Translate

7 Ocak 2019 Pazartesi

Ulu yaşasın kalemi kan akıtmayan gazeteciler..
Kumda balık olmak gibidir, yasakçı zihniyetin olduğu ülkelerde gazeteci olmak..!
Peki; insan yaşamını, ifade özgürlüğünü, hürriyetini sadece yasayla korumak mümkün müdür?
Değildir elbet, bunun için insan olma erdemlerine sahip olmak gerekir her şeyden önce.
Gazetecilerin olmadığı, özgürce çalıştırılmadığı, yasaklanıp, sansürlendiği toplumlarda, demokrasiden söz etmek mümkün değildir.
Gazetecilerin, gazete çalışanlarının susturulduğu toplumlarda, sokaktaki insan "kör, dilsiz, sağır" demektir.
Basın özgürlüğünün olmadığı yerde; vicdandan, eğitimden, konuşma ve yaşama hürriyetinden bahsedilemez.
Gazeteciler; 10 Ocak 1961'de Gazeteciler günü olarak ilan ettikleri o gün, eminim hayattan ve insanlardan hiç ama hiç umudunu kesmemişlerdi.
Devlet, vatandaşına; yasaların yürürlüğü ve koruyuculuğu hakkında olsun, çıkan kanun,yasa ve tüzükler hakkında olsun, vatandaşını basın yoluyla bilgilendirmek zorundadır.
Bunun içinde, basının; düşünce ve ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, halkın haber alma hakkını, bilgi edinme hakkını, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünü, sendikal hak ve özgürlüklerini güvence altına alarak vatandaşına, sorma sorgulama hakkını verecektir.
Demokrasi ile yönetilen ülkeler vatandaşına bu sosyal adalet anlayışını sunar. Haber alma ve yorumlama hakkına saygı duyar.
Adalet herkes içindir. Bu bilinçle hareket eder.
Bir ülkede; zenginler, iş birleştiriciler ve işini bilenler; basına müdahale etmeye başladığında, orada “gerçek olanı” derin uykulara gömdüğümüz noktasına geliriz, geliyoruz buda akla zarar, yüreğe zarar.
İnsan: Akıl, yürek, vicdan bütünselidir, gerçek ve erdemli basını aradan kaldırmak, fukara aklın çaresizliğidir ?
Sadece bunu devlete yüklemekle işin içinden çıkılmaz aksine kurdu besleyen gerçek bahçeye, gazete patronlarına da öz eleştiri getirmeliyiz.
Hangi hükümet iş başına gelirse rüzgarın yönünü oraya tayin eden gazete patronlarına.
Tek düşündüğü gazetesinin tirajıdır.
Özellikle, gazeteye ''kalemiyle emek verenle, gazete patronluğu'' bana göre çok ince bir nokta, bu bölümü asla ve asla göz ardı etmemek gerekir.
Sırf bu nedenden dolayı bir sürü gazeteci işsiz kalmıştır, gazete patronun desteklediği siyası ve politik görüşe karşı çıktığı için. Villalarını, şatolarını, lüks yaşamlarını kaybetme korkusuyla, gündemin ve günün adamlarının gazetesi olurlar. Kendi çalışanlarından bir gazete muhabirinin gerçekleri yazmasının nasıl bir akıbeti olabilir, artık siz düşünün ?
Bu demek değildir, gazeteci istediği gibi harekat eder bundan da bu anlaşılmasın.
Gazeteci istediği gibi hareket edemez,sorumlulukları vardır,erdemli insandır,dürüst ve adildir,günün adamı olmaz her daim doğrunun ve haklının yanında olur. Kendi siyası düşüncesine ters bir insanı, sırf farklı bir görüşte diye zindana göndermez, haklı olduğunu bildiği konuda susmaz. Benim ekmeğim sadece bal görsün demez,bencil değildir.
İyi bir basın emekçisi olmak, ruhsal olgunluk ve sağlam karakter ister buda büyük resmi net görmesini sağlar.
Basın emekçisi; empati yapmamıza, kişiler arası iletişim de diyalog kurmamıza vesile olur. Diyaloğun kurulduğu iletişimlerde ise sorunlar daha kolay hal olur.
Gazetecisine, çalışanına sahip çıkmayan nice gazete patronları varken her şeyi devlete yükleyip, diğer gerçekleri göz ardı edemeyiz.
Arkadaşları hapse gönderilirken, hangi gazete sahipleri sendikal eylemini yaptı ? Hiçbiri..! kendi çalışanına sahip çıkmayan,işten atılan,hapse giren bu kalem emekçilerinin, mağduriyetini anlatmanın tek yolu basın iken bu çelişkiye ne desin vatandaş? Herkes mektepli değil ki,herkes ilim ve bilim yolunda ömür tüketmemiş ki ! Bir kısım duyduğuna inanır, bir kısım da karnını doyurana !
Bu noktada senin vatandaşı aydınlatma,bilgilendirme gibi insanı bir sorumluluğun varken; kendi çalışanını bile, doğruyu yazıyor diye kapı dışarı edersen vay vatandaşın haline !
Gazeteci; kendinden farklı olanları kabullenmeyi, farklılıklardan doğan zenginliği fark ettiğinde ''kalemi'' siyahı beyaz diye yazmaz.
Medya holdinglerinin, tekelci medyanın basın emekçileri üzerindeki baskısı artıkça basın özgürlüğünden bahsetmek mümkün olmayacaktır.
Kötü çalışma koşulları, işten atmalar, kapitalizmin etkileri, sansürün, otosansürün, basın emekçilerinin başlıca gündemi olmaya devam edecektir.
İşsiz, yasaklı, susturulmuş gazeteciler günü olmaması temennisi ile daha aydınlık bir basın özgürlüğü dilerken,kendi mesleğinin onuruna sahip çıkan,şahsı çıkarları için mesleğini satmayan onurlu gazetecilerin kalemi daim olsun. İyi ki varsınız !
Olcay Kasımoğlu

6 Ocak 2019 Pazar

Yürekte bu fırtına sürer amansız...
Bir şehir kadar kalabalıktır bazılarının yalnızlığı...
Ne büyük şey şu huzur...🌹

Tutarlı olmalı insan; siyah gibi, beyaz gibi... Güven vermeli... Gri olmamalı...Kapıları olmalı insanın...Ya açık ya kapalı ''YARI AÇIK'' olmamalı...

İnsanlar vardır
Ömrümüzden gelip geçerler
Kimileri masal tadında kalarak
Kimileri silinmeyecek izler bırakarak,
Yorgun ömre su olur giderler

Kimileri 
Suskunluğumuzda 
Bir ırmağa dökülürken sessizce
Hiç eyvallah etmeden hasrete vurgun ömre
Aşkını hazana yar edip
Ardına bakmadan sonsuzluğa giderler

İnsanlar vardır
Kirpiklerimizden doğmuş hüznü 
Göz uçlarına alarak
Ve ortasından geçerek acının
Zamanın taa ötesine giderler

Yaşama tüten çiçekler gibi
Ben kalanlardan yanayım
Özgün ve özgür sevdası olanı
Kalbi bir yudum su
Bir dilim ekmek olanı severim

Ey hayat evim 
Bir ağaçta olgunlaşırcasına
Avucumdan yüreğine bıraktığım 
Sıcaklığın hatırına
Bana huzurun demi ile 
Kalbi sakın tutan sevgiyi gönder

Ey sağır zaman
Yağız bir geceye dil dökerim 
Duymaz mısın yüreğimin sesini
Neşeli bir yüreklenme ile
Taze bahar şenliğinde
Gidenlerin ardından
Başlayanım yeniden...


Olcay Kasımoğlu

5 Ocak 2019 Cumartesi

YAŞAMIN ANLAMI

Hayat, eşya değildir; gerçek olan yaklaşımlarımızdır, içimizdeki sesimizdir...
“Kendim ve dostlarım için ve zamanın akışını yumuşatmak için yazıyorum.” demiş, Jorge Luis Borges
Bende: kendi bilincimle, irademle,seçimlerimle,seçtiklerimle, değerlerimle, insanı sorumluluklarımla, bir nebzede olsa, yaşama dokunmak için yazıyorum..
Çünkü, hayatı ezberlemek başka; anlayarak, gözlemleyerek, deneyimleyerek, sevgiyle dokunmak bambaşka...
Kendimizi deneyimleyerek, olanaksızlıkları öğrenerek kendimizi bulduğumuzda, yaşamın en kıymetli hediye olduğunu göreceğiz.
Yaşamı ''yedeğimde saklamak değil'' yaşamı, yaşanılır kılmak ve anlamlı yaşamak istiyorum diye bilmektir, YAŞAMAK...
Biliyorum ki, irademiz dışında; güneş doğacak, çiçekler açacak, rüzgar esecek, yağmur yağacak ve olması gerekenler kendiliğinden olacak.
Önemli olan, bu dengenin içinde biz ne öğrendik neye şahit olduk ve hayatımızı bunlarla ne kadar bütünleştirdik, sesimizi ne kadar katabildik ?
Her günün ''yeniden doğmak olduğu'' her nefesin ışık süzmesiyle yeniden yaşamak olduğunu; kötülüğün, sevgisizliğin olmadığı bir ''erguvan imparatorluğunda'' yaşam tacını takıp, içtenlik, erinç, coşku ne varsa, olanca görkemiyle yaşamaktır, YAŞAMIN ANLAMI...
Hayatın sevgi diliyle öğrenildiğini, öğrenilirken de sorgulamaktan hiç korkmamayı, sanata ve bilime önem vermeyi, bilmediğimizi araştırmayı, kendimizi güncellemekten asla vazgeçmeyeceğimizi söyleyebiliriz, yaşam işçisi yüreğimize..!
Çoğu zaman, başkalarının dayattığı kurallara ve değerlere göre yaşıyoruz. Yalanları, oyun bozanları, sorgulamadan kabul ettikçe içimizdeki sızı ve yalnızlık daha da arttı.
Her şeye sahip olmak için uğraştıkça, hayatlarımıza sahip olundu.
Düşlerimize birer birer el koydular.Her şeyin ucuz bir metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı bir ortamda sevgiyi, dostluğu, bilgiyi, güveni, içtenliği parayla satın almaya ve mutlu olmaya çalışıyoruz.
Kimse yuvasında değil, herkes başkasının kapısını çalmakta, başka hayatlarla avunmakta, hazıra konmayı amaç edinmekte. hazır söylemlerle yaşama sarılmakta, ne olduğunu bilmeden kendine sunulan yaşam tarzlarını benimsemekte.
Bizi hep başkaları tanımladı, hangi mesleği yapacağımıza bizim adımıza karar verdiler. Kiminle evleneceğimize, hangi partiye oy vereceğimize, hangi takımı tutacağımıza hep başkaları karar veriyor
Sonuç: mutsuz, umutsuz, kuruntulu, endişeli, arabesk söylemler yaşamın merkezi olmaya başlıyor.
Yaşamın doğasına aykırı sularda yüzüyoruz. İnsan doğasına uygun olmayan ne varsa onları işlemeye çalışıyoruz.
Bilincinin güzelliğini ve yaşamının değerinin sürekliliğini korumak istiyorsak, önce kendimizi öğrenmeye ve organize etmeye, ardından da hayatı tanımaya ve olumlamaya özen göstermeliyiz.
Değil mi ki; kalbimizin çıkarttığı sesin bile bir anlamı olmalı..
Değil mi ki; dilimiz söylediğinde, kalbimizin sesinde, dolup boşalmasında herhangi bir değişiklik olmuyorsa, ne anlamı var söylenenlerin.
O’nun sözlerini kulaksız duy, ona dilsiz dudaksız söz söyle.Çünkü dille, dudakla söylenen sözün ayrılıklar vermemesine, insanı incitmemesine imkan yok, demiş (Mevlana)
Anlamak sadece sözcüklerle değil, duyarlıkla da mümkündür aynı zamanda.
Biz kendi şişkin egolarımızı söndürmedikçe, havasını indirmedikçe, birbirimizle değil konuşmak, sadece kendimizi anlatmaya devam edeceğiz.
''İnsanlar kelimelerle, sözlerle bir şeyler anlarlar ama birbirlerini o kelimelerden, o sözlerden dolayı anlamazlar. Sözleri aşan bir anlaşma alanı vardır insanlar arasında. Tabii burada sözlerin vazgeçilmez bir yeri vardır ama insan anlaşması sadece sözle olmaz. İnsan anlaşması sezgi ile olur, sezginin de ne olduğunu bilmiyoruz.
Yani insanlar birbirlerini sevdikleri için birbirleri ile anlaşırlar ve birlikte bir şey yaparlar.
İnsanlar birilerini kendilerine uzak, yabancı, nefret edilecek diye saydıkları için onlarla savaşırlar. Ve bunların kelimelere dökülebilir bir tarafı yoktur. Biz kelimelerden o sonuca varmak için bir şey elde ederiz.''
Kendi varlığımın sınırlarını fark edip, kendi egomu söndürerek diğer varlıklarla, doğanın sesine, ritmine, müziğine yüreğimin sesiyle katılmak istiyorum.
Görmeden bakan, duymadan dinleyen, hissetmeden dokunan, düşünmeden konuşan insanlardan uzaklaşarak;
Tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek, herkesten daha çok daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak istiyorum....
İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına kulaklarımızı tıkamadan; kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça; kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi; amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor.
O zaman başkalaşır dünya/ tutkular ten olur, düşünce tenleşir/ ruhlar özgürleşir, yok olur prangalar..
İnsanın duruşu ne kadar derinse, ne kadar özgürse ruhu, ne kadar güzel görebiliyorsa; o kadar geniş, o kadar uçsuz bucaksız, o kadar güzeldir yaşam manzarası.
Bunun içinde, sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak gerekiyor. Nede olsa, onlarda tozlanır, katılaşır, sağırlaşır, koylarına çekilir zaman zaman...
Kendin ol                                                                                                       Her insan hayata başlarken hamdır ama hiç kimse meyveler gibi bekleyerek olgunlaşmaz. İnsanın olgunlaşmak için çaba göstermesi gerekir. Zaman elbette deneyim kazandırır fakat tek başına zaman olgunlaşmaya yetmez. Yaşlanan ama hiç olgunlaşmayan insanlar vardır. Eğer kişi farkındalığını geliştirip emek vermezse yedisinde neyse yetmişinde de aynı kalır.
Sadece kendin ol. Kendi hikayenin kahramanı ol 
Başkalarını ışığınla aydınlat, mutlu olduğunla yoluna devam et. Mutluluk İçimizde başlar...
İnsanın hayattaki en büyük başarısı kendini bilmesi, kendinin farkında olmasıdır.
Kaldı ki herkesle aynı olmak zorunda da değiliz.
İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına kulaklarımızı tıkamadan kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça; kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor.
Yaşam çığlıklar içerisinde
Çoğu zaman; insanların kör ve sağır kaldığı, kendine sıra gelinceye kadar gıkını çıkarmadığı sosyal ve toplumsal olaylar vardır.
Yaşam bir bütündür, dünyanın diğer ucundaki bir değişim, gelişim bir diğer alanı değiştirirken hala yerinde durmayı ve yerinde saymayı marifet sananlar, daha da gerilere düştüğünün her gün bir parça eksildiğinin farkında bile değildirler.
Sadece kendini görmek, çok yönlü düşünememek, etkileri ve tepkileri hesaplayamamak, başka insanların yaşam haklarına saygı göstermemek; iki yüzlülüğü, riyakarlığı, yaşama ihaneti kaçınılmaz kılmaktadır.
Yaşam da var olan ayrıcalıkları sadece kendi tekelinde görenler, hiç düşündünüz mü, kimsesiz ve kimliksiz kalanlar bir gün hesap sormaz mı ?
Yaşamı sorgulamayanlar, sadece kendi durduğu yerden bakanlar, evreni bir bütünlük içinde görmek ve algılamak yetisinden yoksundurlar.
Onlara göre yaşam siyah ve beyazdan ibarettir ve o en iyisi, diğeri en kötüsüdür.
Dünyanın sadece kendi etrafında döndüğünü sananlar; kendi yaşamlarının dışında başka bir düşüncenin, başka yaşamların önemi konusunda bencildirler.
Kendi yaşadıkları coğrafyanın verdiklerine, düşünce ve yaşam tarzlarına anlayış ve nezaketle yaklaşıp başka insan diyarlarına, yüreğini,algısını kapatan insanlar yaşamı bir bütünlük içerisinde görmekten çok uzaktırlar.
Farklı coğraya da doğan ve yaşam koşulları gerçekten zor olan insanları anlamak yerine, ezici bir üstünlükle tepeden bakmak, görmek, dünden kalmış argümanlarla bugünü değerlendirmek insanların sağlıklı bir düşünce anlayışına sahip olmalarını ve sağlıklı bir bakış açısı getirmelerini engelleyecektir.
Ve dünden kalanlar dünün söylemleriyle bugünü görmeye çalıştıkları için yaşamı ıskalamaya devam edeceklerdir.
Özellikle sen ben kavgasının yolcuları, insanları; görünüşünden,dilinden, etnik kökeninden,siyasal tercihlerinden dolayı yargılıyorsa hiç bir gönülde açamazlar, insanım diyemezler.
Başkalarına önyargıyla yaklaşan insanlar, yenilikten korkarlar. Kendi dünyalarında farklı, içinde bulundukları ortamda farklıdırlar. Resmi görüşleri ayrı, içsel düşünceleri farklıdır. Bunlar için yaşamın etkinliği, işine ve çıkarına geldiği gibidir. Neyi savunuyorlar neye göre, kime göre yaşamlarını düzenlerler bilinmez.
İnsanı insan yapan en büyük özellik adaletli olmasıdır ve yaşamın içerisinde üretim, paylaşım ve bütünlük içinde daha huzurlu ve güven ortamında yaşama devam etmesidir.
Bunları ıskalayıp, bir yığın neden veya gerekçe ile düşmanlık üretenler ise akıldan, aydınlıktan, düşünceden uzaklaşmış, hedefinden sapmış demektir.
Aydınlanmanın özgünlüğünü, insanca yaşamanın sorumluluğunu aklı ve kalbiyle taşıyanlara selam olsun...
Olcay Kasımoğlu
Fotoğraf: Hasan Balcı

4 Ocak 2019 Cuma

Damıtılma, büyük insanlık yolu. 

Her şey olabilir.
Her şey mümkün ve olası.
Güzel şair'imiz Sohrap Sepehri ne güzel demiş;
''Bu devranda ağaçlar insanlardan daha hamdır. Dağlar arzulardan daha yüksektir. Kamışlar, düşüncelerden daha doğru. Kar, yüreklerden daha ak.''
Kimi zaman tüm çevrenin ve şartların tarafsız bir gözle resmini çizemeyiz, değerlendiremeyiz. Bu nedenle, eskilerin deyimi ile, “Mülahaza kapısı”nı açık bırakmalıyız.
Yeni düşünce ve alternatifleri dinlemeye, yeniden düşünmeye ve sonuç çıkarmaya açık olmalıyız.
Bilincinin güzelliğini ve yaşamının değerinin sürekliliğini korumak isteyen insan, önce kendini öğrenmeye ve organize etmeye, ardından da hayatı tanımaya ve olumlamaya özen göstermeli. Bunlar için ise sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak mühim.
İnsanlar bunu bir kez görmeye başlasa, tercihlerinin yönü muhakkak değişecek.
Yaşam, cesur ve mücadelecileri sever. Her günün yeni gün, her yeni gününün yeni bir başlangıç olduğu düşünüldüğünde, akan bir ırmak gibi olmak, herkesin harcı değildir.
Biz insanlar bahaneleri severiz. Bir insanın elinden bahaneleri almaya görün, hemen çılgına döner ve etrafına saldırmaya başlar.
Hayatın gerçeklerini iyice kavrayabilmeliyiz ki, vicdanımız rahat bir şekilde sorgulama gücüne sahip olsun.                                                                                                                                                        
Gerçekten insanlar açık ve anlaşılır olmalılar.
Ne güzel özetlemiş Paracelsus' umuz;
''Hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevmez. Hiçbir şey yɑpɑmɑyɑn, hiçbir şeyden ɑnlɑmɑz. Hiç bir şeyden ɑnlɑmɑyɑn insɑn değersizdir.
Oysɑ ɑnlɑyɑn hem sever, hem her şeye kɑrşı duyɑrlı olur, hem de görür.
Bir şeyde ne kɑdɑr çok bilgi vɑrsɑ, o kɑdɑr büyük sevgi vɑrdır. Bütün meyvɑlɑrın çileklerle ɑynı ɑndɑ olgunlɑştığını sɑnɑn kişi, üzümleri hiç tɑnımıyor demektir.''
Gerçekliğin naif tezgahında;
Hayatı ezberlemek başka, anlayarak dokunmak bambaşka.
Bilinci olmayan, kendini tanımayan, yenilemeyen, gelişime açık olmayan biri bunun nasıl farkında olacak ki?
Şiddetin dili ve kanıksanmış cehalet hakim oldukça ,vicdanların kimliklere yenik düştüğü bir dünyada hiç kimse özgür değildir.
Olcay Kasımoğlu

Görseller; Yaşar Koç
Ölüm her yerde
''Hangi sözcük anlatır nasıl yandığımızı
Küle dönmüş bir yangın ortasındayken ömür...''
Bir düşünce; her kesimin dünya görüşüne-ideallerine ve yaşamına iyilik aşılıyorsa evrenseldir.....
I.
Ölüm
Her yerde beklerken
-----------------------
Mevsim hazan mevsimi
Mevsim ayrılık mevsimi
Nereye dokunsam
Tarifi olmayan
Bir hüznün sarmalındayız
Durmadan
Yüreğimizin üstüne
Gözyaşı dökülüyor
Alnımızın çizgilerine
Kederler izini vuruyor
Neyin öcüdür bu Allah aşkına
Turnalar
Katar katar göçüp gidiyor
Yapraklar üşüyor
İnsanlık ölüyor
II.
Oysa
Tomurcuk tomurcuk açmak için
Dünya çiçekleri
Sevgisizlikle solmamak için
Yaprak yaprak
Umut ister
Sevgi ister
İncelik ister
O zaman
Yüreklerimizi
Sonsuz bir sevgiye kilitleyip
Umutla özlemle
Geleceğe dair
Apak düşler kursak
III:
Belki biraz yorgun
Belki biraz durgun
Yine de umutlu
Yine de mutlu
Sevgiyi işleyip
Bütün alemlere nakş etsek
Ve
Kinleri
Düşmanlıkları
Kötülükleri
Bu sefil ihanetleri
Kaf dağının ötesine
Zamansız sürgünlere göndersek
VI.
Her şeye rağmen
Yüreğinde
Umut taşıyan çocuklar olsa
Baharlar
Onların gelincik dallarını süslese
Dünyanın dört bir tarafında
Barışa ve umuda
Şarkılar söylense
Nasıl olsa ölüm her yerde
Olcay KASIMOĞLU


Başımı yaslayayım göğsüne, varsın arz ile arşın olsun yerim yurdum kimene...

sevdalı bir uyku tutunurken geceme
ah her şeyden uzak
güneş yanığında parlayan
ebedi sıcaklıkla ışıldayan o gözler
bir avuç su gibi serpilir içime

çıplak bir gecenin rüzgarı
rüyasına daldığım bir vaha
suyunu içtiğim bir testi gibi
gecenin esrikliği
çalkalanıyor ağzımda

ey ısırılmış ağız
dudağının kıvrımından
sızıyorum gecene
ey umut ve sabrın
ellerimde oynaşan bağlanışı
o kadar çok ki
unutmak istediklerim
sıcak bir aydınlık içinde
ittim geceyi geriye
sevgi umut boşaltsın içlere
bir fanus gibi
içine alıp sonsuz sevecenliği
şarkı kuşlarının kanatları
 yükselsin sende
ruhumun toprağında
kollarımın arasında
öyle içten ki yerin
parmak uçlarımdan çekilip
kucaklaşacak ruhla beden
yüzüme işlediğin gülüşünle
beraber yürüyelim olur mu...


Olcay Kasımoğlu
Sevgi Mucizedir
Bende ki sevgiler; dünyaya yeni gelen ürkek bir çocuğun gözleri gibi asılı üzerimde...
Ne yapacağını bilmeyen şaşkın bir çocuğun şeker beklentisine benzer...hesapsız, kitapsız...
Bende ki hesaplar; denizden yeni çıkmış bir balık gibi çıplak ve sonu belli...
Bende ki umutlar; kanadı kırılmış bir kuşun, iyileşmeyi bekleyen umudu ve sabrı gibi tereddütsüz .!.
içimizin mevsimi hep baharı bekler
gelsin turnalar konsun dallarımıza
şakısınlar gönül yurdumuzda
tamamlasınlar boşlukları,
yeşersin umutlarımız
lal olsun acılarımız
ömür dediğin nedir ki
yüreğini al avuçlarının arasına
sevgini yaşamaktan asla utanma
dünyada en büyük mucize
sevgi değil midir
sevgi insanları sınırlara bölmez
sevgi evrenseldir
sevgi evrendeki en büyük mucizedir
en büyük vicdandır
bu sebeple inan
inan ki
sev
sev sev
kalbini sevgiye ayarla
şimdi
bu dakika
bu saniye
yaşı olmaz
yaşa bölünmez
sevgi ihtiyarlamaz
sev
sev
şimdi
bütün güzellikler aşkına...
Olcay KASIMOĞLU
Taşsın tutkuyla yanan yüreğin...

Daldan düşen kiraz çiçeği gibi
Göğsümde raks eden hayatın gürültüsünü
 Ondan başka kim duyabilir ki...
Sevgiyi değerli kılan bütün güzel insanlara gelsin..
Kadınlar;
Yürekli bir kadın;
Sevildiğini bildiğinde hayat düşer içine,
Harman yerine döner bütün değirmenleri.
Bir çocuğun mahzun bakışları gelir oturur yüreğine.
Lakin her yüreğin işçisi olmaz o demleneceği yüreği tanır.
Sevmeye hazır yüreği de bilir, o yüreğe hürmeti de.
Yüreğine giden yolun karmaşasına düşmez.
Öyle aya güne vurmaz, çetelesini tutmaz, hesap, kitap yapmaz.
Duyarlı bir kadın;
 İçindeki gücün farkındalığını bilecek kadar derindir.
Hatta erkeklerin zayıflık dediği bir çok nokta onda erimiştir.
Bu gücün yaşama serilişini sadece kendine rehber etmez.
İster ki erkeğin dinlendiren gücünde sevgiye dursun.
Bilir, er kişi huzurun anahtarı, dünyanın da beşiğidir.
Olgun kadın; 
İnsan olmanın, insana durma boyutunda harmanlanacak,
Erkeğinin sahip çıkma duygusuyla berekete duracak.
Kadın gücünü göstermekten hoşlanmaz bunu yaşatmaktan sonsuz keyif alır.
Yapmak istediği bir şey varsa hiç bir güç ona engel olamaz.
İstikrarı seven kadın; 
Bütün mevsimlerin toplandığı takvim gibidir.
Hangisini açarsan seninle oradan başlar.
Sevdikleri için sabırlı olmak onun için duaya durmak gibidir.
Sever sevmesine de istikrar yoksa içinde düşmez peşine.
Eyer sevgide istikrar yoksa boşunadır bütün emekleriniz.
Sevgi dolu bir kadın;
 Sevgisine inanmadığı bir erkeğe asla kokusunu vermez,
çünkü kadınlar sevdiklerinde koku üretirler.
Hayatı yudumlayan, saran, toplayan, sevdiren, özleten bir koku...
Eyer sevmemişse zorla sevdiremezsiniz, sevmediği hiçbir şeye şefkatını vermez.
Yüreklerinde ki sevgi bahçeleri kuraklığı hiç sevmez…özen, saygı, itina ister.
Akıllı bir kadın; 
Bütünüyle yalnız bir şeye bağlanmaz, hayatı bütünüyle algılar.
Kendine ait bir dünyası muhakkak vardır, soran, sorgulayan, anlayan...
Bakmayın göze duran sulu çeşmelerine, o çeşmeler çorak yüreklere dökülmez.
Yalnızlık kendi tercihleriyse asla izin vermezler birilerinin o yere girmesine.
Onlar yalnızlığın çoğalttığı şeyleri de bilirler, dünyayı yüreğinin sesiyle dinlemesini de.
O’ dünyanın anahtarını da, istemedikleri sürecede hiç kimseye vermezler.
Güçlü bir kadın; 
İsterse dünya yeniden, yeniden şekil bulur.
Neler olabileceğini hayal bile edemezsiniz.
Bunun için siz bir fenersiniz erkekler.
Siz doğru yerde tutun fenerleri, bakın nasıl aydınlanacak cennet bahçeleri.
O’ kadınlar ki elleriyle toplayan, işleyen, dünyaya şiirden resimler çizen.
Engin bir kadın; 
Binlerce nehir gibidir, önünü açtığında, denizlere dökülen.
Yaşamak, onların yüzüyle daha bir başka gülüyor, gülceler çoğalıyor,
Yemek yemek, su içmek, sevmek bile; onların gamzelerinde aydınlanıyor.
Bir kadının elinden çıkan her iş kendi içinde hayat buluyor hem de nakış nakış.
Evet, her kadın;
 Bir deniz ve dalgaların anası, içindekini de koruyan.
İçinde yüzdüğünüz denizi tanımayanlardan olmayın.
Hepimizin gönül vadileri var, o vadiler aşk, marifet, gönül tokluğu, farkındalık ve kötüye meyillenmemektir ve her kalbe bir gönül gözü gereklidir...
Yürekte yıllanmış kederler, boğaz da düğümlenmiş, kelimelere dökülmeyen ve gözümüzdeki nem, yanağımıza süzülen iki damla gözyaşı, hayatın tüm duygularını kendin de toplayan yüreğimizi temize çeken  şey anlamlı yaşamaktan ve  sevmekten geçer (!)
Balzac, bir kadın kahramanına şunları söyletebildiği için:nazarımda büyük bir yazardır  "Sevmenin ne olduğunu bu dünyada ancak üstün erkekler bilir. Neden öyledir, artık anlıyorum. Bir erkek iki buyruğa uyar. Gönlünde ihtiyaçla duygu karşılaşır. Aşağı ya da zayıf erkekler ihtiyacı duygu sanırlar; üstün erkeklerse ihtiyacı duygunun o olağanüstü, insanı hayran kılan gücüyle örterler. Duyarlılık ancak bir insanın iç dünyasının zengin oluşuyla mümkündür." Ve tek bir ilgili davranış, sonsuz bir dalga oluşturur, size geri dönecek bir dalga...
Ne güzel bir derinliktir bu...
Olcay Kasımoğlu

3 Ocak 2019 Perşembe

Ellerin yerim yurdum
Demlenmiş hüzünlerin tatlı telaşıyla, içimdeki çocuk kanat vuruyor; tutuştur yanan düşleri...
Mutlu olmak için gerekli koşulların oluşma-sini beklemek ne kadar hazin bir bekleyişse kıpırdamadan durmakta o kadar hazin...
Taze güne yayılmanın serüveni
Düşleri aydınlatan maviler
Deniz 
Dağ ve doruk
Işığın
Sevincin
Yaşamın en güzel haliyle
Sonsuz hepsi
Hadi kalk silkelen
Yeni bir gün başlıyor...

Nasıl da hemen
Yanı başımızdaki gizeme değip geçiyor
Sabır ve sükunet içinde
Hiçbir şey söylemeksizin
'' Tadında bırak her şeyi'' diyor
Bağırıp çağırmaya gerek yok.

Düşle başlayan sabrın, sırrın imtihanından geçip, küçük duyarlılıkların sırrına erişmeli insan. Ancak o zaman yaşam değişir, kımıldar yer değiştirir..
Ağır ağır adımlarla
Yürüyen gün doğumu
Hayat verirken usulca gölgelere
''Yağmur konuşuyor
Diyor ki;
'Ağlama aşkım, sevdiğin burada'
Yeni bir başlangıca
bir gün daha...
Aklın ve yüreğin saf ışığıyla
Sabır ve sükunet içinde
Kıymetini bil her şeyin diyor...
Resim. Fas'ın en huzurlu şehri Şafşavan'ın sokakları

hepimiz kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız


Hayat tekdüze değildi. Yaşamda kalıcı olan değerleri aramaya, karşılaştığım insanlarda bu özelliklerin ne kadarının bulunduğunu gözlemlemeye başlamıştım.
Aslında böylesi bir sorgulama herkes için, hayatın her anında gereklidir. Ozanın dediği gibi, “Hayat sunulmuş bir armağandır insana.” Ama ne kadarımız bu armağanın değerini biliyor, ona hakkını veriyoruz? Yoksa, hoşumuza gitmeyen bir armağan gibi kenara koyup, eskimesini, yok olmasını mı bekliyoruz? Ya da kaybetmek midir ölüm? Varlığın, esas olan huzura, serbestliğe kavuşması mıdır? Her ölüm, erkendir diyen şair yanıldı mı bir yerde? Esas olan, yaşamın ne manaya geldiğini çözemeden ayrılmanın garip yoksulluğu mu, yoksa sonsuzluk dediğimiz aslında yaşamdaki sonsuzluk değerinde bir an mıdır? 
Bütün bu soruların yaşamda bir karşılığı olmayabilirdi ya da yeterli cevapları bulamayabilirdim. Lakin benim yaşadıklarım ne fantastik bir kurgu ne de bir hayalin mahsulleriydi. Bu, kaybedenlerin hikayesi de değildi. Nerede başlayıp nerede biteceğini bilemediğimiz, okudukça binlercesini eklediğimiz, ilintiler bağlantılar kurduğumuz, dinleyip çoğalttığımız, seyredip zenginleştiğimiz, yaşayıp elediğimiz yaşamlara; yeniden, yeni yollar açan, yaşama ince, derin izler bırakan bir insanın, yaşamı anlamlı ve yaşanılır kılma mücadelesiydi.

İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına, kulaklarımızı tıkamadan; kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça; kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor. Mutluluğun, insanın değiştiremeyeceği şeyleri kabul etmesinde, değiştirebileceği şeyler için harekete geçmesinde ve ikisinin arasındaki farkı görebilmesinde yatıyor. İşte o zaman başkalaşır dünya, tutkular ten olur, düşünce tenleşir, ruhlar özgürleşir, yok olur prangalar. Hepimiz, kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız.
İnsanın duruşu ne kadar derinse, ne kadar özgürse ruhu, ne kadar güzel görebiliyorsa o kadar geniş, o kadar uçsuz bucaksız, o kadar güzeldir yaşam manzarası. Bunun içinde, sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak gerekiyor. Nede olsa, onlarda tozlanır, katılaşır, sağırlaşır, koylarına çekilir zaman zaman. Benim yaptığım ise, geçmişimin içinden geçerek, kendimi yeniden eritiyor, kendi içimde kayboluyor ve düşünerek yankı ve uçurum yaratıyordum kendime. Derinleşerek kendimi çoğaltıyordum.


''Simurg Olmak Zamanı'' Romanımdan
Unutursam fısılda hayat
Bu dünya zamanından hepimiz göçüp gideceğiz, üstelik her şeyimizle göçeceğiz. Yaşadıklarımızdan, konuşanlardan geriye hiçbir şey kalmayacak.
İşte bu yüzden, dünyayı açıklama iddiasından, aptalca bir sürü gereksiz mal ve mülk edinme hastalığından, savaşlardan, sevgi ve umudu tırmalamaktan çok geç olmadan vazgeçsek daha iyi olmaz mı?
Hani, Tarkovski’ der ya, ‘’Umut ve sevgi insanın gerçekliği.” Gerçekten insan olmak büyük bir nimet. İnsan, umutla doğuyor, gerçeklik karşısında umudunu yitirmiyor, çünkü akıl an itibarıyla içinde bulunulan koşulların değişeceğini biliyor.
Umudumuz, günümüz kirlenmiş toplumlarına karşı güçlü olmalı. Çünkü; kötülük, her iyilik gibi, umudunu koruyan inançlı bir insanda duyguları harekete geçirir.
Soyunmuştum bütün libaslarımdan. Öğretmişti hayat bana, insanlar korkarlar gerçeği hatırlatanlardan, kefenlenmiş öykülerle yaşarlar.
Oysa, gerçek yolculuk kendine yapılan yolculuktur ve nefes aldıkça umut vardır. ‘’Ve tüm dünya ‘’Vazgeç’’ dediğinde umut fısıldar; bir kez daha dene..’
Demlenmiş hüzünlerin tatlı telaşıyla, içimdeki çocuk kanat vuruyor; tutuştur yanan düşleri, Simurg olmak zamanı...
Bağırıp çağırmaya gerek yok. Bu küçücük, bu fani yaşam, tohumun ağaca, ağacın tohuma dönüşmesinden başka bir şey değil. Karanlıkta ışığı beklemek gibi, herkes kendi umudunu yüreğinde taşır. Bu zorlu süreçte, mücadele ruhumu besleyen umudu çok sevdim, olur da bir gün unutursam; fısılda hayat!

''Simurg Olmak Zamanı'' Romanımdan
Karanlık geçmişin, sessiz bir tablosudur Zerkalo.

Sinema ve şiir; düşleri, sonsuzluğu ve aşkı, kısacası insanın kendisini anlatmak için kullandığı ifade biçimlerinin başında gelir.
'Ruhumuz bedensiz / Bir günahkar sanki/ Ve sanki cevapsız bir bilmece… / Ve ben rüyamda/ Bana bir başka kılıkta /Başka bir ruh gibi görünürüm / İnançsızlıktan, umuda koşar...'
İnsan;
''Şu an için kendisini yüksek binalara, kafeslere, hapsetmenin peşinde olsa da, insanoğlu için doğaya ve çocukluğun saf huzuruna kanat çırpma vakti gelecektir.''
Evet gelecektir, buna kalben inanlardanım.
Yeter ki kendimize yürüyelim. Önce bir kendimizi dışarı çıkartalım. Bir görelim iç doğamızı aynamızda.
Sürekli şüphe içindeyiz ve telaşlıyız. Durup düşünmeye zamanımız yok.
İnsan hiç elinde ki bardak kırıldı diye su içmekten vazgeçer mi?
Değersizlikten ve anlamsızlıktan kurtulmak ve ruh mükemmelliğine ulaşmak için Ayna’ya bakmayı, orada görülen tabii derinliğe sahip çıkmayı önerir bize Tarkovsky.
Film bizi;
Şiirsel ve bazen gittikçe ağırlaşan bir zeminde, geçmişin kapılarını aralayıp çocukluğun coğrafyasını, ergenliğin ve bir adam olmanın anlamlarını yoklayan bir genel bir tutuma sahiptir. Ağırdır Ayna, evet, zordur ama bu ağırlığa ve karmaşaya rağmen kendi yüzümüze çekinmeden bakmaya çağırır.
“Buluşmalarımızın her anını/ Bir mucize gibi coşkuyla kutlardık/ Yeryüzünde yalnız biz vardık/ Sen bir kuş kanadından daha hafif ve inceydin/ Bir hayal gibi, merdivenleri uçarak/ Yağmurlarla ıslanmış/ Leylakların arasından/ Geçirip, aynanın ötesindeki/ Ülkene götürürdün beni''
Tarkovsky’nin Ayna’da yaptığı “değerli olan anların şiirsel renklerle süslenmesi” onun filmleri sadece hissedilmelidir dedirttiriyor bana.
''Çağlar elbet değişecektir, ancak insanlığın özü ilelebet korunacaktır...''der Tarkovsky
İzlenmeli, duru bir zihin ve açık bir kalple...

2 Ocak 2019 Çarşamba

Umut iyi bir şeydir, belki de en iyi şeydir ve iyi şeyler ölmezler...

kar yağan kentin
kar beyazının
kara çocukları
kışı çetin
okul yolları buzlu
hayallerimiz sıcak
gözlerimiz ateş
türkülerimiz sevda kokar
bir başkadır
üzerine kar yağan
çocukların
hayatla buluşması
soğuk ayazların
çatlak ellere durması
çocuklarda ki her şey
her şeye rağmen
umut dolu
saçaklarda
büzüşmüş serçeler
bizi seyre dalar
biz onlara
onlarda bize benzer
yarı aç yarı tok
fakir kentlerin
karı da soğuk olur
ayaklarda çizme olsa da
bir yerinden delik olur
ayaklarımız üşür
yanaklarımız soğuk
ellerimiz soğuk
ama biz soğuk değiliz
soğuklukla
soğuk olanın farkı
kış...
duyarsız ,
anlamaktan uzak
zengine alternatif
olsun...
bizim içimiz sıcak
onların içi soğuk...

Yaşam ikiyüzlü bir madalyon gibidir. Bir yanda mavi, yeşil, sıcak gülüşlü açan çiçekler, diğer yanda ayrık otları, ısırgan ve dikenler. Ayıkla ayıklayabilirsen…
Olcay Kasımoğlu
Ve sevdiğim her şeyi yalnız sevdim.
İnsan ne yaşayacaksa; yürekli yaşamalı.
Yaşama dair ne verecekse; emek sarf etmeli..İçten olmalı, samimi olmalı....
Parayla pulla da ilgisi yok bu işin...Sevgiyle ilgisi var..
İnsan; insan olmanın ayırdı na varamadıkça, erdemli olmayı becerebilir mi ?
Ve hangi ''kitaba çağırırsan çağır'' çağrıları duymadıkça duyabilir mi....
İnsan bir başkasının canı yandığında canı yanmıyorsa, egosunu arka cebine koyup da ''empati'' kurabilir mi?
Artan yemeği veremeyen ''nefsine rağmen'' verebilir mi?
İnsan kendiliğinden büyük olmaz; insanı ''olumlu eylemleri'' büyük yapar.
Nefretle, hakaretle, kinle, öfkeyle ''büyüyen bir güzellik'' yoktur dünya yüzünde.
Sağlıklı düşünen beyinlerde büyür insanın güzelliği...
ah hayallerin
düşlerin ülkesi sevdiğim
ah gözlerime en yakışanım
sevdim
soluğunu rüzgar kılan insanları
soluğumu soluklarına kattım...
Olcay kasımoğlu
Hiç kimse kimseden üstün değildir.
Böyle duvar olmakla, katı olmakla, tavır almakla, mazeretlerin arkasına saklanmakla, bulamayız yaşamın o incecik yolunu…
Başkalarına önyargıyla yaklaşan insanlar, yenilikten korkarlar.
Kendi dünyalarında farklı, içinde bulundukları ortamda farklıdırlar.
Resmi görüşleri ayrı, içsel düşünceleri farklıdır. 
Bunlar için yaşamın etkinliği, işine ve çıkarına geldiği gibidir.
Neyi savunuyorlar, neye göre, kime göre yaşamlarını düzenlerler bilinmez.
İnsanı insan yapan en büyük özellik ''adaletli olmasıdır'' ve yaşamın içerisinde üretim, paylaşım ve bütünlük içinde daha huzurlu ve güven ortamında yaşama devam etmesidir.
Bunları ıskalayıp, bir yığın neden veya gerekçe ile düşmanlık üretenler ise akıldan, aydınlıktan, düşünceden uzaklaşmış, hedefinden sapmış demektir.
Kendi dışımızda ki yaşamlara saygı duymak tercih nedeni değil zorunluluktur,
insan varolduğu süre içinde, yaptıklarından veya yapamadıklarından sorumludur.
O halde, insan varoluş sürecinde yaşamın hakkını ve yaşamın içerisinde; başkalarının hayatına da anlam kattığı sürece bir önem taşır, ya yaşamın yürütücüsü, ya gözcüsü ya da sözcüsüdür.
Hiç kimse kimseden üstün değildir ,sadece farkındalığımız ve aydınlanmaya kattığımız değer bizi yaşamın içinde sağlıklı bir birey yapar.
Birey olmayı başaramamış insanlar hep başkalarını oynarlar.Kendi düşünce ve fikirleri yoktur. Ya günün adamıdırlar yada günü kurtarma telaşı içinde anlamsız yaşamların ve zamanın esiri olurlar.
Bir dostum çok güzel özetlemişti yaşamdan tat almayı;
'' Asaletten, üstün ırktan söz edenleri dinlemek,ruhsal kramplar girmesine neden oluyor. İnsanın ve evrenin yolculuğunda böyle şeylere hiç mi hiç yer yok. Zarar veren can yakan insan var, iyilik yapan,yolları açan,gülümseyen, el uzatan insan var; başka hiçbir canlının bu korkunç ve güzel telaşı yok;onların yolu çok basit; yaşamdan an ve an tat almak; ne hoş..''
Hiç kimse kimseden üstün değildir ,sadece farkındalığımız ve aydınlanmaya kattığımız değer bizi yaşamın içinde sağlıklı bir birey yapar.
Birey olmayı başaramamış insanlar hep başkalarını oynarlar. Kendi düşünce ve fikirleri yoktur. Ya günün adamıdırlar yada günü kurtarma telaşı içinde anlamsız yaşamların içerisin de, zamanın esiri olurlar.
Olcay KASIMOĞLU
 KENDİ ACIMIZDAN BAŞKA ACI TANIMAZ OLDUK !


Bir çocuk gördüm, ağlıyordu. Çünkü evlerinin kapıcısının oğlu ölmüştü. Ana, babası önce bıraktılar ağlasın, sonra sıkıldılar bundan. 
-Niye ağlıyorsun? dediler. Senin kardeşin değildi ki o. 
Çocuk gözyaşlarını sildi. Korkunç bir şey öğrenmişti: Demek ki, yabancı bir çocuk için ağlamak gereksizdi ! Simone de Beauvoir

Kanıksanmış duyarsızlık algısı böyle oluşuyor, oluşturuluyor.

Her akşam televizyon dizilerinin başında, hayatlarını başkalarının hikayeleri üzerinden yaşayanlar, dizi kahramanlarıyla özdeşleşerek gerçeklik algısını yitirenler, kendi hayatlarına ne kadar ilgi gösterirler veya kendi hayatlarının sözcüsü olabilirler?

Umursamazlık almış başını gitmiş, şiddet ve ölüm haberlerin, etkili bir korku filmi tadında izleyen seyircinin “kurban etkisi” denilen şiddete kayıtsız kalma durumuna dönüşmüşse yeniden silkelen meliyiz !

Kendi hayatının anlamını değil, başka hayatların anlamı üzerinden yaşama yürüyenler, kendi hayatlarının yaratıcısı nasıl olabilirler ?

Ölümün kanıksandığı, sizden bizden algısına dönüştüğü yerde, hangi vicdandan bahsedebiliriz ?

Kendi sosyal statüsünü kaybetmekten korktuğu için susmak, yaşanan kıyımları görmemezlikten gelmek ve her şeyi akışına bırakmak, bana dokunulmasın da ne halleri varsa görsünler düşüncesi hakim olmaya başladıkça; amaçsız, bencil, hoyrat benlikler çoğalmaya devam ediyor.

Özellikle eğitim ve kültür-sanat alanındaki gündelik politikalara, bilimle-sanatla asla yan yana gelemeyecek tutumlara, dayatmalara ve anti-demokratik yasalara, yoksullaşmaya, sadaka kültürünün normalleştirilmesine baktığımızda; toplumda yaratılan algı ile insanlar da sürü bilinci hakim olmaya başlıyor.

Sonuç;
İnsanların bencilliği ile başlayan kayıtsızlık, zamanla içselleşerek; akılsızlaşmayı, vicdansızlaşmayı ve beraberinde omurgasızlaşmayı başlattı.

Olcay Kasımoğlu