti korumak, sahip çıkmak, GÜÇLÜ BİR İRADE ister.
Anlamak, paylaşmak, düşünmek, inandığı gibi yaşamak, ilkelerinin arkasında olmak, RUHSAL OLGUNLUK ister.
Ne güzel demiş şair Yusuf Hayaloğlu:
"Bildiklerini dedi; yüzleştir hayatla ve sınamaktan korkma.
Doğru ile yanlışı ancak o zaman ayırt edebilirsin"
Düşünceler, sadece düşünce işlevinin sürmesini sağlayan soyut varoluşlar değildirler.
Anlamak ile görmek de aynı şey değildir, anlamak değişimdir...
Gerçek şahsiyet, olgunluk, insana yakışacak durum, tutum ve davranış insanın kendinde bulunmalıdır.
İnsan, ömrünün sonuna ya da zaman onu azat edinceye kadar, kendi koyduğu geçersiz kanunların kölesi olarak kalabilir mi?
Hamlet' in seslenişinde olduğu gibi ''Zamanın görkemi, yalanın maskesini düşürür, gerçeği ortaya çıkarır.''
''Yaşadığımız devrin aynasını geleceğe taşımak için hepimiz bir şeyler bırakmalıyız, insanlık adına, tarih adına..''
Bir şeyler yapmak, bir şeyleri değiştirir diyorum...
Gerçek olan öğrenmektir. Nereden, nasıl öğrenirsen öğren. Nereden, nasıl öğrendiğin,hatta neler bildiğin de önemli değil, ne yaptığın önemlidir.
Çok severim, hayata özet geçen bu cümleyi ”Beğeni; hem ağırlık. hemde tartandır.”
İnsan kendi dar sınırlarından çıkıp daha zengin bir yaşam deneyimine ulaştıkça. bakış açısı da değişiyor.
Değil mi ki, ”Kuşlar gibi özgür ama beraber olabilmek,” yaşamı bilimle, bilinçle ve sanatla anlamaya çalışmak akıllı insan işidir.
''İyi insanların ömrü başlarındaki çiçeklerden önce geçiyor, çiçekler solmadan onlar ölüyor.''
O zaman;
Neye sahip olduğumuz değil, neyin keyfine varabildiğimizdir mutluluğu yaratan.
Hazzın ötesinde sevginin bütün evreni kuşatacağına inanıyorum.
Evet, kalben inanıyorum... Sevginin gücüne sahip olmayana, hiç bir şey güç vermez...
Ve sevmeyi başarmak, aşkın yarattığı her şey ile anlaşmaktır.
Olcay Kasımoğlu

Depremler Kader Değildir

Bu görsel bir kar totemi değil; yaşama tutunma, ayakta kalmak mücadelesi😔
Kanıksanmış çaresizliği, cehaleti coğrafyanın kaderi kabül eden zihniyetlerle hiç bir zaman gönül bağım olmadi.
"Neyin yanlış olduğunu bilmek bir
şeydir ancak durumu düzeltmek için adım atmak başka bir şeydir."
Yapılan yardımlar günü kurtarmak, acıları kısmen çözmek, biz farkındayız adına yapilan paylaşımlar, dayanişma kültürünü yaşatmak tabi ki önemli.
Sorunlari kaynağından çözmek, çözüm üretmek, sorunu çözecek yatırımlar yapmak hepimizin sorumluluğu.
Öncelikli amacımız barınma sorununu çözmek, temel ihtiyaçları karşılamak.
Ya sonra, sonrası ne olacak?
Kat kat apartmanlar yapılırken o evin içinde oturacaklar da yapilan binalarla ilgili bilgisi olacak. Söz hakkı olacak. Binanın yapılma koşul ve şartlarını kabül ve red hakkı olacak.
Bu konuda bilinçlendirilecek.
Temeli sağlıklı, malzemesi kaliteli, sorumluluğu üzerine alan firmaların ahlaken nitelikli olması şart.
Alanında iyi egitilmiş, insan yaşamını değer kabül eden, vicdanıyla cüzdanı arasına sıkışmayan müteahitler ve beraberinde rol alan bütün ekipmanlar insanı sorumlulukla hareket etmeli.
Müteahhitler etik ilkelere bağlı olmalı.
Mesleki ve teknik deneyime sahip, alanında sicili temiz insanların bundan sonra ki yapıların oluşmasında rol almasını kalben diliyorum.
Insan yaşamını tehlikeye atan hiçbir şeyin sağlıklı bir açıklaması, mazareti olamaz.
Binaları inşa edenler ve bu inşaya aracılık edenler kadar, hizmeti alanlarında bu işte sorumluluğu var.
Ne zaman biz kendi hayatımızın gerçek sahipleri gibi davranmaya, yapmamız gerekenleri başkalarının inisiyatifine bırakmamaya karar verdiğimiz gün başkalarının yanlışının bedelini ödemeyeceğiz.
Bu hayat tek ve biricik. Hayatımızın sözcüleri başkaları olmasın.
Elimizi taşın altına koyalım önce kendimize adil ve dürüst olalım.
Bu şartların oluşmasında biz neredeydik?
Üzerimize düşeni yaptık mi?
En basit bir örnekle yapılan konutlarda payımıza düşen dairenin taksitlerini öderken gösterdiğimiz hassasiyeti, binaların yapım aşamasında da göstersek daha iyi olmaz mi?
Acaba hangi malzeme kullanılıyor gibi... soruları çoğaltmak mümkün.
Bundan sonra olacaklar için en azindan bilinçlenmeli, kendi kendimizin denetimcisi, haklarımızın takipçisi olmalıyız.
Depremler, felaketler kader değildir.
Kimse kimsenin yerine yanmıyor...

Hafiza Yaşamak İçindir

Yaşamla bağımızı, şefkat duygumuzu, duyarlılığımızı, yanlışa ve zulme tepkimizi yitirdik.
Üreterek yaşamlarını anlamlandıran, sadece kendisi için değil herkes için daha güzel, eşit, adil, özgür bir yaşam kurmak için mücadele eden, haklıdan yana tavır alan sağ duyulu ve vicdan sahibi herkes;
Sorgulamadan İNANMANIN, anlamadan YORUMLAMANIN, araştırmadan bilmeden AHKAM KESİLMENİN bütün olumsuz taraflarını ret eder.
Bizler, kimliği sadece insan olanlar;
Kadınların, çocukların ve savunmasızların siyasetin malzemesi olmalarını reddediyoruz.
Çocukları, kelimeleri, özgürlüğü, adaleti, vicdanı, dostluğu ve hiç tanımadığım insanların acılarını önemsiyorum...
Bir şeyler var hala içimizde diri tutmaya çalıştığımız
Alamayacakları ve dokunmayacakları bir şeyler...
Emekten, güzelliklerden yana, iyiden, doğrudan ve yaşamdan yana hiçbir hak arayışı ve dayanışma boşa gitmez...
Olcay Kasımoğlu

1 Mart 2020 Pazar

Değişim Dönüşüm

Birde değişime direnenler vardır; teknolojiye, yeni oluşumlara, yeni fikirlere şiddetle karşı çıkarlar.
Değişimi ihanet olarak algılarlar. Toplumdan, aileden aldıkları öğretilerle yaşamlarına yön verirler.
Bunun aksi davranış gösterenleri erdemsizlikle suçlarlar, saygısız ve dönek diye nitelendirirler.
Mademki, değişme dünyanın temel koyucu kuralı ise, niçin; değişmeme, değişmemekte direnme ve değişmediği için de kişi erdemli kabul edilmekte?
O zaman, yıllarca sağcı olup daha sonra solcu olan bir insanı nasıl değerlendiririz.
Ya da tuttuğu takımı değiştiren bir insana hangi gözle bakarız.
Tutucu ve kapalı bir yaşamı olan bir insanın radikal bir kararla yaşamının bütün yönünü değiştirmesine nasıl anlamlar yükleriz
Bu kavramlar üzerinden soruların yanıtını aradığımızda bu kavramlar ana ilkeler midir, ana ilke deyince ne anlıyoruz?
Milliyetçilik, solculuk,sağcılık, gibi bir sürü kavram ana ilke midir.
Diyelim ki ana ilkedir, bunları tümüyle terk etmek, değiştirmek bir gelişme midir, yoksa belli bir kesimin tanımıyla döneklik midir?
Ben hiç değişmedim önce neysem, bugün de oyum demek ‘tutarlı’ ve tutarlı oldukları içinde ‘erdemli’ sayılmak, bunun gerekçesi ne ?
Aslında sorun değişmemekte değil, değişmenin nasıl gerçekleştiğindedir.
O zaman, tutarlılık bağlamında erdem; değişmemeyi değil de, değişmenin tarzıyla ilişkilidir.
Dünya görüşünün değişmesini ”mazur” gösterebilecek ”makul” gerekçeler her zaman vardır.
Gençliğinde belli bir siyasal görüşü savundu diye, yaşamının sonuna kadar o görüşü savunmasını tutarlılık saymak, savunmadı ve değişti diye de döneklikle suçlamak haksızlıktır.
Burada ki en hassas ayrıntı ise ”siyası ve politik tercihlerin değişimi” rüzgarın yönüne göre esiyorsa, ‘yükselen değerleri” kollayan bir ideolojik kaypaklık içerisinde ise, sadece kendi egosuna hizmet edecek bir yol çiziyorsa; böyle bir değişimi ”varoluşun temel koyucu ilkesidir” diye izah edebilir miyiz?
Tabii ki edemeyiz, kaldı ki, mazeret; makul gerekçelere dayandırıldığı sürece kabul edilebilir.
İnsanlar yaşamla birlikte inandığı şeyleri sorgulayabilir, yaşadıkları; aldığı kararı bozdurabilir, kaldı ki gerekçe sağlamsa bu ayıp da değildir.
Zaten mantığı ve gerekçeleri açıklanamayan bir değişimin içinde ne samimiyet nede içtenlik olur çünkü değişim bir süreçtir, sağlam gerekçeleri ve mantığı vardır, sabahtan, akşama veya akşamdan sabaha olmaz.
Değişim; başkalarının yaşam hakkına daha hoş görülü, daha insancıl bakış açıları getiriyorsa, bu gelişime kim dur diyebilir.
Yeter ki “insan hayatına saygı, doğaya ve içinde ki bütün canlıların yaşamak hakkına saygı olsun.
Evrensel değerler dışında; benim için değişmeyecek şey yoktur.
Sığ düşünce, katı anlayış, insana ve evrene bir şey katmaz.
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
İnsan yaşamına gereken özeni göstermeyen, sadece kendi varlığına hizmet eden, saygı göstermeyen, doğal ve sosyal çevreyi kirleten; her türlü düşünce faydacı değildir. İster değişmeden kalsınlar, isterlerse her gün değişsinler ne fark eder.
Dünyaya bir güzellik bırakmadıktan sonra, , başkasının canı yanarken sesin çıkmıyorsa, ateşi sana gelene kadar kapını kapatıyorsan, hangi düşünceden olursan ol, hangi değişimin içinde bulunursan bulun, benim için hiç bir anlam ifade etmez.
Ne kadar çok bizi destekleyen olumlu, yararlı ve güçlü düşüncemiz varsa, o kadar başarılı seçimler yaparız. Buda; yeni değişimlere bizi açık kılar ve olumlu gelişmeyi sağlar.
Olumsuz, yararsız düşüncelerse, bizi yeterince güçlü bir halde tutamadığı için yaşamımızda başarılı seçimler yapamaz ve yaşamımızın sorumluluğunu alamayız.
Konfüçyüs ise *sadece en akıllı ve en aptal insanlar hiç bir zaman değişmez.* diyor, ne güzel özetlemiş… Algıda seçicilik yoksa değişim olmaz…
Olcay KASIMOĞLU

Zor Olan Yaşamaktır

Krezus'un dediği gibi; barış, savaştan her zaman daha iyidir; çünkü barışta oğullar babalarını, savaşta babalar oğullarını gömerler.
Niye ister bazı insanlar, çocukların böyle ölmesini?
Binlerce genç çocuğu; sırf petrol, silah, kara inci, beyaz toz, yeşil paradan faydalanmak için ölüme gönderiyorlar; binlerce insanı ölümün kucağına bırakıyorlar.
Sadece ölenler değil ya yaşayan ruhların bedenlerinde kaybettikleri, evlatlarına akıttıkları gözyaşları ne olacak; ya onların yüreğinde ki acılar, kocasını, babasını, kardeşini, akrabasını kaybeden yüz binlerce insanın beden ve ruh acılarının bedelini kim ödeyecek?
Ve hangisi çıkıp ta “yıkılmış binaları, çökmüş evleri, evsiz ve yurtsuz kalan, ölen çocukların hayatını, o çocukları öldürten silahları yapanların servetlerini biraz daha arttırmak, yaptığım gizli anlaşmalarla kanı paraya çevirmek için feda ediyorum” diyebilecek.
Tarih bunları hiç unutmayacak, şanlı değil kanlı ve kirli hatırlayacak, bulanık suların kanlı elleri, yüreksiz namertler, kendi yarattıkları yeni dünya düzeninde insanca değil, barbarca yaşamaya devam edecekler.
Lord Byron'un dediği gibi: "Ölmek zor değil gerçekte zor olan yaşamaktır." Barışın, savaştan daha iyi olması kadar, daha çok çaba istemesinin temelindeki neden de budur işte.
Olcay KASIMOĞLU

Çocukların Ölümüne Alkış Tutuluyor

''Hiçbir çocuğun ölümü sevindirmez beni.
Onların hepsi çocuk."
Hep merak ederim, eğer "savaş ilan edenlerin ve savaş kışkırtıcılığı yapanların çocukları cephenin en ön mevzilerindeki ilk birlikte yer alacaklar" diyen bir kural olsaydı, tarih bu kadar çok savaşa şahit olur muydu?
Yarın sabah yapılacak ilk saldırıda ölecek ilk askerin kendi oğlu olduğunu bilerek kaç siyasetçi, kaç general savaş kararı verecek, kaç gazeteci "hadi çocukları cepheye gönderelim" diye bağıracaktı.
Savaş isteyecekler miydi o zaman?
Savaşa gönderecekler miydi çocukları?
Ve eğer aralarından biri, ilk ölecek askerin kendi çocuğu olacağını bilerek savaşa karar verecek olsaydı onu "bir kahraman" olarak mı yoksa "oğlunun ölümüne kayıtsız kalan taş kalpli bir canavar olarak mı" görecektik?
Soracak mıydık kendimize, "yeryüzünde insanın evladından daha kıymetli bir toprak parçası var mı?" diye.
O "başkasının" çocuğu olduğu zaman mı savaştan rahatça söz ediliyor?
Sonsuz kainatın en uzak, en ücra, en ıssız köşelerindeki küçücük mavi bir gezegenin üstündeki canlılar neden yaratıldıklarından beri birbirlerini öldürüyorlar?
Niye içimizde tükenmeyen bir öldürme isteği var?
Ve, niye her toplum "öldürenleri ve öldürtenleri" alkışlıyor?
Tolstoy"un muhteşem eseri Savaş ve Barış"ta, Prensin karısı edebiyat tarihinin en olağanüstü karakterlerinden biri olan Pierre"e anlamaya çalışarak sorar:
"Hiç anlayamıyorum, neden erkekler savaşsız yaşayamaz?
Niye biz kadınlar böyle bir şey istemeyiz, niye bizim buna ihtiyacımız yoktur?"
Bir başka sayfada, ertesi sabah meydan savaşına katılacak olan Prens Andrew"ın düşünceleriyle karşılaşırız.
O gecenin son gecesi olabileceğini, ertesi gün ölebileceğini düşünür.
Birçoklarıyla birlikte ölümün onun da kapısını çalabileceğini aklından geçirirken hayal kurmaya başlar, ertesi gün savaş kaybedilirken kendisi ortaya çıkacak, yeni bir saldırı planı ortaya koyacak, emrine verilen kuvvetlerle düşmana saldırıp onları bozguna uğratacak, bunun üzerine ordu kumandanlığına getirilecektir.
İçindeki bir ses "sonra ne olacak" diye sorar ona, "bütün bunları yaparsan sonra ne olacak?"
Sonra ne olacağını bilmiyorum, der Prens kendi kendine, bilmek de istemiyorum. Ama bütün bu şanı şöhreti, insanlar tarafından sevilmeyi istiyorsam ve hayatta tek istediğim buysa, sadece bunun için yaşıyorsam, bu benim suçum değil. Evet, sadece bunu istiyorum. Bunu kimseye söyleyemem ama, aman tanrım, bütün yapacaklarımı şanı şöhreti çok sevdiğim için mi yapacağım?
Ölüm, yaralanma, ailemi kaybetme ihtimali, hiçbirinden korkmuyorum. Bütün sevdiklerimden, bu ne kadar aykırı görünürse görünsün, bir zafer anı için, hiç tanımadığım insanların hayranlığı için vazgeçmeye hazırım.
Bunun için mi savaştı erkekler binlerce yıl?
Diğer erkeklerin saygısını ve hayranlığını kazanmak için mi?
Bunun için mi öldürdüler?
Bunun için mi öldürttüler?
Prens Andrew, başkalarının hayranlığını kazanmak, şana şöhrete ulaşmak, erkekçe bir saygı görmek için kendi hayatını tehlikeye atmayı hayal ediyordu, bunlar için kendi hayatından ve ailesinden vazgeçmeye razı oluyordu ama bugünkü "kahramanlar" cephelerden çok uzaklarda gizliler, kendi hayatlarını değil çocukların hayatlarını tehlikeye atıyorlar, kendi ailelerini değil başka insanların ailelerini acılara sokuyorlar.
Bugünkü kahramanlardan hangisi, hangi başkan, hangi lider, hangi önder, ilk ölecek olan kendi çocuğu olacak olsaydı bu savaşı başlatacaktı?
Hangisi, Prens Andrew gibi kendisiyle yüzleşme cesareti gösterebilecekti?
Hangisi, "binlerce genç çocuğu sırf kendime şan şöhret sağlamak için ölüme gönderiyorum, adımı taçlandıracak bir zafer anı için binlerce insanı ölümün kucağına bırakıyorum" diyecekti?
Ve hangisi, "yıkılmış binaların, çökmüş evlerin, göçmüş mağaraların içinde ölen çocukların hayatını, o çocukları öldürten silahları yapanların servetlerini biraz daha arttırmak, yaptığım gizli anlaşmalarla kanı paraya çevirmek için feda ediyorum" diyebilecekti.
Hangisi, bir ölüm anını düşünecekti?
Kim çocuğunun böyle ölmesini istiyor?
Kim çocuğunun kendisinden önce ölmesini istiyor?
Kim şanı şöhreti, zaferi, parayı çocuğundan çok seviyor?
Kimin için bir toprak parçası çocuğundan daha önemli?
Kim, kendi çocuğunu korumaya uğraşırken başkalarının çocuklarının ölümüne alkış tutuyor?
Ve kim çocukları üstlerindeki üniformalara göre ayırıyor?'' Ahmet Altan
İnsan soyunun bütün tarihinin ve gelişiminin savaşlarla oluştuğunu biliyorum elbet, bir çağdan bir çağa ancak savaşlarla geçebildiğini, dünyanın ortak bir uygarlığa kendi kanını dökmeden ulaşacak bir düzeye henüz varmadığını da biliyorum.
Bu küçücük
Bu fani dünyada
Bağışla beni dost genç ölümlerin yüzü soğuk
Güvercin kanadına asıyorum bu sözleri
Söyleyecek ne kaldı ki
Hepimiz yaşamaya gelmiştik yeryüzüne
Olcay kasaımoğlu

Düşleri Aydınlatan Maviler

Rüzgar yorgun ışıklar ölgün
Olsam kızıl bir bulut yağsam kırlara
Umuşlar kalbimi yıpratıncaya kadar
Sökülsem kırılan yerlerimden
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, ırkçı,faşizan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
İnsanlar gerçeklerden uzaklaştıkça, gerçeği hatırlatanlardan nefret eder oldu.
Eteklerimizde taşlar ve ruhumuzda yaralar var oldukça kanayacak hep bir yerler.
O zaman taşlarımızı ayaklarımıza düşürmeden, kanamadan geçebilir miyiz bu hayatın içinden ve kimseler incinmeden geçmişin acılarını çıkarabilir miyiz gün yüzüne ?
Yaşanan toplumsal olayları incelemeden, irdelemeden, sorgulamadan, sağlam gerekçelere dayandırmadan suçlamak ve yargılamak sağduyudan, öngörüden uzak insanların işidir.
Hiç kimse, yaşanan toplumsal olayların üzerinde durup düşünmüyor. . Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes bencilce kendini düşünüyor.
Peki, hangimiz; özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya, yada kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
Arınmanın olduğu yerde, yeni tomurcuklar filizlenir, öfke kin nefret fışkırmaz..
Herkes yüzleşmeli ve silkelenmeli tarihin küf kokan odalarından, çıkarmalı yalanı-dolanı,kıyımı...
Ancak o zaman demokrasiden, insan haklarından, korkmadan,ürkmeden,sancılı rüyalar görmeden bahsedebiliriz..
İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.

Işığın
Sevincin
Yaşamın en güzel haliyle
Dingin ve derin teninde
Düşleri aydınlatan maviler var
Deniz
Dağ ve doruk gibi
Sonsuz hepsi
Göğün
Rüzgarın
Denizin
Coşkulu kalabalığına
Üflerken sevgiyi
Sonsuz ufkun yolcuları gibi
İki güneş ırmağı gibi akan gözlerinden
Seyrediyorum yaşamı
Benim bu dünyalık dışı usuma
Gökyüzünün mavi giysisi altında
Gönül sığınağı verin
Nasıl olsa yürek başka bir şey
Neredeysen
Yüreğimi oraya sermek isterim
olcay kasımoğlu

27 Şubat 2020 Perşembe

Savaşın Mazereti Olmaz

Seçimin riski de, zaferi de insanındır.
Savaş üzerine stratejik değerlendirmeler, siyası hesaplar yapacak bir konumda değilim.
Lakin bu ülkenin bir bireyi olarak yıllardır bu coğrafyada olsun, sınır komşularımız da olsun sürüp giden, adına savaş denilen bir trajedi yaşıyoruz.
Öyle bir noktaya geldik ki;
İnsanın kendisi en büyük tehlike ve aynı zamanda tek umut haline geldi.
Bir dünya vatandaşı olarak savaşların sebepleri ve sonuçları üzerine, savaşı haklı gösterecek hiç bir geri bildirimde bulunmayacağım. Ben savaşı ret etmede insanlarla birleşebilirim .Savaşın kazananı yoktur, acıların istatistiği olmaz. Ölen bir çocuğun karşılığı sayısal olarak ifade edilemez. Barutlarla katledilen doğanın, yıkılan binaların istatiği olmaz.
Bu savaşlar zenginlerin ve onlara inanmayı seçen kulların savaşı, insanlığın savaşı değil. O zaman Brecht’in şiirinde tanımladığı gibi “tankınız ne güçlü generalim, yüz insanı ezer geçer, ama bir kusurcuğu var, insan ister yapacak” der. Burada zihniyeti sorguluyor. Tankı yapanda insan, biz istemezsek savaş olmaz.
Silah şirketlerinin para hırslarına, ekonomistlerin tüm para teorilerine, insanların kafalarında yarattıkları sınırlara topyekun karşı olunmadıktan sonra bu sefalet sürecek.
Evrensel fikirlerin savaşa ve yok etmeye değil, barışa ve uzlaşmaya hizmet etmesi gerektiğine inanıyorum.
Ergün Artar'ın kaleme aldığı ”Bir çocuğun barış günlüğünden” size seslenmek istiyorum, sonuna kadar destekliyorum ve savaşa hayır diyorum.
''Merhaba Günlük;
Öğretmenimiz günlük tutmamızı, tuttuğumuz günlüğe isim vererek yaşadıklarımızı, düşlediklerimizi yazmamızı tavsiye etti bugün. Sana Barış demek istiyorum. İsmin Barış olsun tamam mı? Cinsiyetin, ırkın ve dinin yok senin. Benim arkadaşımsın ve çocuksun yalnızca…
-Pazartesi-
Sınıfımda Rus bir arkadaşım var Barış. İsmi Tatyana. Üç yıl önce ailecek Türkiye`ye gelmişler. Çok iyi anlaşıyorum Tatyana`yla. Bugün, komşularının çocuğu demiş ki ona, “sen Müslüman olmadığın için cehenneme gideceksin ve sonsuza kadar yanacaksın!” Korkmuş Tatyana, bana anlatırken çok üzgündü. Tuttum elinden, “beslenmenin bir kısmını pencereye gelen güvercinlerle gizli gizli bölüştüğünü biliyorum; sen çok iyi bir insansın” dedim. “Korkuyorum cehenneme gitmekten, ne yapmalıyım?” dedi. “Bana inan, biz yanmayacağız; iyi insanlar için cehennem diye bir yer yok” dedim. “Yemin et” dedi, yemin ettim ben de.
-Salı-
Öğretmenimiz bir dörtlük yazdı tahtaya bugün.
ıslık çaldım duydunuz mu
benden yana koştunuz mu
bir kuş gibi uçuyorum
siz de bana uydunuz mu…
“Bu dörtlüğe tek kelimeden oluşan bir isim söyleyin” dedi. “Mutluluk” dedi arkadaşlarım. Tatyana suskun kaldı, başını öne eğdi. Tatyana`ya baktım öylece. Dörtlüğü bir kez daha okudum. Parmak kaldırdım, “bu dörtlüğün adı “Göç” olsun öğretmenim” dedim. “Göç var bu mısralarda” dedim. Okul paydos olunca beni yanına çağırdı öğretmenimiz ve “iyi ki öğrencimsin” dedi bana. Ben çok mutlu oldum Barış…
-Çarşamba-
Bugün, arka sağ ayağı olmayan bir sokak köpeği gördüm. Yanında, onu hiç bırakmayan, kendini ona yaslayıp yürümesine yardım eden bir köpecik vardı. Çok güzeldiler… Ama ne oldu biliyor musun? Onca sıkıntılar içinde yaşayan bu canlara insanlar küfretti ve kimseye zararları olmamasına rağmen onları kovdu. Ben çok utandım Barış; öyle ürkektiler ki, beni duymadılar ama görünmez oluncaya kadar özür diledim hayvan dostlarımdan defalarca…
-Perşembe-
Öğretmenimiz bir şiir ezberlememizi istemişti. Benim okuduğum şiire bir çok arkadaşım şaşırdı, “bu nasıl şiir böyle?” dediler. Ama Tatyana çok sevdi.
küçüğüm
karıncayı incitmeyenlerden değil
bir çay kaşığı şekeri
karıncadan esirgemeyenlerden ol
ömrün boyunca…
Öğretmenimiz tebrik etti beni. “Kim yazmış bu okuduğun şiiri?” diye sordu. Hatırlayamadım o anda, “annem bulmuştu şiiri; anneme sorar öğrenirim” dedim. Yatmadan önce sorayım anneme. Tatyana dedi ki bana, “biz de karıncalara şeker verelim çay kaşığında.” Yarın birer çay kaşığı ve bir avuç toz şeker getireceğiz yanımızda. Tenefüslerde bahçeye çıkıp karınca arayacağız Tatyana`yla…
-Cuma-
Annem, evimizdeki çiçekleri sularken şarkılar söylüyor Barış; uzunca bir süredir bilmediğim dillerde şarkılar söylüyor annem. Sordum bugün anneme, “anne, sen hangi dillerde şarkılar söylüyorsun?” dedim. “Bir çok dilde” dedi, “Kürtçe, Rumca, Ermenice”…“Sen nasıl öğrendin bu dilleri?” diye sordum. “ Keşke öğrenebilseydim, yalnızca şarkılar biliyorum” dedi. “Bana da öğretir misin?” dedim. “Tatyana farklı bir ülkede doğdu, farklı bir dil konuşuyordu buraya gelmeden önce. O tatlı kız Türkçe öğrenebildi. Sen Tatyana`nın en iyi arkadaşısın. Keşke arkadaşının dilinde şarkılar öğrensen “ dedi. Hak verdim anneme. Tatyana`dan bana Rusça şarkılar öğretmesini isteyeceğim…
-Cumartesi-
Bugün pikniğe gittik Barış. Toprağa uzandım boylu boyunca, çimenlerin üzerinde yuvarlandım. Üstüm başım toprak oldu. Şimdiye kadar hiç kirlenmemiştim böyle. Ne toprak var bizim mahallede, ne börtü böcek ne de çiçekler var. Tabiat Ana`ya çok uzak oturduğumuz semt ve ben ilk kez sevinçliyim bu kadar. Annem gülümsedi bana bakıp, “sen yeter ki oyna toprakla, ben sana hiç kızmam” dedi…
Babam mandalina almış pazardan. Ben pek sevmedim tadını, bıraktım tabağımda. “Bir mandalinada kaç canın, kaç işçinin emeği var, farkında mısın?” dedi babam. Diyemedim bir şey. “Mandalinayı fidanken dikenler, sulayanlar, büyümesine emek verenler,olgunlaştığında toplayanlar, nakliyesini yapanlar, hallere ulaştıranlar, pazarlara getirenler, tezgahlarında müşteri bekleyenler…” Ah Barış, ben hiç düşünmemiştim bunları. Bir daha şikayet etmeyeceğim böyle. Saksıda mandalina yetiştirebileceğimi söyledi annem. Ben çok heveslendim bunu duyunca. Yarın Tatyana`ya da söyleyeceğim. “Mandalina yetiştirelim mi saksıda?” diyeceğim. Tatyana`nın bana öğrettiği şarkıları söyleriz mandalina çiçeklerine. Annemle de paylaştım bunu. Gözleri doldu annemin…''
İçimdeki başka bir dünya var.
Barış, başka bir dünya mümkün mü dersin…
Teşekkürler Barış, dünya insanoğludur ve dünya insanla vardır.
”Eğer savaşlara, işgallere karşı duyuyorsam, bunun birçok nedeni var ancak en önemlisi, insan medeniyetinin kendiliğinden gelişen, son derece bireysel olan ve zengin bir şekilde farklılaşan birçok başarısının bu karanlık güçlere kurban gitmesidir. Büyük basitleştirmelerden nefret ediyorum. Kalite ve taklit edilemez ustalık anlayışı ile biricikliğe ise hayranım.”
Farklı ırklara, uluslara, dillere, davranışlara ve bakış açılarına sahip insanların var olmaları bu dünyanın döngüsüne en büyük armağandır diye düşünüyorum.
Her şekil ve renkten farklılığın bu güzel dünyamızda uzun yıllar yaşamasını diliyorum.

Olcay Kasımoğlu

Doğruları Gelecek Söyleyecek

Bazen anlamak hoşumuza gitmiyor. Anladığımız şeyleri değiştirmeyince ruhumuzun ayarı bozuluyor. Sadece büyümüş bedenlerin içinde kendimize gizli saklı yaşıyoruz, yüreğimiz üşüyor, ne garip değil mi ?
Aslında hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır.
Başımıza gelen her şeyle, onlara verdiğimiz tepki ve yanıt arasında geniş bir hareket alanı vardır…
İnsan; birey olmayı başaramayınca; ne anlamı kalır özgürlüğe inanmanın, geleceğe dair umutlar beslemenin. İnsan kendine kısır olunca; hayatla, insanlarla, kırık ve bağlantısız oluyor…
Yaşamımızın her alanı, ilişkilerimiz, bize kim olduğumuzu hatırlatmak adına ışık tutarken; yaşamımıza hakim olan düşünce tarzlarımız, davranışlarımız, inançlarımız,duygularımız, tepkilerimiz; bizim yaşam üzerinde ki rollerimizi de belirleyici kılar.
Çünkü yaşam tek düze değildir, her şey birbiriyle ilişkilidir. Gök ve yer, hava ve su, her şey ancak bir şeydir; birlikte olmadıkları yerde, yalnızca tamamlanmamış bir eser vardır.
Bizler, kimliği sadece insan olanlar; yaşam tek ve biriciktir.
Emeğin hiç bir zaman sorgulanmadığı bir yaşam ve sağlıklı sevgi anlayışıyla büyümek, ahlaki olgunluğa erişmek, iyiliğin, sevginin parçamız olduğunu bilmek, insanın asıl doğasına ait tüm özellikleri unutmadan, varoluşumuzun, özümüzün güzelliklerinden utanmadan yaşama yürümek, yaşamı değerli ve anlamlı kılıyor.
Bunun yanında, yaşadığı toplumda,toplumsal olaylara kayıtsız kalan ”Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışıyla hayatına devam eden, yıkıma,kıyıma, hırsızlığa,adaletsizliğe karşı kayıtsız kalarak, kendi varlığını kutsayan ne çok insan var.
Bununla birlikte, egemenlerin, kendi şahsı çıkarlarını korumak için ”şiddeti, savaşı ve insan açlığını” gizliden gizliye desteklemelerine omuz veren o kadar çok, yoksul ve fakir insan var ki yeryüzünde, şaşkınlıkla izliyorsun.
Dünya yüzünde birbirine düşman halklar yaratılarak, egemenlerin amaçlarına hizmet için suni gündemler yaratılırken, bu oyunda oyunlarına piyon olanları, hangi kefeye koyacağını şaşırıyorsun.
Kadınların, çocukların ve savunmasızların, siyasetin malzemesi olmalarına göz yuman sanatçıların pişkinliğini hayretler içerisinde izliyorsun. Sanat ve sanatçının yeniden tanımlanması gerektiğini düşünüyorsun..
Emek ve sermaye çelişkisinin gerçekliğine suskun kalamayız söylemleriyle, kendilerinin varlığını tanımlayan sendikaların; sistemin sözcüsü kesilmelerini, çelişkilerle dolu bir sinema filmi gibi izliyorsun.
Oysa, emeğin özne olduğu, sınıfsız bir yaşamın mümkün olduğu bilinciyle ” Dünya herkese yeter” anlamının içtenliğiyle, egemenlerin oyunlarına hayır diyen emeğin, adaletin temsilcisi sendikalar, akıl ve sağduyunuz gaz odalarına mı hapsedildi ?
Üreterek yaşamlarını anlamlandıran, sadece kendisi için değil herkes için ”daha güzel, eşit, adil, özgür” bir yaşam kurmak için mücadele eden, haklıdan yana tavır alanlar;
sorgulamadan inanmanın, anlamadan yorumlamanın, araştırmadan bilmeden ahkam kesilmenin bütün olumsuz taraflarını ret ederken, her cacığa nane olanlar, hangi cenneti istersiniz ?
İnsanların, sağlıksız çalışma koşullarında ölmesine; kaderdir, yazgıdır denilmesini reva görenler,bu dünyada neyin şahitliğini yaparsınız ?
Ölümün, vurdumduymazlığın,toplumsal tükenişin tavan yaptığı toplumlarda; körü körüne bir şeye inanmak, onu haklı ve ahlaklı yapmaz.
Albert Camus’nün Veba kitabında” toplumsal tükeniş tasviri” 3. bölümünde şunları yazar;
“Belleksiz, umutsuz, yaşanılan anın içindeydiler. Aslında zaten her şey onlar için yaşadıkları an demekti. (…) Başka bir deyişle artık seçecekleri bir şey kalmamıştı. Veba bütün değer yargılarını ortadan kaldırmıştı. Bu da en çok, insanların giydikleri elbiselerin kalitesinden ya da satın aldıkları yiyeceklerle hiç ilgilenmeyişlerinden belli oluyordu. Her şeyi olduğu gibi, bütünüyle kabul ediyorlardı. (…) Vebanın kurduğu düzeni kabul etmişlerdi. Etkisi kuvvetlendikçe, o ölçüde de bayağılaşıyordu. Artık içimizde büyük duygular yok olmuştu. Herkes en monoton duygularla yaşamaktaydı. (…) Değişmişti, veba onda bütün kuvvetiyle inkar etmeye çalışsa da, gene de şiddetli bir azap halinde sürüp giden bir KAYITSIZLIK yaratmıştı.”
Kayıtsızlık, akıl sağlığının ve sağ duyunun yitirilmesine yol açarken, insanlar kendi hayatlarına sahip çıkmadıkları sürece, siyasi iktidar değişikliğiyle var olan hiçbir şey değişmeyecektir.
O zaman
Eğitimde fırsat eşitliğinin, sağlığın, doğuştan sosyal bir hak olduğu ve yasalar önünde herkesin eşit olduğu bilinciyle, bilinçli çocuklar yetiştirmeliyiz. Yetişmeli ki, evrensel hürriyetin, özgürlüğün ve en önemli sanatın, yaşamak sanatı olduğunu kavrayabilsinler.
Kul-efendi ilişkisi olmadan, tek başına birey olmanın dinamiğini içselleştirebilsinler.
Yoksa bencil, mazoşist, akıl ve ruh sağlığı tamamlanmamış, tamamlanamamış insanlar tarafından yönetilen toplumların koyunları oluruz. Buda kaçınılmaz sonu ”kayıtsızlığı ve vurdumduymazlığı” yaşam biçimimiz kılar.
Hiç bir şey insan hayatından daha kutsal değildir. Buna kalben inanan ve yaşayan insanlardanım. Hiç kimsenin yaşam hakkına, hukukuna zulüm etmeden yaşamlar büyütmek için hanlara, vaatlere, içi boş söylemlere, şatolara ihtiyacımız yok.
Nereden gelirse gelsin her türlü şiddet, insan vicdanını rahatsız etmeli
Şiddetin her türlüsüne karşıyım, kayıtsızlık da bir şiddettir. İnsanlar acı çekerken, bundan rahatsız olmuyorsan, kötülüğü yapandan ne farkın var.?
İnsan olmak onurdur, onurlu olmak insan olmaktır.
Yaşatmak, yaşamak bir değerse, duyarlılık da bu sürecin tamamlayıcısıdır.
Hayatın yerleşikliği ne kadar kök salarsa, bağlandığımız şeyler de o kadar artıyor.
Güvenlik adına sunulan banka kartları, statükoyu koruma uğruna ertelenen hayatları sözde korumaya çalışırken; daha çok kayıtsızlık, güvensizlik, gelecek korkusu siniyor ruhlarımıza.
Kitabı (okumayı) sevmeyen, dinlemeyi bilmeyen, saygısız, bencilliği özgüven zanneden, her şeyden şikayet eden, hiçbir sorunu çözmeye çalışmayan, en ufak bir engelde yelkenleri indiren insanlar beni rahatsız ediyor.
Halen, ırksal söylemlerle, kadının namusunu; kıyafetle, cinsellikle tanımlayanlarla, cinsiyet söylemleri üzerinden kendine pay çıkarmaya çalışanlarla, geçmişiyle yüzleşmeyenlerle, dini siyası bir propagandaya çevirenlerle neyi, nasıl çözebiliriz?
Kaldı ki, İnsanların ortak değerlerinin örselendiği yerde, evrensel bir hürriyetten bahsedilemez.
Kendine ayna olmayan, başkasına ayna olamaz.
İnsanın, akıl ve vicdanı beraber çalışıyorsa, iç iradesi güçlü ve yaşamı insanca paylaşıyorsa, duyarlılık gerçekten büyük bir lezzettir.
Gerçekçi olmak zorundayız, kitleler “ sürüleştikçe” sonu gelmez bu acıların.Tıpkı bir ping pong maçına döner ve biz kendimizi top yerinde buluruz.
Bu uyuşukluğu, bu kayıtsızlığı sarsacak, yeniden politik hareketliliği sağlayacak bilinç ve eylemliliklere gereksinimiz var.
Eğer farkında ve fark yaratanlardan olabilirsek, sıradanlığın ötesinde hayatımıza bir değer, varlığımıza bir anlam katabiliriz.
Bu çocuklarımızın geleceği için, ortak değerlerimiz için, kendi beden ve ruh sağlığımız için şart.

''Söylediğinizi Sandığınız/Söylediğiniz''

''Anlamak istediği/ anladığını sandığı''
Günlük hayatta, iletişim içinde olduğumuz insanlarla bir çok olay yaşarız. Kimisiyle birlikte çalışır , kimisiyle sadece selamlaşma şeklinde münasebetlerimiz olur. Bazılarıyla da dertlerimizi, sevinçlerimizi paylaşır, hayallerimizi, isteklerimizi anlatırız. Dostluğu, arkadaşlığı, kardeşliği, sırdaşlığı paylaşırız.
Bütün bu duygular kendiliğinden oluşmaz. İletişimin sağlıklı ve sağlam zemin oluşturması için ”Güven” kavramı çok önemlidir, insanının altı vasfını da bildirmektedir.
İnsanın karakterinde; mütevazılık, sadakat, hoşgörü, hakkaniyet, cesaret, sabır, çalışkanlık, sadelik gibi üstün vasıflar varsa, bunlar insanda güven uyandırır. Fakat bunların bir insanda olması tek başına yeterli değil önemli olan insanlarla iletişim kurabilmek ve bu meziyetleri yaşatabilmektir.
Bunun için de yaşamı deneyimlemek ve içselleştirmek önemlidir. İletişimin de kendi içinde yasaları vardır,
1. En önemlisi açık iletişimdir.
Kişilerin duygu ve düşüncelerini açabilmesi için o kişiyle olan yakınlık, samimiyet ve güven derecesi arasında yakın bir ilişki vardır.
Bir insanın karşısındakine güven duyabilmesi ise zaman içinde gerçekleşir.
Açık iletişimde duygu ve düşüncelerde samimi olmak çok önemli ve her şey karşı taraftan beklenmemeli. 
Çünkü, açık iletişimin riskleri de vardır.
Yaşamımızda ki bütün başarılar, az çok riskli davranışlara dayanır. Buna rağmen karşımızdakine güvenir ve değer verirsek o da güven duyar ve değer verir.
Kişinin gerçekleri öğrenmesi ve düşündüklerini gerçekleştirmesi için yapılan bütün atılımlar açık olma riskini kabullenmeye bağlıdır.
Güven sağlamanın sırrı budur, insanlarla iç içe ve samimi olmak; kendini insanlardan bir insan olarak görmek, bütün egoları, meziyetsiz meziyetleri siler temize çeker. 
Birde açık iletişimde açık sözlü olmakla patavatsız olmayı birbirine karıştırmamak lazım.
Herkese sevgi, saygı ve samimiyetle muamele etmek  gerekir.
İnsanlardan ne beklediğimizi kesin olarak belirtirsek, İnsanlar kendilerini güvenli hissederler, canla başla çalışırlar ve o zaman yapamayacakları bir şey yoktur.
2. Düşüncelerimizi paylaşmak  güveni artırır.
İnsanlarla ortak paydaları paylaşmak ve yapılması gerekeni birlikte yapmak güveni artırıcı bir davranıştır. İnsanların eşit haklara sahip olduğu inancını besleyen insanlar ; birlikte yaşadıkları, beraber çalıştıkları insanlarla aralarına uçurumlar koymazlar. 
Ulaşılabilir, paylaşılabilir bir anlayışla işlerini ve görevlerini icra ederler ve daha rahat iletişim kurarlar. Kendi düşünce ve duygularını, işini, görevlerini başkasıyla daha rahat paylaşırlar. Buda güven duygusunun oluşmasında en etkili yollardan biridir.
3. Etkili iletişim kurmanın yollarından biride  ”anlamak için” yargılamadan dinlemek gerekir.
Dinlemesini bilen insan sorunların tespiti ve çözümünde daha az hata yapar. Dinleyerek daha iyi gözlemler yapar, farklı bakış açıları edinir. 
Önyargıdan uzak objektif kararlar verebilir, problemlere yeni çözüm yolları bulur.
İnsan kendi iç sesini dinlediği zaman, başkalarının sesine de derinlik kazandırır, empati yeteneğini geliştirir. Başkalarını duygu ve düşüncelerine, kim olduğuna ve neler yaşadığına daha derinlemesine yaklaşır. 
Kendimizi dinlediğimizde güçlü ve zayıf yanlarımızı keşif ederiz böylece başkalarının da artı ve eksilerine yaklaşım tarzımız değişir. Daha insanı bakış açıları kazanırız.  Dinlemek öze inmektir bakılan ama görünmeyenlere dokunmaktır. Karşımızda ki insanlara gönül gözüyle dokunduğumuzda biz onun en yakını oluruz.
İnsanların duygularını anlamak, kendimize olan güveni artırdığı kadar, başkalarının da bize güven duymasına neden olur.
İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman ise daha dikkatli ve özverili oluruz. Başkalarının duygularını örselemeden onları anlamaya çalışırız. Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman, evren de bizi dinler.
4. İletişimin en önemli ayaklarından biride; anlaşılır olmak.
Dünya yeterince karışık, gelin anlaşılır ve tutarlı olalım. Birlikte olduğumuz insanlar kendilerini güvende hissetsinler. Anlaşılır olmak, hayatta yeni fikirlere açık olmayı kolaylaştırır. Ayağı sağlam basan birinden kim etkilenmez ki, kim güvenmez ki !
Sağlam ve anlaşılır olmak, insanların güvenle bir arada çalışmalarını, risk almalarını ve kendileri olmalarını sağlar.
Anlaşılır ve tutarlı olmak karşımızda ki insanlara rahatlık hissi verir, güven duygusu sağlar, sağlıksız ilişkilerin oluşmasına izin vermez.
Olaylara, insanlara bakış açımız; seçenekleri görmemize, değişmemiz gerektiğinde kendimizi ”güncellememize” yardım edecektir.
Kendimize karşı açık, sade, duru olmak  ‘ her zaman kendimizi İfade etmemizde’ gereksiz olanların elenmesine yardım eder.
Para, güç vb. uğruna dünyanın bir çok yerinde, onca insanın katledildiği bir zamanda;
Duygularımızda samimi ve içten olalım. Ne kadar ayrı fikirlerde olursak olalım, insanları birleştiren duygulardır….
Akraba, sevgili, eş veya arkadaş olarak, bir insanı ne kadar severseniz sevin, sağlıklı bir ilişkinin ancak; özen, samimiyet, dürüstlük ve saygı ile kurulup yaşatılabileceği gerçeğini unutmadan, sevginin direngen ruhuyla sarılalım yaşama ve sevginin gücüne..Hiç bir şey insandan daha değerli değil !..