Translate

30 Temmuz 2019 Salı

Bir Aldanış Çağı Yaşadığımız...

Dünyaya hakim olmaya çalışan insan zihniyetine bakıyorum, susuyor 'insan onurlu bir kelimedir' diyen sözcükler.
''Görmeyi, hissetmeyi, aydınlanmayı bilmeyen insanların elinde yanlış anlaşıldı bütün bilgiler.''
 Ne kadar doğru bir tespit.

Hayat düşünceye, duyguya dayalı olduğu oranda sağlam, doğru, yaşanılası olur.
Bunun yanında duyudan yoksun olan kimse ister yargı nitelikli, ister tasarım nitelikli olsun duyuya dayanan bütün bilimlerden yoksun olur.

Hayatın içinde duyularımızın çoğunu kaybettik, kalanlarda yaralı.
Baktığımız her şeyde bir ikilem yaşar olduk.
Acabalarımız, kuşkularımız amansız bir hastalık gibi yayılıyor.

Baktığımız,gördüğümüz her şeye karşı negatif enerjiyle doldurulmuşuz gibiyiz.
Yüzümüzde ki gülüşün ifadesinden bile şüphe duyar olduk.
Haklının, haksızlığa sesini yükselttiği yerde kulaklarımızı tıkayıp, körleri oynuyoruz..
Bir bahanecilik aldı başını gidiyor. Hani bana dokunmayan yılan sonsuz yaşasın der gibi.
Yanımızda ki adam gibi adamlardan bile şüphe duymaya başladık, 'yok canim bir insan bu kadar iyi olamaz,'' diye.!

Yaşadığımız çağa ve yaşanılan bunca vahşete bakınca, sözcüklerin arasında çöl rüzgarları esiyor.
Olmuyor, hangi diyara bağdaş kurarsak kuralım, sapa kalıyor çorak düşlerin eksik umutları.
Olmuyor, söz dolanıyor boğazımıza, sanki yüzyıllık sessizlik.

Ve tarih kendi sahnesini yeniden kuruyor, yaşam kendi döngüsünü tamamlıyor.
Bir aykırı duruş gibi, sesimizde şiir, düşsel rüzgarlardan geçip, geleceği yeniden bahara teslim edeceğiz.

Dönüp, dünya tarihine bir yolculuk başlattığımızda bunu görmek mümkün.
İnsanoğlu dersini ezber ediyor lakin ezber bozmuyor.
Sahne yine aynı sahne, sadece oyuncular değişmiş.
Alkışlayan zihniyet yine aynı, ezber bozan zihniyet yine aynı.

Göğüslemek için karanlık yarınları... teknolojiyi geliştirirken önce insandan başlamalı (!)

Suskunun eşiğinde
Duymadan, anlamadan konuşuyoruz
Bir ayrılığı kalmadı düşüncelerimizin
Değerler yıkıntısında onursuz oturuyoruz
Beton ellerin güçsüzlüğünde
Yalnızlığı çağrıştırıp, yılgınlığı biçimliyoruz
Ayrı ayrı kendi kıyılarımızda
Ömrümüzün o ölü çizgisine düşüyoruz


Olcay Kasımoğlu

29 Temmuz 2019 Pazartesi

Bütün yeryüzü vatandır.


 Esir olmak sadece mahpus damları değil, asıl mahpusluk insanın kendi hürriyetine karşı gösterdiği kayıtsızlıkta.
Hayatım boyunca kendimden hep uzak tutmaya çalıştım ''ön yargıyı, egoyu, kibri''   
Anlamak adına, evrensel değerler adına insan yüzleşmeli yaşamın gerçekleriyle. 
Saraylardan, şatolardan ya da sadece kendi yaşadığımız alanların karesinden ibaret değil yaşamlar.   
Ve hiç kimsenin tekelinde değil insanca yaşamak.
Yaşamak doğuştan sosyal bir haktır, kaldı ki ''adalet, özgürlük'' lüks değildir,yaşamın olmaz olmazıdır.
Sözüm o ki herkesin kendini ifade etme hakkı, yaşama hakkı, sevme ve sevilme hakkı ve özgürlüğü vardır.

Olacağın şeyi sev

Dönüş yolunun
Karanlık düşüncelerinden yorgun

Aynalarda unutkan dalgın bakışlar
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin
Yitirmiş öpücükleri
Payı yok
Bir çağ yangını bu

Hakiki sevmelerin biricik hatırına
Gülme zamanı
Sevme zamanı
Sök gözlerinden
Sana yaraşmayan kederleri

Ard arda kaç zemheri yaşandıysa
Hangi söz vuruyorsa taa yüreğinden
Sök göğsünün kafesinden
Sana yakışmayan bu üzülmeleri 

Dinle yüreğinin sesini 
Umutsuzluğa yer yok
Gün gelir
Gül de açar
Bülbül de öter
Herkes ettiğini bulur elbet
Bak ''Geçen yıl ki yuvalarda bu yıl kuş yok.''

Dışarıda
Gürül gürül akan bir dünya
Günlerin en mavisinde
Düşlerin en mavisinde

Dünyalar vardır söze dökülmeyen
Ruhundan başka hiç bir şeyi kendin bilme
Olacağın şeyi sev...


Sevgi her şeyi kaplıyor, hatta ölümü bile.

Barajlar gibiydi yaşam; bir zerre suyun sızabileceği bir çatlak bırakırsak, bu su duvarları yavaş yavaş kemirir ve öyle bir an gelir ki, akıntının gücünü artık kimse denetleyemez. Benimkiler bir bütünün parçalarıydı. İçimde hiçbir şeyin ezip yok edemeyeceği bir irade vardı. O irade, direnişim ve gücümdü. Buna rağmen geçtiğim bu yolda, kendim için fazla ağır, yaşam içinse fazla hafiftim. 
Sanki içimde, gagalarını açıp yaygara çıkaran bir kümes dolusu kaz vardı. Hangisini besleyeceğimi, ya da hangisiyle besleneceğimi bilmiyordum.
İçime düşen anne özlemiyle, boğazıma düğümlenenlerle, sarıldım yoldaşım kalemime.
Güzel annem;

 Herkes beni çok güçlü sanıyor, oysa bende insanım. Senin gözünde halâ küçük bir kız çocuğu olduğumu biliyorum. Sanki kırk yaşında değil de, yedi yaşındayım. Sana o kadar ihtiyacım var ki anne! Yüzümde hüzün, şuramda ta derinlerde bir yerde iflah olmaz bir acı, üşüten bir yalnızlık var.Yol versem delik geçecek bütün kıyılarımı
 Friedrich Nietzsche'nin dediği gibi; “Kiminin yalnızlığı, hastanın kaçışıdır; kiminin yalnızlığıysa, hastalardan kaçıştır.”
Ben kimden kaçıyorum anne, inan şu an bilmiyorum. Keşke diyorum, bu kadar uzakta oturmasaydım ve bu sorunun cevabını senden öğrenseydim.
Ya yüreğim anne! Yüreğim öyle sıkışıyor ki, bazen ne yalan söyleyeyim çok korkuyorum, ölmekten değil. Çocuklar anne, çocuklarım… Ne yaparlar bensiz? O kadar küçükler ki ! Ben bile bu yaşta hala sana ve sevgine muhtaçken, onlar nasıl başa çıkarlar bu hayatla? Biliyorum anne, biliyorum. Bırakıyor herkes bir gün bedenini toprağa... Ne olursa olsun anne, sen kendine iyi bak. 

Ne kadar uzak olursan ol sen hep benim kalbimdesin.
Sadece bu günlerde kendimi çok kısıtlanmış hissediyorum. Ruhum içime sıkıştırılmış durumda, başka bir hayat alanına ihtiyacım var. Biliyorum, zaman iyi bir öğretmen, ama pahalı bedellerle öğretiyor öğreteceklerini anne.


Canım annem, “İnsan: yara sıcakken, acıyı fazla duymaz, gerçek acı, zamanla başlar,” derdin. Bende dönüp yaşadıklarıma baktığımda; dedim ki, keşke benimde güvercinler gibi kanatlarım olsaydı, uçsaydım ve bir dinginlik bulsaydım. Uzak bir yerlere gitseydim, dağ başında yuva yapsaydım. Şiddetli fırtınalardan kaçsaydım sığınaklara. Sabah yelinin kanatlarını alsam ve denizin en ücra yerine konaklasam, senin soluğun üzerimde olsa, beni koynuna alsan, daha güzel olmaz mıydı anne ?


Bugünlerde, dalında eğreti duran güz yaprakları gibiyim, aramızda uçurum rengi hasretlikler var. Hastayım, düşlerim yabancı bir gülüşe teslim olmuş gibi. Oysa, duyuların acıyı yumuşatan vazgeçilmez güzelliği, sana olan özlemin narin tazeliğiyle içimde. Sıcak kucağına sinip, tatlı bir şey gibi tutulmak ve avunmak istiyorum anne.
Rüyalarımda yeşil ağaçları görüyorum. Kızıl gülleri, mavi gökleri ve beyaz bulutları, ışıkla kutsanmış günü, karanlık geceyi görüyorum.

 Düşünüyorum kendi kendime anne, hayat ne güzel sevdiklerinle. Hani öyle bir an gelir ki, hayat dediğimiz o garip şey, tamamıyla geçmiş denilen bir kavrama dönüşür. Artık tüm arayışlar, kafa karışıklıkları, pişmanlıklar anlamını yitirir. Doğa, dünyaya ilk geldiğimiz zamanlardaki saf haline geri döner. Tek başınayken bir rüzgar başımızı okşar, keder benzeri ama tam anlamıyla keder olmayan, adı konulmamış bir duygu bizi sarar. Son ana kadar yaşamayacağımız ama ne olduğunu çok iyi bildiğimiz bir zaman vardır ya işte anne, bugünlerde çok fazla dönüyor etrafımda o zaman. 
Ya sen, sen benim hayatımın ön provasısıydın anne. O denli geniş bir şarkı, o denli ezgili hava, o denli duru suydun anne. Sen benim amasız, lakinsiz, keşkesiz iyi ki varsın diyebildiğim en güzel insansın. İncelikli bir ilgi ve duyguyla ayağıma adım, dilime söz, omzuma dokunuş, canıma can oldun.

Her şey kendiyle çoğalır, sevgi sevgiyle çoğalır, sürekli bir devrim gibi. İyi ki varsın diyebilmek ne güzeldir, iyi ki varsın annem. Derdin ya, ''kalbi güzel olanın süse ihtiyacı yok.'' Sen ne güzelsin anne ! Sevgi her şeyi kaplıyor, hatta ölümü bile.
Biz, içinde büyümeyen çocuğu taşıyanların, her zaman, annelerinin rehberliğine ihtiyacı vardır. Olgunlaştıkça, ruhun yasalarının yazılı olduğu kalbimize güveniriz. Bildiklerimiz duyduklarımızdan, okuduklarımızdan yada bize söylenenlerden çok daha fazladır. Yapmamız gereken yegane şey bakmak, dinlemek ve güvenmektir.
Ben hayatımda koşulsuz, sorgusuz-sualsiz sana güvendim anne.


Bakışlarında berraklık, bilincinde dayanışma, kokusunda sıcaklık, yüreğinde sevgiyi gördüğüm yürekli kadın; küçük kızın düşmüş korkunun girdabına. Korunaksızım, kabuğum incecik, aksi yönlerden esen rüzgarların dövdüğü bir orman gibi uğultuluyum.
Biliyorum anne, geçecek hepsi geçecek
Bir sevda masalı gibi
“Şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek”
Işığın, sevincin, yaşamın en güzel haliyle
Biliyorum, bir şeyler var anne
Düşleri aydınlatan maviler gibi
Senden gelip içimi maviye boyayan
Bir ışık yumağı gibi, yıldızlı geceyle buluşturan
Bir şeyler var, sözün tılsımında
Beni alıp, senin koylarına taşıyan
Sözcüklerle ısınır mı insan
Isınıyorum anne  sarıl bana...
Biliyorum anne, geçecek hepsi geçecek. Yaşamda kendi haline bırakılması gereken anlar vardır. Belli saatler, belli dakikalar. Gerçek olduğumu hissetmem için bugünlerde sevdiklerime çok ihtiyacım var. Bir insanin çıkardığı sesi duymak ve bu sesin sahibinin en az o ses kadar güzel olduğunu bilmek çok değerli. ‘’Kurban olurum sana’’ diyen o sesi duymaya çok ihtiyacım var annem.
Söz veriyorum sana, bu sevimsiz zamanları, bir atlatayım koşa koşa geleceğim kollarına.
''Simurg Olmak Zamanı'' romanımdan
Olcay kasımoğlu

26 Temmuz 2019 Cuma

Bazı hikayeler yarımdır

''Siz, güçlü kadınlar istiyorsunuz...
Bir yumrukla yıkılmayan, tekme- tokat dayak yedikten sonra ayağa kalkıp, işlerine geri dönebilecek kadar güçlü kadınlar istiyorsunuz.
Siz, akıllı kadınlar istiyorsunuz...
Verdiğiniz üç kuruşla evi çekip çevirecek; görevlerini eksiksiz yerine getirmezse başına gelecekleri bilecek kadar akıllı kadınlar istiyorsunuz.
Siz, şefkatli kadınlar istiyorsunuz...
İyi gününüzde yumrukladığınız o gözleri, kötü gününüzde üstünüze titrerken görmek istiyorsunuz. Terliğinizi getirecek, ayağınızı yıkayacak kadar şefkatli kadınlar istiyorsunuz.
Siz, sabırlı kadınlar istiyorsunuz...
Her halinize dayanan, her şeye rağmen terketmeyen sizi.... yaşadığı kötülüğü kader olarak görecek kadar kadar sabırlı kadınlar istiyorsunuz.
Siz, inançlı kadınlar istiyorsunuz...
Yaradılış gereği üstün olduğunuza inanan, hatalarınızı "erkektir yapar" diye geçiştiren ve hâlâ size güvenecek kadar inançlı kadınlar istiyorsunuz.
Bilmiyorsunuz haddinizi...
Siz, sınırlarını kendinizin belirlediği bir dünyada, komutlarla yönetilen bir robotunuz olsun istiyorsunuz.
Sevmiyorsunuz kadını....''
Alıntı

Sadece başarmak önemli değildir, asıl önemli olan çabalamaktır.
Şimdiye kadar kadın söylemleri üzerinden bir çok makale ve kitap okudum, etkinliklere katıldım. Farkındalık oluşturmak adına yaşadıklarımı kitaplaştırdım.
Gördüklerim, duyduklarım, yaşadıklarım, beni bir birey olarak etkilediği kadar, sorumluluk almamı ve kendimi güncellemem için mücadele vermem gerektiğini de öğretti.

İnsan yaşamının karmaşık ve düzensiz olmaması adına bir takım kural ve kaideler koyarız. Bu bağlamda baktığımızda yanlış da değildir. Ta ki, bu kural ve kaideler toplumun ahlak yasasını bencil ve eril toplum düzenine dönüştürünceye kadar. Çifte standarttın tavan yaptığı bir yerde hak ve hukuktan ve toplumsal huzurdan bahsetmekte bence iki yüzlülük ve riyakarlıktır. Kaldı ki kadının gelişimi, bağımsızlığı, özgürlüğü; başkalarının ona biçtiği değerdeyse, sorgulanması gereken çok şey var demektir.

Bir erkeğin kendi kişisel rahatlığı, hoyratlığı bir kadının yaşamını kabusa çeviriyorsa, batsın bütün toplumsal kaide ve kurallar. Batsın saman alevine dönen sevgi sözleriniz, batsın ya benimsin ya kara toprağın diyen o bencil, o hastalıklı sevgileriniz.
Bütün bunların yanında o kadar çok kanıksanmış erkek şiddeti var ki neresinden tutarsan tut elinde kalıyor. Kadını kendi malı gibi gören, sürü bilinciyle kadını namusun temsilcisi sayan cinsiyetçi eril düşünce sistemi içinde, bütün bu sorunları çözmek çok zor görünüyor. Kaynağına gidilmeden, en diplerde ki yaralar iyileştirilmediği sürece bütün bağırmalar, bütün bu çağırışlar söylemlerden öteye gitmeyecek. Kendine saygısı olmayandan saygı beklemek gibi bir şey bu.
Bununla birlikte kadında kendisini bir obje değil, bir kişilik olɑrɑk ortɑyɑ koymalı, kendi kurtuluşunu başkalarının gözünde aramamalı.

Hɑyɑtını derin ve anlamlı kılɑrɑk, kendi bedeni üzerinden bɑşkɑlɑrının iddia ettiği tüm hɑklɑrɑ karşı koyarak, kendi bedeni üzerinden prim yapmaya çalışan bütün otoritelere karşı duruş sergileyerek insan olma erdemine ulaşabilir.
Tüm bunları, bedenimizle, duygularımızla, ruhumuzla ve zihnimizle iletişime geçerek yapmalıyız. Ruh ve beden bütünlüğünün bilimsel dayanaklarıyla, algısal ve duygusal farkındalıklarımızla kendimiz olabiliriz.

Kendi kafasıyla düşünemeyecek ve kendi kendisinin yargıcı olamayacak kadar rahatını sevenler; yasaklara, törelere, eril egemen düzene olduğu gibi boyun eğerler. Oysa, eski ve yeni ne varsa, yanlış düşünme şekillerinin yok edilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. İnsan, yaşamı sorgulayarak, öğretilere karşı durarak kendini özgürleştirebilir.
Kadınlar, önce insan ve kadın olduğunu unutmadan, kendi varlığının tanımına bilinçli sahip çıkmadıkça, hak ve özgürlüğün hiç kimsenin malı olmadığı bilincini içselleştirmediği sürece, kendine değer ve mana katmadığı sürece, kendi sefaletinin devamına bir zincir halkası da kendi koyacaktır. 

Kadın olmak, erkeklere düşman olmak demek de değildir. Özgürlüğün, kadın olmanın anlamını ezici bir üstünlük kurma, erkekleri ezme üzerine oluşturmuşsa kendi olmayı unutsun. Kayıp kimliklerin en büyük zaafıdır, kendilerine yapılanın aynısını, kendilerine reva görenlere yaşatmak. Oysa dünya üzerinde kadın-erkek demek, iki farklı hayat demek değil, tam tersine birbirlerinin yaşam kaynaklarını sulamak demektir.
''Hepimizin iyiliği için, kadın olmanın anlamını değiştirelim:''
 Erkeklere giydirilen toplumsal baskıcı etiketleri söküp atalım. Bunu yaparken, birbirimize düşman değil, birbirimiz için hava ve su kadar gerekli olduğumuzu yine sevgi, bilgi ve görgüyle birbirimize hissettirelim. Herkes kendi durduğu yerin farkındaysa, cesur ve yürekliyse, kendi olma olgunluğuna ulaşmışsa yaşama ve içindekilere değer katar, saygı duyar, sevgiyle dokunur, anlayış ve görgüyle taçlandırır. Bunun için hanlara, şatolara ihtiyacımız yok. Önce kendimize karşı dürüst olalım, Bırakalım güneş girsin içeri, her zaman denenecek, söylenecek bir şeyler vardır mutlaka.

Tecavüzün, şiddetin, cinsiyet üzerinden söylemlerin, içi boş, yavan gösterişlerin egemen olduğu bir toplumda insanca yaşamdan söz etmek mümkün değildir. İnsan yaşamına kazandıracağı hiç bir kazanım yoktur, olamazda.
Putlaştırdığınız törelerinizle, kadını aşağılayan söylemlerinizle kendi acizliğinizle yüzleşmenin zamanıdır artık. Hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinizin yankısını duyarak yaşamın anlamını keşfedemezsiniz.

Hepimiz bir ve bütünüz, hepimiz bütünün bir parçasıyız ve hepimiz aynıyız. Seçimlerinizin sorumluluğunu ve kendinize yaşatmış olduğunuz bu hayatı sevgiyle kabul edip yolu beraber yürüdüğünüz insanların insanca yaşam hakkını ellerinden aldığınız sürece bu sefalet sürecek. Oysa; değiştirme hakkına her an sahibiz ve her an seçim yapabiliriz. Sevgiyle çoğalmak ve anlamak; yaşamın her alanında olmazsa olmazımız. Sonuçta, eril düzeni iyileştirmek istiyorsak, kendimize, yaşamımıza, yaşamımızda var olan her şeye sahip çıkmalıyız. Hayatlarımızın sözcüsü başkaları olmasın. İnsanca yaşamak bir haktır, bunun cinsiyeti olamaz.

Büyük tabloyu görüp, küçük ayrıntılarda kaybolmayı, oyalanmayı, kalıpları bırakalım. Kurban rolünden çıkıp; yaşamınızın, seçimlerimizin farkına varalım. Kendimizi başkalarından dinlemeyi, cezalandırmayı, acı çekmeyi bırakalım, yaşamınızın sorumluluğunu üzerimiz alalım. Hiç kimseye altın tepsinin içinde anlamlı bir yaşam verilmez. 
Yaşamak, anlamlı bir çaba ve anlamak için de özveri ve emek ister.
Yaşamımızdaki kimliklerle kendimize değer katmayı bırakalım. Sürekli yargılamayı ve suçlamayı bırakalım.Yaşamınızda hiç kimsenin veya hiçbir olayın bizi yönetmesine izin vermeyelim. Yaşamınıza sahip çıkalım. Eril düzenin oluşmasında ne kadar pay sahibi olduğumuzu kendimize söylemekten korkmayalım. Hiç bir şey tek başına oluşmaz. Tüm bu durumlardan nasıl özgürleşebiliriz? Önce bunun cevabını kendimize dürüstçe verelim.

İşe, kendi özümüzde ki coğrafyayı tanımakla başlayabiliriz. Bize biçilen yazgıları, öğretilen ezber kalıpları, zorla yutturulan o içi boş kavramları yeniden yeniden sorgulayarak başlayabiliriz. Sorgularken insan olduğumuzu, kadın olduğumuzu unutmadan, sözü silah-top tüfek olarak kullanmadan bir bütünlük içerisinde samimi ve içten olarak yol arkadaşlarımıza sahip çıkabiliriz. 

Erkek düşmanlığı yapmadan; yanlışa, körü körüne kadınları yok sayan zihniyetlere sevgimizle, içtenliğimizle, samimiyetimizle, onurumuzla karşı duruş geliştirebiliriz. Farkımız yok birbirimizden. Nihayetinde hepimiz ölümlü ve hepimiz etten kemikteniz. Bizim tek görevimiz insanların yaşamlarına, yaşadıkları deneyimlere saygı duyarak olduğu gibi kabul etmektir. Bir bütün olamazsak yaşamın içinde tam olarak var olamayız.
Kadını eksik gören zihniyetiniz değişmedikçe hiçbir zaman gönülden sevilmeyeceksiniz, buna inanın. İçinde nefreti, öfkeyi, kini taşıyan hiçbir insan sahici bir sevgiyle sevilemez. 

Kızlarınız sizin kızınız da ya eşleriniz, onlarda başka bir babanın kızı. Kıyamazken kızınıza, nasıl kıyarsınız bir başkasının kızına. Arının bütün hoyrat, zalim, zalimane duygularınızdan. Sahici sevginin olduğu yerde hiçbir olumsuz olay, duygu yaşanmaz.
En uzun yol insanın içidir. En az gittiği, içindekileri görmeye korktuğu yer yine kendi içidir.
Yürüyün kendi içinize, yürüyün sevgiyle çarpan yüreklerin içine. Yaşam dediğin bir soluk, onunda cinsiyeti yok. İnsan bütün cesaretiyle, yaşamın kendi tanıklığını ve çıraklığını yapabilmeli. Başımızı kuma gömerek, dokunmaktan, hata yapmaktan, düşünmekten korkarak takip edemeyiz hayatın izini. 
Sürekli bir kurtarıcı bekleyerek, sürekli suçlayarak, bahanelerin arkasına saklanarak bulamayız yaşamın o ince, narın anlamını. Korkan ruhlarımız zifiri karanlık, bedenlerimiz çelimsiz olur. Hayatın akışına tutunup, her yerde kök salıp, mevsimlerle yeşillenip döngüyü tamamlamak ne harika olur. 
Korkunç derece de kirlenen insan sürüsü içerisinde birbirimizi boğazlamaktan, kimlik savaşları yaratmaktan, paranın efendisi olmaktan bir an önce vazgeçelim. Yaşam bizi kusturup içinden atmadan, yaşamla beraber biz olalım.
Güne nağmesini düşüren bütün kadınlar her şeye rağmen güneşi doğururlar.
  

İnsan ''YAŞAMSAL DEĞER TAŞIYAN'' hiç bir şeyi unutmamalı.


İnsan, zaafları olan bir varlıktır; varlığının anlamını içselleştirmemiş ise, hep tekrarları oynar. Sonra serzenişler karışır söylemlere ” Ben akıllanmam diye” oysa sorun akılda değil, aslolan yaşadıklarımız karşısında takındığımız tutum ve davranışlarımızdır, 
Sorumluluk bilinci olgunlaşmamışsa bir insanın verdiği sözleri unutur, yerine getirmeyeceği sözler verir, niçin verdiğini bile unutur.
Hep başkalarını kötüler; kendini yüceltmenin yolunun sadece başkalarını eleştirmekle değil, kendini geliştirmekle olabileceğini unutur.
Zamanını boş yere harcar; zamanın ne kadar değerli olduğunu unutur. Hep birilerini suçlar, kendine ayna olmayı unutur.
İnsanın bu beşeri özelliği en çok politikacıların ve sistemin işine yarar. İktidara geldikten sonra verilen sözler unutulur. Söylemlerin içeriği unutulur. Zamanla halk da unutur verilen sözleri, işin aslını, kaydını, köşesini velhasıl her şeyi unutur. Gün gelir acı verenleri, haksızlık edenleri de unutur.
 ”Bahçeye emek veren, bahçıvan unutulur. Duvar örüldükten sonra, duvarcı da unutulur.” velhasıl, insan nankördür unutur…

Oysa insan, yaşamsal değer taşıyan hiç bir şeyi unutmamalı. Bunun içinde, yaşamın dinamikleri ”İNSAN,BİLİM, BİLGİ” ışığında, olayları ve yaşamı sorgulayabilmeli!

İnsanın, tarihsel gerçeklerle yüzleşmesi, var olduğu evrende yaşadığı siyasi ve toplumsal olaylara; insancıl, önyargıdan uzak, insanı yaklaşımlar oluşturabilmesi için akıl ve kalp yolunun, hırslardan, egodan ve kibirden arınmış olması gerekir.
Her şeyden önce, yaşadığımız toplumda bir kargaşa ve kaos gördüğümüzde kendimizi güncellememiz, bilgi edinme yollarımızı tarafsız ve adil yapmak için ‘(Kişisel menfaatlerden uzak) araştırma yapmalıyız. Ancak o zaman bilginin ve bilimin ışığında, doğrunun ve adil olanın yanında yer alabiliriz.

Yeri geldiğinde bazı şeyleri unutmamak, hatırlatmak gerekir. Yaşamın gidişatını sorgulamayan, tarih bilinci olmayan, bilimin gerçeğine sırtını dönen insanlar her zaman ülkesine ve geleceğine zarar vermiştir. Unutmanın bu boyutu, tekrarlara doymaz.
İnsan ''YAŞAMSAL DEĞER TAŞIYAN'' hiç bir şeyi unutmamalı.
Hayatta kalma çabamız;karşılıklı kar sağlayan bir alışveriş düşüncesi, satın alma açlığı üzerinden yükseliyor ise vay halimize.
Neye, nasıl, niçin karşı tavır almamız gerektiği konusunda yeterli bilgi sahibi değilsek, tutarlı ve istikrarlı bir fikrimizin olması da mümkün değildir.
Tamamen duygusal ve kişisel hesaplar etrafında dönüp dururuz.
İnsanın tarihsel gerçeklerle yüzleşmesi, yaşadığı siyasi ve toplumsal olaylara; insancıl, ön-yargıdan uzak, insanı yaklaşımlar oluşturabilmesi için; akıl ve kalp yolunun; hırslardan, egodan ve kibirden arınmış olması gerekir.
Yaşamın gidişatını sorgulamayan, tarih bilinci olmayan, bilimin gerçeğine sırtını dönen insanlar her zaman ülkesine ve geleceğine zarar vermiştir. Unutmanın bu boyutu, tekrarlara doymaz.

Yıllardır darbeyle, cuntayla; demokrasiye kast edenler hep kara bir leke olarak hafızalara kazıldılar, kazılmaya da devam edecekler..

Ülkemizin, çocuklarımızın geleceği için birbirimize sahip çıkmalıyız.
Yanlışlarımızdan dersler çıkararak, birbirimize düşman değil, bu ülkenin ortak değerleri adına çok geç olmadan birbirimize kenetlenmeliyiz.
Bütün egolarımızdan,zaaflarımızdan, kindar söylemlerden uzak, ülkesine, dünya barışına; saygılı,erdemli bireyler olarak, yeniden silkelenmeli ve yeniden sarılmalıyız bizi var eden değer yargılarımıza.

''Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın'' mantığıyla yaşayanlara da yuh olsun !!
Şişkin egolarımızı söndürme-dikçe, havasını indirmedikçe, birbirimizle değil konuşmak aynı gökyüzünün altında aldığımız nefesi bile birbirimize haram kılacağız !!
olcay kasımoğlu

Acılardan uslanmış olarak

Anlamlı yaşamak işimiz gücümüz olmalı♥
Bakınca görsellere aklıma; “Ancak uyanık ve sağlıklı doğası olanlar, güneşin, her gün apaçık, yeniden yükseldiğini anımsarlar.” ve yaşamın içerisinde, düş güçlerinin sınırsızlığında, doğayla kalp kalbe konuşabilirler, diye düşünmeden edemedim.
Görmek, yaşamaktır... Vuslattır, görmek... 
Bu resimlerde hepsi var, mevsimlerin devir-teslim töreni gibi.. insanı çığlıklıyor başka koylara
Doğal Yaşam ve Başkaldırı kıtabının yazarı ''Henry David Thoreau'' ''insan vazgeçebildiği eşya oranında zengindir.” fikrini savunuyordu. Ona göre insan, toplumun ve sistemin kendisine dayattıklarını reddetme cesaretine sahip olduğu sürece, kendi istediği koşullar içinde yaşayabilirdi.
Bedenimiz her geçen gün ne yaşadığını bilmeden eksiliyor.
İnsan doğasına, tabiata; prangaları vuran zihniyeti, bağnaz öğretileri ancak evrensel bir aşkla koruyabliriz.
En yorgun nehir bile dolanıp ulaşır denize..
Elitis der ki; ''Örselenmelerin, coşkuların büyük depremlerinin ummanında yorgun nehirler gibi -hep bir deniz düşüyle- akıyor ve yaşıyoruz'' Bizlerde...

Değilmi ki  bundan sonra; yaz rüzgarları saçlarımda esse, hiç konuşmasam/ Bu yorgun, bu üzençli yüreği / Benim değilmiş gibi, yedi deryalar içinde kızgın güneşe bıraksam/ Bir derenin kenarında bir tarlanın ekininde /Bir dağın başında bir yaylanın düzünde/ Dıyar dıyar dolaşsa, yansa küle dönse ve arınsa/ Acılardan uslanmış olarak yürek yurduma tekrar kement atsa/ Ve ben; yüzü ışığa, gerçeğe yönelmiş bir sevda barınağında dünyaya gözlerimi yeniden açsam...
Olcay Kasımoğlu
Görseller: sorolla

21 Temmuz 2019 Pazar

Bir şeyler kalmış hala göz yaşına değecek!

Anlaşmak ne zormuş meğer, düşünceler ne kadar değişikmiş meğer...


Üsluplar, ilişkiler ipek gibi kalbe giden yolda, çiçeklerle bezenmiş olmalı.

İnsanların birbirini gammazladığı, çamurlaştığı, sattığı böyle bir dünya düzeninde, insanlığın parayla ölçüldüğü yerde, haktan söz edilebilir mi?
Haklının mevki ve itibarla belirlendiği yerde adaletten söz edilebilir mi?
Dostluğun, görüntüden ve sahtelikten beslendiği yerde insanlıktan söz edilebilir mi?
Erdemin, çıkar ilişkisi üzerine bağlandığı yerde onurdan söz edilebilir mi?
Emeğin kapı dışarı edildiği, kazancın hileyle büyüdüğü yerde alin terinden söz edilebilir mi?

Hayatınızdaki tüm insanlar ve eylemler bir özelliğimize ayna tutmaktadır. 

Sizin aynanız hangisi ise onu görürsünüz...ve GÖRDÜĞÜMÜZ ne ise biz oyuz...
Hayatı anlamlandırmak, anlamlı yaşamak, önce insanın kendi özünde ki coğrafyayı keşif etmesiyle mümkündür.
Ondan sonra; kendine inanmak, birey olmanın farkındalığına varmak. Hayatımızdan gün çalanlarla değil, hayatımıza anlam katanlarla çoğalmak hayatın içinde sevgiyle...
Bir zamanlar bir dostum ''Yaşamlar,nadidedir, biriciktir; onu anlamlı da anlamsız da kılan yaşmalara sımsıkı veya öylesine tutunmuş ruhlardır...''demişti.

İnsan umudunu kaybetti mi çöreklenir karanlık yüreğinde, hiç bir şeye değmez yaşamak...
Oysa saçlarında güller/ dünyanın en güzel kırları gibi dururken/ Senin sabahına uyanmak umudu da olmasa/ inan hiçbir şeye değmezdi yaşamak...
Yaşamı yedeğimde saklamak değil, yaşamı yaşanılır kılmak ve anlamlı yaşamak istiyorum diye bilmektir, yaşamak...
Yaşamı ciddiye almak; başkalarının kendi olabilme haklarını ihlal etmeden, yaşamın her anını kuşkuya, hesaplara dökmeden ''insan olabilme coşkusuyla'' dünyaya güzel gözlerle, yüreğin derinliğinden bakabilmektir YAŞAMAK!

Vay haline; ağırlık terazısı ve tartanı olup, tartışmasız yaşayanlara...
Vay haline; çorak gönüllerde sevdasız lisanlara bel bağlayanlara...
Vay haline; açları görüp, çok şükür tokuz diyenlere...
Vay haline; aydınlanmanın ışığını yok sayıp, aydınlıklar içinde karanlığa duranlara..



Olcay KASIMOĞLU

20 Temmuz 2019 Cumartesi

Sevgimiz bizi insan yapar.

İlkeli olmak bir ''YAŞAM'' biçimidir, kirlenmişliğe karşı bir duruş sergilemektir...
21. yüzyıla baktığımızda;
Bu çağa, bu görüntülere anlam vermek mümkün değil... ilkeleri olmayan, kendini kuma gömmüş, , tam olarak ne istediğini bilmeyen, bir türlü anlaşılamayan, sürekli yaşamı katledenlerden bıktık artık.
''Hiçbir çağda, insan bu kadar küçük hesaplar yapmak zorunda kalmadı.
Hiçbir çağda insan bu kadar zamandan, sevgiden, saygıdan yana fakir olmadı.
Hiçbir çağda sana biçilen yolun biraz dışına çıkmak bu kadar ağır cezalandırılmadı.
Hiçbir çağda, giyeceğin, yiyeceğin, içeceğin şeyler bu kadar çok başkaları tarafından belirlenmedi.''
Hiç bir çağda insan kendiyle bu kadar çelişmedi.
Toplum olarak yaşadığımız travmaları, kronikleşmiş sorunları aşma iradesi gösteremiyoruz.
Unuttuk kendimizi, geçmişimizi ve bizi bir arada tutan ortak değerleri, ahde vefayı..
Er veya geç herkes yaptıklarının bedelini ödeyecek. Doğruyu yazan kaleme herkes er veya geç muhtaç olacak.
Adalet herkes içindir, er veya geç herkesin defterine mürekkebi damlayacak...
Toplum olarak da hak etmeyenlere dağıttığımız değerlerin bedelini ödüyoruz.
Bir filozof seslenmişti "su gibi sevda gibi birbirinin nefeslerini dinleyen" pırıltılara muhtacız.
Önce adam gibi adam olmalıyız.
Kendimize ait bir doğrumuz yok ise başkalarının yanlışlarını doğru kabul ederiz.
Yanlışlar da zamanla doğruların yerini alır.
Ve herkes kendi çikarina göre yaşamayi ilke edinirse sürer bu vasatın esareti...
Düşünen ve sorgulayan her insan, hangi şartlar altında olursa olsun insanı, değeri ve değerleriyle değerlendirir.
Ve vicdanımız... vicdanimiz yanılmaz bir yargıçtır, biz onu öldürmedikçe..
İyi bir sabrı kuşanmadan, iç sesimizle yüzleşmeden hiç bir işe başlamayalım, önemli kararlarda rol almayalım.
Kendi sahne arkamizi başkalarının sahne ışıkları ile kıyaslamayalım.
Değilmi ki;
İnsan ruhu doğanın parçasıdır. Doğa gibi
boşlukları muhakak doldurur.
İçinde sevgiye yer olmayan her-şeyi
sevgisiz yapar ve sevgisiz insan zayıftır
çabuk yenilir.
Sevgimiz bizi insan yapar.
İnsan olanın da onuru, itibari olur, saglikli sevgi anlayışı olur.
Ortamın adamı olmaz...
Olcay Kasımoğlu

Bir şeyi yanlış anlamaktansa anlamamak daha iyidir.

Geleceğimize sahip çıkmak zorundayız.
''Geleceğe el atmayan, gelişme, iyileşme umudu olmayan bir yaşamın ne değeri olabilir?''
Hani derler ya "ÖZÜN" neyse "SÖZÜN"de o olsun.
Akıllı insan;
Düşündüğünü söyleyen değil, söylediğinin sorumluluğunu ve getirdiği sonuçları da bilerek, üzerine alarak konuşan insandır.
Egolarından arınmış, ruhsal olgunluğa ulaşmış insan;
İnsanlığın doğuştan yaşam hakkı olan değerleri sonuna kadar savunabilen, evrensel değerleri içselleştirilebilen insandır.
Vicdan ahlakı olan insan;
Aklın ve bilimin ötelenmesine, doğanın talan edilmesine, yaşam hakkına, özgürlüğün önündeki engellere, zulme, açlığa, yoksulluğa şiddete, haksızlıklara, eşitliksizliklere, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, yalana, talana, egemen olana, dayatmalara, cinsiyet ayrımcılığına sonuna kadar hayır diyebilme cesaretini ve yürekliliğini gösterebilen insandır.
Çıkarlar şahsı ve ideolojik olmadığı sürece...sadece bir kesimin ayrıcalığı olmadığı sürece ve kişisel hesaplar üzerine kurulmadığı sürece;
Kendi istemini kendi belirleyen, yaşamına sahip çıkan ve başkalarının yaşamı üzerinden kendine prim yaratmayan insanlar her zaman değerli ve kalıcı olarak yaşam da var olacak ve var olmaya devam edecekleridir..
Bazen, anlamak hoşumuza gitmiyor; anladığımız şeyleri değiştirmeyince ruhumuzun ayarı bozuluyor. Sadece büyümüş bedenlerin içinde kendimize gizli saklı yaşıyoruz, yüreğimiz üşüyor, ne garip değil mi ?
Ne güzel demiş İ.Hakkı Tonguç;
"İnsan, halka yararlı bir iş yapmadan ölmeye utanmalıdır."
Bizde, geçmişimizin içinden geçerek, kendimizi yeniden eriterek, kendi içimizde kaybolmadan; düşünerek ve derinleşerek kendimize düşen insanı sorumluluğumuzla geleceğimize sahip çıkmalıyız.

Sanat ve yaşam iç içedir.

  Sanattan, bilimden,edebiyattan, çağdaşlıktan, cumhuriyetten uzak değerlerin toplumla buluşması mümkün değildir.
Ve tiyatronun, bireysel olsun toplumsal olsun kazandırdıkları çok önemlidir.
Tiyatronun öncelikle ırk, din, dil, politika gibi olguları birleştirici etkisini göz ardı etmemeliyiz diye düşünüyorum. Ortak değerleri değerlendirmek gibi bir işlev üstleniyor.
İnsana özgü olan gülmek, ağlamak, sevinmek, üzülmek, paylaşmak gibi duygularla ilgili her şeyi değerlendiriyor.
Tiyatronun amacıda budur zaten. Çok seslilik ve eğlendirirken düşündürmek.
Bazen başkalarının hatalarından, bazen de deneyimlerinden çok değerli hediyeler bulabiliriz. O diğer denilenler, bizim kendimizi tanıma ve gelişme yolumuzda önemli birer yol gösterici olabilir.
''Tiyatro bir ağlama ve gülme okuludur. İnsanların eski ya da yanlış ahlaki değerlerini ortaya koyabildikleri, insan yüreği ve duygularının ebedi kurallarını canlı örneklerle açıkladıkları özgür bir mahkemedir,'' aynı zamanda.
Toplumun eğitiminde tiyatronun eğitici ve zevk verici olması, eğlendirirken eğitmesi, öğretirken-eğlendirmesi tiyatronun en belirgin amacıdır öyle de olmalı.
Günümüzde meydana gelen bilimsel ve teknolojik gelişmeler, insanların yeniliğe açık, yapıcı ve yaratıcı olmasını gerektirmektedir.
Bu durumda yaratıcılık ve yaratıcı düşünce çok önemli bir hale gelmektedir.
Tiyatronun da etkili bir sanat dalı olduğu, insanın ve toplumun eğitiminde bu etkinlikten kesinlikle yararlanılması gerekiyor.
Özellikle çocukların yaratıcı düşünme süreçlerini geliştirmek ve geleceğin bireylerine sanat zevki aşılamak açısından, hem bireysel konuşma, yaratma ve kendini ifade etme yeteneklerini geliştirecek, hem de onlara tiyatro özelinde sanat ve topluma, medyaya eleştirel bakış açısı kazandıracaktır. Buna kalben inanıyorum.
Toplumdaki sosyo-ekonomik farklılıkları, gelecek ve geçmiş gibi kavramlar hakkında fikir sahibi olmak, mesleklerin işlevselliği açısından olsun, insan ilişkileri açısından olsun sağlıklı öngörü oluşturmak açısından tiyatronun önemli bir payı var.
Çünkü farklı seslerin, renklerin bir araya gelmesiyle dαуαnışmαуı, önyargıları kırmayı ve farklı bakış açıları getirerek bilinçlenmeyi sağlarken insana kendini bulmayı da öğretiyor.
Düşüncelerin nasıl eyleme dönüştürülebileceğini, düşünerek yorumlamanın gücünü, estetik algılama yeteneğini; birey olmanın gücünü, farkındalığını ve toplum yaşamı için gerekli olan sorumluluk duygusunu geliştiriyor.
Tiyatro için rahatlıkla en etkili barış yolu da diyebilirim.
Eleştirel tahlil yeteneği kazandırırken, sanatın yaratıcı özelliğinden dolayı da hayatın tüm alanlarından bilinçli yararlanan bireyler yetişmesine de katkı sunuyor.
Bize sunulanların dışında da çözüm aramak, vazgeçmemek ve inanmak;
Doğruya, sevgiye inanmak ”bencilce değil” bütün enginliğiyle ”egolardan, ön yargılardan” arınmış olarak. Algıda seçicilik, arınmışlık yoksa değişim olmaz zaten.
Ve yine ruhun yaralarını saran güzel insanlar hatırına dönüyor dünya.
Çalıştığım sağlık kurumunda, çalışma arkadaşlarımla birlikte Tuzla Sanat Platformunun koordinatörü sayın Orhan Çağlar ve değerli ekibiyle birlikte yaklaşık 4-5 aydır tiyatro çalışması yaptık.
Sağlık çalışanları olarak hakikatin ekmeğini fedakarlık, sevgi ve sabırla en mütevazı, en içten duygularımızla taçlandırdık.
Bizde bu yola yolcu olurken umarız bir şeylere dokunduk. İçimizde ki dünyayı,dışımızda ki dünyayla buluşturmada bir köprü görevi olmaya gayret ettik.
İnisiyatif alma ve sorumluluk adına bir şeyler yaptıksak ne mutlu bize..
Oyunda rol alan mesai arkadaşlarımla, Tuzla Sanat Platform'un oyuncularıyla birlikte samimi, içten, emek ve özveri dolu, disiplinli bir çalışmanın genel provasını izleyicisiyle buluşturarak iyi bir iş çıkarmanın haklı onurunu yaşadık.
Emeği geçen herkese sonsuz teşekkürlerimizle.
Olcay Kasımoğlu

Ya acıyan ya da sevinen yerinden yoğunlaşır şair.




Şimdilerde bir çok yerde, yüreğin dilinden gelen o buğulu şiirleri değil de fabrikamatık şiirler üretilmeye çalışılıyor.
Şiir yazmak ezberletiliyor..
Şiir kalbe dokunan duyguları, düşünceleri, acıları, sevinçleri inci gibi işleyip okura sunandır. 
Şimdilerde moda olmuş; şiiri kelimelerin içine sakla, okuyan bulsun, bir yere kadar evet ama bir yerden sonra yoruyor şiiri.
Hele birde afili, mafili, şıngır mıngır kelimeler...
Şiir felsefedir, şiir akıldır, şiir buram buram sevdadır, candır can. Yüreğe dokunur, acıya dokunur, haksızlığı haykırır, sızım sızım inletir insan olanı. Vicdanı tirim tirim titretir, hissettirir...
Severim iyi okuru ve şiirle yaşama muhalif olanı, ayrık köprüleri yıkanı...
''Temayı bulmak için "Şair, bu şiiri niçin yazmıştır?" sorusunu sorarız, aldığımız yanıt bize temayı verir. Temanın eskimesi olmaz.''
İyi bir imge de duyusal düzeyde tükenmeyip düşünsel düzeyde heyecan yaratmalıdır. Somut bir yönelimi en ekonomik söyleyişle kurmalıdır. Böylece okura çağrışım olanağı verilir ve onun da bir düşünsel haz alması sağlanır.
Kullanılması düşünülen imge, şaire özgü olmalı, şairin sözcüklerine ve imgelerine kendini katma çabası sürmelidir. Çünkü şiir, içselleştirilen sözcüklerle yazılır. İmge de bu sözcüklerin dilde sürekli parlayıp sönen bilenmiş kılıcıdır.
İmge yaratma yolları da bütün şiir araçları gibi, okurun şu ya da bu imge biçimiyle ne derecede içli dışlı ya da yüz göz olduğuna göre değişir.
Akil ve bilinçle beslenen ve sevgiyle, umutla taçlandırılan dizeleri dünyaya armağan eden şairler, sonsuzluk şerbetinden içmeyi hak etmişlerdir diye düşünmeden edemiyorum.
Bununla birlikte, insanların eylemleri ve söylemleri hiç şüphesiz ki hayatla olan ilişkilerinin rengini ve biçimini tayin ediyor.
Şiir yazarken, okurken kalbim heyecanla çarpar. Her defasında, tekrar tekrar aynı duyguyu hissetmekten alıkoyamam kendimi.
Aynı anda o kadar çok şeye aşk duydum ki; çocuklarıma, aileme, acılarıma, olgunlaşmama, sevginin şifacılığına, göldeki nilüfere, gökteki kuşa, yerdeki ağaca!!
Sanatı, doğayı, insanı, yaşamayı seviyorum. Yazarken evrenle kurduğum bağı seviyorum.
Zincirleri yok, ülkesi yok, yıkandığı nehir benim ruhum ve o ruh hiç kimseye kul değil. Yaşamın içinde gürül gürül akan; dingin ve özgün bir nehir...

Ve şair; sadece kendi yaşamını, yaşadıklarını kaleme almaz, yaşama bir bütünlük içerisinde bakar...bu bütünün içinde her şey, herkes vardır...
Başkalarının gözünde, yüreklere inmenin ince duyarlılığıdır, anlamaktır, anladığını yorumlamak ve sezgilerini, anlatabileceklerini biçimlendirebilmektir. 
Şiirse; hayatın kendisi ve hayat kadar örgütlüdür ve evrensel bir değerdir.
Şairse; olgun insandır ve bu olgunluğun yansımasın da, haksızlıklara karşı çıkabiliyorsa, duyarlıysa, eşitliğe, adalete, özgürlüğe önem veriyorsa iyi bir okurda, şair duyarlılığına sahip olabilir...
Şiirlerimde;
Toplumu algılama ve anlama çabalarımın yanında, en temel duygumuz olan özgürlük ve özgürleşmeye, geleneksel kalıplardan arındırılmış sevgilere, erkek egemen toplumun sosyal, psikolojik ve ideolojik bütün dayatmalarına karşı bir kadın sesinin yükselişidir aynı zamanda...
Bununla birlikte, erkeği sadece günah keçisi kabul eden kadınların nefret dolu söylemlerini de onaylamıyorum.
Derinlik olmadan, emek verilmeden sadece duyguyla şiir yazmayı da kendimce yeterli bulmuyorum.
Daha fazla bilgilenme, daha fazla duyarlılık; ancak o zaman ölçüsüzlüğe meydan okuyabiliriz.
Olcay Kasımoğlu