Dinlemesini bilen insan; sorunların tespiti ve çözümünde daha az hata yapar. Dinleyerek daha iyi gözlemler yapar, farklı bakış açıları edinir. Ön yargıdan uzak objektif kararlar verebilir, problemlere yeni çözüm yolları bulabilir. İnsan kendi iç sesini dinlediği zaman, başkalarının sesine de derinlik kazandırır, empati yeteneğini geliştirir. Başkalarının duygu ve düşüncelerine, kim olduğuna ve neler yaşadığına daha derinlemesine yaklaşır. Kendimizi dinlediğimizde güçlü ve zayıf yanlarımızı keşif ederiz, böylece başkalarının da artı ve eksilerine yaklaşım tarzımız değişir. Daha insanı bakış açıları kazanırız. Dinlemek öze inmektir, bakılan ama görünmeyenlere dokunmaktır. Karşımızda ki insanlara gönül gözüyle dokunduğumuzda biz onun en yakını oluruz. İnsanların duygularını anlamak kendimize olan güveni artırdığı kadar başkalarının da bize güven duymasına neden olur. İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman daha dikkatli ve özverili oluruz. Başkalarının duygularını örselemeden onları anlamaya çalışırız. Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman evrende bizi dinler, bizimle iş birliğine girer. Yankısı bulmuş sesin, gelip yüreğimizde bizimle buluşmasından kim mutlu olmaz ki!
Topraktan,
Ateşten ve demirden
Mavi eller tırpan olsun zulme
Hiç bir şey insandan daha önemli değil
Çağımızın güvensizliğine karşı durabilmemizi sağlayacak yöntemler bulmak, içimizde ki güç merkezini ortaya çıkarmak gerekiyor.
Bunun içinde; inandığımız, güven duyabileceğimiz değer ve amaçlara ulaşabilmemizi sağlayacak içsel bütünlüğün, kültürle yaşama dokunmuş bilincin, mücadele ruhuyla beslenmiş cesaretin, kendini bulmuş benliğimizin ”özgür ve özgün” olması gerekiyor.
Ne güzel demiş;
Kadın inci gibidir Isabel. Bazen senelerce, bazen de bir ömür boyu bir istiridyenin içinde saklar kendini. Fakat bir kez gün ışığı gördü mü çabucak unutur geçmişini. Geçmişte ne kadar saklanmışsa o kadar seyredilmek ister; ne kadar kapalı kalmışsa o kadar açığa çıkmak ister. İşte o an çıkıp geldiğinde artık ona kimse mani olamaz. Kendi bile...
İnsan bir şeye gerçekten gereksinim duyuyor ve istiyorsa, bunu ona sağlayan şey rastlantı değildir; kendi içindeki istek ve zorunluluk onu çekip, istediği her ne ise ona doğru götürmüştür.
Aslında, dışımızda gördüğümüz şeyler de içimizdekilerin aynısıdır.
Bu gerçeğe bu kadar aykırı bir yaşam sürmemizin nedeni, kendi dışımızda ki her şeyi gerçek sayıp, içimizde ki dünyaya söz hakkı vermememizdir.
Oysa insan bir kez işin bilincine vardı mı, çoğunluğun izlediği yolu seçmesi diye bir şey söz konusu olamaz. O zaman bunu kader, yazgı diye de kabul etmez. Yeter ki bir kez olsun içinde ki dinamiklerle yaşamını buluştursun.
Çıplak sarılış
Sana yol yürüyorum
Sana yorgun bir sesle
Ve kalbimin ağırlığını bırakıyorum göğüne
Ah zaman
Tamamla beni
İnciniyorum böyle eksikken...''
Yaşam;
Dostluktan, paylaşmaktan, umuttan, düşten, gülüşten ve aşk'tan geçer.
Sanattan ve edebiyatın omurgasından geçer...
Pırıl pırıl bir yürekle sarmak hayatı...
Yol bu kadar zengin ve ışıklı ise nerede, nasıl yaşadığının pek bir önemi yoktur yaşadım diyebilmek için...
Temel ruhsallık yani insanlığın temel özellikleri olan;
İyilik, nezaket, sevecenlik ve önem verme...
İnsan olduğumuz, insanlık ailesinin üyesi olduğumuz sürece, her birimiz temel ruhsal değerlere ihtiyaç duyarız.
Neden bazı insanlar, hayır demekte zorlanırlar? Hayır diyebilmek neden bu kadar önemlidir?
İnsanlarla bir arada yaşamak için işbirliği ve dayanışma yapmak önemlidir. Bunun için, evet ve hayırların bir seçiciliği ve dengesi olmalıdır.
Başkalarını gücendirmeyelim derken, kendi kendimizi gücendirmeye başlarız. Doğru bildiğimiz şeylere bile sahip çıkamaz, kendi ilkelerimizden ödün vermeye başlarız.
Hayatın her boyutunda, bize gerekli olan denge unsuru, burada da karşımıza çıkıyor böylece. İnsanın kendi özünde ki benliği özümsemesi, olaylar ve sorunlar karşısında takındığı tutum ve davranışla kendini belli eder.
Herkes aynı koşul ve imkanlarda yetişmiyor, farklı aile yapılarında büyüyor, farklı davranış kalıplarına sahip bireyler olarak yetişiyor. Olayları algılama, anlamlandırma ve olaylar karşısında takındığımız tutum ve davranışlar da bu farklılıklar çerçevesinde şekilleniyor.
Bu farklılıkların bize kattıkları doğrultusunda; bize söyleneni, gördüğümüz ve algıladığımız kadarıyla yapabiliyoruz.
İnsan zamanla oluşur, tıpkı nehirler gibi... Çağlayan bir şelale mi, yoksa cılız bir dere mi olacak bunu zaman gösterir... Bunu da yetiştiği aile ortamı, yaşadıkları, içinde bulunduğu sosyal ve toplumsal kimlikler karşısındaki tutumları belirliyor.
Hayır demek, diğer anlamıyla ret etme hakkını kullanmak, öğretilmiş davranışları kırmak, inanmadığımız, onaylamadığımız düşüncelerin arkasında olmamak demektir.
Aynı zamanda olup bitenlerin nedenlerine dair sağlam bir kavrayış, hayatın anlamına derinlikli bir bakış açısı ve düşünüm anlamına gelmektedir.
Kendi kararlarımıza güvenmek bağımsızlaşmanın bir gereğidir.
''Bildiklerini dedi; yüzleştir hayatla ve sınamaktan korkma doğru ile yanlışı o zaman ayırdedebilirsin ve anlarsın " diyen Yusuf Hayaloğlu'nun derinliğiyle başlamak istedim.
İnsan söz ve davranışlarıyla kendine ayna olur.
Dürüstlük:
İnsan onurunun ve sağlıklı toplumların olmazsa olmazıdır. İnsanın kendisine verdiği sözü tutmasıdır. Dürüst insan verdiği sözün farkındadır ve sorumluluk getirdiğini bilir. Haksızlık yapmaz, yapana da o fırsatı vermez. Ezileni ezmez, ezene de seyirci kalmaz. Haksız olduğunda kendi aleyhine karar verir, yanlışının sorumluluğunu ve sonuçlarını üzerine alır. Başkalarına fatura etmez, yalanlara sığınmaz.
Dürüst insan:
Cesur, merhametli ve vicdanının sesini dinler, bencil değildir. Bütün bunların akabinde dürüst olmak kadar doğru dürüst olmakta ayrı bir erdemdir. Çünkü çoğu zaman dürüst olmak yetmiyor. Kendimiz için kurallara uygun doğrularımız vardır ve bu kuralları savunuruz. Savunduklarımız da samimiyizdir. Başka insanların doğrularını desteklediğimiz zaman yanlışsız, dürüst insan oluruz.
Eksik bedenlerin içinde bilge bir ruh olmayı başaramadık. Dilimiz yüreğiyle konuşmuyor. Gelin sadece dürüst değil doğru dürüst insanlar olalım.
Bilge yanlarımıza daha çok bilgelik katalım. Unutmayalım her gönül başka bir gönülde ışığa durur ve ışığıyla dünyayı aydınlatır.
Bir kızıl dereli atasözü derki: ''Yanlışı gören ve önlemek için elini uzatmayan kişi, yanlışı yapan kadar suçludur.'' O zaman doğru dürüst olduğumuz zaman,kendimizle barışık insanlar olarak doğruların yanında ışığı aydınlatanlardan oluruz.
Kalbinizde her şeye yer olabilir ama yalana, ihanete yer olmamalıdır, yalanın nedeni olmaz bedeli olur!
Bir insan ya dürüsttür ya da ikiyüzlüdür, diye eski bir deyim vardır. Burada kişi ikiyüzlü karışıyorsa hayata ona güvenilmez. İçinde samimiyet yoktur. Samimiyetin oluşması için de dürüstlük gereklidir. Her zaman doğru dürüst insan olmak, sevimli ve hoş görünmek anlamına gelmiyor.
Her şeyin kendi içinde muhakkak kapalı bir tarafı vardır. Bu dürüst olmanın ve doğru davranmanın da bir parçasını kapsar. Ne olursa olsun hem kişisel ilişkilerimizde, toplumsal sorumluluklarımız da doğru dürüst insanlar olarak yaşamda söylediklerimizle, yaptıklarımız arasın da bir tutarlılık olmalı.
Doğru dürüst olmanın aksi eğri yalan olur. Zenginlik, güç talihin verdiği hediye olabilir ama iyi ve dürüst olmak tamamen kişinin kendi erdemlerinin sonucudur.
Özellikle de sanatla uğraşan insanların söyledikleriyle, yaptıklarının çelişmemesi çok önemlidir.
Sanatın bütün dallarıyla emek veren, üreten, değer katan herkes nazarımda kıymetlidir. Yeter ki hiç kimsenin tekelinde, boyunduruğunda kendi varlığını ifşa etmesin. Kendimiz olalım, kendimize saygın bireyler olalım.
Zuhal Olcay'ın çok önemsediğim ve değerli bulduğum bir söylemini paylaşmak isterim:
"İnsan hangi işi yapıyorsa yapsın, kendi karanlık tarafına yeniliyorsa, başkalarının onurunu çiğniyorsa başaramamış demektir... çünkü onur, insan yaşamından uzundur..."
Koşullar değişir, değişmeyen tek ve baki olan şey onurlu ve doğru dürüst olmaktır.
Sevgiyle yaşamak ve sevgi için yaşamak dururken, bir insan ömrünün sonuna ya da zaman onu azat edinceye kadar kendi koyduğu kurallarla, korkularla, endişelerle, kaygılarla neden yaşamını kabusa çevirir ki?
Yetişkin olmanın incinen duyarlığı ile hep korkmuşumdur bundan. Oysa yaşamak kaygısından sıyrıldığımız zaman, yaşam değişir, kımıldar yer değiştirir, dönüşür.
İkiyüzlülüğün, sahtekarlıkların, ucuz övgülerin olduğu ortamlardan, katı, toleransı olmayan insanlardan kendim olmak adına mümkün mertebe uzak duruyorum..
Soğuk, ıssız ve eğreti bir gülüşle hayatı anlamlandırmaya çalıştıkça karşımıza yeni hesaplarla yeni yüzler çıkıyor. Yetişemiyoruz ikircikli hesaplara. Ucuz basma kalıp söylemler, iki yüzlü, içtenliğini yitirmiş dostluklar, çıkarcı ilişkiler, onursuz davranışlar, insanın yüreğini incitiyor. Lağım çukurlarına döndü serzenişler.. Susmanın sınırını tüketiyoruz, tiksindiriyor ucuz çıkar ilişkileri…
İnsan, fırından taze çıkmış ekmek gibi dumanı tüte tüte, gözlerinin içi güle güle ve bir tohumun dipdiri patlaması gibi... Işığa ve akışa gizemli bir geçiş sağlayan, bütün mışlardan, muşlardan arınmış olarak...Küçük duyarlılıkların sırrına erişmeli... Ölümün olduğu bu dünyada, hiç bir şey yaşamdan daha kıymetli değil.
Ey pervasız zaman Onlar sadece düş diyorlar sana Oysa çiçekteki koku bin yıllık tazelikte Yeter ki akan su ol ve fısılda Duyacağım seni nasıl olsa
Sevgiyle yaşamak ve sevgi için yaşamak dururken, bir insan ömrünün sonuna ya da zaman onu azat edinceye kadar korkularla, endişelerle, kaygılarla neden yaşamını kabusa çevirir ki?
Oysa yaşamak kaygısından sıyrıldığımız zaman, yaşam değişir, kımıldar yer değiştirir, dönüşür.
İkiyüzlülüğün, sahtekarlıkların, ucuz övgülerin olduğu ortamlardan, katı, toleransı olmayan insanlardan, bencillerden, sevmeyi bilmeyen kısır yüreklerden kendim olmak adına mümkün mertebe uzak duruyorum.
Ucuz basma kalıp söylemler, iki yüzlü, içtenliğini yitirmiş dostluklar, çıkarcı ilişkiler, onursuz davranışlar, insanın yüreğini incitiyor.
İnsan, fırından taze çıkmış ekmek gibi dumanı tüte tüte, gözlerinin içi güle güle ve bir tohumun patlaması gibi... Işığa ve akışa gizemli bir geçiş sağlayan, bütün mışlardan, muşlardan arınmış olarak... küçük duyarlılıkların sırrına erişmeli... Ölümün olduğu bu dünyada, hiç bir şey yaşamdan daha kıymetli değil.
Yaşamda bir duruşu olanlar, özü sözüyle barışık olanlar, kendini bilenler, güzel sevenler, paylaşmayı bilenler, ilkeleri olanlar yüreğinize dert değmesin.
Uzak dursun bizden kökü çürükler, gösteriş budalası sonradan görmeler, sözü bedeninden önce gelenler, kibirliler, soytarılar, şımarıklar bizden uzak dursun....
Severim, gül tomurcuğunun bir damla çığ tanesi için titremesini. En derin acılarda bile içini serin tutanı, yüreği derin olanı severim. Şefkatli elleri, sevdası için baş koyanları severim...
Her şeyin ölçüsü insan’dır Ve insan olmanın sırrı: Kendini bilmek...
Peki, insan neyi bilmeli, neyin izini sürmeli? Aristoteles’in deyişiyle, ''insanın bir işi vardır. Onun işi sadece yaşamak değil, kendine özgü bir yaşam, yani akılla bağlantılı bir eylem yaşamı. Akılla, iyi ve güzel bir biçimde yapılan eylemlerden, yani ruhun erdeme uygun etkinliğinden gelen bir yaşam sürmektir. Böylece insan, kendine özgü bir canlı olmanın ötesine geçerek insan olmak zorundadır. Bu da, Kendini bil, iyi bir insan olmak için doğru ve adil ol.
İnsanı erdemli kılan bilgelik, ölçülülük ve yürekliliktir. Bilgelik, kesinlikle çok şey bilmek, çeşitli kaynakların bilgilerini elde etmek ya da gözlem yoluyla deneyimler biriktirmek demek değildir; bilgelik, belli bir zihinsel olgunluğa erişmek, sorgulayıcı bir tutumla sahip olunan bilgileri anlamlı ve sağlıklı kullanabilmek, yaşamı iyi değerlendirip doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlayabilmektir.
Bilgelik, sadece bir yaşama sanatı, uygun ve doğru eylemde bulunmak, aşırılık ya da ölçüsüzlükten sakınmak, felaketleri büyük bir metanetle karşılamaktan ibaret bir ahlak kavrayışı ya da moral duruşu değildir. Bilgelik tüm olup bitenlerin nedenlerine dair sağlam bir kavrayış, hayatın anlamına da derinlikli bir bakış açısı ve düşünüm anlamına gelmektedir.''
Dünyanın her zaman savaşılması gereken temel sorununun ve kötülüklerin temelinde yatan şeyin bilgisizlik olduğunu biliyoruz.
Aşınmak gerek öğrenmek için... Bunun içinde zamana sabır, olgunluk, iyi bir vicdan ve merhamet olmazsa olmazımız.
Ancak o zaman erdemli bilgelik ve yüreklilikten bahsedebiliriz.
Ardahan Göle Yatılı Bölge Okulu' na niçin geldiğimizi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Ardahan Kültür ve Sanat Platformu olarak ülkemizin her karesinde geleceğin ebeveynleri olacak gençlerimize dokunmak, onları sanatın yetkin diliyle tanıştırmak ve sanatın yapıcı, birleştirici gücüyle ortak değerlerimize sahip çıkmak öncelikli hedeflerimiz arasındadır.
Ardahan/ Göle yatılı bölge okulunda eğitim ve öğretim gören bütün köy çocuklarının eğitiminde hepimizin sorumluluğu vardır. Bu sorumlulukta üzerimize düşen bir pay varsa biz buna gönüllü talibiz.
Bunun için de bir şiir şenliği etkinliği düzenlemek ve ilk adımı atmış olmaktan son derece mesut ve bahtiyarız. Bu ilk adım geleceğe bir köprü görevini başlatmış olup bundan sonra ki süreçlerde işbirliğimiz ve dayanışmamız devam edecektir.
İlk kez okulunuzda düzenlemiş olduğumuz bu şiir yarışmasını önümüzde ki yıllarda daha profosyenelce yapmanın gayretinde olup bu etkinliği gelenekselleştirip her yıl tekrarlamayı hedeflemekteyiz.
Geleceğin aydınları, sanatçıları ve bilim adamları neden bu okuldan çıkmasın?
Şiirler yazalım, özümüzü süzelim, düşürelim yazın dünyasına.
Şiir, insanlar ile öyle bir bağ kuruyor ki herkesin oluyor ama en çok ihtiyacı olana bağlanıyor.
Postacı filminde Paplo Neruda sorar ''Neden şiirlerimi çalıp sevgiline kendi şiirlerinmiş gibi okudun postacı?
Üstad cevap verir. ‘Şiir yazanın değil ihtiyacı olanındır.’’
‘Şiiri sözcüklerle sınırlamayın..
Gökyüzü veya bir kızın gülüşü, konu ne olursa olsun yazın ve sonunda şiirinizin kurtuluş gününü, kıyamet gününü ya da herhangi bir günü anımsatmasını sağlayın.
Önemli olan yazdığınız şiirin bizi aydınlatması, bizi heyecanlandırması, bir esin kaynağı olması ve bu dünyaya sizden de bir iz kalması, cesaretinizden dolayı sizi kutluyorum. Farkımız yok birbirimizden.
Dağdaki çoban, süt sağan köylü kızı tek başına yaşama sanatıdır.
Bunu sezgilerimizle bilince çıkarmak, bakış açımızı güncellemek için sanatın bütün dallarına ihtiyacımız var. Eğitim ve öğretimin sadece okuma yazma öğretmek olmadığını çocuklara en yakın olan siz değerli öğretmenlerimizden daha iyi kim bilebilir.
Hiç kimse yerinde sayarak başarıya ulaşamaz. İnanlar, vazgeçmeyenler harekete geçenler başarır. Bunun en önemli işlevsel boyutlarından biri hiç kuşkusuz sanattır.
Sanatın yetkin dilidir. Burada sizlerle şiirin ortak diliyle bir arada biz olduk. Bu evrenin size ihtiyacı var.
Bizler masalların anlatıldığı, arkası yarınların dinlendiği rüya zamanının çocuklarıydık. Teknolojiyle geç tanıştık.
Herkes bilgiye ulaşma şansına sahip yeter ki kendimizi sağlıklı bir şekilde ve doğru yöntemlerle besleyip olgunlaştıralım.
Ülkemizin; aydın gençlere, ülkesine ve tüm insanlığa faydalı, kendi ayakları üzerinde duran vicdanlı ve çalışkan çocuklara ihtiyacı var.
Geleceğin anneleri kızlarımızın aydın, vicdanlı kendi toplumunun sosyal yapısının tanıyan ve kendi varlığının bilincinde olan saygın bir nesilin devamı için iyi yetişmelerine ziyadesiyle ihtiyacımız var. Bu bağlamada YİBO’nun varlığını çok önemsiyor ve değerli buluyoruz.
Bu etkinliğin oluşmasında emeği geçen Okul Müdürü Bülent Aşçı’ya, Rehberlik öğretmeni Şeniz Kasımoğlu’na, Türkçe Öğretmeni Semih Zorlu’ya ve emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz.
Ardahan Kültür ve Sanat platformunun düzenlemiş olduğu şiir yarışmasında dereceye giren şiirleri değerlendiren, değer katan değerli şair ve yazarlarımızdan sayın Erdal Çakıcıoğlu, Metin Kaya, Tuncer Avcı, Raif Zor, Murat Kasımoğlu, Gülsen Dede, Deniz Çelik, Güven Kahramanoğlu, Derya Avşar, Öner Kina'ya emeklerinden dolayı teşekkür ediyorum.
Ne mutlu bize payımıza düşen sosyal sorumluluk projesinde farkındalık oluşturmak adına sanatın yoldaşlığında çocuklarımızın yüreklerine derya da bir damla da olsak dokunabildiysek!
Ardahan Kültür ve Sanat Platformu Başkanı
Canlar mı bu kadar ürkek Ne hayattan Ne sanattan bir haber Varsa yoksa bir magazin -bir spor Siyaset kapalı kapılar ardında Ötesini ne sen söyle Ne de bana sor.''
Kumda balık olmak gibidir, yasakçı zihniyetin olduğu ülkelerde gazeteci olmak..! Peki; insan yaşamını, ifade özgürlüğünü,hürriyetini, sadece yasayla korumak mümkün müdür? Değildir elbet, bunun için insan olma erdemlerine sahip olmak gerekir her şeyden önce. Gazetecilerin olmadığı, özgürce çalıştırılmadığı, yasaklanıp, sansürlendiği toplumlarda, demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Gazetecilerin, gazete çalışanlarının susturulduğu toplumlarda, sokaktaki insan "kör, dilsiz, sağır" demektir. Basın özgürlüğünün olmadığı yerde; vicdandan, eğitimden, konuşma ve yaşama hürriyetinden bahsedilemez.
Devlet, vatandaşına; yasaların yürürlüğü ve koruyuculuğu hakkında olsun, çıkan kanun,yasa ve tüzükler hakkında olsun, vatandaşını basın yoluyla bilgilendirmek zorundadır. Bunun içinde, basının; düşünce ve ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, halkın haber alma hakkını, bilgi edinme hakkını, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünü, sendikal hak ve özgürlüklerini güvence altına alarak vatandaşına, sorma sorgulama hakkını verecektir. Demokrasi ile yönetilen ülkeler vatandaşına bu sosyal adalet anlayışını sunar. Haber alma ve yorumlama hakkına saygı duyar. Adalet herkes içindir. Bu bilinçle hareket eder. Bir ülkede; zenginler, iş birleştiriciler ve işini bilenler; basına müdahale etmeye başladığında, orada “gerçek olanı” derin uykulara gömdüğümüz noktasına geliriz, geliyoruz buda akla zarar, yüreğe zarar.
Ahmet Selçuk İlhan'ın şiirin de dediği gibi;
''Yorgun çürümüş yalanlardan Suya yazılmış yazılardan Üzerindeki yıllanmış tozlardan Ve gündelik yaz- bozlardan Üç günlük aşklar Keyifli mekanlar Yemek tarifleri Gece kulüpleri Ziyafetler Kıyafetler Rezaletler Ve en acısı Faili meçhul cinayetler Katil kim Suçlu kim Günahkar kim Yok mu bu izi sürecek bir yürek''
İnsan, akıl, yürek, vicdan bütünselidir, gerçek ve erdemli basını aradan kaldırmak, aklın tutulmasıdır ? Sadece bunu devlete yüklemekle işin içinden çıkılmaz aksine kurdu besleyen gerçek bahçeye, gazete patronlarına da öz eleştiri getirmeliyiz. Hangi hükumet iş başına gelirse rüzgarın yönünü oraya tayin eden gazete patronlarına. Tek düşündüğü gazetesinin tirajıdır. Özellikle, gazeteye ''kalemiyle emek verenle, gazete patronluğu'' bana göre çok ince bir nokta, bu bölümü asla ve asla göz ardı etmemek gerekir. Sırf bu nedenden dolayı bir sürü gazeteci işsiz kalmıştır, gazete patronun desteklediği siyası ve politik görüşe karşı çıktığı için. Villalarını, şatolarını, lüks yaşamlarını kaybetme korkusuyla, gündemin ve günün adamlarının gazetesi olurlar. Kendi çalışanlarından bir gazete muhabirinin gerçekleri yazmasının nasıl bir akıbeti olabilir, artık siz düşünün ?
Bu demek değildir, gazeteci istediği gibi hareket eder bundan da bu anlaşılmasın. Gazeteci istediği gibi hareket edemez,sorumlulukları vardır,erdemli insandır,dürüst ve adildir,günün adamı olmaz her daim doğrunun ve haklının yanında olur. Kendi siyası düşüncesine ters bir insanı, sırf farklı bir görüşte diye zindana göndermez, haklı olduğunu bildiği konuda susmaz. Benim ekmeğim sadece bal görsün demez,bencil değildir. İyi bir basın emekçisi olmak ''ruhsal olgunluk ve sağlam karakter'' ister, buda büyük resmi net görmesini sağlar. Basın emekçisi; empati yapmamıza, kişiler arası iletişim de diyalog kurmamıza vesile olur. Diyaloğun kurulduğu iletişimlerde ise sorunlar daha kolay hal olur. Gazetecisine, çalışanına sahip çıkmayan nice ''gazete patronları'' varken, her şeyi devlete yükleyip, diğer gerçekleri göz ardı edemeyiz. Arkadaşları hapse gönderilirken, hangi gazete sahipleri sendikal eylemini yaptı ? Hiçbiri...kendi çalışanına sahip çıkmayan,işten atılan,hapse giren bu kalem emekçilerinin, mağduriyetini anlatmanın tek yolu basın iken bu çelişkiye vatandaş ne desin ? Herkes mektepli değil ki,herkes ilim ve bilim yolunda ömür tüketmemiş ki ! Bir kısım duyduğuna inanır, bir kısım da karnını doyurana ! Bu noktada senin vatandaşı aydınlatma, bilgilendirme gibi insanı bir sorumluluğun varken; kendi çalışanını bile, doğruyu yazıyor diye kapı dışarı edersen vay vatandaşın haline ! Gazeteci; kendinden farklı olanları kabullenmeyi, farklılıklardan doğan zenginliği fark ettiğinde ''kalemi'' siyahı, beyaz diye yazmaz. Medya holdinglerinin, tekelci medyanın; basın emekçileri üzerindeki baskısı artıkça, basın özgürlüğünden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Kötü çalışma koşulları, işten atmalar, kapitalizmin etkileri, sansürün, oto sansürün, basın emekçilerinin başlıca gündemi olmaya devam edecektir. İşsiz, yasaklı, susturulmuş gazeteciler günü olmaması temennisi ile Bir ülkede; zenginler, iş birleştiriciler ve işini bilenler; basına müdahale etmeye başladığında, orada “gerçek olanı” derin uykulara gömdüğümüz noktasına geliriz, geliyoruz buda akla zarar, yüreğe zarar. "okuyanlar, okuduklarını bize söyleyenler kitap sayfalarını haşur huşur çevirenler kırmızı ve siyah mürekkebin ve resimlerin sırrını çözenler işte onlardır bize önderlik eden rehberlik eden, yol gösterenler" (Aztek el yazmalarından)
Allı telli bir bulut olup olup ta Sökülsem kırılan yerlerimden..
İnsanlar gerçeklerden uzaklaştıkça, gerçeği hatırlatanlardan nefret eder oldu. Eteklerimizde taşlar ve ruhumuzda yaralar var oldukça kanayacak hep bir yerler. O zaman taşlarımızı ayaklarımıza düşürmeden, kanamadan geçebilir miyiz bu hayatın içinden ve kimseler incinmeden geçmişin acılarını çıkarabilir miyiz gün yüzüne ?
Yaşanan toplumsal olayları incelemeden, irdelemeden, sorgulamadan, sağlam gerekçelere dayandırmadan suçlamak ve yargılamak sağduyudan, öngörüden uzak insanların işidir. Hiç kimse, yaşanan toplumsal olayların üzerinde durup düşünmüyor. . Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes bencilce kendini düşünüyor. Peki, hangimiz özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya, yada kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır. Arınmanın olduğu yerde, yeni tomurcuklar filizlenir, öfke kin nefret fışkırmaz.. Herkes yüzleşmeli ve silkelenmeli tarihin küf kokan odalarından, çıkarmalı yalanı-dolanı,kıyımı...
Ancak o zaman demokrasiden, insan haklarından, korkmadan,ürkmeden,sancılı rüyalar görmeden bahsedebiliriz.. İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir. Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
Gönül gözüm açılıp, ufkum genişledikçe* Unutup yaşamanın hor türküsünü Ovada Dağda saklı bir mavi için Uzun uzun yağmuru okuyorum Uzun uzun ıslığını taşıyorum rüzgarın
Hayatımız; savaşlarla, dünyayı yağmalamakla, birbirimizi boğazlamakla geçiyor. Sevgimiz olmadıktan sonra; daha çok paramız olsa, daha üstün olsak, daha çok toprağımız, evimiz arabamız, malımız olsa ne olur? Sevgimiz yok, hiç bir şeyimiz yok. Belki de yeniden öğrenmemiz gereken budur...
Bize sunulan basmakalıp hayatı yaşamaya o kadar çok heveslenmişiz ki bir türlü yırtıp çıkamıyoruz... Yırtıp çıkmak çoğu zaman külfet gibi geliyor. Hepimiz bir kıskacın halkalarında dönüp duruyoruz. Birbirlerini kandıran ve mutsuz hale getiren bizler değil miyiz ? Anlamıyorum ne düşmanlığımız var birbirimize, nedir yeryüzünde paylaşılmayan ?
Farklı görünüşlere sahip olmaktan başka üstünlüğümüz de yok. Eksik bedenlerin içinde bilge bir ruh olmayı başaramadık. Dilimiz yüreğiyle konuşmuyor, kimi zaman riyakar kimi zaman samimiyetsiz! Adam gibi sevmesini de, sahip çıkmasını da beceremedik.
Birbirine en yakın insanlar bile birbirlerini anlamaya çalışmıyor. Oysa zaman safir, zaman kanatlı, kimseye torpilde yapmıyor. Unutmayalım her gönül başka bir gönülde ışığa durur ve ışığıyla dünyayı aydınlatır. Ve zenginlik, güç talihin verdiği hediye olabilir ama iyi ve doğru dürüst olmak ''MUTLULUĞU VE SEVGİYİ'' sanata dönüştürmek tamamen kişinin kendi erdemlerinin sonucudur...
Duymazdım önceleri durgun suların türkülerini/ oysa; yüreğimi gün ışığına çıkardığım dan beri/ bütün türküler sesimin rengi
BİR İNCE İŞTİR Yaşamak dediğin!
Mal-mülk yormasın yaşam keyfini, arzular nefsin kölesi olunca bükülür insan beli. Iskalamamak için yaşamı; hayatın her zaman planlandığı gibi olmasında ısrar etmeyip, yüreğimizi o anda “olanlara” açık tutmak düşüncesi de olmalı. Hayatın bize çelme takmasının, iç motorlarımızın arıza yapmasının en büyük nedeni; çoğu zaman istek ve arzularımızın çıtasını yüksek tutma ve gerçekte olduğundan farklı hale getirme ısrarından kaynaklanmaktadır.
Hayat her zaman istediğimiz gibi gitmez; virajları vardır, dipleri yaşarsın, üst katlarda alt katlarda dolaşırsın.
Bütün mesele bunları nasıl karşılayıp, yaşamımıza nasıl uyarladığımız ve o anın gerçeğini ne kadar kabul edebildiğimizdir.
Bunun içinde; ruhsal olgunluk ve sağlıklı bir sevgi anlayışına sahip olmak gerekir.
Yüreğinizi bu şeklide açarken amacınız yakınmalardan, reddedilmekten, ya da, başarısızlıktan hoşlanıyormuş gibi görünmek olmamalı sadece hayat umduğunuz gibi gitmediğinde iç motorlarımızı çalıştırıp, ben ne yapabilirim, bana düşen ne, nasıl başa çıkabilirim ?
Yoksa ben bittim, lanet olsun, ''neden ben'' gibi serzenişlerin hiç kimseye faydası yok.
Hayat hiç kimseyi kayırmaz, torpil yapmaz.
Yaşamın içinde, hayatın her zaman aynı çizgide gitmeyeceği bilincine sahip olduğumuzda perspektifimiz derinleşir.
Hayat anlaşılır ve eğlenceli olur. Her şeyine rağmen !!
ey sevgili
mavi kokulu karanfillerden güzelsin
fakat ne gelir elden yırtık ama mavi bir çığlık şehrinden geldim
"Bir suskunluksun cevabı olmayan," dedi Yabancı Adam kadına. "Evet" dedi Kadın." İnsanlar kendilerini riske atmalı, Ağaçlar için, dağlar için, aşk için, kuşlar, yaylalar....Sevgi sadece insanlar demek değildir, ayrıca ağaçlar, hayvanlar ve çiçekler demektir. Ve de kadınlara kıymamalı hoyratça erkekler... Bu haksızlık giderilmediği sürece ağlamayı, konuşmayı erteliyorum." ''İnsan değiştirmek istediklerini değiştiremediğinde, umuttan çok umutsuzluğa mahkum hissettiğinde, kederi artık varlık nedeni haline geldiğinde yani kendisini değersizleştirdiğinde bir “hiç” gibi hisseder. Ve bu doğaldır ancak bize “hiç” gibi hissettirenleri de göz ardı etmemek gerekir belki de.'' İnsan, çoğu zaman kendine bile susa biliyor. Canının yandığı yerleri bile bile,yüzüne gülüşler yerleştiriyor. Bazen kelimeler bile yetmiyor,dil susuyor, sözler dolanıyor. O zaman geriye anlatılamayanın sessizliği kalıyor. Bazen daha fazladır her şey.Hepimizin su alan, incinen duvarları var. Yeter ki kalbimizde ki sağanaklara hayat vereni, verenleri fark edelim. Işığa ve akışa gizemli bir geçiş sağlayan, bütün mışlardan, muşlardan arınmış olarak... Bırakalım girsin içeri ışık..Yaşam bir nefes...
Dokunduğum kapı tokmağı, pencereler, merdivenler izlediğim bir film karesinden çok öte bir anlama bürünmüştü.
Hababam sınıfı filmi öylesine içselleşmiş ki ruhumda gerçekten yaşanmış mıydı, film miydi noktasında kendimi buldum.
Özlediğim insanları görmeye gelmişim gibi hissettim. Anlatımın yeteriz kaldığı bir andayım desem abartmış olmam.
Bütün bu hissiyatlarla birlikte;
Her sinema filmi bir anlamda çekildiği dönemin sosyal, ekonomik yapısına ilişkin önemli kanıtlar sunmaktadır. Bu yapısı ile hem toplumun aynası olabilmekte hem de bu boyutlarda bireylerin algılarını etkileyebilmektedir.
''Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı Cervantes’in “Don Kişot”u gibi kendi çağının toplumsal eleştirisi olduğu kadar, Rıfat Ilgaz da çağının tanığı... Hababam Sınıfı da çağının toplumsal eleştirisini çırılçıplak gözler önüne seren aynasıdır.
Cervantes’in romanında Don Kişot karakteri ne ise, Ilgaz’ın “Hababam Sınıfında ki Kel Mahmut karakteri de o!'
Bizi izlerken gülümseten bu film asıl gücünü, Rıfat Ilgaz’ın;
Bir sosyal antropolog, toplumbilimci, eğitimci, öğretmen ve büyük bir mizah ustası olmasına borçludur.
İnsanların eğitim ve okul yaşantıları her dönem de sinema sektörünün önemli bir malzemesi olmuştur. Bir insanın yaşamının önemli boyutlarından bir tanesi de hiç kuşkusuz eğitim yaşantısıdır.
Rıfat Ilgaz, “Hababam Sınıfı” romanındaki tipleri, birer sanatsal, edebi gerçekliğe dönüştürerek, mizahın çarpıcı diliyle verirken hem eğlendiren hem düşündüren bir mizah dili örgüsüyle yapmıştır.
Sanatın insan algısını nasıl yönettiğini gözler önüne seren, haylazların anılarına yolculuk başlatan bu renkli yer muhakkak gezilmeli, görülmeli.
''Sanat eseri, ustalığını işlevi için göstermeli bence...''
Yaşama sevinci ve direnç vermeli ya da öfkeyi tazelemeli. Ayrıca tutanağı olmalı yaşanılanların.
Hayatımızdaki tüm insanlar ve eylemler bir özelliğimize ayna tutmaktadır. Bu bakış açısıyla bakıldığında şairin ve şiirin farkındalığı olmalı.
Şair; Sadece kendi yaşamını, yaşadıklarını kaleme almaz, yaşama bir bütünlük içerisinde bakar. Bu bütünün içinde her şey, herkes vardır.
Başkalarının gözünde yüreklere inmenin ince duyarlılığıdır, anlamaktır, anladığını yorumlamak ve sezgilerini, anlatabileceklerini biçimlendirebilmektir.
Şiirse; Hayatın kendisi ve hayat kadar örgütlüdür ve evrensel bir değerdir.
Şairse olgun insandır ve bu olgunluğun yansımasında, haksızlıklara karşı çıkabiliyorsa, duyarlıysa, eşitliğe, adalete, özgürlüğe önem veriyorsa iyi bir okurda, şair duyarlılığına sahip olabilir.
Şiirin içinde ki yolculuklarımda kimi zaman yüklenip bulutu yağdım toprağa, kimi zaman asi bir rüzgar oldum savruldum diyar diyar. Düşman kalelerini yerle bir ettim, ihtiyarladı silahlar, hiç bir değer parayla satın alınamadı dizelerimde...
Zaman oldu yalanın, talanın, onursuzun, fesattın üzerine dizelerimle baş kaldırdım. Kiminin gözlerinde içtim güneşi kiminin mavi saçlarında yıldız oldum kimi zaman da anılar bahçesinde yaşsız bir kalple hayata gülümseyen bir albümün yüzü. Diyar diyar sevda üfledim dizelerime, üfledikçe sevdadan başka bir şeye inanmıyorum.
Toprak kokusu olmayan yağmur, tuzsuz bir yemek, yolu olmayan bir dağ, mavisiz gökyüzü, çocuksuz anne, dalgasız deniz, aşksız hayat nasılsa ‘’şiirsiz bir hayatta’’ bana öyledir.
Zincirleri yok, ülkesi yok, yıkandığı nehir benim ruhum ve o ruh hiç kimseye kul değil. Yaşamın içinde gürül gürül akan dingin bir nehir.
Ve şiir, imgesi ve duyarlığıyla insana yer değiştirtmelidir.
Şairin bilinç ve vicdan yurduna iyi bir okurda şair duyarlılığıyla şiirin direngen ruhuna minnetle sarılıyor şiir emekçilerini kutluyorum...
İnsan yaşadıkça; sır yerkürenin içinde ki mananın sırrına tam muaffak olamasa da, bir çok şeyi doğru yerden görmeyi ''ÖĞRENİYOR'' sonunda !
Yaşadıkça; yaşamın içine aktıkça, içinde ki öz söyleşir, gönül penceresi açar kapılarını. Zamanla birlikte; sorular doğruysa hangi duvar yıkılmaz, hangi gönül penceresinden tülü kaldırmaz ! İnsanların içinde; iyiler ve kötüler olduğunu, her insanin içinde, iyilik ve kötülük bulunduğunu görürsün. Bu ikilemi, kişinin nasıl yontabildiğini ve hangısını öne çıkarabildiğini etkileşime geçtikçe, yaşadıkça anlarsın. Sonra insan tenini o tenin altında bir ruh bulunduğunu, ruhun tenin üstünde olduğunu görürsün. Aydınlanmanın yollarını ararsın; görürsün ki aydınlanmadan, karanlığın yırtılmayacağını görürsün. Birlikte yaşamanın önemli olduğunu, bunun için ''bölüşmeyi,hakkaniyeti,sosyal adaleti'' öğrenmenin yaşı olmadığını ve insanca yaşamak için elzem olduğunu öğrenirsin. İnsanların; kendilerine rağmen, gidecek yol bulabildiklerini görür, şaşırırsın. Kalıplar içinde düşünmenin, düşünce boyutlarını nasıl örselediğinin farkına varırsın... Gerçeklerin; kimine göre gerçek, kimine göre değil bunu öğrenirsin. Baktığın yerle, durduğun yer arasında nasıl ince ayarlar olduğunu anlarsın. Senin doğrunla benim doğrumun, aynı evren de, farklı olabileceğinin şaşkınlığını yaşarsın. Kapalı pencerelerin ardından hayata bakmakla, gökyüzünde uçan bir kuşun bakışıyla bakmanın farkına, farkındalığına yaşadıkça varırsın. İnsanın insana üstünlüğü nedir diyen sorular içerisinde bulursun kendini. Sonra; üstünlüğün kıstaslarında kendine bir yol bulmaya çalışırsın, kendi yüzünü aynada görmeye başlarsın, gördüğün seni yanıltmaz, kendine aydın, kendine adıl kendine insaflı olmayı öğrenirsin. Kendine yolculuklar başlar...olgunlukla birlikte, kendine saygısı olmayanın yanında saygı aramazsın, mücadele etmekle, gereksiz kavgaları birbirinden ayırırsın...Ve sabrın,değenler için bir mücevher olduğunu, gereksizlere harcandığında ise yerini keşkelere bıraktığını anlarsın.... Vicdan sahibi olmak, vefa...bunlar var ise diğerleri zaten eşlik eder...farkına varırsın. Namusun ''insan vicdanı'' olduğunu anlarsın ve yalanın ocağı olmadığını, iyiliğe duran hiç bir yerde yeşermediğini VE sevmenin yazılı hiç bir kuralı olmadığını, sevmenin yaşamanın ruh kapısı olduğunu anlarsın. Anlarsın ''CESARET'' edip yaşamadan, hiç bir gerçekliğin farkına tam olarak varamazsın....
İnsan neden yalan söyler? Neden buna ihtiyaç duyar ?
Hepimiz, yalanın kötü bir şey olduğunu öğrenmişizdir buna rağmen hepimiz hayatımızda mutlaka bu yola başvurmuşuzdur.
Bazen çok güçsüz kalırız sorumluluk yüklenmemek için yalandan bir şeyler söyleriz. Egomuzu tatmin etmek, acizliğimizi saklamak adına, sevdiklerimizden acı olayları saklamak adına yalan söyleriz… İnsanlar, yalan ve yalancılık üzerine bir çok görüş ileri sürer, yalanın ne kadar kötü olduğu anlatılır bu konuda örnekler verilir.
Sahi yalan nedir, neden yalan söyleriz? Karşımızda ki insana, bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylediğimiz her söz bir aldatmaca değil midir? Böyle bir dürtünün içinde olmak sadece çıkar amaçlımı kullanılır yoksa içinde başka dürtüler varmıdır ? Mesela; eğlenme, intikam, kötülük yapma isteği listeyi uzatmak mümkün. Bunların hepsi kişinin içsel dürtüleri tarafından tetiklenir. Korktuğumuz için yalan söyleriz, başımızdan savmak için yalan söyleriz, köşeye sıkıştığımızı hissettiğimizde yalan söyleriz. Yalan söylemek ve doğruyu söylememek arasında çok ince bir çizgi var. Doğru söylediğimizde doğacak sonuçların etkileri, karşılayabileceğimiz kadar hafif değildir. Şuna yürekten inanıyorum; doğru olanı kabul ettiğimizde kendimizle ilgili eksik bir yönümüzün açığa çıkacak olması, yalanı savunma mekanizması olarak kullanmamıza neden olabilir. Yalanın olduğu, yaşandığı bir dünyada kendin olarak kalmak, yalan söylememek gerçekten zor lakin imkansız değil, bunların da bir bedeli var. Doğru olduğunda ve eyleme geçirdiğinde önünde zorlu bir süreç başlar, kendinden çok yalan söyleyen insanlarla mücadele edersin, yalanın doğurduğu sonuçlar seninde yaşamını dolaylı etkiler. Doğru olmak o kadar da basit bir tercih değildir. Doğru söylediğimiz de doğacak sonuçların etkileri, karşılayabileceğimiz kadar hafif de değildir. Doğru olmak her durumda ve olay karşısında olanı olduğu gibi ifşa etmek sorumluluğunu gerektirir. Doğru oldukça, doğruları savundukça toplumda her zaman güvenilir ve istenen insan olman, yalan söyleyen için seni potansiyel tehlike yapar. Sen onun için bir engelsin ve yok edilmen gerekir o ne kadar yalansa senin o kadar doğru olman onu yolundan alı koyabilir. Doğru olmak emek ister, sabır ister. İnsanlaşmak, derinliğine aydınlanmak demektir, yalan ise kolaydır emek istemez, sabır istemez hep yolları kısa, kolaydır, zayıf ve mağdur insanların acılarından faydalanmaya açıktır, yüzsüzdür, erdemli olmadığı içinde her yol onun için mubahtır. Bazen uğranılan haksızlıklar sonucu birikmiş öfke de yalanın nedeni olabilir. Bazen de yalana neden olan zihin karışıklığıdır. İkili ilişkilerde sık sık yalan söyleniyor olmasının nedeni genellikle çıkarlar için kullanılan en doğru yöntemin yalan olduğunu tecrübe etmiş olmakla birlikte en kolay yol olduğu için maalesef en sıkta başvurulan iletişim tarzı olmuştur. Söyle kurtul, ne kadar basit değil mi !
Düşünsenize ; etrafımızdaki herkes bunu yapıyorsa ya da doğruluk konusunda edinmiş olduğumuz hassasiyet ilişkilerimizi zorlaştırmaya başlıyorsa, yalnız kalmaktan korktuğumuz için geliştirilmiş bir alışkanlığa dönüşmüş olabilir yalanlarımız. Aslında yalan söylemekten çok yalan söyleten durumları incelememiz gerekir. Bir insan neden yalana ihtiyaç duymak zorunda bırakılır, bunu da sorgulamamız gerekir. Biri bize yalan söylediğinde oturup bunu düşünmemiz gerekir. Onu, "neden yalan söylemek zorunda bıraktığımızı"... Elbette bize yalan söylendiğinde kendimizi kötü hisseder ve tek suçlunun yalan söyleyen kişi olduğuna yürekten inanırız. Ama çoğu zaman bu doğru değildir.
Kişilerin özel alanlarını ihlal etmemek gerekiyor. Söylemek istemediği bir konuda ısrar edersen, susma hakkını elinden alıyorsun o zamanda zorla söylettiğiniz sözcükler ürkütülmüş gerçekler halini alır, sizde azmettiren olursunuz ne kadar düşündürücü bir sonuç değil mi! Bazen sırf kendi merakımızdan dolayı insanları zor durumlarda bırakıyoruz. “Bilimsel olmayan merak maraz doğurur” Evet hayatımızda yalanlar olmasın, yalan söylememek için kullandığımız susma hakkı da ihlal edilmesin bu çok önemli...
İnsanlar yalan söylemek zorunda kaldıkları insanlardan uzak durmak isterler, buda zamanla köprülerin yıkılmasına ve aşılmaz duvarların oluşmasına neden olur. Her ne olursa olsun yalanın mazereti, yalanı meşru yapmıyor.
Yunus Emre’nin şu sözünü severim; derler ki ''ey yunus, ormanda başka ağaç yok mu hep dosdoğru odunlar getirmedesin'' soran Taptuk emredir ve Yunus Emre derki bu kapıdan odununda eğrisi giremez...Bu kadar, kalben inandığın gibi yaşarsın...
Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalanın olduğu yer bataklık gibidir, inandıkça içine çeker. Doğru yalnızdır, çamurla sıvanamaz.
Yalanın geleneği var, takipçisi var, kolayına kaçmanın emeksiz sığınağı var. Oya senin doğrunun her gün emeğe durması var, her gün doğan gün gibi arınması gerek. Doğru bilenmeli, sınava çekilmeli, yenilmeyen doğru yenmiş sayılmaz ki ! Yalana karşı, içinde sabrı işleye işleye, emeği bileye bileye…
''Her başarılı, zengin insan mutlu insan demek değildir. Mutlu olmak bazen küçük bir dokunuşta, içten bir gülüşün hüznümüzü dağıtmasında, bazen de içten bir sarılmanın enerjisinde saklı. Maalesef kalıplar içerisinde veriliyor hayatın dinamikleri.
Oysa sağlıklı geçirilen bir çocukluk ne kadar önemliyse yetiştiğimiz çevre, aldığımız eğitim, içerisinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik durum ve bununla birlikte yaşamı birlikte paylaştığımız insanların bize yansımaları da bir o kadar önemlidir. Burada kişinin öz yeterliliği devreye giriyor. Eyer insan kendi yetkinliğine ulaşmamışsa her zaman çevresinin etkisi altında kalıp yaşam pratiğini oluşturamaz. İpotekli bir kişilikle, başkalarının kendi üzerinde söz sahibi olmasına sesini çıkarmaz. Çoğu zaman unutur kendini. Gün gelir yaşam kayınca ellerimizden, kaldırıp baktığımızda kaçırdığı zamanlara bir ah çekeriz. Geçmiş zamana, kaçırılmış fırsatlara hayıflanmak insana hiç bir şey kazandırmıyor. Yaşarken anların kıymetini bilmek, kişisel kaynaklarımızı da seferber etmemiz gerekir. Herhangi bir işi yaparken ortaya koyduğumuz tavır ve davranışlar kişiliğimizle ilgili önemli ipuçları verir. Bir işi nasıl yaptığımız karakterimizi yansıtır. İnsanların işlerini nasıl yaptığına dikkat edin. Duygularını ifade ederken kullandığı kelimelere, olaylara bakış açılarına, çocuklar ve yaşlılar hakkında ki düşüncelerine dikkat edin… İnsan sevmediği hiç bir şeye değer katmaz sadece vazife bilir. Kuralına uygun yapar, İçinde nezaket, hoşgörü, içtenlik olmadan sunulan her şey yavan ve gösterişten ibarettir.. Teknolojik bir rehberden hiç bir farkı yoktur aynı zamanda. İnsan hayati olumlu-olumsuz, küçük ya da büyük başarısızlıklarla doludur. Fakat yaşadığımız başarısızlıkların bizi daha güçlü kıldığı zamanlar da olur. Karşılaştığımız engeller yeteneklerimizi biler; hiç farkında olmadığımız yeteneklerimizi keşfetmemizi sağlar. Karmaşık ilişkiler içinde var olmaya çalışmak bize hayat dersleri verir. Başarısız insanlar, genelde yeteneksiz oldukları için değil, hayat onları zorluklara hazırlamadığı için başarısız olurlar. Sorunlar ve zorluklar bu anlamda en değerli öğretmenlerdir. Birçok başarılı insanın mutlu olmaması bundandır. Önemli olan sadece hedefe varmak değil, vardığımız yerde kendimizle barışık olmak ve gerçekte ne yaptığımız, ne söylediğimizin farkında olmak daha önemlidir. Yaşamımız karmaşık ve ne istediğimizi bilmiyorsak her zaman mutsuz olup mutsuz edeceğiz. Önce kendimize karşı dürüst olalım. Dürüstlük ve erdem, kişiler ve kişisel çıkarlar değil değerler üzerinden verilen mücadeleyle gerçekleşir. Hırsların ve ihtirasların başladığı yerde saf duygular sona erer. Doğal yapıya ters olduğundan, dünyadaki nüfusun büyük çoğunluğu, açıktan yalan söylemez. Onun yerine dolaylı yollardan yalan söylemeyi seçerler.Hiçbir zaman özgür iradeleriyle yaşam üretemezler. Üretmeyenlerin değerinden söz edemeyiz. Doğal yaşamakla ve yaşamsal hakka saygı duymakla, kendini bilmekle başlar anlamlı yaşamak…Harika bir dünya sahnesi var ve herkese yetecek kadar görev dağılımı. İster seyirci ol, ister yönetmen veya oyuncu, yeter ki insan olalım. 'İnsan olmak' en mühimi ve sevmek, sevgiyi seçmek en güzeli... Yeter ki öze dokunsun ve candan olsun, hakka, adalete, sevgiye ve demokrasiye inanalım. Hayat bizi yargılamaz, kendi içinde ki öze ulaştırmak için, bütün evreni kalbimizle dinlemeye davet eder. Yeter ki kendin ol. Kendi hikayenin kahramanı ol ve başkalarını ışığınla aydınlat. Olman gereken değil, olmak istediğin şey ol.''
İnsan hayattaki amacını bilmezse en küçük sapmada umutsuzluğa düşer, yol ayrımlarında karar veremez. Verdiği kararlara hep keşkeler, amalar karışır. Hayattan ne beklediğini bilmeyenler ne yaparlarsa yapsınlar doyuma ulaşamazlar.
Yazık, güzellikten dem vurup ama'ların üstüne çıkamayan kişilere!
Her insan hayata başlarken hamdır ve hepimizin incinen, su alan yerleri var. Ne olursa olsun hiç kimse meyveler gibi bekleyerek olgunlaşmaz. İnsanın olgunlaşması için emek vermesi, çaba göstermesi gerekir. Yaşantı insana deneyim katar katmasına lakin tek başına olgunlaşmaya yetmez. Yaşlanan ama hiç olgunlaşmayan insanlar vardır. Eğer kişi farkında-lığını geliştirip kendine emek vermezse, olgunlaştırmazsa gönlünü, aklını sadece başkalarının ona biçtiği rol modeli oynar. Oysa; ''Hangi masa üstündür insandan, muhabbeti koyultmamışsa ırmak gibi''
Yaşam sürprizlere gebedir. Aynı zamanda hareketi sever. Hiç bir şey kendiliğinden oluşmaz. Her şeyin kendi içinde bir anlamı ve işlevselliği vardır. Bu işlevselliği harekete geçiren kendi kişisel deneyimlerimiz, beklentilerimiz, hedeflerimiz ve yaşamdan ne beklediğimizle yakından alakalıdır. Sadece oturduğumuz yerden yaşamın döngüsüne hizmet edemeyiz yada sadece seyrederek içimizin akışına bir yol çizemeyiz.
İnsan son nefesine kadar yaşamına yön verecek bilgeliği önce kendi istem ve iradesiyle harekete geçirebilir. Ondan sonrası zaten enerji ve arzuların, isteklerin doğrultusunda kendine akacak yolu muhakkak oluşturur. Değil mi ki hayat okulu bir ömür boyu devam eder.
Buna rağmen insan yaşamı yerleşik düzene geçtiğinden beri sistemli şekilde eğitim kurumları ile insan eğitimi ve gelişim psikolojisi üzerine tez ve anti tezlerle insan yaşamını anlamlı kılmak için bir çok program geliştiriyor. Bütün bu çaba ve verilen emekler yine gelip insanın kendisinde anlam buluyor. Çünkü insan kendi yaşamından sorumludur. Bu sorumluluk bilincini oluşturmak her ne kadar toplumsal sosyolojinin görevi gibi kabul edilse de insan anlayan, sorgulayan bir varlıktır.
Varlık bilincinin fakında değilse farkındalik oluşturması zor oluyor. O zaman değişen, gelişen dünyayı ve toplum yaşantısını anlamaktan uzak kalıyor. Hazır verilen toplum yasalarını peşinen kabulleniyor.
Yaşadığı toplumun ortak kazanımlarına, kayıplarına duyarsız kalıyor. Bencil, peksimet kişiler yetişiyor. Kendini dev aynasında gören cüceler memleketinde ayaklar baş oluyor...
Hiç bir yanlış devam etmek zorunda değildir zira insanlar ölümlü ve toplumsal hiyerarşi ise devam eder. Önemli olan yaşarken yaşamı anlaşılır ve anlamlı kılmak. Başkalarının bize biçtiği elbiseler beden ölçülerimize uymuyor.
Gün geliyor kopçası bir yerden kopuyor. Koptuğu yerde keder bırakıyor. İnsan en çok kendine haksızlık ediyor, en çok da kendinden ürküyor. Yaşamla yüzleşmekten ödü kopuyor. Bir can işte ve yaşam sınırlı. O zaman bu kadar kasıntı, bu gözü açlık, oburluk niye?
Sonuçta yaşam veresiye verilmiş her haliyle o zaman taksitlere bölünmüş bu ömrü, her mevsimin hakkını vererek yaşamak varken neden sığ sularda yüzmeyi seçeriz?
Başkalarının kayıplarından kendimize pay çıkarır en çok da kendimizde eksik bulduğumuzu başkalarının gözlerinde arar, kendimizi unutmaya çalışırız. İnsanız işte. Ağlayan, seven,acı çeken, soran, sorgulayan ve her zaman insan insana gerek anlayışıyla insan sıcaklığına ihtiyaç duyan ölümlü varlıklarız. Ömür sonsuz değil ki?
O zaman niye bu kadar acıyı ve gözyaşını kutsayıp, insan kanından gelecek inşa etmeye çalışıyoruz?.
Herkes umutsuzca başkalarının gözlerinde onay, hayranlık yada sevgi arıyor. Tutkulardan arınmış bir zihin kale gibidir, insanların sığınabileceği daha güçlü bir yer yoktur.
Maalesef bunları okullar da bize öğretmiyorlar. Bu gerçeğin farkına varmamız da zaman alıyor. Birey olarak bu farkında-lığa erişip hassas dengeyi yakaladığımız zaman, hayatın bize sunduğu fırsatları daha iyi değerlendirebiliriz. Yaşamı sadece kitaplarda okuyarak inşa etmeye çalışanlara yaşam çok da bir şey katmıyor eyer derinliğine aydınlanmamış-sa, egolarından sıyrılmamış-sa.... Yaşam, hareketin içinde olan insanlara bir şeyler katar. Boşuna demiyoruz seyirci değiliz yaşamın ta kendisiyiz. Yazanlar, çizenler sadece hayal gücünü kullanarak bir ürün ortaya çıkaramazlar. Kuru, işlevsiz bilgi yüklemesinden öteye gitmez. Yaşantıyla birlikte hayal gücünü harekete geçirerek yaşama kalıcı izler bırakabilirler. Yaşamı tüy döşeklerde istirahat yeri görenler yaşamı ıskalarlar.