Translate

10 Mart 2019 Pazar

HAYATIN, İNSANIN İRADESİNİ TEST ETMEK İÇİN PEK ÇOK YOLU VARDIR.
Bu dünya zamanından hepimiz göçüp gideceğiz, üstelik her şeyimizle göçeceğiz. Yaşadıklarımızdan, konuşanlardan geriye hiçbir şey kalmayacak.
İşte bu yüzden, dünyayı açıklama iddiasından, aptalca bir sürü gereksiz mal ve mülk edinme hastalığından, savaşlardan, sevgi ve umudu tırmalamaktan çok geç olmadan vazgeçsek daha iyi olur.
İyi insan olmanın da, hoşgörünün de, sevmenin de sermayesi bedava.
Hani, Tarkovski’ der ya, ‘’Umut ve sevgi insanın gerçekliği.” Gerçekten insan olmak büyük bir nimet. İnsan, umutla doğuyor, gerçeklik karşısında umudunu yitirmiyor, çünkü akıl an itibarıyla içinde bulunulan koşulların değişeceğini biliyor.
Umudumuz, günümüz kirlenmiş toplumlarına karşı güçlü olmalı. Çünkü; kötülük, her iyilik gibi, umudunu koruyan inançlı bir insanda duyguları harekete geçirir.
Soyunmuştum bütün libaslarımdan. Öğretmişti hayat bana, insanlar korkarlar gerçeği hatırlatanlardan, kefenlenmiş öykülerle yaşarlar.
Oysa, gerçek yolculuk kendine yapılan yolculuktur ve nefes aldıkça umut vardır. ‘’Ve tüm dünya ‘’Vazgeç’’ dediğinde umut fısıldar; bir kez daha dene..’
Demlenmiş hüzünlerin tatlı telaşıyla, içimdeki çocuk kanat vuruyor; tutuştur yanan düşleri, Simurg olmak zamanı...
Bağırıp çağırmaya gerek yok. Bu küçücük, bu fani yaşam, tohumun ağaca, ağacın tohuma dönüşmesinden başka bir şey değil. Karanlıkta ışığı beklemek gibi, herkes kendi umudunu yüreğinde taşır. Bu süreçte, mücadele ruhumu besleyen umudu çok sevdim, olur da bir gün unutursam; fısılda hayat!
''Simurg Olmak Zamanı'' isimli kitabımdan
Olcay Kasımoğlu

8 Mart 2019 Cuma

Bir Furuğ Ferruhzad geçti bu dünyadan

Artık konuşulduğu ölçüde midemi bulandıran bir şekilde kendi sefil toplumumuzun eleştirisini yapmak bile istemiyorum, galiba daha genel konuşacağım. Bize biçilen toplumsal rollerin dışına çıkamayışımız, kendimize biçtiğimiz rollerin dışına çıkamayışımız, zamana bırakış, akışına bırakış, hayata bırakış, sonra uzaktan, çok uzaktan, kendimizi yapabileceğimiz bir şeyler olmadığına iknaya çalışma falan, hepimizin az veya çok içine saplandığı bir ikiyüzlülük. Bundan ne kadar kurtulabiliriz, ne kadarı elimizden gelir falan bence bu da çok kişisel bir iç hesaplaşma ve vicdan muhasebesi ile belirlenebilir.  
Bugün Furuğ'a yöneldim.
“Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
Seni kendinde tekrarlayarak
Çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek
Ben bu ayette seni ah çektim, ah
Ben bu ayette seni
Ağaca ve suya ve ateşe aşıladım” 
“Ey tanrı ey ölüme bulaşmış gizemli kahkaha
Ne yazık ki sana yabancıdır benim ağlamalarım
Ben sana kâfir, sana münkir sana asi
Sana inat işte şeytan benim tanrım”
diyecek kadar asidir. Kadın dünyasında söylenmemiş gizlerin ifşası, büyük aşkların tapınağıdır. Kendi varlığını şiirleştirirken, karanlıktaki kadın yüzlerini ışıtmıştı.
Kimi adlar vardır, bir ülkenin “ses bayrağı” olur, ülkeyi de aşarak tüm dünyada duyulur. Fars Kadın Şiiri’ni başlatan, gözleri onun yaşadığı yere ve koşullara çeviren Furuğ Ferruhzad; yalnızca doğduğu ülke kadınlarının şiirinde değil, dünya şiirinde de önemli kapılar aralamıştır. Eril dilin en baskın olduğu İran’da, o güne değin var olan şiir söylemini bir kenara koyarak; özgür, âsi, direngen şiirini kurmuş, kendi dilini oluşturmuştur. Dayatılan ve öğretilen dilin tersine, kendisi olan, kendisinde olan dişil dili özgürce kullanmıştır. Furuğ’u Furuğ yapan öğenin; bu özgün ve ödünsüz söylem olduğu düşünülebilir.
“idam törenlerinde hep /urgan/ bir mahkumun kasılan gözlerini/ yuvasından dışarı fırlatırken/ onlar kendilerine dalarlardı/ ve yorgun ihtiyar sinirleri/ şehvetli bir düşle gerilirlerdi” dizelerinin yer aldığı “Yeryüzü Ayetleri”nde idamı betimleyen Furuğ’un, şiirlerinden önce yaşamına dair kimi ayrıntıları bilmek gerekir.
5Ocak 1935 yılında Tahran’da doğan şair, Albay Mohammed Ferruhzad’ın yedi çocuğundan birisidir. Babası, Rıza Şah’ın rakip ve düşmanı olan aydınları ezmek için kurduğu orduda görev yapmaktadır. Oturdukları evin penceresi ise idam meydanına bakar. Baba, ordudan aldığı ataerkil uygulamaları, sıkı denetimli bakış açısını evde de uygulamaya kalkar. Annesi ve kardeşleri babanın emirlerini uygularken; Furuğ baskılara karşı çıkar. Yalnızca aile içinde değil, dışarıda da erkek egemeni dünyanın kuralları geçerlidir. Karısı ve çocuklarına eşya, malzeme ve mal varlığı gibi bakan baba; korumak adına kimseye söz hakkı tanımaz.
Furuğ’un isteği, babanın şiddetinden kaçarak sevgisini kazanmaktır. Bunu başaramaz. Annesi de bu sevgi boşluğunu dolduramaz. Furuğ tüm ailesine eleştirel gözle bakar ve “Bahçeye Acıyorum” şiirinde aile bireylerini tanımlar. Baba: ‘benden geçti/ ben yükümü taşıdım’ diyerek kadere sığınır. “Annenin tüm yaşamı/ açık bir seccadedir/cehennem korkusu eşiğinde serili/ anne her şeyin dibinde/ her zaman/ bir günahın izi peşindedir”der. “Erkek kardeşim benim bahçeye mezar diyor/ kardeşim otların kargaşasına gülüyor.” Erkek kardeşlerine karşı alaycı olan Furuğ; kız kardeşinde daha ayrıntıcıdır. Onda kadını irdelerken; çocukluğun saflığını ve sonradan yozlaşan, kirlenmiş ikinci yüzü de verir. “onun evi kentin öte ucundadır/ ve yapay evinde o / yapay kırmızı balıklarıyla/ ve yapay eşinin aşkının sığınağında/ ve yapay elma ağaçları gölgesinde/ yapay şarkılar söylüyor/ ve doğal çocuklar yapıyor…”
Şair ailede bulamadığı sevgiyi daha sonra dışarıda arar. Kendisinden yaşlı erkekler olumlu ya da olumsuz, yaşamında rol oynar. Binbaşı Mohammed Ferruhzad, Perviz Şapur ve İbrahim Golestan şair için önemli olmuştur. Elbette şiirinin biçimlenmesinde: Nima’nın, Şamlu’nun, Salis’in, Sohrap’ın, Rehmani’nin, Mehdi Hamidi’nin ve Nadipur’un etkileri bilinmektedir.
Yakınlarından yererli ilgiyi bulamayınca; evdeki ve okuldaki baskıdan kurtulmak için, yeteneklerini fark eden ve onu anladığını düşünen ilk kişiye, Perviz Şapur’a yönelir. Sanata bağlılığına, dostça karakterine ve Furuğ’un ona çocuk doğurmasına karşın, kocaevi çoğu yönleriyle babaevinin devamıdır. Akrabası Perviz Şapur onun iki katı yaşındadır. 1951’de evlenen şair ilk kitabı Tutsak’ı 1952’de çıkartır. Oğlu Kamiyar 1953’de doğar ve 1954 de boşandıklarında kocası şeriat kanunları gereği ‘çocuk babanındır’ diyerek çocuğu alır ve bir daha da Furuğ’a göstermez. Oğlunu göremeyişi Furuğ şiirini etkiler. Boşanması ve edebiyat dünyası dedikodularla baskıları artırır.
Babasının büyük kütüphanesinden çocukluğunda fazlasıyla yararlanan Furuğ’un derin bir kültürel alt yapısı oluşmuştur. İlk dönemini Rıza Berehani: “Kendi benliğini sadelikle, o günün kuramsal dili ile, ancak biraz daha açık ve aydın bir tavırla, dörtlükler biçiminde dile getiren kadın, söylencesel bir varlığa dönüştü: Sadece aşk ve bu aşkla ilgili konular hakkında konuşan değil, toplumun tüm kadınlarının yoksunluklarını çizen, söylencesel bir varlığa…”sözleriyle özetler. “Ferruhzad’ın şiiri, onun varlık evidir. Dile analık yapmadığımız sürece şairlik adını hak edemeyiz” diyen Berahani, onu şöyle değerlendirir: “Ferruhzad’ın ererkilliğe karşı bu denli açık yazması için şiir biçeminde bile, birçok dönemlerden geçmesi gerekti. Dörtlükten, mesnevi, gazel, klasik Nima şiirinden geçti. Bu biçimler erkeklerin yazınsal biçimleriydi. Onun kadınsal morali ile daha uygun düşen ve bağdaşan vezinlere yüz koydu. Kendi âşıkâne şiir diline uygun kılsın diye, kurumsal modern şiir vezinlerini yeniden kırdı. Toplumsal şiirlerinde bile kadınsal başkaldırıyı unutmadı, erkeğe teslim olmayı aşkın belirtisi olarak görmedi. 

Derin tensel bağışını aşkın temeli saydı.”
Furuğ’un yaşamında Baba ve kocaevi kavramlarıyla geleneksel yapının çok önemi var. Ülkenin geçirdiği değişim süreçleri, aşk ve kırılganlıkları; ailesinden, oğlundan ayrılması onun şiirini farklı kanallarda akmaya zorlar. Gelenekselle modern olanın ortasında, öğrendiği tüm kalıpları kırarak, yeni söyleyişler, biçimler dener. Mistitizmden, erotizmden ve özellikle konuşma dilinden çok yararlanır. Söylemi açık net ve korkusuzdur. Son şiirlerinde düşünsel olarak da korkuyu ve baskıyı aştığı görülür. Katı bir ataerkil dünyadan yaralarla ayrılsa da, acılarını; şiir dilini özgürleşmede, söylenmemişi söylemede kullanır.

“Ey tanrı ey ölüme bulaşmış gizemli kahkaha
Ne yazık ki sana yabancıdır benim ağlamalarım
Ben sana kâfir, sana münkir sana asi
Sana inat işte şeytan benim tanrım”
diyecek kadar asidir. Kadın dünyasında söylenmemiş gizlerin ifşası, büyük aşkların tapınağıdır. Kendi varlığını şiirleştirirken, karanlıktaki kadın yüzlerini ışıtmıştır. Şiirlerinin yanı sıra; yapımcı ve oyunculuğu ile ödüller alan, şiirleri birçok dile çevrilen Furuğ Ferruhzad İran şiiri üzerinde derin izler bırakmıştır. Furuğ’un ülkemizde tanınmasında şair, çevirmen Haşim Hüsrevşahi’nin emeği büyüktür. 13 Şubat 1967’de bir kaza sonucu yaşamını yitiren dünya şairi Furuğ’a saygıyla…''


Hazırlayana minnetle💘

Acı patlıcanın kırağı çalmaz

Abanın kadri yağmurda bilinir.
Her şeyin bir değeri vardır. Bir şeyin gerçek değeri (kadri) ise, ona gerçekten ihtiyaç duyulduğu zaman ortaya çıkar.
Abdala “kar yağıyor” demişler, “titremeye hazırım” demiş.
Yoksulluk ve sıkıntı içinde yaşayıp eziyet çekmekte olan kimseler, karşılaşacakları zor şartlardan endişe duymazlar. Çünkü onlar bu şekilde yaşamaya alışıktırlar.
Abdal ata binince bey oldum sanır, şalgam aşa girince yağ oldum sanır.
Kimi görgüsüz ve eğitimsiz kimseler bir rastlantı sonucu lâyık olmadıkları önemli bir işin başına geçseler ya da bir mevki elde etseler, aptalca davranmaya, o yerin adamı gibi görünmeye ve böbürlenmeye başlarlar. Dahası, bunun kendi hakları olduğunu da ileri sürerler.
Abdal düğünden, çocuk oyundan usanmaz.
Kimi insanlar yaptıkları işten zevk duyarlar ve onu bırakmak istemezler; bu işi sürekli olarak, tekrar tekrar yapmaktan da hiç bıkkınlık duymazlar.
Abdalın dostluğu köy görünceye kadar.
Çıkarı için yakınlık gösterip dostluk kuran kimse, beklediği yararı elde ettikten, işini yürütecek başka yollar bulduktan sonra sizinle olan ilişkisini keser.
Abdal (derviş) tekkede, hacı Mekke`de bulunur.
Hemen herkesin ilgi duyduğu bir alanı, kendine özgü bir işi vardır. İlgi duyduğu alan ya da iş neredeyse kişi de orada bulunur.
Acele bir ağaçtır, meyvesi pişmanlık.
Telâşla, sabırsızca ve ivedilikle yapılan işler genellikle kötü sonuçlar doğurur; kişiyi pişmanlığın içine iter.
Acele ile menzil alınmaz.
Telâşlanıp ivmekle, sabırsız davranmakla daha çabuk sonuç alacağımız, başarı kazanacağımız sanılmamalıdır. Bilinmelidir ki her işin bir süresi vardır.
Acele işe şeytan karışır.
Düşünüp taşınmadan, çabuk davranılarak yapılan işten iyi sonuç beklenmemelidir; o iş ya yanlış ya da bozuk olur.
Acemi katır kapı önünde yük indirir.
Bir işin yabancısı olan, bir işe alışmamış, beceriksiz ya da anlayışsız kişi, kendisinden beklenen işi eksik yapar ve istenildiği gibi yerine getiremez; daha başlangıç anında veya en önemli yerinde işi bırakıverir.
Acıkan doymam (sanır), susayan kanmam sanır.
Uzun süre bir şeyin yokluğunu çekip ona ihtiyaç duyan kimse, o şeyden ne kadar çok elde ederse etsin tatmin olmaz; kendisine yetmeyeceği duygusu içinde bulunur.
Acıkmış kudurmuştan beterdir.
Bir şeyden uzun süre yoksun kalan kimse, onu gördüğü anda ele geçirmek ister; kendinden geçercesine ona saldırır, sanki kudurmuş gibidir, gözü hiçbir şeyi görmez, tek düşündüğü uzun süre yokluğunu çektiği o nesnedir.
Acındırırsan arsız olur, acıktırırsan hırsız olur.
Bir kimsenin acınmasına yol açar, başkalarını ona merhamete getirirseniz, o kimse yerli yersiz yardım dilemeye başlar ve gittikçe arsızlaşır; bunun yanında kimilerinin hakkını kısar, emeklerinin karşılığını vermez ve onları aç-yoksul bırakırsanız, onlar da hırsızlık yapmaya başlarlar.
Acı patlıcanı kırağı çalmaz.
Kötü durumda olan bir kimseyi, ortaya çıkacak yeni kötü durumlar etkilemez; pek çok zorluğa katlanabilir; çünkü o, böylesi kötü durumlara alışmıştır. Ayrıca, işe yaramayacak hâle gelmiş kimseler de, tutar bir yanları olmadığı için felâketlerden çekinmezler.
Acı (kötü) söz insanı (adamı) dininden (çıkarır), tatlı söz (dil) yılanı deliğinden (ininden) çıkarır.
Onur kırıcı, sert, kötü sözler insanı öfkelendirir; sabrını taşırır, çileden çıkarır, hoş olmayan davranışlara sürükler. Bunun aksine yumuşak, tatlı, hoş sözler de öfkeli, geçimsiz, saldırgan insanları yatıştırabilir; zarar vermelerinin önüne geçip onları doğru yola sokabilir.
Aç aman bilmez, çocuk zaman bilmez.
Aç, yemek yeme ihtiyacı olan, yemesi gereken kimsedir. Bu insanın düşüncesi de karnını doyurmaktır. Onun bu isteği kimi özürlerle giderilip geçiştirilemez, böyle yapılmak istenirse kimi anlamsız ve aşırı davranışlara kaymasına neden olunur. Çocuklar da bir şey istediler mi hemen onun yerine getirilmesini isterler, beklemek nedir bilmezler.
Aç (arık) at yol almaz, aç (arık) it av almaz.
İş gördürülen kimselerden verim umuluyorsa onlar aç, yoksul ve zaruret içinde bırakılmamalı, her yönden tatmin edilmelidirler.
Aç ayı oynamaz.
Kendisinden iş beklenilen kimseden emeğinin karşılığı esirgenmemelidir; insan ya da hayvan olsun, çalışan mutlaka doyurulmalıdır.
Aç bırakma hırsız edersin, çok söyleme arsız (yüzsüz) edersin.
Yönetiminde bulunan, gözetiminde olan kimseleri maddî ve manevî yönden tatmin etmelisin. İnsanları bu yönlerden sıkıntıya düşürür, emeklerinin karşılığını vermez, kötü muameleye maruz bırakırsan yanlış yola saparlar; söz dinlemez olurlar, arsızlaşırlar.
Aç doymam, tok acıkmam sanır.
Uzun süre yokluk içinde olan aç insan elde ettiğinden çoğunu ister, tatmin olmaz, yetmeyeceği duygusunu taşır. Tok, yani varlıklı insan ise var olanla yetinir gibidir, elindekilerin bir gün gelip tükeneceğini düşünmez, yeni kazanç yollarına başvurmaz, dahası elindekileri bilinçsizce harcamaya devam eder.
Aç elini kora sokar.
Aç ve yoksul insan, zorunlu ihtiyaçlarını gidermek için canı pahasına bile olsa her türlü tehlikeye atılmaktan çekinmez.
Aç gözünü, açarlar gözünü.
Uğraşılarında, giriştiğin işlerinde uyanık bulunup dikkatli olman gerekir; yoksa umulmadık, beklenmedik bir anda büyük zararlarla karşı karşıya kalabilirsin. Bu belâdan sonra aklın başına gelir ama iş işten geçmiş olur.
Açık ağız aç kalmaz.
Çalışan, didinen, ne istediğini bilen, bıkmadan usanmadan bunu dile getiren kişi geçim yolunu bulur; muhtaç duruma düşmez, aç kalmaz.
Açık yaraya tuz ekilmez.
Acısı ve derdi taze olan bir kimsenin üzüntüsünü artıracak söz ve davranışlardan kaçınmak gereklidir.
Açık yerde tepecik kendini dağ sanır.
Kıymetli, yetenekli kimselerin bulunmadığı veya az bulunduğu bir yerde, kendinde az da olsa bir şey bulunan kimse böbürlenmeye, büyüklük taslamaya başlar.
Açılan solar, ağlayan güler.
Hayatta hemen her şey bir değişimin içindedir, olduğu gibi kalmayıp tersine dönebilir, güzel çirkinleşebilir; mutsuz mutlu, yoksul da zengin olabilir.
Açın gözü ekmek teknesindedir (olur).
İnsanın tek amacı, öncelikle kendisi için gerekli, yaşaması için zorunlu olan, yokluğunu çektiği şeyi elde etmektir.
Açın karnı doyar, gözü doymaz.
1. Bir şeyin uzun süren yokluğu açlık ve doyumsuzluk duygusuna iter insanı; bu insan hiç doymamış, aç kalacakmış gibi davranır; gözü nesnelerde kalır, o nesneleri kaybedecek sanısına kapılır. 2. İhtiraslı kişi elindekiyle yetinmez, daha fazlasını ister.
Aç kurt bile komşusunu dalamaz.
Komşu hakkı çok yücedir. Komşuya hangi şartlarda olursa olsun, aç ya da zengin iyi davranılmalıdır. Çünkü toplumun dirlik ve düzenliği bir yönüyle buna bağlıdır.
Açma sırrını dostuna, o da söyler dostuna.
Sır özeldir ve gizli tutulmalıdır. Onun gerçekten duyulup yayılması istenmiyorsa, dosta bile açılmamalıdır. Açılırsa o da ağzından kaçırabilir ya da yakınına anlatabilir, bunu başkaları duyabilir, saklamaya çalıştığın şey sır olmaktan çıkar, yayılır.
Aç ne yemez, tok ne demez.
Yoksul kişi ihtiyaç duyduğu şeyin en kötüsüne bile razı olur; iyisini, kötüsünü arayacak durumda değildir. Oysa varlıklı kişi için durum farklıdır, o her zaman daha iyisini ister, en güzel şeylerde bile bir kusur bulur, mırın kırın eder.
Aç tavuk (düşünde) kendini buğday (arpa, darı) ambarında sanır (görür).
Yoksulluk çeken, varlık yüzü görmeyen kişi sürekli ihtiyaç duyduğu şeylerin hasretini çeker; kendisini onları elde etme hayaline kaptırır, olmayacak düşler kurar.
Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü.
Hoşuna gitmeyecek sözler söylenmesine, hakkında kötü şeylerin ortaya çıkmasına yol açmak istemiyorsan karşındakini kızdırma.
Aç tokun yüzüne bakmakla doymaz.
İnsan ihtiyaç duyduğu, sürekli yokluğunu çektiği şeyleri varlıklı kimselerde görmekle onlara sahip olmuş sayılmaz. Tatmin olabilmek için onları gerçekten elde etmelidir.
Adalet ile zulüm bir yerde barınmaz.
Bu iki şey tamamen bir birinin karşıtıdır. Hak, hukuk ve doğruluğun bulunduğu yerde zulüm olamaz, zalimler bulunamaz. Zulmün bulunduğu yerde ise hak yeme, sömürü, eğrilik, azgınlık vardır ve orada da ne adalet ne de âdil vardır.
Adam adama her daim muhtaç (gerek olur).
Tek başına yaşamak oldukça zor olduğundan insanlar bir arada yaşarlar, dayanışmaya gerek duyarlar. İhtiyaçlar bu sayede karşılıklı olarak giderilir. Bu bakımdan hiçbir insanı küçümseyip yararsız saymamalı; olur ki bir gün, hiçlenen o insanın yardımına gerek duyulabilir.
Adam adama yük değil, can gövdeye mülk değil (Adam adama yük olmaz).
Birileri gelip konuğumuz olabilir, evimizde kalabilir. Bu konuk tıpkı can gibidir; can nasıl gövdeye geldiği gibi gidiyorsa, konuk da günün birinde geldiği gibi gidecektir. Bu sebeple yanımıza gelen arkadaş, dost, yakın ve konuklarımızdan yaka silkmemeliyiz.
Adam adamdan korkmaz, utanır (hatır sayar).
Bir kimse kendisine yapılan kabalık, kötülük karşısında sert tepki göstermiyor, benzer bir şekilde karşılık vermiyorsa, bu korktuğundan değildir; hatır saydığındandır, utandığındandır, duygularına egemen olduğundandır.
Adam adam denmekle adam olmaz.
Değerleri olmadığı hâlde değer verip saygı duyarak, bazı unvanlar vererek, överek, pohpohlayarak bir kimseyi iyi yetişmiş, değerli bir kimse yapamayız. Gerçek şahsiyet, olgunluk, insana yakışacak durum, tutum ve davranış insanın kendinde bulunmalıdır.

En sevdiğim alıntılardan bir uyarlama yaptım💙

7 Mart 2019 Perşembe

KADINLAR KIZIL GONCA GÜLE BENZER

Sadece başarmak önemli değildir, asıl önemli olan çabalamaktır.
Şimdiye kadar kadın söylemleri üzerinden bir çok makale ve kitap okudum, etkinliklere katıldım. Farkındalık oluşturmak adına yaşadıklarımı kitaplaştırdım.
Gördüklerim, duyduklarım, yaşadıklarım, beni bir birey olarak etkilediği kadar, sorumluluk almamı ve kendimi güncellemem için mücadele vermem gerektiğini de öğretti.
İnsan yaşamının karmaşık ve düzensiz olmaması adına bir takım kural ve kaideler koyarız. Bu bağlamda baktığımızda yanlış da değildir. Ta ki, bu kural ve kaideler toplumun ahlak yasasını bencil ve eril toplum düzenine dönüştürünceye kadar. Çifte standarttın tavan yaptığı bir yerde hak ve hukuktan ve toplumsal huzurdan bahsetmekte bence iki yüzlülük ve riyakarlıktır. Kaldı ki kadının gelişimi, bağımsızlığı, özgürlüğü; başkalarının ona biçtiği değerdeyse, sorgulanması gereken çok şey var demektir.
Bir erkeğin kendi kişisel rahatlığı, hoyratlığı bir kadının yaşamını kabusa çeviriyorsa, batsın bütün toplumsal kaide ve kurallar. Batsın saman alevine dönen sevgi sözleriniz, batsın ya benimsin ya kara toprağın diyen o bencil, o hastalıklı sevgileriniz.
Bütün bunların yanında o kadar çok kanıksanmış erkek şiddeti var ki, neresinden tutarsan tut elinde kalıyor. Kadını kendi malı gibi gören, sürü bilinciyle kadını namusun temsilcisi sayan cinsiyetçi eril düşünce sistemi içinde, bütün bu sorunları çözmek çok zor görünüyor. Kaynağına gidilmeden, en diplerde ki yaralar iyileştirilmediği sürece bütün bağırmalar, bütün bu çağırışlar söylemlerden öteye gitmeyecek. Kendine saygısı olmayandan saygı beklemek gibi bir şey bu.
Bununla birlikte kadında kendisini; bir obje değil, bir kişilik olɑrɑk ortɑyɑ koymalı, kendi kurtuluşunu başkalarının gözünde aramamalı.
Hɑyɑtını derin ve anlamlı kılɑrɑk, kendi bedeni üzerinden bɑşkɑlɑrının iddia ettiği tüm hɑklɑrɑ karşı koyarak, kendi bedeni üzerinden prim yapmaya çalışan bütün otoritelere karşı duruş sergileyerek insan olma erdemine ulaşabilir.
Tüm bunları, bedenimizle, duygularımızla, ruhumuzla ve zihnimizle iletişime geçerek yapmalıyız. Ruh ve beden bütünlüğünün bilimsel dayanaklarıyla, algısal ve duygusal farkındalıklarımızla kendimiz olabiliriz.
Kendi kafasıyla düşünemeyecek ve kendi kendisinin yargıcı olamayacak kadar rahatını sevenler; yasaklara, törelere, eril egemen düzene olduğu gibi boyun eğerler. Oysa, eski ve yeni ne varsa, yanlış düşünme şekillerinin yok edilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. İnsan, yaşamı sorgulayarak, öğretilere karşı durarak kendini özgürleştirebilir.
''Hepimizin iyiliği için, kadın olmanın anlamını değiştirelim:'' Erkeklere giydirilen toplumsal baskıcı etiketleri söküp atalım. Bunu yaparken, birbirimize düşman değil, birbirimiz için hava ve su kadar gerekli olduğumuzu yine sevgi, bilgi ve görgüyle birbirimize hissettirelim. Herkes kendi durduğu yerin farkındaysa, cesur ve yürekliyse, kendi olma olgunluğuna ulaşmışsa yaşama ve içindekilere değer katar, saygı duyar, sevgiyle dokunur, anlayış ve görgüyle taçlandırır. Bunun için hanlara, şatolara ihtiyacımız yok. Önce kendimize karşı dürüst olalım, Bırakalım güneş girsin içeri, her zaman denenecek, söylenecek bir şeyler vardır mutlaka.
Tecavüzün, şiddetin, cinsiyet üzerinden söylemlerin, içi boş, yavan gösterişlerin egemen olduğu bir toplumda insanca yaşamdan söz etmek mümkün değildir. İnsan yaşamına kazandıracağı hiç bir kazanım yoktur, olamazda.
Putlaştırdığınız törelerinizle, kadını aşağılayan söylemlerinizle kendi acizliğinizle yüzleşmenin zamanıdır artık. Hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinizin yankısını duyarak yaşamın anlamını keşfedemezsiniz.
Hepimiz bir ve bütünüz, hepimiz bütünün bir parçasıyız ve hepimiz aynıyız. Seçimlerinizin sorumluluğunu ve kendinize yaşatmış olduğunuz bu hayatı sevgiyle kabul edip yolu beraber yürüdüğünüz insanların insanca yaşam hakkını ellerinden aldığınız sürece bu sefalet sürecek. Oysa; değiştirme hakkına her an sahibiz ve her an seçim yapabiliriz. Sevgiyle çoğalmak ve anlamak; yaşamın her alanında olmazsa olmazımız. Sonuçta, eril düzeni iyileştirmek istiyorsak, kendimize, yaşamımıza, yaşamımızda var olan her şeye sahip çıkmalıyız. Hayatlarımızın sözcüsü başkaları olmasın. İnsanca yaşamak bir haktır, bunun cinsiyeti olamaz.Büyük tabloyu görüp, küçük ayrıntılarda kaybolmayı, oyalanmayı, kalıpları bırakalım. Kurban rolünden çıkıp; yaşamınızın, seçimlerimizin farkına varalım. Kendimizi başkalarından dinlemeyi, cezalandırmayı, acı çekmeyi bırakalım, yaşamınızın sorumluluğunu üzerimiz alalım. Hiç kimseye altın tepsinin içinde anlamlı bir yaşam verilmez. Yaşamak, anlamlı bir çaba ve anlamak için de özveri ve emek ister.
Yaşamımızdaki kimliklerle kendimize değer katmayı bırakalım. Sürekli yargılamayı ve suçlamayı bırakalım.Yaşamınızda hiç kimsenin veya hiçbir olayın bizi yönetmesine izin vermeyelim. Yaşamınıza sahip çıkalım. Eril düzenin oluşmasında ne kadar pay sahibi olduğumuzu kendimize söylemekten korkmayalım. Hiç bir şey tek başına oluşmaz. Tüm bu durumlardan nasıl özgürleşebiliriz? Önce bunun cevabını kendimize dürüstçe verelim.İşe, kendi özümüzde ki coğrafyayı tanımakla başlayabiliriz. Bize biçilen yazgıları, öğretilen ezber kalıpları, zorla yutturulan o içi boş kavramları yeniden yeniden sorgulayarak başlayabiliriz. Sorgularken insan olduğumuzu, kadın olduğumuzu unutmadan, sözü silah-top tüfek olarak kullanmadan bir bütünlük içerisinde samimi ve içten olarak yol arkadaşlarımıza sahip çıkabiliriz. Erkek düşmanlığı yapmadan; yanlışa, körü körüne kadınları yok sayan zihniyetlere sevgimizle, içtenliğimizle, samimiyetimizle, onurumuzla karşı duruş geliştirebiliriz. Farkımız yok birbirimizden. Nihayetinde hepimiz ölümlü ve hepimiz etten kemikteniz. Bizim tek görevimiz insanların yaşamlarına, yaşadıkları deneyimlere saygı duyarak olduğu gibi kabul etmektir. Bir bütün olamazsak yaşamın içinde tam olarak var olamayız. Kadını eksik gören zihniyetiniz değişmedikçe, hiçbir zaman gönülden sevilmeyeceksiniz, buna inanın. İçinde nefreti, öfkeyi, kini taşıyan hiçbir insan sahici bir sevgiyle sevilemez.
Kızlarınız sizin kızınız da ya eşleriniz, onlarda başka bir babanın kızı. Kıyamazken kızınıza, nasıl kıyarsınız bir başkasının kızına. Arının bütün hoyrat, zalim, zalimane duygularınızdan. Sahici sevginin olduğu yerde hiçbir olumsuz olay, duygu yaşanmaz.
En uzun yol insanın içidir. En az gittiği, içindekileri görmeye korktuğu yer yine kendi içidir.
Yürüyün kendi içinize, yürüyün sevgiyle çarpan yüreklerin içine. Yaşam dediğin bir soluk, onunda cinsiyeti yok. İnsan bütün cesaretiyle, yaşamın kendi tanıklığını ve çıraklığını yapabilmeli. Başımızı kuma gömerek, dokunmaktan, hata yapmaktan, düşünmekten korkarak takip edemeyiz hayatın izini. Sürekli bir kurtarıcı bekleyerek, sürekli suçlayarak, bahanelerin arkasına saklanarak bulamayız yaşamın o ince, narın anlamını. Korkan ruhlarımız zifiri karanlık, bedenlerimiz çelimsiz olur. Hayatın akışına tutunup, her yerde kök salıp, mevsimlerle yeşillenip döngüyü tamamlamak ne harika olur. Korkunç derece de kirlenen insan sürüsü içerisinde birbirimizi boğazlamaktan, kimlik savaşları yaratmaktan, paranın efendisi olmaktan bir an önce vazgeçelim. Yaşam bizi kusturup içinden atmadan, yaşamla beraber biz olalım.
Güne nağmesini düşüren dünya kadınlar günümüz kutlu olsun, her şeye rağmen..!




  

ZAFER İNANANLARIN-DIR

Birimizin başına gelen, hepimizi etkiler.
'Hepimizin iyiliği için, kadın olmanın anlamını değiştirelim''
Özellikle kadının gelişimi, bağımsızlığı, özgürlüğü; başkalarının ona biçtiği değerdeyse, budanması gereken çok şey var demektir.
Kadın, kendisini; bir obje değil, bir kişilik olɑrɑk ortɑyɑ koymalı.
Hɑyɑtını derin ve anlamlı kılɑrɑk, kendi bedeni üzerinden; bɑşkɑlɑrının iddia ettiği tüm hɑklɑrɑ karşı koyarak, kendi bedeni üzerinden prim yapmaya çalışan bütün otoritelere karşı duruş sergileyerek yapmalı.
Tüm bunları, bedenimizle, duygularımızla, ruhumuzla ve zihnimizle iletişime geçerek yapalım.
Ruh ve beden bütünlüğünün bilimsel dayanaklarıyla, algısal ve duygusal farkındalıkla yaratalım.
Buda, yaşamı sorgulayarak, öğretilere karşı durarak, kendimizi özgürleştirerek olur.
en uzun yol insanın içidir. Oysa, en az gittiği, bakmaya, içindekileri görmeye korktuğu yer yine içidir.
Birimizin başına gelen hepimizi etkiler.
''Kadınlar çığlık atamaz,'' filmini izlerken içim acıdı.
Sahi, sessiz, kirli bir o kadarda iğrenç olan bu olayları ört bas etmek için, körleri, sağırları oynamaya devam mı edeceğiz?
Anneler, babalar, kurumlar;
Bizim hiç mi suçumuz yok?
Hep yoğunuz, hep bir şeylere ulaşma ve sahip olma telaşı.
Unutuyoruz çocuklarımızı, çoğu zaman duymuyoruz, görmüyoruz.
Filmde ki Şiir'in sesleniyor ''Kimse katılımı aramadı, çünkü; kimse beni görmedi, kimse sesimi duymadı.
Geçmişin hep bir çizim olduğunu düşünürdüm.Silgisi olmayan bir çizim gibi''
Onu duymayan, dinlemeyen hiç kimsenin suçu yok mu ?
Ve avukatı devreye giriyor ''Eski ve yeni ne varsa, yanlış düşünme şekillerinin yok edilmesi gerektiğini düşünüyorum'' diyor.
''Şşş! Sessiz ol! Sakin! Kızlar bağırmaz, kızlar çığlık atmaz''
Kadını görün,sesine kulak vermeyin, öylemi ?
Batsın itibarlarınız, batsın korkulu sığınaklarınız.
Dünyanın bütün hazineleri sizin olsa ne yazar, insan olamadıktan sonra.
'' Hepimizin iyiliği için, kadın olmanın anlamını değiştirelim:''
''Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğinizdir.''
Duygularımızda samimi ve içten olalım. Ne kadar ayrı fikirlerde olursak olalım, insanları birleştiren duygulardır.
Ursula K. Leguin’in 1974 yılında “Mülksüzler”, orijinal adıyla “The Dispossessed” kaleme aldığı romanda bunu çok güzel tanımlamış;
''Bizi bir araya getiren şey, acı çekmemiz. Sevgi değil. Sevgi akla boyun eğmez, zorlandığında da nefrete dönüşür. Bizi birleştiren bağ seçilebilir bir şey değil. Biz kardeşiz. Paylaştığımız şeylerde kardeşiz. Hepimizin tek başına çekmek zorunda olduğu acıda, açlıkta, yoksullukta, umutta biliyoruz kardeşliğimizi.
Biliyoruz, çünkü onu öğrenmek zorunda kaldık. Bize birbirimizden başka kimsenin yardım etmeyeceğini, eğer elimizi uzatmazsak hiçbir elin bizi kurtaramayacağını biliyoruz. Uzattığınız el de boş, tıpkı benimki gibi. Hiçbir şeyiniz yok. Hiçbir şeye sahip değilsiniz.
Hiçbir şey sizin malınız değil. Özgürsünüz. Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğinizdir.''
Bırakalım güneş girsin içeri, asla, asla deme, her zaman denenecek bir şeyler vardır.

Olcay Kasımoğlu
  

Sanat İstikrarı Seviyor: 8 MART İŞÇİ KADINLARIMIZ

Sanat İstikrarı Seviyor: 8 MART İŞÇİ KADINLARIMIZ: Dünya Emekçi Kadınlar Günü, her yıl 8 Mart'ta kutlanan ve Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür. ...

8 MART İŞÇİ KADINLARIMIZ

Dünya Emekçi Kadınlar Günü, her yıl 8 Mart'ta kutlanan ve Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür.Tüm dünyada, kimilerinin samimiyetle, kimilerinin “duyarsız” ithamına hedef olmamak için, bazılarının da kalabalığa uymuş olmak için, hepsinin mecburen insancıl ve yaklaşımlarla ele aldığı, hiç şüphesiz tamamı sembolik eylemlerle, kadın haklarının korunduğu, kadın haklarını hatırlama ve hatırlatmaya dönük bir ikaz, bir ayar çekme günü..
Ancak kadınların sıkıntılarının hiçbir zaman bitmediği göz önüne alınırsa, bu günlerin ‘toplu bağırma seansları’ olmaktan öte gidemediği anlaşılıyor.
Erkeklerin dünyada ki tarihsel formatına baktığımızda ; tüm dünya, erkek söylemine esirdir. Sözü söyleyen, ülkeleri yöneten hep erkekler olmuştur. Bu nedenle kadın ülkesizdir ve bu kötü bir şey olmaktan çok, bir reddediştir bana kalırsa. Ülkesiz olmak tüm dünyayı “ülke” benimsemek onun tüm acılarına ortak olmak anlamına gelir. Bu bir anlamda kimliksizleşmeyi, kendini sınırların olmadığı bir yerde, devletlerin söyleminin dışında var etmeyi gerektirir. O nedenle barış çığlıklarının yükseldiği bu günlerde en önde görürsünüz kadınları, kimliğini sormadan kimse ölmesin diyebilen barış anneleri o nedenle tehlikedir ve yok edilmesi gerekir otoriteler için. Kadının dünyadaki “ötekiliğini” olumluluğa çevirebilmesi de bu nedenledir işte. .
Bu ve bunlar gibi sayısız soruların bizi sevk etmesi gereken nokta, evvela kadın-erkek ayırımı yapmadan, insan haklarına saygı ve bunun yanında toplumsal hayattaki yeri ve rolü ile kadınların maddi ve manevi haklarının korunmasıdır.''
Kadınlar, genel olarak, ekonomik gelir dağılımı, siyasi iktidar, entellektüel birikim, vb gibi alanlarda, bölüşümün en altlarındaki bir kesim, yada böyle olmaları istenen bir kesim olarak görülürler.
Bu nedenle, sömürü ve şiddete uğramaları da daha fazla oluyor.
Sorunlar biçim değiştiriyor, çeşitleniyor ve artarak devam ediyor.
Güç ilişkilerine göre kurulmuş yaşamlar içindeyiz hepimiz. Taciz ve şiddet de bu güç ilişkilerinin bir ürünü. Aynı zamanda da çeşitli ve karmaşık. Şöyle ki, aktif- pasif taciz, fiziksel, duygusal, cinsel taciz olarak adlandırabiliriz.
Kadınlar özgürleşmeden ve toplumsal Kimliklerini, özgürlüklerini tamamıyla kazanamadan hiç bir zaman özgür bir birey olamayacaklardır. Onlar birey olmadan hiç kimse özgür olamayacak.
Kadın olmak, tüm insani kimliklerin kavşağı olmaksa; kadınları köleleştiren, emeklerini sömüren, maddi ve cinsel bir meta olarak gören sermayeyi, tümüyle kapitalist sistemi yok edelim.
Kadınlar bu dünyanın kapı eşikleridir, içe doğru açılan ve ışık süzmelerini gönüllere taşıyan. Acının, çoğalmanın, mutluluğun eşiği, yerkürenin ana rahmidir kadınlar.
Kadının, cinsel ve ekonomik istismarına dur diyelim.
Kadın, kocasının namusu değildir, kadın babasının namusu değildir, kadın erkek kardeşinin namusu değildir.
Kadının vücudu kendine aittir, kendinden sorumludur, bedenleri ve ruhları satılık değildir.
Birde bazı kadınların, sorgusuz sualsiz kendilerine reva gördükleri toplumsal öğretiler vardır. Her şey kadermiş gibi, hiç değişmeyecekmiş gibi. Aşılamaz sorunları olduğuna, ezildiklerine, ikinci sınıf vatandaş olduklarına öylesine inanmış durumdalar ki, bunun aksini düşünmek koskoca bir yalanmış gibi görünür.
Evet bunları bir çok kadın yaşıyor olabilir fakat artık yaşam koşullarının, teknolojinin bu kadar ilerlediği bir çağda, insanın kendi beynini programlayabileceğinin kabul edildiği bir dönemde, her iki cümlesinden birisini “sindirilmişiz, daha doğarken ölmüşüz, kaderimizmiş, yazgım böyleymiş-miş gibi kendine acımakla ömür tüketiyorsa, tüketmeye de devam ediyorsa kadınlar; bir yerlerden başlamıyorsa, başkaları bu kadınlar için ne yapabilir ki veya nereye kadar ne yapabilir ki ?
Öyle ki, hayatın içinde hep ardına bakan ve ardında bıraktıklarıyla yaşayan kadınlar var..o kadarki bugünü yaşamayı kendine zehir edecek kadar. Her şeyi didiklerler, mazisinin gölgesinden, anılarının küf kokan yükünden bir türlü arınamayan, yürekleri yarına yorgun kadınlar... Ne istediğini bilmeyen, nerede duracağını hiç bilmeyen kadınlar, ne çok çelişkiye gebedirler.
Kadınları tümden mutsuz eden sadece erkek davranışları ve toplumsal dayatmalar değildir evet bende bunu üzerine basa basa söylüyorum.
Kadınları mahveden gereksiz, bilinçsiz, yaşanmadan dayatılan ayrıntılar ve bu ayrıntılara ıtıraz etmeyen kadınlardır. Kadınlar bekler, bekletilmeye alıştırılmışlardır birileri gelsin onları kurtarsın diye !
Ummak, beklemek, çaresizlik kadınlığa verilmiş en büyük cezaymış gibi.
Köpek balıklarıyla ilgili yapılan bir deney vardır; köpek balığı bir cam bölmeyle ikiye ayrılan devasa bir akvaryuma bırakılır. Bölmenin diğer tarafında küçük balıklar vardır. Köpek balığı küçük balıklara saldırır fakat her seferinde aradaki cama çarpar. Aradaki bölme kaldırılıp da küçük balıklar özgürce yüzmeye başladıklarında köpek balığı saldırmayı denemez artık çünkü o balıkları yakalayamayacağına inanmıştır artık. Öğrenilmiş bir çaresizlikle yüz yüzedir. Bizim de annelerimizden devraldığımız ve kızlarımıza belki farkında olmadan aktardığımız çaresizliklerimiz var.
Hayat tecrübelerimizi onlara aktarırken kullandığımız dilin işlevi acaba onları yeni yaşama öfkeyle mi, kalkanlamı hazırlıyor, sanki karşı tarafta savaşmamız gereken bir insan soyu(erkek) varmış gibi, böyle hissettirip hayata hazırlamış olmayalım !
Bize, eşlerimize ve çocuklarımıza bağımlı olmamız öğretildi. Ancak başkalarının ihtiyaçlarını karşıladığımız zaman mutlu olacağımız söylendi, birey olmayı, bencillikle karıştırmamak gerekir.
Tıpkı bağlılığı, bağımlı olmakla karıştırmamak gerektiği gibi.
Ne olursa olsun, insan yaşamı değerlidir ve öncelikler konusunda topyekun bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var.
Kadınların: saygı görme, kimliği ve kişiliğiyle, kimseye muhtaç olmadan yaşama hakkını insanca yaşadıkları, akılları ve becerileriyle sosyal hayatın içinde olduklarını belirttikleri, bedenlerine kendileri istemediği sürece hiç kimsenin dokunamayacağını, bedenleri hakkında kıyafetleri hakkında kimseden emir almayacakları, kendi kararlarını vereceklerini haykırdıkları bir dünyada yaşam büyütmelerini diliyorum, buda benim ütopyam.
Kadınlar, hiç kimsenin kölesi değildir, kadınlar birer kuluçka makinesi değildir, olmayacaklar. Kadınlar ayaklarının altında cenneti değil, bu dünyada adaleti istiyorlar.
Vicdanımızın sesi hiç susmasın, susanlara da fırsat vermeyelim.
Bütün dünyada kadın olsun erkek olsun, aklın ve ruhun içsel gelişimini destekleme adına kitlesel bir eğitim şart derken !
Gönül isterdi ki….
**Çok küçük yaşta, kendilerinden çok büyük adamlara satılmasaydı.
**Kocası ölünce sorgusuz sualsiz, kocasının kardeşiyle evlendirilmesiydi.
**Saçı uzun aklı kısa diyen akıl fukaralarıyla bir ömür beraber yaşamak zorunda olmasaydı...
**En yakınları tarafından ensest ilişkilere maruz kalmasaydı...
**Kız çocukları okul yollarına yasaklı olmasaydı...
**Kadınların namusu erkeklerin tekelinde olmasaydı...
**Şiddet mağduru kadınlar, bu utancı kendine değilde, yaşatana fatura edecek kadar yürekli olsaydı...
**Kendi değerimiz, bizimle hayatı paylaşanın bize biçtiği değerle, anlamını bulmasaydı...
**Hayat, bize de geldiğimiz dünyanın kapılarını koşullara bağlamasaydı...
**Mutluluğumuz, kendi içimizden gelen güçle yaşamda yerini alsaydı...
**Kadın, şefkatin ana vatanıyken, şefkate hasret bırakılmasaydı...
**Yüzümüzdeki, yüreğimizdeki yaralar, bereler gözyaşlarımız sizi utandırsaydı.
Kendimizi kitlelerin ruhundan arındırmak, kelimelerimizi otoritelerin elinden almak, “hiç” hissetsek bile “hiçliğimizi” kendimiz belirlemek, değerimizi kendi irademizle fark etmek, ülkesiz olup tüm dünyanın “ötekileriyle” birleşmek ve güzel bir dünyanın düşüne uyanmak dileğiyle...

Kendinle barış, dünyayla barış

İnsanların duygularını anlamak; kendimize olan güveni artırdığı kadar, başkalarının da bize güven duymasına neden olur.
İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman, daha dikkatli ve özverili oluruz.
Başkalarının duygularını örselemeden, onları anlamaya çalışırız. Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman evrende bizi dinler.
Yoksa; zenginlerin tezgahlayıp, yoksulların öldüğü savaşlara, adaletsizliğe, yalana, iç görüsüzlüğe, hoşgörüsüzlüğe, paranın kirli saltanatına, tahammülsüzlüğe, ırkçılığa, etnik ayrımcılığa, ilime-bilime düşman olanlara ve sadece dünyanın kendisi için döndüğünü sanan ahmaklara karşı durmayı onurunuz sayıyorsanız daha umut bitmedi, daha yaşanacak çok şey var dünya üzerinde...
Hepimiz aynı evrenin çocuklarıyız. Büyüdük ayrı yollardan aynı olmasa da adına aşk denilen, acı denilen, kayıp denilen duyguları yine aynı evrenin altında, farklı mekanlarda yaşadık...
O zaman sloganımız; kendinle barış, doğayla barış, evrenle barış, hep beraber barış...çakallara yem olmasın bu dünya....
Yoksa; aklı başında hiç kimse barışa hayır demez...çıkarlar şahsı ve ideolojik olmadığı sürece...sadece; bir kesimin ''ayrıcalığı'' olmadığı sürece...ve kişisel hesaplar üzerine kurulmadığı sürece...zaten; içinde çıkar ve menfaate dayalı bir yol varsa bunun ismi ''barış'' olmaz.
Bu nedenledir ki; kendi istemini kendi belirleyen ve yaşamına sahip çıkan ve başkalarının yaşamı üzerinden kendine prim yaratmayan insanlar, her zaman değerli ve kalıcı olarak yaşam da var olacak ve var olmaya devam edecekleridir'akil ve adil' olarak (!)
Olcay KASIMOĞLU

4 Mart 2019 Pazartesi

Toprağın tuzu belgeseli


(http://unutulmazfilmler.co/the-salt-of-the-earth-topragin-tuzu.html#comment–130144 )

(http://unutulmazfilmler.co/the-salt-of-the-earth-topragin-tuzu.html#comment–130144 )
“ Fotoğrafçı, sözcükleri ışıkla, gölgeyle çizen kimsedir.”
 ''İnsanoğlu toprağın tuzudur'' belgeselini izlerken, insanlık için yola çıkanların, yaşamı ve yaşamın hangi süreçlerden geçtiğini çok iyi irdelemek gerektiğini ve insanların hırs ve egolarının nasıl bir çağ yarattığını çok iyi gözlemleyip gözlerimizin önüne sermiş.
Kimi bunu şiiriyle, kimi,romanla, kimi resimle kimide Sebastiao' na gibi fotoğrafla eylemsel bir seramonıye çevirmiş.
Çekimler fotoğraf olmanın çok ötesine taşınmış.
Altının kölesi olanlar, fox'ları kareye alırken o şafağın doğuşu, Açlıktan suratları yaşlanan insanlar, Yola çıkan yalnız çocuğun direngen duruşu, sınır tanımayan doktorların mücadelesi, yakın tarihde ki saddamın petrol kuyularını ateşe verince kanatları yapış yapış olan kuş sürülerini görüntüye alması, savaşlar, kıtlıklar, küresel pazarlama yüzünden yaşanan acıları objektifiyle bütün dünyanın gözlerinin önüne sermek için verdiği mücadeleyi hayranlıkla izledim.
Özellikle ''Türümüzün tehlikeli olduğunu görmek için herkes bu fotoğrafları görmeli' kısmına kesinlikle katılıyorum.
Karanlığın kalbini gören ve nefretin nasıl bulaşıcı olduğunu çektiği fotoğraflarıyla anlatmaya, uyandırmaya ve şahitliğini yapmaya gönüllü bu adamı hayranlıkla izledim.
Bütün fotoğraf çekimleri sonucunda sanatçının ulaştığı şey;
“ Anladım ki bende, bir kaplumbağa, bir ağaç veya çakıl taşı kadar bu doğanın bir parçasıyım…”

Olcay Kasımoğlu

İRADEM İYİMSER...

Sevmek, hissiyat ile iradenin işidir.

Aklını ve yüreğini sevgiye,derine, sanata, bilime ve sonsuzluğa atmışsan korkma sessizlikten, seslerden, gün doğuşundan, ne de gün batışından...
Duvar olmakla, katı olmakla, tavır almakla, mazeretlerin arkasına saklanmakla bulamayız yaşamın o incecik yolunu…

Geleneğin gücü, bizim eşsiz bir şey ortaya çıkarmamıza izin vermediği sürece ona bağlanıp kalmamızın bir anlamı yoktur.
Sözler yerine deneyimi, öğreti yerine birey oluşu olumla-malıyız.
Seviyorum;
Kendini bilenleri, gösterişten uzak doğanın yüreğinde bir nefes soluklananlari ve yaşami bir bütün görüp; içindekileri gözlemle, duyulan seslerden öte yürek titreşimlerini duyanlari ve sevginin cesaret ve cömertlik olduğunu yaşam felsefesi yapanları...


Başkalarıyla bir arada olmak, illa ki onlara benzememizi, onlara öykünmemizi ya da onların istediği gibi olmamızı da gerektirmiyor.
Olaylara, insanlara bakış açımız;
Seçenekleri görmemize, değişmemiz gerektiğinde kendimizi güncellememize yardım eder.
Her bireyin doğasında kendi güzelliği vardır ve her aklın kendi yöntemi muhakkak olmuştur,olacaktır.
Kendimize karşı ”açık, sade, duru olmak” her zaman kendimizi ”İFADE” etmemizde, gereksiz olanların elenmesine de yardım edecektir…

sevdiğimin ışık saçan gülüşüne
yoksul evlerin umuduna
birde ekmek kokusuna hayranım
gökyüzündeki ay ışığının tutkun bakışlarına
beni güne katan
canım ol diyen sesine hayranım
sevgiye dönüşen gülüşlerin
gelip bana dokunmasına hayranım
hayranım işte
dünyaya güzellik katan yüreğine
bölüştüren  ellerine
canım derken yüreğinden akan
sevgi pınarına hayranım...



Aslında her şey vicdanla başlar, vicdanla biter.

Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir ~ Emma Goldman

ARKA KAPAK:
Emma Goldman, ya da herkesin bildiği adıyla 'Kızıl' Emma:
Evlilik insan doğasına aykırıdır, esas olarak kadınları baskı altında tutmaya yarar ve bir kurum olarak kadınların cinselliklerini özgürce yaşamalarını engeller...
Kadın ile erkek arasında aşkla kutsanmamış, doğal olmayan her türlü birlik fuhuştur.
Kıskançlık ise, aşkın meyvesi olmaktan ziyade, erkeklere seks tekeli kurmayı sağlayan bir bahanedir...
Teizm insan zihnine bir hakaret, ateizm ise hayatın, güzelliğin ve insan bilincinin en güçlü biçimde ve ebediyen onanmasıdır.
Vatanseverlik, dünyamızın her biri demir parmaklıklarla çevrili, küçük parçalara bölünmüş olduğunu ve bazı özel parçalarda doğma şansına sahip olanların, üstünlüklerini başka parçalarda yaşayanlara göstermek için onlara savaş açma ve onları öldürme hakları olduğunu öngörür.
Anarşizm insanın ufkunu açıp onu özgürleştiren bir güçtür; insanlara kendi yeteneklerine güvenmeyi, herkesin eşit ve güvenlikte olacağı bir hayat uğruna mücadele etmeyi, tek birimiz bile tutsaksak hiçbirimizin özgür olamayacağını öğretir.
Pek çok insan hayata bakar, ama onu yaşamaz. Onların gördükleri hayatın kendisi değil, sadece gölgesidir. (sf.1)
Anarşizm, hayatın manevi alanlarındaki büyük öğreticileri ve önderlerine göre, bir dogma değildi; insanların kanını kaynatıp onlardan fanatikler, diktatörler ya da iflah olmaz baş belaları çıkarmak isteyen bir akım hiç değildi. Anarşizm, insanın ufkunu açıp onu serbest kılan ve özgürleştiren bir güçtür; çünkü insanlara kendi yeteneklerine güvenmeyi, onlara özgürlüğe inanmayı öğretir, kadınları ve erkekleri, herkesin özgür ve güvende olacakları bir toplumsal hayat için mücadele etmeye teşvik eder. (sf.3)
Ben inanıyorum, hatta aslında biliyorum ki, insanın düşündükleri ve yaptıkları iyi ve güzel olan ne varsa, bunların hepsi hükümetlere rağmen vardır, onlar sayesinde değil. (sf.10)
Din, insanın doğal fenomenlerin aslını çözmedeki zihin yetersizliğinden kaynaklanan bir fenomendir. (sf.15)
Aşk, ezelden beri insan ilişkilerinin en güçlü faktörüdür; aşk, insan eliyle yapılan her türlü yasadan üstün gelmiş ve Kilise'yle ahlâkın dayattığı parmaklıkları her çağda kırıp atmıştır. Evlilik ise genellikle salt ekonomik bir düzenlemedir; kadına süresi ömür boyu olan bir sigorta poliçesi sağlar, erkeğe de kendi türünü devam ettirmesini sağlayacak tatlı bir oyuncak. Yani evlilik, ve bu yolla sağlanan eğitim düzeneği, kadını asalakça, bağımlı olarak ve çaresiz bir hizmetkârmış gibi sürdüreceği bir hayata hazırlarken, erkeğe bir insanın hayatını tapulu mülkmüş gibi sahiplenme hakkı tanır. (sf.16)
Kıskançlık, gerçekten de aşkı güvenceye almak bakımından zavallıca bir yoldur, fakat özsaygıyı yok etmenin de en keskin yoludur. (sf.42)
Kilise ya da toplum öyle kabul etsin etmesin, aşkla kutsanmamış, doğal olmayan bütün birlikler fuhuştur. (sf.73)
Oy hakkı, eşit sosyal haklar çok güzel talepler olabilir, ancak esas özgürleşme, ne oy sandıklarında ne de mahkemelerdedir. Özgürleşme, kadının ruhunda başlar. (sf.87)
Gerçekten de kibir, anlamsız gurur ve egoizm, vatanseverliğin ayrılmaz bileşenleridir. (sf.99)
  

Sevgiyle çalkalanmadıkça dünya...

"İnsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, geniş meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz.
İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır."
Montaigne / Denemeler
İyilik ve kötülük de işte bu anlayışın ürünü oldu.
Kötülükler pervasızca sahiplenildi, iyilikler birer birer terk edildi.
Belki de aynı ruhun, birbirinden uzaklara düşmüş milyarlarca parçalarıyız.
Ortak duygular, düşünceler ve hatta yaşamın kendi içindeki işleyişi öyle aynı ki, her seferinde hafızasını unutup aynı şeyleri yapan biri gibiyiz...
Değil mi ki;
Hükmünü yitiren bir çağın suskunluğunda
Soğuyan bunca sözün içinde
''Yasalardan daha çok, daha ağır,
daha geniş haksızlıklara yol açan ne vardır?"
Yaşayıp da
farkında olmadığımız hayatlarımız gibi
'Sevgiyle çalkalanmadıkça dünya
Huzur da rüya mutluluk da'
''Montaigne

Fotoğraf: İnternet görsellerinden

Sevgiler peri masalı oldu

"Sözün anlatamadığını yaşam anlatır. Hakikati öğrenmek için söze değil, yaşamaya ihtiyaç vardır."
Dünyanın insandan başka anlamı yok. Geleceğimizi kurtarmak istiyorsak, insanı kurtarmamız gerekir.
Her insan yaşadığı toplumda, var olması için muhakkak bir bedel ödemiştir.
Hiç kimse, bedelsiz kendi olamaz. Bu bedeller herkes de aynı olması gerekmiyor. Kişi ve kişilerin sosyal statüleri,eğitim durumları ve yaşadıkları toplumsal çevre bu bedellerde kriter rol oynar.
Yaşamla birlikte evren ne kadar çok teknolojide uzun yol aldıysa insanlar arasında ki insanı iletişimde bir o kadar kısaldı.
Gittikçe uzaklaştılar birbirlerinden,kendilerinden.
Önceden gözce aşklar vardı. Sevdasını yudum yudum yüreğe indiren.
Ya çocuklar,çocuklar çocuktu.Yaşına ,ayına uygun çocuktular. Şimdiler çocukluk vurgun yemiş,zıpkın yutmuş gibi..ilkbaharı yaşamadan kuzgun güneşe çevirmişler yüzlerini.
Gelecek kaygısı küçük bedenlere çok erken giydirilmiş, kelime dağarcıkları pervasız, incelik den yoksun. Sabir denilen meziyet paranın saltanatında kendine ucube bir yer bulmuş.
Evet; gittikçe uzaklaşıyoruz birbirimizden.
Çocuklarımızı; kendi korkularımızın içinde yetiştirirken onları korumak adına sanal dünyanın kucağına itiyoruz. Yalnızlaşıyorlar, dokunmadan,dokunmatik yaşamayı öğreniyorlar.
En fazla 20-30 yıl önce birbirlerinin saç teline dokunurken heyecan yapan, dokunmaya kıyamayan sevgililer bir peri masalı oldu sanki.
Gerçek hayat sadece para kazanmak için ayrılan zaman diliminden ibaret.
olcay kasımoğlu

Yaşamalı ve Sevmeli

İnsan zafiyeti hiç bir şeye benzemez...
Bir çok insan; hiç kimsenin ya da hiçbir görüşün etkisi altında kalmadan, olayları olması gerektiği gibi objektif değerlendirmek ve yorumlamak olgunluğuna, bilgeliğine sahip değildir.
Özellikle kendi düşüncesi konusunda fanatik, eleştiriyi kaldıramayan, insanlara zarar veren, em-pati yoksunu insanların verdiği zarar tahminler ötesidir.
Tarafsızlığın, renksizliğin, vurdumduymazlığın, neme lazımcılığın kurbanı yüz binlerce insan var.
Şairimiz Gülten Akın da seslenmiş;
dipsiz hüzün ve bezginliğin şu tekrarlı günlerinde,oraya gidip,dünyayı unutmak,unutmuş ve unutulmuş olmak,incelmek,uçuşmak,bulutları mekan eylemek istiyorum...
zira hayat çıplak gözle katlanılası bir ahvalde değil nicedir.sevgisizlik,sevebilme özrü,yalan-dolan aşklar,kurgulanmış,pazarlıklı ilişkiler...benim soframda değilse de,eline-koluna çarpıyor insanın her adımında.
soluduğumuz maviyi kirletmiyorlar mı? göğün türküsünü bulandırmıyorlar mı?''
Bunca renksizlik içerisinde, kıyamın olduğu yerde her şeye rağmen insanlar; sevginin, dostluğun, iyiliğin gücüne inandıkları için nefreti reddetmekte birleşiyorlar.
Fikirlerin, ilimin, bilimin müzakeresini, rekabetini değil 'sen ben' davasının küçük adamları gibi hesapçı yaşıyoruz. Büyük sürülerin çelimsiz ayaklarına dönüşüyoruz. Her adımda kendimize çarpıp düşüyoruz..

“Tıpkı bir mumun ateş olmadan ışık veremeyeceği gibi, bir insanın da maneviyat taşımadan aydınlanabilmesi mümkün değildir.’’
Güzel sözün eyleminde yaşamak, anlaşılmak, gerçekten bir ödüldür hepimiz için, anlatabilmek ise yetenek.
En güzel birliktelikler en ince çizgide gönüllere yazılır. Bunlar damla damla yüreklere damıtılır. Sevginin cesareti ve gücü burada başlar.
En küçük bir esintide yok olup gitmez.
Hepimiz sevgiyiz ve ''sevgi'' sahip olduklarımızı paylaşır.
Sevgi her şeydir..
Çünkü sevgidir kalplerimizi ortaya çıkaran güç.
Sevgiyi ortaya çıkaran, kalplerimiz değildir.
Zaten hakiki sevgiler aydınlatandır.
İnsan tuttu mu elini sevdiğinin, bütün evren ona yol verir.
Öptü mü yüreğinden sevdiğinin, ruhunun kapıları, tokmağını sonuna kadar açar.

Hayatınızdaki tüm insanlar ve eylemler ''bir özelliğimize'' ayna tutmaktadır.
Oysa sevgisiz insanlar tsunami gibidirler dokundukları her şeyi yakar, yıkarlar.
Ne mutluluk verirler nede huzur. Sürekli şikayet eden,sorun çıkaran hep kaderi suçlayan, mazeretlere sığınan, geçmişi deneyimlemeyip sürekli geleceğe taşıyan sevgisiz insanlar hayatımızdan çalarlar.
Bu insanlar kardeşimiz olsun, arkadaşımız olsun vs er geç kendi uzaklıklarını yaratırlar.
İyi insanlar ise çoğu zaman yanında olmasalar da'' histen köprüler kurarsın, mesafelerin anlamı kalmaz, yüreğin konuşur, gözlerin görmesede.
Aynı amaç için çarpar kalbin, acısının içinde olamasan da...sarılırsın, aynı acıya ağlarsın, onun kaybı senin kaybındır, yaralarına tuz basmazsın,gönüllü paylaşırsın yaşamı.
Hayatımızdan gün çalanlarla değil, hayatımıza anlam katanlarla çoğalmak hayatın içinde, sevgiyle-umutla...
İnanıyorum ki dünyada sevgisizlikle birlikte, yanlışlığın hükmü başlar. Biz bu hükme geçit vermeyelim.
Bizim hükmümüz bu olsun 'YAŞAMALI VE SEVMELİ'' yüreklilik ve güç verir insana..
Şafak vakti kanatlanmış bir gönülle uyanmak sözün hale ayanıdır ve onu yaşamak tamamen bizim algı ve bakış açımızla kendine yer bulur.
olcay kasımoğlu

Fotoğraflar İnternetten alıntı

Hali okuyabilene, halden anlayabilene

İnsan, ne çok şeyi barındırır derinliğinde ve ne çok şeyi ıskalar yaşam dehlizinde...Bunun farkına varmak bazen bir ömür alır. Haklısın yaşama dair ne varsa,bıkmadan, usanmadan kendimize yolculuklar başlatmalıyız.Bu yolculuğun eni iyi yoldaşları resim,şiir, deneme yazıları, romanlar ve antik çağlara yeniden yolculuklar başlatmak, doğanın sesine ses katmak. Yaşama dair ve söylenenlere dair  bir tur daha atmak atmak yaşamın dehlizlerine.
Kelimeler ve davranışlar üzerinde yoğunlaştıkça yaşamın zorlukları ile de karşılaşıyoruz. Düşünmek, düşünmek her insana verilmiş bir özellik olarak düşünülse de, maalesef bu özelliği kullanan sayısı dünya üzerinde çok fazla değil..Bunun içinde sadece bakmak yetmiyor. Gördüğünü anlamak,yorumlamak,empatı ayağını kullanmak ne kadar önemliyse, duygu ve düşüncelerde samimiyet de bir o kadar önemli. Mitoloji, insan dünyasının kilimine en büyük nakıştır. Düş dünyamızı besleyen, insan bahçemize değer katan edebiyata saygı duymak kadar önemli..
'Elimden gelse hiç konuşmazdım' der Konfüçyüs.
'İyi ama o zaman nasıl anlatacağız insanlara?' diye endişe eder öğrencileri. 'Göğün kendisi konuşuyor mu ?' diye devam eder Üstat. 'Ama dört mevsim pekala birbirini izliyor ve bütün var olanlar çoğalıyor.'
Göğün ve aşkın konuşmaya ihtiyacı yok.
Halden bilene ihtiyacı var. Hali okuyabilene. Halden anlayabilene.
Olcay Kasımoğlu