Translate

13 Ocak 2020 Pazartesi

Bizler, Tercih Ettiklerimiz Kadarız.

Bilgiyle
Sevgiyle
Şefkatle
Beslediğimizde kendimizi
Ancak o zaman ulaşabiliriz
İnsan olmanın erdemine...
''Sevgiyle yaşamak ve sevgi için yaşamak dururken, bir insan, ömrünün sonuna ya da zaman onu azat edinceye kadar kendi koyduğu geçersiz kanunların kölesi olarak kalabilir mi? Dikenler ve kafatasları arasında kendi bedeninin gölgesini görmemek için gözlerini yere dikerek ya da yüzünü güneşe dönerek sonsuza kadar durabilir mi?
Kalbime giden yol nereden geçer, artık biliyorum...
Biliyorum....nerede durulur, nerede susulur, gözce ne konuşulur....
Öyle çok değerliymiş ki zaman, kendimi buldukça anladım...
Usta ''sevgiyi seçen kişiymiş'' her durumda, her koşulda...
Hepimiz sevgiyiz ve ''sevgi'' sahip olduklarımızı paylaşır.
Ve aşk;
Hiç bir aşk mükemmel değildir, zaten mükemmel aşkta yoktur varsa da aşk değildir.
Ama bir şey var ki, en yoğun olduğu anlarda bile seni düşündüğünü hissettiriyorsa ,sen onun için anlamlısın ve değerlisin.
Seni iki kez düşündürebiliyorsa ve gereksiz kuşkulara acabalara düşürmüyorsa, onu seninle tutmaya çalış ve ona verebileceğin sevgiyi esirgeme.
İnsanlara hiç kimsenin günde yirmi dört saat boyunca sevemeyeceği öğretilmeli; dinlenme dönemlerine ihtiyaç vardır ve hiç kimse emir üzerine sevemez.
Sevgi kendiliğinden olan bir olgudur. O ne zaman olursa olur ve o ne zaman olmazsa olmaz.
Mesele günün her anını seni düşünerek geçirmek değil, geçen zaman içinde yaşama senide kattığını, değerli olduğunu hissettirmek...
Böyle bir insan zaten sağlıklı düşüne bilen bir insandır, bilir karşısındakinin de bir insan ve et parçasından ibaret olmadığını.
Onu değiştirmeye çalışmayalım, çözümlemeye kalkmayalım.
Kendimize empoze değil onun kendi olmasını sevelim ve seni var olan özelliklerinle seven bir insanı kendimize benzetmeye çalışmayalım,ona kendi olma fırsatını verelim.
Bizi mutlu ettiğinde gülümseyelim, kızdırdığında fark etmesini sağlayalım. İhmal edildiğimizi düşündüğümüzde nedenini soralım ,aldığımız cevap bizi tatmin etmiyorsa bir sorun var demektir.
Bu, ilişkimizi tekrar gözden geçirmek için bir sinyal olabilir. Kendimize öz eleştiri yapalım, kesinlikle onu haklı göstermek için kendimize duygusal baskı yapmayalım, Kalbimiz rahat değilse muhakkak yolunda olmayan bir şeyler vardır.
Bu illada, sevmediği anlamına gelmez ama her iletişim özen ve itina ister.
Eyer kendimizi özel ve iyi hissetmiyorsak bir daha düşünmek ve karşında ki insanı yıkıcı değil ama çözüme ulaştıracak geniş bir bakış açısıyla yeniden gözden geçirmek gerekir.
Kim bilir belkide hiç ummadığımız bir ayrıntı nice yollar çizer.
Yeter ki niyetlerimiz temiz olsun yoksa bu dünyada her şeyin çözümü ve yolu var.
Zor olan ne istediğini bilmemek yada ne istediğine karar verememek.
Hiç kimse bulunmaz hint kumaşı değil, sadece imkanlar ve koşullar insanların seçim seçeneğini ya azaltır ya çoğaltır.
Nice insanlar var parasıyla konuşur, kimileri doğuştan sahip oldukları artıların onlara sağladığı imkanlarla merdivenleri atlar.
Kimi ise o merdivenin basamağına gelmek için bile bir ömür harcar.
Ne olursa olsun yüreği ve dünyası geniş insanlar er veya geç olgun ve doyumlu olurlar.
Şayet ruhun atlası sevgi değilse ne yaparlarsa yapsınlar boş.
En sonunda yine boş tencerenin çıkardığı sese dönerler.
Kendimizi gördüğümüz yüreğe serilelim, sıcaklığını, samimiyetini, gülüşünü bize koşulsuz bağışlayan insanı bulduğumuzda sımsıkı sarılalım ve sarılırken yanında huzuru buluyorsak o bizim cennetimiz ve o cenneti boş avuntularla örselemeyelim...
Çünkü sevgidir kalplerimizi ortaya çıkaran güç. Sevgiyi ortaya çıkaran, kalplerimiz değildir.
Zaten hakiki sevgiler aydınlatandır, sorgulamalara ihtiyaç duymaz..
Hayatı ''olgun, bilinçli, doyumlu, istikrarlı'' ve sevgi dolu insanlarla paylaşalım.
Sahi herkes seviyor o zaman neden bunca acı, keder ?
Sorun sevgisizlik mi, yoksa yanlış sevgi anlayışı mı?
Sevgisizliğin toplumun temel sorunu olduğu hep yazılır, çizilir acaba asıl sorun sevgisizlikten çok sağlıksız sevgi anlayışı olmasın ?
İnsanlar daha çok sahip olmak istiyor...sahip çıkmak değil.
Egemen olmak istiyor...beraber özgürleşmek değil.
Benim olmalı diyor...hayatı beraber paylaşmalıyız demiyor.
... Üzerine yatırımlar yapıyor...fikrini sormadan.
... Bu ve benzer şeyleri sevgi ile karıştırıyor ya da bunların birkaçını sevgimize
"katıştırıyor" olabilir miyiz ?
İki insanın gönüllü olarak kuracağı beraberliğin temelinde hiçbir biçimde "razı olmak" ya da "katlanmak" olgusu yatmamalı.
Kişiler; benim can yoldaşlığı yapmak istediğim insan ve istediğim yaşam bu diyebilmeli.
Bana göre tek başına mantık evliliği de, tek başına aşk evliliği de yetmiyor.
Yazdığım bir köşe yazısın da (aile içi şiddeti anlatırken) bunu dile getirmiştim.
*İki insanın aşk ve duygusal uyumu olmalı.
*Kişilik,mizaç,dünya görüşü uyumu olmalı.
* Günlük yaşam tarzı çok zıt olmamalı.
* Yakın ve uzak gelecekten beklentiler de uyum olmalı.
*Menfaat ve çıkar üzerine kurulu hiç bir birliktelikte insancıl duygu olamaz bunun ayrımında olunmalı.
*Vicdan ve merhamet olmalı.
* Vefa duygusu muhakkak olmalı.
Hepsini bir arada bulmak zor olsa da en azından üzerinde düşünmeye değer...
Yaşam gönüllü alıp vermedir.
Bırakın hayatla geçinmeye niyeti olmayanlar gitsin,yollarını zorla kapamayın/

Olcay Kasımoğlu

Yaptıklarımız Kadarız

Mutlu olamazlar ki değerini bilmeyenler mutluluğun.
İnsan, en çok kendisinden korkar.
Kendi duygularından, güçsüzlüklerinden, zaaflarından, acılarından, coşkularından ürker.
Onun için kaçar yaşamdan, aşktan, öfkeden, sevinçten, kendisinden kaçar.
Sonra yaşam, hepimizi kendi sofrasında ağırlar.
İnsan, hayatı keşif etmeye, değişmeye başlar.
Hayatın özü değişimken değişmemek, dönüşmemek için direnmek bir çiçek tohumunun hayır ben büyümeyeceğim böyle kalmak istiyorum demesine benzer...
Oysa;
Yaşam bir bütündür.
Her şeyin özüne gitmeli insan, görünene değil.
Bazen bildiklerimiz, gördüğümüz kadardır.
Gördüğümüz baktığımız kadar ve baktığımız düşündüğümüz kadardır.
Baktığımızı görmez, gördüğümüzü düşünmezsek eğer, gördüğümüzün bildiğimize sığmadığını da göremeyiz.
Hayat büyük bir koşturmanın göbeğinde "yorulmak ve yoğrulmak" arasında geçiyor.
Atık biliyorum tüm yanlış yolları
beni buraya getiren düşmeleri
Sahi neredeydin daha önce
O güzel yüzünü gördüğüm günden önce
Biliyor musun aşka inanırım ben
Ve inanırım bu yolu da yürüyeceğimizi seninle birlikte
Gelmek istersen yürek yurduma
yönlendirsin yaradan seni benim kollarıma

Mülklerin En Tehlikelisi Dildir...

"Ya susmalı yada suskunluktan daha kıymetli bir söz söylemeli..Pisagor
En büyük sanat iletişimdir.
Gerçek insan yürekten gelenin doğal rengini hep arar durur.
Ve sözcüklerin sanatına sığınmak önemlidir..
''Ve ilerledi kadın;çağlayanların yer çekimi seslerine doğru. İlerledi suskun göllerin susmayan seslerine, esintinin saz hışırtılarına... dimdik ve içindeki bütün zenginliği dizelerin ölümsüzlüğüne bırakmanın yüksek ahengiyle..."
Doğa ve doğanın en gelişmiş ve en güzel bir parçası olan biz insanların oluşturduğu yaşamın da temel amacı bu değil midir?

Bu yüzden dökülmüyor mu zaman zaman dudaklarımızdan şu dizeler:
Yaşamak bir sanattır. Hem de sanatların en güzeli. Güzel ama zor….
Hani “Yarin yanağından gayrı her şeyde” diyerek, kardeşliği savunan Nazim Hikmet gibi.
"Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini.. "
Şimdinin çığırtkan, bencil ve bir o kadar da arsız,duyarsız ilişkilerden ne kadar uzak dizeler...
Bütün mesele bilinçte, sağlıklı sevgi anlayışında ve koşulsuz,şartsız paylaşmak sevdayı hemde acıların imbiğinden imbik imbek geçmiş olanlarla...

Nazım Hikmet Anısına

''Yaşamak ne güzel şey...
Yaşamak;
Birer birer ve hep beraber ipekli bir kumaş dokur gibi...''
Bugün Türk şiirinin Mavi Gözlü Dev'i Nazım Hikmet'in ölüm yıl dönümü, benim kalbimde hep yaşayan günü  ...
İyi ki bu dünyadan geçmişsin. İyi ki şiirin ruhunu sevgiyle, barışla, bilinçle, felsefeyle, inançla ilmek ilmek işlemişsin.
Ne mutlu bana, bugün ruhuma şiirlerinle bir yolculuk yaptım...
Ne çok biz, ne çok biziz ve ne çok hasret,özlem....
İnsan, bir kez sökülmeye görsün yamalı yerlerinden, bir daha kimse tutamaz onu. Bir kez daha anladım bugün bunu.
Biz güzel insanlarız.
Ve ''Tepeden tırnağa insan'' deyişin yok mu, bir kez daha insan olmak ne demek ve bir kez daha sana o şiirleri yazdıran yüreği sevdim, o yüreğe su taşıyan elleri sevdim...
Bizden de selam olsun gittiğin yerlere...
''Ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
ben
tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret..
Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum,
hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler.
Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan, hem
zindandan
dönen insan ruhundan, hem kitlelerin
daha güzel günler için savaşından, hem
bir tek
insanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak
istiyorum,
hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan
bahseden şiirler yazmak
istiyorum...''
Nâzım Hikmet
''Nâzım Hikmet 1902‟de Selanik‟te doğdu. Nâzım Hikmet, Osmanlı İmparatorluğu‟nda birçok örneği görülen kozmopolit bir aileye mensuptur. 1921‟de Nâzım Hikmet Moskova‟ya
gider ve “Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi”nde sosyoloji, politoloji ve sanat tarihini okumaya başlar.
Çağdaş Türk şiirinde Nâzım Hikmet‟in önemli yeri vardır. İlk şiirlerini hece vezniyle yazar. Moskova‟da fütürist ve konstrüktivizm akımlarıyla tanışır ve özellikle Vladimir Mayakovski‟den etkilenir. Böylece Nâzım Hikmet Türk dilinin zengin ses sisteminden ve ses uyumlarından yararlanarak Türk şiirine serbest nazmı getirir. Şiirleri elliyi aşkın dile çevrilmiştir.
Kitaplarını yazarken ilhamı hayatından ve dünyada yaşayan insanlardan, özellikle Türkiye‟de ve Sovyetler Birliği‟nde yaşayan insanlardan alır.
O, şiirlerinde, hayat, ölüm, adalet, barış, hapis, kadın, eş, adam, anne, baba, çocuk, sevgi, köyler, şehirler, vatan ve insan sevgisi için yazar.''
O insan, tepeden tırnağa insan.
Nâzım Hikmet 1963‟te Moskova‟da vefat etti.
Şiirleri kaldı... Gömülmeyecek, solmayacak, eksilmeyecek şiirleri...

Anlamak Adına

Bugün, sabahın erken saatlerinde, bu resim karesinden çok da uzak olmayan bir çocukla kesişti yolum.
Yaklaştım yanına 'ürkek, yılgın ve korku dolu gözleriyle' baktı bana. Yan tarafımda duran diğer bir genç çocuk ''Abla boş ver onlar Suriyeli'' dedi. Çocuğun yüzüne daha bir dikkatli baktım. Suriyeli olunca ne oluyor? Değişiyor mu kimliği, duyguları, masumiyeti ve çocuk olma hakki? Diğer taraf da ''Boş ver onlar çingene'' Diğer daha diğer tarafta ''Onlar doğulu'' vs vs ve böyle böyle uzayıp gidiyor insan denilen canlının bir soluk fani dünya dediği bu handa kendini bu dünyanın hakimi ve sahibi sanma hezeyanları...
Bir diğer tarafta şatafatli iftar yemekleri, diğer tarafta üç kuruşa boğaz tokluğuna talim eden insanlar.
Yine diğer taraftan meslek yaşantımda her türlü insan profiliyle iç içe olmanın getirdiği farklı bakış açılarından olsa olsa gerek içi boş kavramları, sözde sloganları, senin için ölürüm deyip, iş emek vermeye gelince hastahanenin arka kapısından kaçanları gördükçe sözle- eylem kardeştir söylemi daha bir içi dolu ve sıcak geldi bugün bana.
Ve ne olursa olsun;
Ön yargılarla, korkularla, endişelerle hiç bir şey yatağını bulmuyor. İnsan yüzleşmeli yaşamın gerçekleriyle.
Hiç kimsenin tekelinde değil insanca yaşamak.
Saraylardan, şatolardan, kendi yaşadığımız alanların karesinden ibaret değil yaşamlar.
Hayatım boyunca ''ön yargıyı,gösterişi, gövdemi düşüncemden önce öne sürmeyi, egoyu, kibri ve ne oldum delisi olmayı'' kendimden hep uzak tutmaya çalıştım.
Yaşamak doğuştan sosyal bir haktır, kaldı ki 'adalet, özgürlük, insanca yaşamak lüks değildir. Yaşamın olmaz olmazıdır.
Sözüm o ki;
Herkesin kendini ifade etme hakkı ve özgürlüğü vardır.
Hele birde çocukların geleceği söz konusuysa, hani deriz ya ''Akan sular durur'' o misal yani...
Gördüğünüz bu resim kareleri hayal değil, gerçeğin ta kendisi. Halen Türkiye'nin bir çok bölgesinde öğretmene hasret çocuklar var. Yaşam koşullarından dolayı okula gidemeyen binlerce çocuğumuz var. Halen açlık sınırında yaşayan insanlar var.
Perişan halde ki bir çocuk için ''O Suriyeli'' diyen o gencin bu ülke için, kendisi için nasıl sağlıklı bir ülke ve insan sevgisi olabilir, dedim kendi kendime yürürken...
Hırsların kirlettiği,
Kibirlerin körlettiği
Ne çok gizli utanç var yeryüzünde
Dar bir inancın
Ağır bir aldanışın coğrafyasında
Türkülerin ateşini kurutanlar
Sökemezsiniz umudu
Bütünlüklü bir sevgiyle
Mavi eller tırpan olsun zulüme
Hiç bir şey insandan daha kutsal değil...
Olcay Kasımoğlu

11 Ocak 2020 Cumartesi

Yarın Geç Olmakla Meşhurdur

Sadece kendi yüreğinin kabuğunda yaşayan insanların bize verebileceği hiçbir şey olmaz♥
'Sevdiklerinizi yüreklerinden sımsıkı tutun. Yarın, geç olmakla meşhurdur...''🌹
Her an bir umutla
Her an bir ışıkla
Ve her son bir hüzünle perçimlenirken
Binlerce kök salarak kavramalıyız hayatı yeniden
İlla yaşadıkça
Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesidir.
Hepimiz aynı derinliklerden çıkıp geliriz. Derinliklerden çıkıp gelen bir varlık olarak, her birimiz, kendi öz amacımıza varmak için uğraşıp didiniriz, birbirimizi anlamaya çalışırız ama yorumlamaya gelince, herkes yalnızca kendisini yorumlayabilir.
İçimdeki çocuğa yolculukta, saçları örgülü, yüzü güneşten, ayazdan yanık, ayakları çıplak, üstündeki elbiseleri basmadan küçük bir kız çocuğu görüyorum; biraz ürkek, biraz haşarı ve bir o kadar da güzel.
Anlat diyor, ıskalamadan yaşamı ve yaşadıklarını, acıların eleğinden geçerken, yaşam sevincinin ve umutların seni nasıl sen yaptığını haykır, diyor. O içimdeki küçük çocuk, kükredikçe umutlanıyorum.
Bir dağın, bir ağaca söylediği şarkıdan, nehirlerin dingin su seslerinden, ovadaki tek çiçekten, bir tayın yelesinden, şafağın mor kızıllığından geliyorum.
Bülbülün türküsü gibi, sözcüklere dokunan, onları yoğurup köy kokusu sunan; daldan dala konup uçan küçük kuş gibi; tuval, fırça elde, renkten renge, durmadan, gökyüzünü, yeryüzünü boyuyordum.
Yıllar içerisinde çok gezdim, başka ışıklar gördüm. Bitkiye, insana gerekli aydınlığın; göklere, güneşlere ve denizlere göre değişen eşsiz renklerini bir bir saydım. Ama hiçbir şey, kendi içinde, kasabamın sokaklarındaki güneşin yarattığı o değişmez beyazlık kadar yer etmedi anılarımda. Şüphesiz, bu göz kamaşması sadece içten gelen bir şeydi. Yada sadece hafızanın geçirdiği başkalaşımlar da vardı ve ben bunun gerçekliğinden emindim.
Güneşin sarıya boyadığı kül rengi evler, aralarında yeşil otların fışkırdığı bahçeleriyle, çocukluğumu yaşadığım yerler, unutmayacağım kadar göz kamaştırıcıydı.
Sanki ben değil de, bembeyaz bir ışık içine gömülen kendi çocukluğum söz konusuymuş gibi; ilk acıların karşısında gözlerini kırpıştırarak, bütün masumluğuyla duran ve yüreği bambaşka çarpan bu ürpermiş çocuğu tekrar görüyordum.
Olcay Kasımoğlu
''Simurg Olmak Zamanı'' Romanımdan

8 Ocak 2020 Çarşamba

Bilgeliğin Başlangıcı

Yorgunluğumuz sesleri duymayacak kadar derin...

Ne diyor Gülten Akın 'Yol yürüyüş öğretir.'

Yürümek ancak içe doğru yapılırsa anlamlıdır.

''Bazı yolculuklara çıkmak için bavulları doldurmaktan ziyade boşaltmak gerekir, boşaltıp öyle çıkmak o yolculuklara...
Çünkü elinizdekiler değil elinizdir lazım olan, aklınızdakiler değil aklınız, yüreğinizdekiler değil yüreğiniz...''

Ve ne hikmetse  herkes doğru insanı bulamamaktan dert yakınıyor.
Oysa;
Uzun soluklu, sağlıklı ve doyumlu bir beraberlik sadece doğru kişiyi bulunca değil, karşılıklı doğru davranınca sağlıklı yürür.

Önce kendimizin doğru insan olup olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek gerekiyor. Bilgeliğin başlangıcı budur.
Ancak o zaman kendimizle yolculuğumuz başlar.

İnançla yürüyelim kendimize...

#olcaykasımoğlu

Fotoğraf: Yaşar Koç

Hoşgörü

İnsan yaşamını, ifade özgürlüğünü, sadece yasayla korumak mümkün müdür?
Mümkün olmadığını yaşadıkça görüyoruz.Bunun da bir çok nedeni var.
Her şeyden önce toplumda hoşgörü ruhu olmalıdır.
Hoşgörülü insan olmak ruhsal olgunluk ve sağlam karakter ister, buda büyük resmi net görmemizi sağlar.


Hoşgörümüz sayesinde diğer insanları anlamaya başlarız ve onlarla iletişim kurarız.
Hoşgörülü insan olmak insanın değer yargılarını genişleteceği gibi, çevresinde sevilen, saygı duyulan bir insan olmasını da sağlar.
Hoşgörü temelde bizden farklı olanları kabullenmeyi, farklılıklardan doğan zenginliği fark etmemizi sağlar.
Hoşgörü; Farklı açılardan hayata bakmamıza, yanlış algılamalarımızı da düzeltmemize neden olur.

Empati yapmamıza, kişiler arası iletişim de diyalog kurmamıza vesile olur. 

Diyaloğun kurulduğu iletişimlerde ise sorunlar daha kolay hal olur. Hoşgörünün hakim olduğu toplumlarda ortak paydada buluşmak kaçınılmazdır.
Toplumda refah, huzur, güven, sevgi ortamı oluştuğunda bireyler hayattan zevk alırlar, geleceğe güven duyarlar, gergin ve agresif olmazlar.

Velhasıl ‘insanlıkta ve yalınlıkta’ başlı başına bir sanattır hoşgörülü olmak !
Sonra bir türkü tuttursak çıksak dağlara
Özlemleri yüceden yeli inceden
Yalçın dağlarda kendimizi deme bıraksak
Hiç yılmazsak dağ sularına karışsak, arınsak
Düşünü kurduğumuz dünyanın düşüne beraber uyansak..!
Olcay KASIMOĞLU

Benliğimizin Farkına Varmak

Rüzgar yorgun ışıklar ölgün
Olsam kızıl bir bulut yağsam kırlara
Umuşlar kalbimi yıpratıncaya kadar
Sökülsem kırılan yerlerimden..
İnsanlar gerçeklerden uzaklaştıkça, gerçeği hatırlatanlardan nefret eder oldu.
Eteklerimizde taşlar ve ruhumuzda yaralar var oldukça kanayacak hep bir yerler.
O zaman taşlarımızı ayaklarımıza düşürmeden, kanamadan geçebilir miyiz bu hayatın içinden ve kimseler incinmeden geçmişin acılarını çıkarabilir miyiz gün yüzüne ?
Yaşanan toplumsal olayları incelemeden, irdelemeden, sorgulamadan, sağlam gerekçelere dayandırmadan suçlamak ve yargılamak sağduyudan, öngörüden uzak insanların işidir.
Hiç kimse, yaşanan toplumsal olayların üzerinde durup düşünmüyor. . Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes bencilce kendini düşünüyor.
Peki, hangimiz; özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya, yada kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
Arınmanın olduğu yerde, yeni tomurcuklar filizlenir, öfke kin nefret fışkırmaz..
Herkes yüzleşmeli ve silkelenmeli tarihin küf kokan odalarından, çıkarmalı yalanı-dolanı,kıyımı...
Ancak o zaman demokrasiden, insan haklarından, korkmadan,ürkmeden,sancılı rüyalar görmeden bahsedebiliriz..İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
olcay kasımoğlu

Sevme Sanatı

"Bir kadın sevdiği adamın yüzünü bir denizcinin açık denizi bildiği kadar iyi bilir” diyor Balzac.
Ne güzeldir birine “İyi ki Varsın” Diyebilmek
Ayağa adım, dile söz, omuza dokunuş, cana can olur.
Her şey kendiyle çoğalır
Sevgi sevgiyle çoğalır, sürekli bir devrim gibi
İyi ki Varsın Ne Güzeldir "İYİ Kİ VARSIN" Diyebilmek....
Ve Beklemek, nedeni olan için çok güzel..
Her şeye rağmen, yaşamın içinden bir lezzettir beklemek, yüreği bükerek eğiten, sabrı öğreten, ruhu geliştiren bir zaman yolculuğudur beklemek...
Erich Fromm, sevme sanatı kitabında;
“bir insan başka birine sahip olduğu en değerli şeyden, yaşamından verir.
sevinçlerinden, anlayışından, bilgisinden, üzüntüsünden içinde canlı olan her şeyden verir der ve ekler:
“bazen bir şeyler vermek için bir bakış bile yetebilir”...
Biliyorum bir şeyler var
Senden gelip
İçimi maviye boyayan
Bir ışık yumağı gibi
Yıldızlı geceyle buluşturan
Bir şeyler var bir türlü vazgeçemediğim...

6 Ocak 2020 Pazartesi

Düşünce Zenginliği 🌹

Düşünce zenginliği;
Parayla, makamla, diplomayla satın alınacak bir şey değil...
Bakış açısı ve yaşamın içerisindekileri bir değer olarak kabul görme anlayışı...
Her insanın değeri ve değerleri vardır. Değeri belirleyen, statü ve makamlar değildir, kaldı ki statüler insana değer katmaz, makam ve statülere değer katan insandır.
Yaşamımızın her alanı, ilişkilerimiz, bize kim olduğumuzu hatırlatmak adına ışık tutarken; yaşamımıza hakim olan düşünce tarzlarımız, davranışlarımız, inançlarımız, duygularımız, tepkilerimiz; bizim yaşam üzerinde ki rollerimizi de belirleyici kılıyor.
Yaşam içerisinde her insanın yaptığı iş, ürettiği değer bizim için önemlidir..
Sadece bir insanın var olması, üretmesi bile yaşama ciddi bir destektir.
''Birinin yaralarını sarmaya çalışıyor olmamız tamam olduğumuz anlamına da gelmiyor, tastamam olmayan halimizle de birbirimize iyi gelebiliriz.''
Bu bilince sahip olduğumuzda sıfatlar ve makamlar değil, insanın yaşama kattıkları önem kazanacak..

Hayat Eşya Değildir..


“Kendim ve dostlarım için ve zamanın akışını yumuşatmak için yazıyorum.” demiş, Jorge Luis Borges
Bende: kendi bilincimle, irademle,seçimlerimle,seçtiklerimle, değerlerimle, insanı sorumluluklarımla, bir nebzede olsa, yaşama dokunmak için yazıyorum..
Çünkü, hayatı ezberlemek başka; anlayarak, gözlemleyerek, deneyimleyerek, sevgiyle dokunmak bambaşka...
Kendimizi deneyimleyerek, olanaksızlıkları öğrenerek kendimizi bulduğumuzda, yaşamın en kıymetli hediye olduğunu göreceğiz.
Yaşamı ''yedeğimde saklamak değil'' yaşamı, yaşanılır kılmak ve anlamlı yaşamak istiyorum diye bilmektir, YAŞAMAK...
Biliyorum ki, irademiz dışında; güneş doğacak, çiçekler açacak, rüzgar esecek, yağmur yağacak ve olması gerekenler kendiliğinden olacak.
Önemli olan, bu dengenin içinde biz ne öğrendik neye şahit olduk ve hayatımızı bunlarla ne kadar bütünleştirdik, sesimizi ne kadar katabildik ?
Her günün ''yeniden doğmak olduğu'' her nefesin ışık süzmesiyle yeniden yaşamak olduğunu; kötülüğün, sevgisizliğin olmadığı bir ''erguvan imparatorluğunda'' yaşam tacını takıp, içtenlik, erinç, coşku ne varsa, olanca görkemiyle yaşamaktır, YAŞAMIN ANLAMI...
Hayatın sevgi diliyle öğrenildiğini, öğrenilirken de sorgulamaktan hiç korkmamayı, sanata ve bilime önem vermeyi, bilmediğimizi araştırmayı, kendimizi güncellemekten asla vazgeçmeyeceğimizi söyleyebiliriz, yaşam işçisi yüreğimize..!
Çoğu zaman, başkalarının dayattığı kurallara ve değerlere göre yaşıyoruz. Yalanları, oyun bozanları, sorgulamadan kabul ettikçe içimizdeki sızı ve yalnızlık daha da arttı.
Her şeye sahip olmak için uğraştıkça, hayatlarımıza sahip olundu.
Düşlerimize birer birer el koydular.Her şeyin ucuz bir metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı bir ortamda sevgiyi, dostluğu, bilgiyi, güveni, içtenliği parayla satın almaya ve mutlu olmaya çalışıyoruz.
Kimse yuvasında değil, herkes başkasının kapısını çalmakta, başka hayatlarla avunmakta, hazıra konmayı amaç edinmekte. hazır söylemlerle yaşama sarılmakta, ne olduğunu bilmeden kendine sunulan yaşam tarzlarını benimsemekte.
Bizi hep başkaları tanımladı, hangi mesleği yapacağımıza bizim adımıza karar verdiler. Kiminle evleneceğimize, hangi partiye oy vereceğimize, hangi takımı tutacağımıza hep başkaları karar veriyor
Sonuç: mutsuz, umutsuz, kuruntulu, endişeli, arabesk söylemler yaşamın merkezi olmaya başlıyor.
Yaşamın doğasına aykırı sularda yüzüyoruz. İnsan doğasına uygun olmayan ne varsa onları işlemeye çalışıyoruz.
Bilincinin güzelliğini ve yaşamının değerinin sürekliliğini korumak istiyorsak, önce kendimizi öğrenmeye ve organize etmeye, ardından da hayatı tanımaya ve olumlamaya özen göstermeliyiz.
Değil mi ki; kalbimizin çıkarttığı sesin bile bir anlamı olmalı..
Değil mi ki; dilimiz söylediğinde, kalbimizin sesinde, dolup boşalmasında herhangi bir değişiklik olmuyorsa, ne anlamı var söylenenlerin.
O’nun sözlerini kulaksız duy, ona dilsiz dudaksız söz söyle.Çünkü dille, dudakla söylenen sözün ayrılıklar vermemesine, insanı incitmemesine imkan yok, demiş (Mevlana)
Anlamak sadece sözcüklerle değil, duyarlıkla da mümkündür aynı zamanda.
Biz kendi şişkin egolarımızı söndürmedikçe, havasını indirmedikçe, birbirimizle değil konuşmak, sadece kendimizi anlatmaya devam edeceğiz.
''İnsanlar kelimelerle, sözlerle bir şeyler anlarlar ama birbirlerini o kelimelerden, o sözlerden dolayı anlamazlar. Sözleri aşan bir anlaşma alanı vardır insanlar arasında. Tabii burada sözlerin vazgeçilmez bir yeri vardır ama insan anlaşması sadece sözle olmaz. İnsan anlaşması sezgi ile olur, sezginin de ne olduğunu bilmiyoruz.
Yani insanlar birbirlerini sevdikleri için birbirleri ile anlaşırlar ve birlikte bir şey yaparlar.
İnsanlar birilerini kendilerine uzak, yabancı, nefret edilecek diye saydıkları için onlarla savaşırlar. Ve bunların kelimelere dökülebilir bir tarafı yoktur. Biz kelimelerden o sonuca varmak için bir şey elde ederiz.''
Kendi varlığımın sınırlarını fark edip, kendi egomu söndürerek diğer varlıklarla, doğanın sesine, ritmine, müziğine yüreğimin sesiyle katılmak istiyorum.
Görmeden bakan, duymadan dinleyen, hissetmeden dokunan, düşünmeden konuşan insanlardan uzaklaşarak;
Tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek, herkesten daha çok daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak istiyorum....
İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına kulaklarımızı tıkamadan; kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça; kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi; amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor.
O zaman başkalaşır dünya/ tutkular ten olur, düşünce tenleşir/ ruhlar özgürleşir, yok olur prangalar..
İnsanın duruşu ne kadar derinse, ne kadar özgürse ruhu, ne kadar güzel görebiliyorsa; o kadar geniş, o kadar uçsuz bucaksız, o kadar güzeldir yaşam manzarası.
Bunun içinde, sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak gerekiyor. Nede olsa, onlarda tozlanır, katılaşır, sağırlaşır, koylarına çekilir zaman zaman...

Tanrım Ne Büyük Şey Şu Huzur

Sadece kendin ol.
Kendi hikayenin kahramanı ol.
Başkalarını ışığınla aydınlat, mutlu olduğunla yoluna devam et.
İnsanın hayattaki en büyük başarısı kendini bilmesi, kendinin farkında olmasıdır.
Kaldı ki herkesle aynı olmak zorunda da değiliz.
İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına kulaklarımızı tıkamadan kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başlıyor.
Kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor.
Bunun içinde, sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak gerekiyor. Nede olsa, onlarda tozlanır, katılaşır, sağırlaşır, koylarına çekilir zaman zaman...
Hayat, eşya değildir; gerçek olan yaklaşımlarımız ve içimizdeki sesimizdir...
İnsanlar vardır
Ömrümüzden gelip geçerler
Kimileri masal tadında kalarak
Kimileri silinmeyecek izler bırakarak
Yorgun ömre su olur giderler
İnsanlar vardır
Kirpiklerimizden doğmuş hüznü
Göz uçlarına alarak
Ve ortasından geçerek acının
Zamanın sonsuzluğuna giderler...
Yaşama tüten çiçekler gibi
Ben kalanlardan yanayım
Özgün ve özgür sevdası olanı
Kalbi bir yudum su
Bir dilim ekmek olanı
Sevgiyle
Bilgiyle
Şefkatle kendini besleyin severim...

3 Ocak 2020 Cuma

Kendi Acımızdan Başka Acı Tanımaz Olduk !

Bir çocuk gördüm, ağlıyordu. Çünkü evlerinin kapıcısının oğlu ölmüştü. Ana, babası önce bıraktılar ağlasın, sonra sıkıldılar bundan.
-Niye ağlıyorsun? dediler. Senin kardeşin değildi ki o.
Çocuk gözyaşlarını sildi. Korkunç bir şey öğrenmişti: Demek ki, yabancı bir çocuk için ağlamak gereksizdi. Simone de Beauvoir

Kanıksanmış duyarsızlık algısı böyle oluşuyor, oluşturuluyor.

Her akşam televizyon dizilerinin başında, hayatlarını başkalarının hikayeleri üzerinden yaşayanlar, dizi kahramanlarıyla özdeşleşerek gerçeklik algısını yitirenler, kendi hayatlarına ne kadar ilgi gösterirler veya kendi hayatlarının sözcüsü olabilirler?

Umursamazlık almış başını gitmiş, şiddet ve ölüm haberlerin, etkili bir korku filmi tadında izleyen seyircinin “kurban etkisi” denilen şiddete kayıtsız kalma durumuna dönüşmüşse yeniden silkelen meliyiz !

Kendi hayatının anlamını değil, başka hayatların anlamı üzerinden yaşama yürüyenler, kendi hayatlarının yaratıcısı nasıl olabilirler ?

Ölümün kanıksandığı, sizden bizden algısına dönüştüğü yerde, hangi vicdandan bahsedebiliriz ?

Kendi sosyal statüsünü kaybetmekten korktuğu için susmak, yaşanan kıyımları görmemezlikten gelmek ve her şeyi akışına bırakmak, bana dokunulmasın da ne halleri varsa görsünler düşüncesi hakim olmaya başladıkça; amaçsız, bencil, hoyrat benlikler çoğalmaya devam ediyor.

Özellikle eğitim ve kültür-sanat alanındaki gündelik politikalara, bilimle-sanatla asla yan yana gelemeyecek tutumlara, dayatmalara ve anti-demokratik yasalara, yoksullaşmaya, sadaka kültürünün normalleştirilmesine baktığımızda; toplumda yaratılan algı ile insanlar da sürü bilinci hakim olmaya başlıyor.

Sonuç;
İnsanların bencilliği ile başlayan kayıtsızlık, zamanla içselleşerek; akılsızlaşmayı, vicdansızlaşmayı ve beraberinde omurgasızlaşmayı başlattı.

Olcay Kasımoğlu

Ülkene Götürdün Beni

Karanlık geçmişin, sessiz bir tablosudur Zerkalo.
Sinema ve şiir; düşleri, sonsuzluğu ve aşkı, kısacası insanın kendisini anlatmak için kullandığı ifade biçimlerinin başında gelir.
'Ruhumuz bedensiz / Bir günahkar sanki/ Ve sanki cevapsız bir bilmece… / Ve ben rüyamda/ Bana bir başka kılıkta /Başka bir ruh gibi görünürüm / İnançsızlıktan, umuda koşar...'
İnsan;
''Şu an için kendisini yüksek binalara, kafeslere, hapsetmenin peşinde olsa da, insanoğlu için doğaya ve çocukluğun saf huzuruna kanat çırpma vakti gelecektir.''
Evet gelecektir, buna kalben inanlardanım.
Yeter ki kendimize yürüyelim. Önce kendimizi dışarı çıkartalım. Bir görelim iç doğamızı aynamızda.
Sürekli şüphe içindeyiz ve telaşlıyız. Durup düşünmeye zamanımız yok.
İnsan hiç elinde ki bardak kırıldı diye su içmekten vazgeçer mi?
Değersizlikten ve anlamsızlıktan kurtulmak ve ruh mükemmelliğine ulaşmak için Ayna’ya bakmayı, orada görülen tabii derinliğe sahip çıkmayı önerir bize Tarkovsky.
Film bizi;
"Şiirsel ve bazen gittikçe ağırlaşan bir zeminde, geçmişin kapılarını aralayıp çocukluğun coğrafyasını, ergenliğin ve bir adam olmanın anlamlarını yoklayan bir genel bir tutuma sahiptir.
Ağırdır Ayna, evet, zordur ama bu ağırlığa ve karmaşaya rağmen kendi yüzümüze çekinmeden bakmaya çağırır."
Ta ki içimizde ki öze ulaşıncaya kadar...
“Buluşmalarımızın her anını/ Bir mucize gibi coşkuyla kutlardık/ Yeryüzünde yalnız biz vardık/ Sen bir kuş kanadından daha hafif ve inceydin/ Bir hayal gibi, merdivenleri uçarak/ Yağmurlarla ıslanmış/ Leylakların arasından/ Geçirip, aynanın ötesindeki/ Ülkene götürürdün beni''
Tarkovsky’nin Ayna’da yaptığı 'değerli olan anların şiirsel renklerle süslenmesi' onun filmleri sadece hissedilmelidir dedirttiriyor bana.
Ve dünyalara sığamazken, bir çift göze, bir dizeye sığdığı sığındığı zamanlar...
''Çağlar elbet değişecektir, ancak insanlığın özü ilelebet korunacaktır...'' der Tarkovsky'mız🌹
Aslında böylesi bir sorgulama herkes için, hayatın her anında gereklidir.
İzlenmeli, duru bir zihin ve açık bir kalple...
#olcaykasımoğlu

Yaşamak Azmi

Sadece gördüğüyle yaşamı yorumlayanlara, yaşama gereksiz anlam yükleyenlere fazla bir şey vermez.

Yaşamın mücadele ve azimle nasıl bir döngüyü tamamladığını Ağustos böceklerinin serüvenini okurken bir kez daha hayranlıkla içselleştirdim.

Okuyalım bakalım;

”Dişi Ağustos Böcekleri yumurtalarını ağaçların taze dalları içine bırakır. Ağaç dalı içinde
yumurtadan çıkıp, bir kurtçuk olarak dünyaya gelen Ağustos Böceği, dört hafta boyunca ağaç
dalının özsularını içerek beslenir. Yani onun süt annesi ağacın dalıdır. Bu dört hafta içinde
büyür, serpilir, çok güçlü bir çift ön ayak ile gagaya benzer güçlü bir ağza sahip olur. Sonunda
dalda bir yarık açıp, dışarı çıkar ve bırakıverir kendini toprağa. Bu zorlu bir hayat sürecinin
başlangıcıdır. Hemen toprağı kazmaya başlar ve dibine düştüğü ağacın köklerine ulaşarak,
köklerin öz suyu ile karnını doyurur. Yıllar boyu durmadan, bıkmadan ve yorulmadan açtığı
tünellerle beslenmek için diğer köklere de ulaşır ve böylece aradan koskoca onyedi yıl geçer.
İşte Ağustos Böceği’ nin yaşamı; karanlıkta, toprak altında geçen ve büyük bir mücadele,
sabır, çaba gerektiren bu zorlu onyedi yıldır! Şaşırdınız değil mi?
Bu onyedi yıl sonunda iyice olgunlaşıp büyüyen Ağustos Böceği için artık yeryüzüne
çıkma vakti gelmiştir. Kabuğu iyice kalınlaşmış, bir çift güçlü kanatı oluşmuş ve artık uçmaya
hazırdır. Nihayet Ağustos ayında toprağın üstüne çıkar, birkaç gün güneşin altında sabırla
üstündeki sert kabuğun yırtılmasını bekler. Solunum yolu üzerinde kalan sert iki kabuk ve
kabuk üzerindeki ince bir zar ile bu zara bağlı kaslar onun sesi soluğu olur. Onyedi yıllık
suskunluğun ardından, vücudundaki bu kasları saniyede yaklaşık beş yüz kez hareket
ettirerek, sesini bütün dünyaya duyurmaya başlar adeta. Ama artık onun yeryüzünde sadece
dört haftalık ömrü kalmıştır. Ömrünün son deminde, çoğalmak ve neslini sürdürmek
içgüdüsüyle hareket eden erkek Ağustos Böceği’nin, artık kendine bir eş bulması gereklidir.
Bunu da sesiyle seranad yaparak başarır. Çok kısa süren bir aile hayatından sonra dişi Ağustos
Böceğine tohumlarını bırakır ve Eylül gelip, dişinin yumurtlaması tamamlanınca, herikisi
birden hayata veda ederler.”
İşte böyledir Ağustos Böceğinin mücadele azmiyle hiç vazgeçmeden sürdürdüğü gerçek
hayatı.


Olcay Kasımoğlu

30 Aralık 2019 Pazartesi

Ben Elimden Geleni Yaptım

2020' ye çok büyük anlamlar yüklemesemde, umut denilen o yaşamak ağrısını kalbimizde büyütmeye devam edeceğiz.
Varlıklarıyla mutlu eden, hayatıma anlam katan, yaşama sevinci veren, mücadele ruhumu ve umudumu tazeleyen arkadaşlarıma, dostlarıma, herkese teşekkür ediyorum.
Tüm varlıklar için geride bıraktığımız yıldan daha iyi bir yıl olmasını dilerken, sevgimizi besleyecek şefkat ve ona güç verecek ruh sağlığı diliyorum.
Zaman mutlaktır ve bu döngünün içinde ruhuma iyi gelen William Shakespeare'in dizelerine minnetle sarılıyor ve paylaşıyorum🌹
''Her şeyden önce iyi yaşa.
Eğer gerçek aşkı tanıyacak kadar şanslıysan; bütün kalbin, ruhun ve bedeninle sev.
Sırf tesadüfen bu dünyaya gelmiş gibi, laf olsun diye günlerini geçirme.
Hayatını öyle yaşa ki; her an kendi elini sıkabilesin.
Ve her gün hiç olmazsa faydalı bir şey yap ki; gece yaklaşırken örtüleri üzerine çekip kendi kendine; 'Ben elimden geleni yaptım' diyebilesin."
Şimdiki zamanın boş yücelikleri o kadar çok ki!
İkircikli hesaplar, kabarık cüzdanlar üzerinden ahkam kesilenler mide bulandırıyor.
Çocukların aç kalmadığı, eğitimin ve sağlığın paralı olmadığı, hakkaniyetin sığ sularda yüzmediği, kadınların şiddet mağduru olmadığı, çıkarlar ve menfaatler uğruna insanların gammazlanmadığı, duyguların örselenmediği, savaşların olmadığı, kulun kula kulluğu olmadığı, barış ve kardeşliğin yeşerdiği bir yıl olmasını kalben diliyorum.
İnsan, iyi dostlarla birde huzurlu bir vicdanla hayatın anlamını bulabilir.
Aydınlanmanın özgünlüğünü, insanca yaşamanın sorumluluğunu aklı ve kalbiyle taşıyanlara selam olsun...
Sarılalım sevdiklerimize...
İyi insanlara rast gelesiniz😊
Olcay Kasımoğlu

YAŞASIN HAKLARIN ADALETİ !!

Çoğu zaman; insanların kör ve sağır kaldığı, kendine sıra gelinceye kadar gıkını çıkarmadığı sosyal ve toplumsal olaylar vardır..
Yaşam bir bütündür, dünyanın diğer ucundaki bir değişim, gelişim bir diğer alanı değiştirirken hala yerinde durmayı ve yerinde saymayı marifet sananlar, daha da gerilere düştüğünün her gün bir parça eksildiğinin farkında bile değildirler.
Sadece kendini görmek, çok yönlü düşünememek, etkileri ve tepkileri hesaplayamamak, başka insanların yaşam haklarına saygı göstermemek; iki yüzlülüğü, riyakarlığı, yaşama ihaneti kaçınılmaz kılmaktadır.
Yaşam da var olan ayrıcalıkları sadece kendi tekelinde görenler, hiç düşündünüz mü, kimsesiz ve kimliksiz kalanlar bir gün hesap sormaz mı ?
Yaşamı sorgulamayanlar, sadece kendi durduğu yerden bakanlar, evreni bir bütünlük içinde görmek ve algılamak yetisinden yoksundurlar.
Onlara göre yaşam siyah ve beyazdan ibarettir ve o en iyisi, diğeri en kötüsüdür.
Dünyanın sadece kendi etrafında döndüğünü sananlar; kendi yaşamlarının dışında başka bir düşüncenin, başka yaşamların önemi konusunda bencildirler.
Kendi yaşadıkları coğrafyanın verdiklerine, düşünce ve yaşam tarzlarına anlayış ve nezaketle yaklaşıp başka insan diyarlarına, yüreğini,algısını kapatan insanlar yaşamı bir bütünlük içerisinde görmekten çok uzaktırlar.
Farklı coğraya da doğan ve yaşam koşulları gerçekten zor olan insanları anlamak yerine, ezici bir üstünlükle tepeden bakmak, görmek, dünden kalmış argümanlarla bugünü değerlendirmek insanların sağlıklı bir düşünce anlayışına sahip olmalarını ve sağlıklı bir bakış açısı getirmelerini engelleyecektir.
Ve dünden kalanlar dünün söylemleriyle bugünü görmeye çalıştıkları için yaşamı ıskalamaya devam edeceklerdir.
Özellikle sen ben kavgasının yolcuları, insanları; görünüşünden,dilinden, etnik kökeninden,siyasal tercihlerinden dolayı yargılıyorsa hiç bir gönülde açamazlar, insanım diyemezler.
Başkalarına önyargıyla yaklaşan insanlar, yenilikten korkarlar. Kendi dünyalarında farklı, içinde bulundukları ortamda farklıdırlar. Resmi görüşleri ayrı, içsel düşünceleri farklıdır. Bunlar için yaşamın etkinliği, işine ve çıkarına geldiği gibidir. Neyi savunuyorlar neye göre, kime göre yaşamlarını düzenlerler bilinmez.
İnsanı insan yapan en büyük özellik adaletli olmasıdır ve yaşamın içerisinde üretim, paylaşım ve bütünlük içinde daha huzurlu ve güven ortamında yaşama devam etmesidir.
Bunları ıskalayıp, bir yığın neden veya gerekçe ile düşmanlık üretenler ise akıldan, aydınlıktan, düşünceden uzaklaşmış, hedefinden sapmış demektir.
Aydınlanmanın özgünlüğünü, insanca yaşamanın sorumluluğunu aklı ve kalbiyle taşıyanlara selam olsun...
Olcay Kasımoğlu

AYAK DİRİYOR YAŞAMAK

Her şeyin bu kadar iç içe geçtiği, doğrunun yalan karşısında kendini müdafaa etmek zorunda kaldığı, insanların el etek öperek varlık nedenlerini unutarak, başkalarının gözünde değerli olma sığlığında boğulurlarken; karşı duruş geliştirerek yazmak, insan doğasına paralel bir eylemdir.
Her ne kadar insan evrenin yaratıcısı olmasada kurmaca dünyanın yaratıcısı olarak son derece içgüdüsel bir duyguyu beslemektedir.
Yazmak da bir anlamda yaratmak ve manevi bir eylemdir.
Ne mutlu söylediğiyle yaptığıyla çelişmeyen cesur yüreklere...
Bu yüzyıl sözleri kelepçeli
Kalemler muhbir
Yürekler mühürlü
Yaralıyız
Yaramız derin
Gök kuşağı kan revan
Güneşin aydınlığına
Acıların sızısı düşmüş
Dilden
Zandan
Şüpheden,
temiz göze,
Yüz binlerce,
yol var derken
Kim bilir
Daha kaç mevsim
Daha kaç aymazlık
Yolumuzu yanıltır
Acılarımızın üstüne
Dünya kuranlara
Birileri
Anlata dursun halimizi
Kadınlarla
Çocuklarla
Kuşlarla
Ayak diriyor yaşamak...
Olcay Kasımoğlu
Fotoğraf: Abdülkadir Karataş

Evrenin şaşmaz Döngüsü

İnsanlar korkarlar gerçeği hatırlatanlardan
Kefelenmiş öykülerle yaşarlar...
Bir insanı/ insanları tanımak için çok uzun mesafeler katledilmesi gerekmiyor. Bazı anlar, yaşamlar, yolculuklar,
olaylar vardır.
Kişinin/kişilerin koyduğu tavır, davranış, söz kendi mizacını, karakterini gözler önüne serer.
En çok da insanlar kayıplarında, ayrılıklarında, yüreğindekileri açığa çıkarırlar. En zayıf ve naif taraflarıyla tanışırlar.
Velhasıl insanlar yaşadıkça, yaşamı bir bütün olarak algılarlar. Tabi ki ”bakış açısı ve farkındalık” varsa.
O zaman bize düşen insan olma erdemlerini çok iyi analiz etmek, empatiyi ve vicdanın ahlak yasasını elden bırakmadan;
Gücün oluşturduğu tek tip insan olma modelini şiddetle reddederek, nutuk atmadan, ben her şeyin en iyisini bilirim demeden, yanılma ve hata payını unutmadan yaşama katılmak gerekir.
İnsanlara kuş bakışıyla değil aklın-mantığın-kalbin ve ruhun bakışıyla anlamaya çalışmak gerekir.
Dünyanın hem içiyle hem dışıyla hem tepesinden hem uçurumundan hem ovasından ama her yerinden bakarak illa ki insanca… illa ki ya edep ya hu...
Ne verirsen er ya da geç onu yaşayacaksın, bu evrenin şaşmaz döngüsü.
Anlatacağımız öykü de hayata ne verirsen, oda sana onu verir.' anlayışına güzel bir örnek.
Okuyalım bakalım;
''Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış. Birinci mahallede EVETLER AMA’LAR yaşıyormuş. Evet ama’lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise “evet, ama” diye cevap verirlermiş. Cevapları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymışlar.
İkinci mahallede YAPACAM’LAR yaşarmış. Ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış, ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş.
Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş.
Üçüncü mahallede yaşayan KEŞKECİ’LERİN, hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama, her şey olup bittikten sonra. Keşke’cilerin de başları kanarmış hep, duvarlara vurmaktan!
Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise İYİ Kİ YAPTIM’LAR otururmuş.
Keşkeci’ler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış.
Yapıcam’lar Keşkeci’lerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış.
Evet, ama’lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğması gerektiğinden şikayet ederlermiş.
İYİ Kİ YAPTIM mahallesindeki insanların kusuru da, beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmayışıymış!
Bırakın içi kof mazeretleri;
Tek bir hayatımız var ve bir gün sona erecek.
Duvar olmakla, katı olmakla, yanlışın yanında yer almakla, mazeretlerin arkasına saklanmakla bulamayız yaşamın o incecik yolunu…
Dikkatle bak... Gerçekten gör... Yaşa... Vazgeçme...

Yankı...

Bir adam ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarken birden oğlan takılıp
düşüyor ve canı yanıp "AHHHHH" diye bağırıyor. İleride bir dağın
tepesinden "AHHHHH" diye bir ses duyuyor ve şaşırıyor. Merak
ediyor ve "SEN KİMSİN?" diye bağırıyor. Aldığı cevap "SEN
KİMSİN?" oluyor. Aldığı cevaba kızıp "SEN BİR KORKAKSIN"
diye tekrar bağırıyor. Dağdan gelen ses "SEN BİR KORKAKSIN" diye
cevap veriyor.
Çocuk babasına dönüp "BABA NE OLUYOR BÖYLE?" diye soruyor.
"OĞLUM" diyor adam, "DİNLE VE ÖĞREN!" ve dağa dönüp
"SANA HAYRANIM" diye bağırıyor. Gelen cevap "SANA
HAYRANIM" oluyor. Baba tekrar bağırıyor, "SEN MUHTEŞEMSİN!".
Gelen cevap "SEN MUHTEŞEMSİN!". Oğlan çok şaşırıyor, ama halen
ne olduğunu anlayamıyor.
Babası açıklamasını yapıyor. "İnsanlar buna `Yankı` derler, ama
aslında bu `Yaşam`dır. Yaşam daima sana verdiklerini geri verir. Yaşam yaptığımız
davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman, daha çok sev!
Daha fazla şefkat istediğinde, daha şefkatli ol! Saygı istiyorsan
insanlara daha çok saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen
de daha sabırlı olmayı öğren. Bu kural yaşamımızın bir parçasıdır,
her kesiti için geçerlidir."
Yaşam bir tesadüf değil, yaptıklarımızın aynada bir yansımasıdır
Sesimi sesinde dinleyip
Yüreğinin rengine gönül verdiğim
Yediveren bir gül gibi doğdun ya içime
Yüreğin durgun sudur artık/dindiğim
Korku kıyılarımı/sildiğim
Dökülü ver kirpiklerinden yüreğime
Ne tunç, ne demirden köprülerim
Hepsi dudağının ucunda asılı bir kelimeye
Benim ise boynum kıldan ince/bekler seni...
Olcay KASIMOĞLU

27 Aralık 2019 Cuma

Herşey İçin

Hayat, sabahına pişmanlıklarla uyanmak için çok kısa.
Ya duvarlarını indir
Ya vazgeçmeyi öğren
Ya da sevmeyi...
Paulo Coelho' bu konuda hissettiklerini çok güzel ifade etmiş.
"Bazı şeylerin gitmesine izin vermek işte bu nedenle önemlidir: Onları serbest bırakmak. Gevşek olanı kesmek. İnsanların hiç kimsenin işaretli kağıtlarla oynamadığını anlaması gerekiyor; bazen kazanırız ve bazen de kaybederiz. Hiçbir şeyi geri almayı bekleme, yaptıkların için takdir edilmeyi bekleme, ne kadar zeki olduğunun keşfedilmesini bekleme ya da aşkının anlaşılmasını. Daireyi tamamla. Gururlu, yetersiz ya da kibirli olduğun için değil, sadece artık, onun senin yaşamında yeri olmadığı için. Kapıyı kapat, plağı değiştir, evi temizle, tozdan kurtul. Geçmişte olduğun kişi olmayı bırak ve şu anda kimsen o ol. "
İnsanlar hissettiklerini muhakkak söyleyebilmeli
Gerçekte nasıl hissettiklerini
Değil mi ki;
Bu şarkılar, bu filmler bize yalan söyledikleri için suçlular.
Tüm kalp kırıklıkları ve her şey için.
Yaşamımızda her neyi deneyimliyorsak, onun ötesine geçmek ve yeni bir kapı açmak üzere deneyimlediğimizi bilip, bunu hatırlayalım.
Zaten bu değil mi yaşamak denen karın ağrısının özeti.
Sana içinde ne olduğunu gösterir.
"Ne istediğini bilmezsen istemediğin bir sürü şeyin olur" diyor Pessoa.
Neyi, kimi aradığını bilmeyen bir sürü insanın, lüzumsuz kalabalıklara, hayal kırıklıklarına, mahkum oluşu, bundan değil mi?

24 Aralık 2019 Salı

İçten Dışa Büyüyen

 Anlamadıysan yeniden yaşarsın
Fark ettiysen yenisini yaşarsın.
Mevsim kış, göçmen kuşlar çekildi yuvalarına. Tomurcuklar başını gömdü toprağın karnına ve her şey bir o kadar suskun bahara..!
Ya insan, insan kendiyle boğuşuyor, çelişiyor unutuyor insan olduğunu.
Her şey yaşamak üzerine kurgulanmışken, tüm şarkılar, türküler buram buram yaşam ve sevda kokarken, insanlar da bir dünya, bir mal mülk edinme telaşı!
Yaşarken mi öldürüyoruz sevdiklerimizi, yada gülde dikeni unutan biz miyiz ?
Dokundukça ”Ah” diyen sese kulaklarımız sağır, yüreğimiz kör, kapılarımız kilitli, ruhlarımız sakat.
Bir dünya telaşına kapılmışız, bir ben bilirim, bir ben haklıyım nidalarıyla kendi içimize yuvalanır dururuz.
Telaş dediğinde, maldan mülkten, mevkiden, diplomalardan, başkalarının gözünde değerli olma, onanma sancılarıyla etrafımıza örülmüş bir cendere.
Sevmiyoruz kendimizi.
Yaşamı kutlamak değil, ölümü kutsamak öğretiliyor bize.
Ölüme dair, Seneca’nın seslenişi oldukça etkileyicidir;
“Ölümün olduğunu öğrenir öğrenmez, hayattan çekilmeye karar vermemişsek, burada bulunmamızın tek nedeni var mutlu olmaktır.
O zaman, üçgenin ille de üç kenarı olacak diye bir kural koymaya biliriz…” Ama insanoğlu kural koyar, insan oğlu nefsinin kölesidir, çok azı nefsini terbiye eder. ben ben diye bağırır durur, bencildir.
Kendimize adil, kendimize namuslu, kendi egolarımız tavan oldukça , aramızdan usul usul kayanları göremeyeceğiz, sessiz çığlıkları duyamayacağız.
Ozanın dediği gibi, “Hayat sunulmuş bir armağandır insana.” ama ne kadarımız bu armağanın değerini biliyor, ona hakkını veriyoruz?
Yoksa, hoşumuza gitmeyen bir armağan gibi, onu bir kenara koyup, eskimesini, yok olmasını mı bekliyoruz?
Ya da kaybetmek midir ölüm?
Varlığın esas olan huzura, serbestliğe kavuşması mıdır?
Her ölüm, erkendir diyen şair yanıldı mı bir yerde?
Esas olan, yaşamın ne manaya geldiğini çözemeden ayrılmanın garip yoksulluğu mu, yoksa sonsuzluk dediğimiz, aslında yaşamdaki sonsuzluk değerinde bir an mıdır?
“Çoğumuz ömürlerimizi sadece minik bir “kelebek etkisi” için yaşıyoruz belki de. Ama o etkiyi yaratacak dönüşümlerden ya da çabadan fersah fersah uzağız. Haliyle dünya bir bumerang gibi bize geri dönüyor bu durumda, hiç değişmeden… İşte bizim trajedimiz bu, içten dışa büyüyen bir kısır döngü.”
Oysa, insanın huzur ve memnuniyeti dışarıda değil içindedir.
Ve bizler ölümlü dünyaya, bitimli hayatlar almaya çalışıyoruz, birde bakıyoruz ki;
“Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrümüz, vakit gelip, sandıktan çıkarttığımızda bakıyoruz tedavülden kalkmış.
Evren bile tamamlanmamış hiç bir şey bırakmazken, eksiğe müsemma gösterir mi yaşam sizce?
Bitmemiş aşklardan düğümlere, yaşanmamış duygulardan tatmin olunmamış ilişkiye, dengesi şaşan terazinin eksik kalan kefesine, gizliye saklıya, arkadan iş çevirene, hırsından delirene, tutkusuna yenik düşene, can yakana, can alana, dönüşüme direnene, dönüştüremeyene, ben deyip bize geçemeyene yaşam bir şey verir mi sizce?
Bir insanın yaşama kattıkları, kültürü, ahlak anlayışı, ait olma bilinci kendine namuslulardan olmamalı.
Yaşama kırgın, kendimize küs, umutları ayağından vurup, bir ipe dolayıp boynumuzu yada kör bir kurşunla hoş çakal diyenler kadar, yaşarken kendini bulamayanlarda beni bir o kadar üzer…
Olcay Kasımoğlu