Translate

22 Aralık 2018 Cumartesi


 SUYUN AYAK SESİ

Annemin sessiz geceleri için!
Kaşan şehrindenim
Fena sayılmaz halim,
Bir lokma ekmeğim var, biraz aklım,
İğne ucu kadar da zevkim.
Annem var, ağaç yaprağından daha güzel,
Dostlar, akan sudan daha iyi
Ve Allah, burada yakındadır,
Şebboylar arasında, uzun çamın altında
Suyun bilincinde,
Bitkilerin kanununda.
Ben müslümanım.
Kıblem bir kırmızı güldür,
Namazlığım bir pınar,
Mührüm ışıktır,
Ova seccadem.
Penceremi titreştiren ışık ile abdest alırım.
Namazımın içinden ay geçer, tayf geçer,
Namazımın bütün zerreleri billurlaşır,
Namaz kaybolur taş görünür,
Rüzgâr, selvilerin üstünde ezan okuduğunda,
Namaz kılarım ben.
Otların tekbirinden sonra,
Denizdeki dalganın kamedinden sonra
Namaz kılarım.
Kâbem su kıyısında,
Kâbem akasyaların altındadır.
Kâbem bir esinti gibi bahçeden bahçeye,
Şehirden şehre gider.
Hacerülesvetim bahçenin aydınlığıdır.
Kaşan şehrindenim.
İşim resim yapmaktır.
Bazen bir kafas boyar,
Size satarım.
Orda mahpus çayırkuşu, sesiyle
Yalnız gönlünüzü tazelesin diye.
Bu bir hayal, bu bir hayal, …
Biliyorum,
Tuvalim cansızdır,
İyi biliyorum,
Çizdiğim havuz balıksızdır.
Kaşan şehrindenim.
Soyum belki
Hint’de bir bitkiden gelir,
Belki “Sialk” toprağından yapılmış bir çömlekten,
Soyum belki de
Buharalı bir fahişeden gelir.
Babam, kırlangıçların iki kere gelmelerinden önce,
İki kardan önce
Babam terastaki iki uykudan önce,
Babam zamanlar önce ölmüştü.
Babam öldüğü zaman, gökyüzü maviydi.
Annem birden kalktı uykudan, kızkardeşim güzelleşti
Babam öldüğü zaman, bekçilerin hepsi şairdi.
Kaç kilo kavun istiyorsun? Diye sordu manav bana.
Sordum: Gönül hoşluğunun gramı kaça?
Babam ressamdı
Saz yapar, saz çalardı.
Üstelik iyi bir hattattı.
Bahçemiz bilginin gölgesindeydi.
Bahçemiz duyguyla bitkinin karıştığı yerdi.
Bahçemiz bakışın, aynanın ve kafesin kesiştiği noktaydı.
Bahçemiz belki de yeşil saadet çemberinin bir parçasıydı.
Tanrının ham meyvasını çiğniyordum o gün uykuda,
Suyu felsefesiz içiyor,
Dutu, bilgisiz topluyordum.
Nar dalında yarıldığında,
Elim tutkudan bir şadırvan olurdu.
Çayırkuşu şakıdığında,
Gönlüm dinleme hazzıyla yanardı.
Kâh yalnızlık, yüzünü camın arkasına dayar,
Kâh heyecan, elini duygunun boynuna dolardı.
Düşünce oyun oynardı.
Bayram yağmuru gibi bir şeydi yaşam,
Sığırcıklarla dolu bir çınar.
Işık ve taşbebek alayıydı yaşam,
Bir kucak özgürlük idi,
Yaşam, musıki havuzuydu o zaman.
Çocuk yavaş yavaş uzaklaştı yusufçuklar sokağından.
Kendi yükümü bağlayıp,
Hafif hayallerin şehrinden çıktım,
Yüreğim yusufçuk gurbetiyle dolu.
Ben dünya misafirliğine gittim.
Ben sıkıntı ovasına,
Ben irfan bağına,
Ben bilim ışığının balkonuna gittim.
Dinin basamaklarını çıktım.
Şüphe sokağının sonuna kadar,
Gönül doygunluğunun serin havasına,
Islak sevda akşamına kadar.
Ben birini görmeye gittim,
Aşkın öbür ucuna
Gittim, gittim kadına kadar,
Lezzet ışığına kadar,
Tutkunun sessizliğine,
Yalnızlığın kanat sesine kadar.
Yer üstünde neler gördüm:
Bir çocuk gördüm ay kokluyordu.
Kapısız bir kafes gördüm,
İçinde, aydınlık kanat çırpıyordu.
Bir merdiven gördüm,
Üzerinde aşk melekler âlemine çıkıyordu.
Bir kadın gördüm, havanda ışık dövüyordu.
Öğle, onların sofrasında ekmekti,
Sebzeydi, şebnem tepsisiydi,
Sıcak sevda kâsesiydi.
Bir dilenci gördüm, çayırkuşundan bir şarkı için,
Kapı kapı dolaşıp, dileniyordu.
Bir çöpçü, kavun kabuğuna secde ediyordu.
Bir kuzu gördüm, uçurtmayı yiyordu.
Bir eşek gördüm yoncayı anlıyordu.
“Nasihat” otlağında bir inek gördüm, doymuştu.
Bir şair gördüm, konuşurken bir zambağa “siz” diyordu.
Bir kitap gördüm, kelimeleri billurdan.
Bir kâğıt gördüm, ilkbahardan.
Müze gördüm yeşillikten uzak,
Cami gördüm sudan uzak.
Umutsuz bir fakih gördüm,
Başucunda sorularla dolu bir testi vardı.
Bir katır gördüm yazı ile yüklü.
Bir deve gördüm, “nasihat ve misal”in boş sepetiyle yüklü.
Bir arif gördüm “ya hu” ile yüklü.
Aydınlık götüren bir tren gördüm,
Fıkıh götüren bir tren gördüm,
Nasıl da yavaş gidiyordu.
Siyaset götüren bir tren gördüm,
(ne de boş gidiyordu)
Nilüfer tohumları ve kanarya şarkıları götüren
bir tren gördüm,
ve bir uçak, binlerce metre yüksekteyken
Penceresinden toprak göründü;
Hüthüt kuşunun tepeliği,
Kelebek kanatlarının benekleri,
Kurbağanın havuzdaki aksi,
Ve yalnızlık sokağından bir sineğin geçişi.
Bir serçenin çınardan yere indiğindeki arayış.
Ve güneşin ergenliği,
Ve oyuncak bebeğin sabah ile kucaklaşması
Basamaklar şehvet serasına gidiyordu.
Basamaklar içki mahzenine iniyordu.
Basamaklar kırmızı gülün fesat kanununa
Ve hayat matematiğinin anlamına
Basamaklar aydınlanmanın damına,
Basamaklar tecelli kürsüsüne gidiyordu.
Aşağıda, annem,
Nehrin hatırasında çay bardaklarını yıkıyordu.
Şehir görünüyordu:
Büyüyen çimento, demir, taş geometrisi,
Güvercin taşımayan yüzlerce otobüs.
Çiçekçi çiçeklerini mezata götürüyordu.
İki yasemin ağacı arasına,
Salıncak kuruyordu bir şair,
Çocuğun biri okul duvarına taş atıyordu.
Bir diğeri erik çekirdeğini,
Babasının renksiz seccadesine tükürüyordu
Ve bir keçi haritadaki “Hazar”dan su içiyordu.
Çamaşır ipi göründü, sallanan bir sutyen.
Bir at arabasının tekerleği, atın durmasına hasret,
At, arabacının uykusuna hasret,
Arabacı ölüme hasret.
Aşk göründü, dalga göründü.
Kar göründü, dostluk göründü.
Kelime göründü.
Su göründü, eşyaların sudaki aksi…
Kanın sıcaklığında, hücrelerin serin gölgeleri.
Hayatın rutubetli tarafı.
Sıkıntılı Doğu insanının yaratılışı.
Kadın sokağında serserilik mevsimi.
Mevsim sokağında yalnızlık kokusu.
Yazın eli bir yelpaze gibi göründü.
Tohumun çiçeğe,
Sarmaşığın evden eve,
Ayın, havuza yolculuğu,
Hasret çiçeğinin topraktan fışkırışı.
Körpe asmanın duvardan dökülüşü.
Şebnemin uyku köprüsü üstüne yağışı.
Neşenin ölüm hendeğinden atlayışı.
Sözün ardında geçen hadise.
Bir pencere ile ışığın savaşı.
Bir basamak ile güneşin büyük ayağının savaşı.
Yalnızlık ile bir şarkının savaşı.
Armutlar ile boş bir sepetin güzel savaşı.
Nar ile dişlerin kanlı savaşı.
“Naziler” ile naz çiçeğinin sapının savaşı.
Papağan ile güzel konuşmanın savaşı.
Alın ile soğuk mührün savaşı.
Camideki çinilerin secdeye saldırışı.
Sabun köpüğünün yükselmesine rüzgârın saldırışı.
Kelebek ordusunun “ilaçlama” programına
Yusufçuk alayının kanal işçilerine saldırışı.
Kamış kalem taburunun kurşun harflere saldırışı.
Kelimenin şairin çenesine saldırışı.
Bir devrin fethi, bir şiir eliyle,
Bir bahçenin fethi, bir sığırcık eliyle,
Bir sokağın fethi, iki selam eliyle,
Bir şehrin fethi, üç dört tahta süvari eliyle,
Bir bayramın fethi, iki oyuncak bebek ve bir top eliyle.
Bir çıngırağın katli, ikindi yatağının başında,
Bir hikâyenin katli, uyku sokağının başında,
Bir hüznün katli, bir şarkı emriyle,
Ayışığının katli, neonların emriyle,
Bir söğüdün katli, devlet eliyle,
Bir umutsuz şairin katli, bir kar çiçeği eliyle.
Yeryüzü tümüyle belirdi:
Yunan sokağında düzen gidiyordu.
Başkuş “Babil bahçelerinde” ötüyor,
Rüzgâr, Hayber yamacından, doğuya
Tarihin çer çöpünü sürüklüyordu.
Durgun “Negin” gölünde bir kayık çiçek götürüyor,
Benares’te her sokağın başında ebedi ışık yanıyordu.
Halklar gördüm.
Şehirler gördüm.
Ovalar, dağlar gördüm.
Suyu gördüm, toprağı gördüm.
Işık ve karanlık gördüm.
Bitkileri ışıkta ve bitkileri karanlıkta gördüm.
Hayvanları ışıkta ve hayvanları karanlıkta gördüm.
Ve insanı ışıkta ve insanı karanlıkta gördüm.
Kaşan şehrindenim
Ama, benim şehrim değil Kaşan.
Benim şehrim kayboldu.
Telaşla ve pür heyecan,
Gecenin öbür tarafına bir ev yaptım.
Ben bu evde,
Kimsenin adını bilmediği nemli otlara yakınım.
Bahçenin nefesini duyuyorum.
Ve karanlığın sesini bir yapraktan düştüğünde.
Ağacın arkasında aydınlığın öksürük sesini.
Her taşın deliğinde suyun aksırığını.
Baharın çatısında kırlangıcın sesini.
Ve açıp kapanan yalnızlık penceresinin saf sesini.
Ve müphem aşkın deri değiştirmesinin temiz sesini.
Kanatta uçmak zevkinin toplanmasını,
Ruhun kendi kendini tutarken çatlamasını.
Ben tutkunun adımlarını duyuyorum.
Ve damardaki kan kanununun
Ayak sesini duyuyorum.
Güvercinler kuyusunda seher çırpıntısı
Cuma gecesinin kalp çarpıntısı,
Düşüncede karanfil çiçeğinin akışı
Hakikatin, uzaktan saf kişnemesi.
Ben uçuşan maddenin sesini duuyorum.
Ve coşku sokağında inanç ayakkabısının sesini.
Ve aşkın ıslak gözkapakları üstündeki,
Ergenliğin hüzünlü musıkisi üstündeki,
Nar bahçelerinin türküsü üstündeki yağmurun sesini.
Ve gece içinde neşe şişesinin kırılmasının,
Güzelliğin kâğıt gibi parçalanmasının
Gurbet kâsesinin rüzgârdan dolup boşalmasının sesini.
Ben dünyanın başlangıcına yakınım.
Çiçeklerin nabzını tutuyorum.
Suyun ıslak kaderine,
Ağacın yeşil olma adetine aşinayım.
Ruhum nesnelerin tazeliklerine akar,
Benim ruhum, gençtir.
Ruhum bazen heyecandan kekeler,
Benim ruhum, işsizdir:
Yağmur damlalarını, duvardaki tuğlaları sayar,
Ruhum bazen yol ağzında duran bir taş gibi gerçektir.
Ben birbirine düşman iki çam görmedim,
Gölgesini yere satan bir söğüt de görmedim
Karaağaç kovuğunu bağışlar kargaya.
Nerde bir yaprak varsa, içim açılır.
Afyon çiçeği yıkadı beni varoluşun selinde.
Bir böcek kanadı gibi, seherin ağırlığını biliyorum.
Bir saksı gibi ,yeşermenin musıkîsini dinliyorum.
Bir sepet dolusu meyva gibi,
Olgunlaşmak için sabırsızlanıyorum.
Uyuşukluk sınırında bir meyhane gibiyim.
Deniz kenarında bir bina gibi,
Ebedi dalgalardan endişeliyim.
İstediğin kadar güneş, istediğin kadar bağlılık,
İstediğin kadar çoğalma.
Ben bir elmayla hoşnutum,
Ve bir papatyanın kokusundan.
Ben bir ayna, bir saf bağlılıkla yetiniyorum.
Bir balon patlasa, gülmüyorum,
Bir felsefe ay’ı ikiye bölerse, gülmüyorum.
Ben bıldırcın tüylerinin sesini tanıyorum,
Toy kuşunun karnındaki renkleri,
Dağ keçisinin ayak izlerini.
Nerde ravent yetişir, iyi biliyorum.
Sığırcık ne zaman gelir, keklik ne zaman öter,
Şahin ne zaman ölür,
Çölün uykusunda ay nedir,
Tutku sapındaki ölüm.
Ve sevişmenin ağızda bıraktığı ahududu lezzeti.
Yaşam hoş bir adettir,
Yaşamın ölüm genişliğinde kanatları vardır,
Aşk kadar sıçrayabilir,
Yaşam, alışkanlık rafına kaldırıp
Unutulacak bir şey değildir.
Yaşam elin çiçek koparma isteğidir.
Yaşam turfanda siyah incirdir,
Yazın ağzında buruk bir tat.
Yaşam böceğin gözünde ağacın boyutudur.
Yaşam yarasanın karanlıktaki tecrübesidir.
Yaşam bir göçmen kuşun gariplik duygusudur.
Yaşam uykunun dönemecinde bir tren düdüğüdür,
Yaşam uçak penceresinden bir bahçeyi görmektir.
Füzenin uzaya fırlatıldığı haberi,
Ayın yalnızlığına dokunuş,
Başka bir gezegende çiçek koklamak fikri.
Yaşam bir tabak yıkamaktır.
Yaşam sokakta bir metelik bulmaktır.
Yaşam aynanın “karesi”dir.
Yaşam çiçek “üstü” sonsuzdur.
Yaşam yer “çarpı” yüreğimizin çarpıntısıdır.
Yaşam basit ve eşit nefesler geometrisidir.
Nerede olursam olayım
Gökyüzü benimdir.
Pencere, fikir, hava, AŞK, yeryüzü benimdir.
Ne önemi var
Bazen büyürse
Gurbet/in mantarları?
Bilmiyorum, neden
“At soylu hayvandır, güvercin güzeldir.” derler?
Ve neden hiç kimse yarasayı kafese koymuyor.
Yoncanın ne eksiği var kırmızı laleden.
Gözleri yıkamalı, başka türlü görmeli.
Kelimeleri yıkamalı.
Kelime rüzgâr olmalı, yağmur olmalı.
Şemsiyeleri kapatmalı.
Yağmur altında yürümeli.
Düşünceleri, hatıraları yağmur altına getirmeli.
Şehir bütün halkıyla yağmur altına gitmeli.
Dostu yağmur altında görmeli.
Aşkı yağmur altında aramalı.
Yağmur altında bir kadınla sevişmeli.
Yağmur altında oyun oynamalı.
Yağmur altında yazmalı, konuşmalı, nilüfer dikmeli.
Yaşam sürekli ıslanmaktır.
Yaşam “şimdi” havuzunda suya girmektir.
Çıkaralım giysileri:
Suya bir adım var.
Aydınlığı tadalım.
Bir köy gecesini, ahunun uykusunu tartalım.
Leylek yuvasının sıcaklığını hissedelim.
Çimenlerin kanununu çiğnemeyelim.
Bağbozumunu tadalım.
Ve eğer ay çıkarsa ağzımızı açalım
Ve gecenin uğursuz olduğunu söylemeyelim.
Ateş böceğinin bahçenin bilgeliğinden
Yoksun olduğunu sanmayalım.
Sepeti getirelim
Biraz kırmızı biraz yeşil toplayalım.
Sabahları ekmekle ebegümeci yiyelim.
Her sözün başında bir fidan,
İki hecenin arasında sessizlik tohumu ekelim.
İçinde rüzgâr esmeyen kitabı okumayalım,
Ve içinde ıslak şebnem yüzeyi olmayan kitabı
Hücreleri canlı olmayan kitabı okumayalım ve
Sineğin tabiatın parmağından uçmasını istemeyelim.
Ve panterin yaratılış kapısından dışarı çıkmasını.
Ve eğer solucanlar öldüyse,
Yaşamda bir şeyin eksildiğini bilelim.
Eğer ağaçbiti yoksa, ağaç kanunları zarar görmüştür.
Ve eğer ölüm olmasaydı, neyin peşine koşacaktık.
Ve eğer ışık olmasaydı, uçuşun mantığı değişecekti.
Ve mercandan önce
Denizlerin düşüncelerinde boşluk vardı.
Ve nerdeyiz diye sormayalım,
Hastahanenin taze çiçeklerini koklayalım.
Ve geleceğin fıskiyesi nerde diye sormayalım,
Ve neden hakikatın kalbi mavidir diye
Ve dedelerimizin esintileri nasıl, geceleri nasıldı
Diye sormayalım.
Geçmiş artık canlı değil.
Geçmişte kuş şakımıyor.
Geçmişte rüzgâr esmiyor.
Geçmişte çamın yeşil penceresi kapalı.
Geçmişte bütün kâğıt fırıldakların yüzü tozlu.
Geçmişte tarihin yorgunluğu kaldı.
Geçmiş dalganın hatırasında,
Sahile vurmuş hareketsiz soğuk sedeflerdir.
Deniz kıyısına gidelim,
Sulara ağ atalım,
Suların tazeliğini çekelim.
Yerden bir çakıl taşı alıp,
Varolmanın ağırlığını hissedelim.
Eğer ateşimiz çıkarsa ayışığına söylenmeyelim.
(Bazen ateşim varken ay’ın aşağı indiğini görürüm,
Elimin melekler katına eriştiğini,
İspinozun daha iyi öttüğünü.
Ayağımdaki yara,
Yerin inişli çıkışlı olduğunu öğretti bana.
Çiçeğin hacmi kaç misline çıktı, hasta yatağımda,
Daha da büyüdü turuncun çapı, fenerin ışığı)
Ve ölümden korkmayalım,
(ölüm güvercinin sonu değildir.)
Bir cırcır böceğinin ters dönmesi ölüm değildir.
Ölüm akasyanın aklından geçer.
Ölüm düşüncenin güzel ikliminde yaşar.
Ölüm köy gecesi derinliğinde sabahı anlatır.
Ölüm üzüm salkımı ile gelir ağzımıza.
Ölüm gırtlağın kızıl hançeresinde fısıldaşır.
Ölüm kelebek kanatlarındaki güzellikten sorumludur.
Ölüm bazen reyhan koparır.
Ölüm bazen votka içer.
Bazen gölgede oturur ve bize bakar.
Ve hepimiz lezzetin ciğerinin,
Ölüm oksijeni ile dolu olduğunu biliriz.
Çitlerin arkasında yaşayan sesi var kaderin
Yüzüne kapıyı kapatmayalım.
Perdeyi açalım:
Bırakalım duygular soluk alsın.
Bırakalım ergenlik her ağacın altında yuva kursun.
Bırakalım içgüdü oyun oynasın.
Yalınayak mevsimlerin peşinde,
Çiçeklerin üstünde uçsun.
Bırakalım yalnızlık,
Türkü söylesin,
Birşeyler yazsın,
Sokaklara çıksın.
İçten olalım.
İçten olalım,
Bankada da bir ağacın altında da içten olalım.
Bizim işimiz değil kırmızı gülün sırrını anlamak.
Bizim işimiz belki de:
Kırmızı gülün büyüsünde yüzmektir.
Bilimin ötesine çadır kuralım,
Bir yaprağın cezbesiyle elimizi yıkayıp
Sofraya oturalım,
Sabah güneş doğarken doğalım,
Heyecanları serbest bırakalım,
Uzayın, rengin, sesin, pencerenin
Anlamını tazeleyelim,
Varlığın iki hecesi arasına, gökyüzünü yerleştirelim,
İçimizi ebediyetle doldurup boşaltalım,
Bilimin yükünü kırlangıçların sırtından alıp yere koyalım,
Bulutların, çınarın, sivrisineğin, yazın ismini geri alalım,
Sevdayı yağmurun ıslak basamaklarından
Yükseltelim,
Kapıyı insana ve ışığa ve bitkiye ve böceğe açalım.
Bizim işimiz belki de,
Nilüfer çiçeği ve çağımız arasında,
Hakikat şarkısının peşinde koşmak/tır.

Sohrab Sepeh


Kötü yaşarım korkusuyla, hiç yaşanmadan biten hayatlar var.
Evren hareketi sever, hiç bir şey yapmadan seyredenlere, üretmeden mazeret üretenlere bir şey katmaz.
Sığ düşünceleri bize empoze eden zihniyete ”bilgi çeşitliliğimizle, derinliğimizle” karşı çıkabiliriz.
Kalemlerimizin uçları, nar çiçeği tazeliğinde sesleniyor bize;
Ağaç ekelim, savaşlara hayır diyelim, din bezirganlarını yeryüzünden silelim.
Eğitimi cehalete teslim etmeyelim, cinsiyet ayrımcılığını yok edelim.
Vicdani hür, aklı hür eğitmenler yetiştirelim.
''Irk, din, etnik, renk, dil, cinsiyet'' bunlarda aranmaz doğruluk.
Dünya üzerinde, iyi insan kötü insan, faydalı insan faydasız insan vardır.
Öğretelim çocuklarımıza, insan değerinin etiket fiyatı olmadığını.
Farkında olmalılar; kendisinin, hayatın, olayların, sanatın ve yaşamın.
Gidişatın Farkında Olmalılar; yoksa nasıl aydınlanacak dünya ?
Çocuklarımıza, ''aydın,aydınlanmış, mutlu, sevgi dolu'' olmayı öğretelim...


Olcay Kasımoğlu
Sevgiler ayak üstü
hep aynı sessizlik
hep aynı yalan masal
ah ki ah hep aynı çıkışlar
değişmiyor melodisi
aynı yüzlerde farklı sesler
anlamıyor bendeki yürek
Aslında ben şanssızım, kadersizim diyen insanlarla, hayat aynı fikirde değildir. Hayat güçlü ve cesurları, kendi yaşam manifetosunu oluşturanları sever.
Sevgiler ayak üstü,yanlış aynalara yöneldik unutmak için öyle bir süsledik ki eksik kalan insan yanlarımızı saklı öykünmelerle örseledik hoyrat yüreklere düşen sevdalar..
Teknoloji ve insan; ekmek aslanın ağzında derken, yaşamın yolları üzerimizden birer birer kayıyor.
Kah deniz, kah kara, kah başımızın üzerinde dönüp duran gökyüzü bizimle zahir zamanı yudumluyor.
Akıl ve emekle büyük şehirler inşa ettik ama ekmek yine aslanın ağzında.
Ne kadar buluş ne kadar teknoloji o kadar sevgiler ayak üstü.
İcat ettiklerimiz yaşama kolaylık getirirken, kurulan fabrikalar insan yararına derken; ruhlar dişi çarklar arasına sıkıştı.
Fabrikalar insan aklı ve gücüyle katıldı hayata.
Oysa; ne kadar teknoloji o kadar yalnızlık düştü insan payına.
Ekmek, aslanın ağzında değil; midesinde.
Aslında çelişkilerle dolu bir denge.
İcat fazlalaştıkça, insanlar bilinçleneceğine, insan insana kul oldu.
Tersine günden güne arttı yoksulluk. Mide yoksunluğu, akıl ve duygu yoksunluğu artıkça artıyor..
Yaşamı ciddiye almak; başkalarının kendi olabilme haklarını ihlal etmeden, yaşamın her anını kuşkuya, hesaplara dökmeden ''insan olabilme coşkusuyla yaşamak'' dünyaya güzel gözlerle, yüreğin derinliğinden bakmak.
Yaşamı yedeğimde saklamak değil, yaşamı yaşanılır kılmak ve anlamlı yaşamak istiyorum diye bilmektir yaşamak.
Sadece gördüğüyle yaşamı yorumlayanlara, yaşama gereksiz anlam yükleyenlere fazla bir şey vermez.

Titrer kalemimin Ucu

"Sen hür adam; seveceksin denizi her zaman...” demişti Baudelaire.
“Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum dalgalar...” demişti Rimboud.
“Ben deniz değil miyim?” diye sormuştu Seferis Sahnede şiirinde...
Yurdundan uzak bir Nazım Şiiri vardı ki; öleceksem denizde ölmek isterim, derdi hasretle, hüzünle...
Dert yanardı Ritros, “Denize bakmadan yazıyorsam eğer, titrer kalemimin ucu...” diyerek...
''Kim inkar edebilir, hepimizin bir balıkçı; hepimizin dalga, fırtına, denizyıldızı olduğunu... Hangimiz sonsuz denizlere baktığımızda denizin kucağında olmayı düşlemedik? Yaralarımıza, “ölü bir albatros olmak” istediğimizi yazmadık mı? Sevgililerimiz, bir görünüp bir kaybolan ve belki de imkansızlığını içinde taşıyan denizkızları değil miydi? Güneş bile, gömülmek için, okyanusları seçmemiş miydi?''
Zamanın akışını yumuşatmak, tüm varlıklarla genişlemek ve bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak ne güzel
Bir çuval inciri batıranlar
Aşık Veysel,
" Gözlerim görseydi, sizin gibi toprağa basar geçerdim ."demiş.
Toprağa ..taşa..ağaca ..hayvana..kısaca doğaya saygılı çocuklar yetiştirelim...
Topağın --suyun --tohumun olduğu her yerde yaşarım.
Toprağı ve tohumu iyice tanıdınsa ....gerisi hikaye..
Anetta Inselberg'in dediği gibi bir karga boku kadar bu hayata bir katkımız var mı?
Önce kendimizden başlayalım.
''Köy yerinde ikindi vakti.
Çıt yok.
Herkes susmuş, sessizlik konuşuyor.
Zaman durdu sanki.
Birden bir damlama sesi.
“Şıp…Şıp!.”
Alt mahalledeki çeşmenin musluğu bu.
Tamir edilmeli.
O arada yan arsaya bir karga kondu.
Tedirgin ama ürkek değil.
“Gakk!”
Biraz etrafı kolaçan etti.
Sağa sola baktı, yere pisledi.
Sonra kanatlandı, gitti.
Gece bir domuz girdi o arsaya.
Karganın pislediği yeri eşeledi.
Domuz eşeledikçe toprağın üstündekiler alta indi.
Aylar sonra bir fidan bitti orada.
Karganın pislediği yerde.
Yavaş yavaş büyüdü.
Dal oldu, yaprak oldu.
Ve bir ağaç oldu..
İncir ağacı.
Önce karıncalar sardı ağacı.
Sonra sinekler, sonra börtü böcekler.
En son da kuşlar.
Böcekler ağacın filizlerini, meyvalarını yedi, kuşlar böcekleri.
Alakargalar da incirleri.
Hayvanlar alemi o ağacın çevresinde bir dünya kurmuşlardı kendilerine.
Karganın pisliğiyle harcı karılan, domuzun eşelemesiyle temeli atılan bir dünya.
O yan arsada yaşam böyle süregiderken, bir insan çıktı ortaya.
Arsayı satın almış.
Önce duvarlarla çevirdi dört tarafını.
Üstünü tel örgülerle sardı.
Böylece domuzlar gelmez oldu.
Sonra börtü böcekten şikayet etti.
Etrafı zehire boğdu.
Karıncalar, sinekler, böcekler bir bir öldü.
Ardından onları yiyen kuşlar.
Sadece bir ağaç kaldı ayakta.
Hayvan mezarlığında bir incir ağacı.
Tek başına.
En son onu da kesti adam.
Oradaki hayatı bitirdi.
Bir çaval inciri bok etti!
İnsan denilen yaşam türünün bilimsel adı, Homo Sapiens.
“Düşündüğünün üstüne düşünebilen insan” demek.
O zaman düşünelim.
Herkes kendisine sorsun.
Çevreye, doğaya bir karga boku kadar katkım var mı?''
Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.

lcay Kasımoğlu
Umut kimsesiz
''Büyükler kimsenin okumadığı mektuplar yazar. Çocuklar kimsenin cevaplayamayacağı sorular sorar. Cevapsız sorulardır ki sesi sağır eder içimizi.''
Bazen de;
Büyük yenilenmeler, büyük sevdalar aynı zamanda kayıplara, hatalara da muhtaçtır.
Anlaşılmak, bütün yıkımlara rağmen geçilecek patikaların olduğunu anlatmaktır aynı zamanda.
solunarak süzülen bir ömrün bahçesinde
esin çağlayanı gibi akardı yüreğin ırmaklarına
sihriydi bütün dile gelmemiş tutkuların
oysa şimdi
tende dindi suların çağlayışı
gözlerine bağdaş kurmuş umut ışığı yok
öpüşlerden düşlerin tılsımı yolundu
artık kimseler yüreğinden ağlamıyor göze
sevginin bakışları mıhlandı çorak yüreklere
yalnızlık giyindi üşüten hoyrat rüzgarları
gülüşler gamzesiz
can bitkin yürek tutsak dil umutsuz
ısıtmıyor içimizi
köreldik yüreğimizin sesine
oyuncular arsız
seyirci umarsız
sevincin çığlıkları kısık
artık buyur etmiyor evren sinesine
içtenliğin kaleleri kuşatıldı
şefkat uyuşuk
kindarlık sinsi ateş
ilim, bilim
soysuzun tezgahında tutsak
gülüşlerin içine puştluk düşmüş
pervasızlar hakka zalim
bekleyiş çaresiz
o yanardağ misali yürekler ürkek
suskunluk kanıksanmış
cehalet azgın
kalabalıklar içinde sevdalar dalsız
uykular düşsüz kara kuru
sabahları solgun
akşamı yılgın yorgun
hain bir çağdır yaşadığımız
umutsuzum demeye dilim varmıyor
canım lime lime dökülüyor içime
döküldükçe içimdeki ses bağırıyor
ne olursa olsun
yine umut
yine sevgi
yine ayağımız nehir başımız deniz...
Olcay Kasımoğlu
     Bir Çağ Yangını Bu
Vicdanlar mühürlendikçe, yüreklerde kan damlaları. Bu dünya yalan, bu insanlar fani derken; aydınlıklar içinde, karanlığa durmuş akıl fukaraları görmüşüz. Cahillerden cehaleti görüp, teklifsiz, pervasız, işkilsiz hallerinden uzak, mesut insanlık için, bu dünya üzerinde, cahillerin yüzyıllar boyunca saflarında, haksız ve cömert yaşayan el-etek öpücülerimizi kınadık, yüz çevirdik.
Yaşamak aşkına, bilim aşkına, ekmek aşkına, emek aşkına cehaleti gömeriz zindanlara derken, bir masada oturmuş, insanlık bozan düzenbazlar, kılıçtan keskin olmuş söz, şeytana ortam hazırlar.
Dünyanın;
Aldanış çağı dediği
Su sesinin, para sesine karıştığı
Aldanışlar içinde
Konuşayım istemiştim
Bir yüreğin dilince
Şimdi dönüş yolunun
Karanlık düşüncelerinden yorgun
Aynalarda unutkan dalgın bakışlar
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin
Yitirmiş öpücükleri
Payı yok
Bir çağ yangını bu
Oysa şimdi
Yaşama inat
Gülme zamanı
Sök gözlerinden
O sinsi sinsi büyüyen kederi
O gelen sinsi aldanışları
Bu açlıktan beter kıskançlığı
Bu sana yaraşmayan öfkeyi
Ard arda kaç zemheri yaşandıysa
Hangi söz vuruyorsa taa yüreğinden
Sök göğsünün kafesinden
Sana yakışmayan bu nefreti
Yüreğinin sesini dinle
Umutsuzluk yok
Gün gelir
Gül de açar
Bülbül de öter
Herkes ettiğini bulur elbet
Dışarıda
Gürül gürül akan bir dünya
Günlerin en mavisinde
Düşlerin en mavisinde
Bir su damlasında
Çiçeklerin dilinde
Dünyalar vardır, söze dökülmeyen....
Olcay kasımoğlu
SANATIN OLDUĞU YERDE SANAT KOKAR
Fırında ekmek, memleketimin dağlarına-tepelerine çıktığınızda ise kır çiçekleri kokar.
Şiirin, hikâyenin, romanın, resmin, fotoğrafın, heykelin olduğu yerde ise sanat kokar… Bu kokuların biricik sahibi sanatçıdır. Sanatçının engin düşleri, yenilikçi düşünceye olan açlığı, edinimleri ve en değerli sezgisi; bu kokunun mayasıdır.
Sanat kokan yerler bir başka olur. Her gün yığınla kargaşanın yaşandığı, kentlerin insanları almadığı X, Y, Z kuşaklarının yan yana yaşadığı dünyamız sanata uzak görünse de, sanatın yalnızlığı, kendine özgü yetinmesi; o muazzam dengenin kendisidir.

Asi ve Mavi’si babama ithaf en yazıldı… Mavinin hâkim olduğu kitap kapağı üzerinde güneşe doğru uçuşan kelebekler;  ilk fırsatta ve neredeyse bütün şiirlerinin özüne yerleştirdiğim sevgiyi, barışı, özgürlüğü, hiçbir sınıra,sınıfa  ait olmamayı anlatıyor…
İçi sevgiyle mayalanmış her insan gibi babamı çok sevdim. Bu sevgiyi şu dizelerde bulabilirsiniz;
“ Gülüşü yüreğinde asılı adam/ ben seni çok sevdim! / sadece babam olduğun için değil/ iyi bir insan olduğun için/ sözde değil özde namuslu/ onurlu bir insan olduğun için sevdim/ “

Asi ve Mavi ikinci şiir kitabım. Her daim açılıp bakılacak; yaşamın değişkenliği, teknolojinin sonsuz hizmetleri son hızla devam ederken bile insanın sevgisiz yaşayamayacağını evrensel bir dille anlatıyor. Bu anlatıma bu şiirimle  örnek verebilirim;

“ Diyar diyar sevda üfledim dizelerime, üfledikçe sevdadan başka bir şeye inanmıyorum.
Toprak kokusu olmayan yağmur, tuzsuz bir yemek, yolu olmayan bir dağ, mavisiz gökyüzü, çocuksuz anne, dalgasız deniz, aşksız hayat nasılsa ‘şiirsiz bir hayatta’ bana öyle.”
İnsanlar, insanlık yolunda bugüne gelmeden önce masalları, destanları, hikâyeleri çağırdılar. Her daim onların yanındaydı düşlerden, umut ve ümitlerden süzülen masallar, mitolojinin sıra dışı gösterileri. Gerçeği arayan filozoflar da nasırlaşan düşünceleriyle elediler çağlar boyu, insana yakışacak en özgün erdemi.
Nice savaş; korkunç ölümler ve iktidarlar; kahramanlığın yanında hilebazlığın en denenmemişini yaparken bile tutunamadılar insan yolculuğuna öncü olan sevgi, özlem kuşağına maya olamadılar.”
 Üretiyorsa insan, gelişime, döngünün ilahi iradesiyle katkı veriyorsa, büyük girdaplardan ne kadar uzak ve yaşam içinde yaşatmaya ne kadar çok olduğunu düşündüm..

Olcay Kasımoğlı



Şiire bakış Açım

Şiirlerim de toplumu anlama ve algılama çabalarımın yanında, en temel duygumuz olan özgürlük ve özgürleşmeye, öğretilerden arındırılmış sevgilere, erkek egemen toplumun sosyal, psikolojik ve ideolojik bütün dayatmalarına karşı bir sesin yükselişidir aynı zamanda...
Seviyorum, şiirle
 yaşama uzanan yolculuklarımı, derinliklerimi ve küçük insan koylarını...
Ve şiir; kendime, yaşama karşı duyduğum en büyük sorumluluklardan biridir.
Bunun yanın da sadece düşünmek var etmez insanı; duygularını, ruhunu ve hatta zekasının geliştiren asıl öğreticiler acılardır.
Toprağın  kokusu,rüzgarın türküsü,yolların hikayesi,
ve yüzümdeki gülüşün beslediği kuşlar ve aşklar...Hayatın düşlere borcu olduğu gerçeğinden umutla,içsel seyahatimin yoluna ateşler yaktım aydınlatsın diye...


Böylesine öfke ve nefret dolu bir dünyada, Sanatın; halden bilene, hali okuyabilene, halden anlayabilene ihtiyacı var.
Özellikle sanatın, bir hesap ya da bir usa vurma işi olmadığını düşünüyorum.
Sanat var oldukça, bilim ve sanatla beslendikçe; doğanın ve insanın yoldaşlığı daim olacak..
Gördüğünü anlamak,yorumlamak, empatı ayağını kullanmak ne kadar önemliyse, duygu ve düşünceleri şiirle anlatmak bir o kadar önemli.
Ve şiirin içsel yolculuklarıdır bizi yeniden, yeniden doğuran.
Düş dünyamızı besleyen, insan bahçemize değer katan, üreten ve yaşama incecik dokunuşlar bırakan bütün edebi paylaşımları saygıyla selamlıyorum.


Tek bir mısra yazmak için bile;
insanları, hayvanları tanımak, doğanın sesini kalbimizde duymak ve sabahları çiçeklerin açılırken “nasıl titrediğini '' yüreğimizde hissetmemiz gerekir.
Çünkü şiir, insanı kendisinin dışına çıkartır ve yine kendisine yolculuk başlatır.
Bilinmez diyarları, gelecek kavuşmaları,beklenilmeyen rastlamaları, çocukluk günlerinin iç çağlayanlarını, geçen sessiz günleri, denizin kendisini ve yıldızlarla uçuşan yolculuk gecelerini yeniden yaşamak, yeniden dillendirmek gerekir derken;
şiirin içsel yolculuklarıdır bizi yeniden yeniden doğuran

Yeni gün doğumlarına şahitlik etmek, sevgiyi bütün derilerinden soyunmuş olarak yaşamak; bunun yanında ölüme şahitlik etmek ve gidenin yüreğimizde bıraktığı acıya, yoksunluğa yeniden biçim vermek ve hayatın eksikliklerini, aldıklarını ŞİİRLE tümlemeye çalışmak gerekir.
Ve en önemlisi: ortak bir duyarlılık, vicdan oluşturmak, olayları ve olguları güzel ve farklı bir dil kullanarak gündeme getirmek, toplumun sözcüsü olmak gibi işlevleri de vardır şiirin.
Topluma kazandırılmak istenen değerlerin sözcülüğünü yaparken; değişen, gelişen dünyayı anlamaya ve tanıtmaya çalışmak,demokrasi ve özgürlük kavramlarının kalıcı olmasında önemli pay sahibi olmuştur şiir...
Bütün bunların, sabırla, bilinçle süzülüp; mısralardan ahenkle bize akması için, yaşamı şiirle taçlandırmamız gerekir. Şiir sadece kendimiz için değildir ''bilgidir'' bizden sonra gelecek kuşaklara rehberdir aynı zamanda.

Olcay Kasımoğlu

SARIKAMIŞ DESTANI

Uluslar, kahramanlarını önemsedikleri oranda güçlü oluyorlar…
Palavradan kahramanlık menkıbeleriyle değil…
''Osmanlı ordusu, 22 Aralık 1914 sabahı, 75 bin 660 savaşçısıyla toplam 118 bin 660 kişilik, 94 piyade taburu, 20 süvari bölüğü ve 228 topuyla "Sarıkamış Kuşatması" adıyla tarihe geçen harekata başladı. Oysa o sabah, dehşetli bir kar fırtınası ve tipiyle açılmıştı. Hava çok kötü olmasına rağmen ilk gün, harekat planı aynen uygulandı. İkinci gün kar ve tipi bir türlü aman vermiyordu, erzak ve teçhizat ileri hatlara taşınamıyordu. Askerler aç, çıplak, donanımsız, yalınayak başı açık durumdaydı. Zemheriler diye bilinen en soğuk günlerdi ama, onbinlerce asker dinmek bilmez bir tipi altında dağlara sürüldü.
Bir asker, anılarında şöyle anlatmıştı yaşadıklarını:
“Bu yaz, iki alayımızla Yemen’den buraya naklonulduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık ki, Arabistan’ın cehennemî sıcağı Köprüköy’deki ayaz yanında nimet-i ilâhi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım, beni sıhhiyeye nakletmiş ise de, tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekrar takımıma döndüm. Akşam yaklaşınca Köprüköy’e civar dağlardan tipi boşanır. Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen yazlıklarını atacağımızı müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Başkumandan Paşa Hazretleri’nin gelmesi ile, Moskof’un kahrolacağından ve kâfirin, karşımızdaki tepelerde geceleri seyrettiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden subaylarımız çok emin. Şafak söktüğünde 2059 rakımlı Kızkulağı Tepesi’nden Moskof obüs yağdırır ama şükrolsun, zafer bizim olacak. Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa Hazretleri acele gelse ki, ateşe kavuşsak...”
Oysa, Enver’in gelip taarruzu başlatması, felaketin de başlangıcı olacaktı… Ne yazık ki, geleceği söylenen kışlık kıyafetleri taşıyan gemiler Karadeniz’de Ruslar tarafından batırılmıştı. Bunu bilen, ama hiç açıklamayan Başkumandan Vekili, şu sözlerle soğuktan tir tir titreyen askerin maneviyatını okşamayı düşünmüştü:
“Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarık, sırtınızda paltonuz olmadığını gördüm. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda Kafkasya’ya gireceğiz. Orada her türlü nimete kavuşacaksınız. İslâm aleminin bütün ümidi sizsiniz...”
Türk askeri, sayıca az ama kış şartlarına hazırlıklı Rusların üzerine imkansızlıklar içinde yürümeye başladı. Gündüz başlayan yürüyüşte yumuşayan çarıklar gece donuyor, bir mengene gibi ayakları sıkıyordu. Adım atmak imkansız hale gelmişti. Ayaktan başlayan donma, yavaş yavaş tüm vücuda yayılıyordu. Askerler olduğu yerde zıplıyor, atlar, kendini karların içine atıyordu. Ruslar ise Sarıkamış'taki sıcak karargahlarında bekliyorlardı. Mehmetçikler durmaksızın yürüdüler, Bardız yaylasına, Çerkezköy'e, Oltu’ya, Allah-u Ekber dağlarına, Sarıkamış'a giden mevzilere yürüdüler. Açlık, soğuk, yorgunluk aman vermiyordu. Artık savaşmak için değil, hayatta kalabilmek için yürüyorlardı ama, ölüm birer birer değil onar onar vurmaya başladı birlikleri… Arada sırada Rus askerleriyle çatışmaya giriyorlardı. Ama en büyük savaş doğaya karşı veriliyordu. Şiddetli tipi yüzünden 2 Türk tümeni birbirine saldırmış ve bu olay 2000 askere mal olmuştu. Donup kalan neferler, ordunun geçtiği yola bırakılan işaret taşları gibi diziliyordu. Kimi çömelmiş, kimi oturmuş, kimi yuvarlanmış, kimi de bir ağacın gövdesine dayanmış kardan heykellere dönüşmüşlerdi.
9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köprülülü Şerif İlden, şahit olduğu manzarayı şöyle anlatıyordu:
''…En nihayet dağa çıktık. Bizi çok geniş ve uçsuz bucaksız sanılan bir kar yaylası karşıladı. Pek yorulmuş ve takatsiz düşmüştük. Tam yayla üstünde keskin bir rüzgâr ve şiddetli bir tipi başladı. Bu andan itibaren göz gözü görmez oldu. Kimsenin kimseye yardım etmesi ve hatta söz söylemesi, sesini işittirmesi imkânı kalmadı. Uzun, sonsuz denecek kadar uzamış olan yol kolu dağıldı. Herkes kendi canının derdine düştü. Asker enginlerde, dere içlerinde, orman bucaklarında, nerede bir kara nokta, dumanı çıkan bir ocak gördüyse oraya saldırdı ve kolordu çözülüp eridi... Subaylar çok uğraştılar, fakat kimseye söz işittirmek gücü kalmamıştı. Hala gözümün önündedir; yol kıyısında karların içine çömelmiş bir er, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış, titreyerek, feryat ederek dişleriyle kemiriyor, tırnaklarıyla kazıyordu... Kaldırıp yola götürmek istedim. Er önceki hareketlerini hiç bozmadı ve beni hiç görmedi. Zavallı cinnet geçiriyordu... Böylece şu uğursuz buzullar içinde biz belki 10.000'den çok insanı bir günde karların altında bıraktık ve geçtik...''
23 Aralık 1914’te, harekatın acı sonucunu, Hafız Hakkı Paşa şu cümleyle açıkladı Enver’e:
“Bitti paşam, ordumuzun kısm-ı küllisi mahvoldu. Toust est Perdu, Sauf L'Honneur!!!” (Şeref hariç, herşey bitti...)
Bu haber üzerine Başkumandan Vekili atının yönünü geriye çevirdi; önce Bardız, ardından Pasinler üzerinden Erzurum’a ulaştı. Orada kimseye görünmeden bir araç temin ederek İstanbul’a kaçtı. Kimseye bir açıklama yapmadı ve Sarıkamış hakkında konuşulmasına da engel oldu. Dönüşünün hemen ertesinde, Çanakkale’deki 19. Tümen’in komutanlığına yeni tayin edilmiş olan Yarbay Mustafa Kemal’le Harbiye Nezareti koridorlarında karşılaştı. M. Kemal’in savaş hakkında sorduğu “Nasıl geçti?” sorusuna kısaca “İyi geçti, vuruştuk işte…” diyecekti…
Bu facia hakkındaki düşüncesini o günlerde bir sohbet sırasında Harbiye Nezareti Ordu Daire Başkanı Behiç Bey’e, “Bunlar nasıl olsa birgün ölecek değiller miydi?” diyerek açıklayan Enver Paşa, Kuvayı Milliye döneminde Moskova'da karşılaştığı ataşemiliter Saffet Arıkan'ın sorularına, "Askerimiz zaten açlıktan ölecekti. Hiç değilse cephede düşmanla çarpışarak öldüler" yanıtını vererek, yıllar sonra bile olaydan ders almadığını, pişmanlık duymadığını kanıtlayacaktı...
Köprülülü Kurmay Yarbay Şerif İlden, sonunda esir düştüğü Sarıkamış Harekatını anlattığı anılarını şöyle bitiriyor:
“…Enver, devlet işleriyle ilgili her girişime atılırken belki can atarak ‘Aman batıyor, kurtarayım’ demiştir. Fakat girişimi başarısızlığa uğrayınca sadece basit bir dudak büküşüyle ‘Zaten batacaktı, battı’ deyip geçtiği ise kesindir…
… Tarihlere ant olsun ki, büyük bir Türk ordusu bilgisiz ve deli komutanının hırsıyla yüksek dağlar üstünde kara kışın tipisiyle yüzyılların düşmanının güllesi ve kurşunuyla uğraşa cenkleşe ulusal bağımsızlık uğruna tümüyle mahvoldu da, bir eri bile sırt çevirmedi…
Sarıkamış’ta hiç panik olmamıştır…”
Görünüşe bakılırsa; Sarıkamış’a ulaşmayı başaran, ama kentin hemen dışında soğuğa teslim olan bir Türk birliğinin askerleri, Rus kurmay başkanı Pietroroviç’i Enver’den daha fazla etkilemişti. Şöyle not aldı anı defterine Rus subayı:
“….Allah-u Ekber Dağları’ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel tanrılarına teslim olmuşlardı. 24.12.1914 Perşembe...”
Enver bu kadar kanla da doymayacak, dört ay sonra Filistin ve Çanakkale’de, bir yıl sonra da Galiçya’da harcayacaktı binlerce Türk askerini…
Ertesi ilkbaharda, karlar eriyince felaketin boyutu daha bir belli oldu, ortaya çıktı. Türk askerlerinin cansız bedenleri, bütün kış boyu kurdu kuşu beslemişti… Yöre köylüsü, ağaçların üstünde at, katır ya da insan iskeletleri görüp dehşete düşüyordu; “O iskeletler nasıl çıktı oraya?” diye…
Oysa, ağacın üstüne çıkan iskeletler değildi; ağacı tümüyle örten karların üzerinde yol almaya ve dağı geçmeye uğraşan 3. Ordu erleri donup kalmışlardı kıvrıldıkları yerde… Cesetlerini önce vahşi hayvanlar parçalamış, sonra da kuşlar, kargalar didiklemişti. Etlerinden sıyrılan iskeletler de karların erimesiyle ağaçların tepesinde kalmışlardı.
Sarıkamışlı bir ihtiyar şöyle anlatıyordu gözlemini:
“Buradan o dağlara baktığımızda, üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların, kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu yanlarına gidince anladık…”
Yetkin İşcen



Sarıkamış Şehitleri
Daha on dördünde gül dalı tomurcuklar
Üşüyor eller, ağlaşıyor ayaklar
Esiyor rüzgar nar kesiyor yanaklar
Dağlar, kuşlar, kurtlar feryat figan
Doksan bin fidan Sarıkamış'ta
Karlar üzerinde sırt sırtta diz dize yatıyor
Ağlıyor toprak donuyor çocuklar
Yazıyor tarih...
Sahi
Davalı kim
Davacı kim
Hangisi alacaklı insanlıktan...

21 Aralık 2018 Cuma

Bütün tenler hüzünlü anla.
Ama ben, seni bağrına basan...

Hayatın bize sundukları güzelliklerle dolu olabilir ama hırs, aç gözlülük insanların ruhunu zehirliyor.
Bolluk getiren makineleşme, neden bizi insan yoksulu kılıyor?
Edindiğimiz bilgiler, insanlarla aramıza, neden görünmez duvarlar örüyor?
Zekâmız genişliyor, genişledikçe çok fazla düşünüyor ama çok az hissediyoruz, gülüşlerimiz tutsak, samimiyetimiz azaldı. Asık suratlı, sabahına yorgun ve bitkin uyanan gözlerle yaşamı kucaklıyoruz.
Komşuluk ilişkileri neredeyse yok denecek kadar azaldı. Yardımlaşma, paylaşma ve dokunma duyguları sudan sebeplerle sığ sularda yüzüyor.
Kullandığımız teknolojik aletlere fazla anlamlar yüklüyoruz.
Online bir yalnızlıktayız ve teknolojinin sunduğu imkânlara kapılmış gidiyoruz. Seçici olmadan, bilgiyi sorgulamadan fikir sahibi oluyoruz.
Burada teknoloji kötü diye bir sonuç kesinlikle çıkmamalı.
Bizler birer makine değiliz, insanız.
Bu buluşların var oluş nedeni, doğaları gereği; evrensel kardeşliği oluşturmak ve sınırları ortadan kaldırmak için geliştirildi.
Ne olursa olsun makine kafalı, makine kalpli adamlar olmayalım.
İnsanlar; makineleri yapacak güce sahip olduğu gibi mutluluğu da koruyacak güce ve bu hayatı özgür, güzel kılacak algıya sahip olmalı.
Bu hayatı olanğanüstü bir maceraya çevirecek olan yine bizleriz.
İnsanca bir dünya için, evreni, doğayı korumak adına ihtiyacımız kadarını tüketelim. Herkese çalışma şansı vererek, gençlere gelecek, yaşlılara güvenlik sağlayacak bir dünya için mücadele edelim.
Yaşamın köhne alışkanlıklarına bağımlı olmak, sınırlara ve öğretilere boyun eğmek doğaya aykırıdır.
Doğal hayatı koruyarak, doğayı beton yığınına çevirmeden, ilimle, bilimle yol alalım.
Dünyayı özgürleştirmek için, ulusal sınırlar olmadan yaşayabilmek için, hırstan nefretten, kibirden, hoşgörüsüzlükten kendimizi arındırmak için, sağduyulu bir dünya için çalışalım.
Bilimin ve teknolojinin hayatımıza olumlu katkılar sunacağı ve mutluluk getireceği bir dünya için mücadele edelim.
#olcayKasımoğlu