Translate

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Önyargılarımız Duvarlarımız

Üreterek yaşamlarını anlamlandıran, sadece kendisi için değil, herkes için ”barışçıl, eşit, adil, özgür” bir yaşam kurmak için mücadele edenler, haklıdan yana tavır alanlar; sorgulamadan İNANMANIN, anlamadan YORUMLAMANIN, araştırmadan, bilmeden AHKAM KESİLMENİN bütün olumsuz taraflarını ret ederler.
Yeryüzünün tüm bu uğultusuna rağmen; çağının ve içinde yaşadığı toplumun problemlerine çözümler getiren gerçek bir aydın ve gönül adamı olan herkes önyargıların karşında bir duruş sergiler. Oluşmasına neden olan kaynakları tek tek ele alıp, çözüm yollarına girer. Bu bizim kendimize ve insanlığa karşı sorumluluğumuzdur.


Albert Einstein’ın dediği gibi; önyargıları yok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan zor olsa da önyargılarımızın davranışa dönüşmemesi bizim elimizde.

Önyargının, insana nasıl farklı bir perspektif kazandıracağını bir çok olayda görebiliriz.
Bir insanın fiziki görünüşüne, maddi kazancına, statüsüne bakarak tahminlerde bulunurken,  işi biraz daha ileri götürerek kişi ve kişiler hakkında ''gerçekmiş gibi'' yorumlarda bulunuruz.
Davranışların nedenini bilmeden, anlamaya çalışmadan, yanlış yargılara varmak,karşımızda ki insana haksızlıktır.

İnsan davranışı boşlukta oluşmaz, muhakkak bir nedeni gerektirir.
Çocukluğumuzdan beri bize verilen öğretilerin kaynağına indiğimizde; günlük yaşamda bizi yönlendiren ön yargılarımızın çok azı kendimiz tarafından, geri kalan büyük kısmı bizi eğiten ailemiz, okuduğumuz okullar, arkadaş ve iş çevrelerimiz tarafından zihnimize yüklenmiş, çoğu zaman sorgulanmamış ve üzerinde durulmaya değer görülmemiş önyargılarla beslenmiştir.

Çoğu zaman fark etmeden çevrenin değerlerini ve önyargılarını ister istemez içselleştirmişizdir.
Ailemizle birlikte, toplum içinde küçük yaştan başlayarak, kimlik ve inançlarını edinen, dış dünyaya karşı kendini koruyacak kalkanları geliştiren bireyleriz. 
Buda bütün hayatımızı etkiliyor, bizi çevreliyor, davranışlarımızı belirliyor, insanlarla hatta bütün canlılarla ilişkilerimizi yönlendiriyor. Günlük kararlarımızı, gelecek planlarımızı, yaşamsal tercihlerimizi biçimlendiriyor.
  Kısaca önyargılarımız: kişiseldir, toplumsaldır,  siyasidir, ahlakidir, çoğu zaman ''aklımıza değil'' duygularımıza dayanır.

Oysa içsel dünyamız, düşünce ve içsel etkinliklerimiz er veya geç gerçeklikleri önümüze koyar. Bunun içinde: hiçbir ön yargı ve fikir  yürütmeden, gözlem ve tespit ile gerçek sonuçlara ulaşmalıyız. Bu bizim yaşama karşı biricik görevimiz olmalı.
Kendi öz irademizle, ön yargılı olmanın doğru olmadığını, önyargılarımıza göre hareket etmememiz gerektiğini; bunun adıl bir davranış olmadığını, bu konuda ne yapmamız gerektiğini bilerek, sabırla ve engin bir sevgiyle yaşamı ve içerisindekileri kucaklamalıyız.

Sağ duyu sahibi her insan, kendi hür iradesini ortaya koyarak; mazeretlere sığınmadan yaşamı okur, sorgular, mevcut sistemin aksayan yönlerini, öğretilerini yüksek sesle söyler ve hakta karar kılar.
İnsanca yaşamak için, öncelikle aklın; insanı tutsak edercesine tutku haline gelebilecek her türlü önyargı, menfaat, hırs ve korku esaretinden kurtulması gerekir.

 
Birine, birilerine karşı hissettiğimiz duygular “ona karşı hissetmemiz gerekenler” diye önceden tarif edilmişse, onunla meselemiz bitmeyecek, hatta başlayamayacaktır bile
Bunun için de, herkes yenilenmek, temizlenmek durumundadır.Yaşamak için  gözlemlemek, gözlemlerken yenilenmek, yenilenirken ilerlemek gerekir, ancak o zaman;  önyargılarımızdan arınabiliriz. Arınan insan özgür insandırözgür insan kendini yeniler, vicdanının sesine kulak verir.
Kaldı ki özgürlük kendini bilmektir, farkındalıktır, onurlu yaşamaktır. Önyarıdan, inat ve kibirden uzak, evrensel değerlerin kendine yer bulduğu akıllı insan bahçesidir. 

 Mark Twain  ''Benim ne ırk önyargım var, ne sınıf önyargım var, ne de din önyargım var. Tek umursadığım, kişinin insan olması ve bu benim için yeterli; kimse bundan daha kötü olamaz.'' der. 
Neye inanıyorsak oradayız, neyi seçiyorsak yaşıyoruz. O halde İnsan her koşulda, durumda, yaşamı daha sağlıklı ve anlamlı kılabilir.

 Kendi hakkımızda önyargıda bulunulduğu zaman ne denli inciniyorsak, başkalarını da incitmemek için en az kendimize gösterilmesini istediğimiz hassasiyeti göstermek, "kendimiz için istemediğimizi başkası için de istemememiz" gerektiğinin bilincinde olmak yeterli. Mesele bu kadar açık ve net.

Bilince, bakışa ve suskunluğa...bir tek yürek ve vicdan yeter...


Olcay Kasımoğlu

Empatının Gücü

Bir başka insanın hukukuna, yaşam hakkına saygılı olmanın ön koşullarından birisidir empatı.
Önyargısız ve bilgiden kaynaklanan empatık yaklaşımlar ise en büyük sanattır.

Empati becerisi; bir insanın ''kendisini'' karşısındakı ''kişinin yerine koyarak'' olaylara onun bakış açısıyla bakması, o kişinin duygu ve düşüncelerini, yaşam koşullarını ve tercihlerini doğru olarak anlamaya çalışması, algılaması,hissetmesi ve bu durumu ona iletmesi sürecine ve becerisine empatı diyoruz.

İnsanlar: zamanla kişiliğini bulur, düşüncelerini netleştirir, önsezgileri oluşur, farkındalık geliştirir ve birey olmanın enginliğini yaşarlar. Bunlar da  empati yeteneğimizin gelişimesin de önemli rol oynar.

Empatıyı öğrenmenin kestirme yolu yoktur.
İnsanların bakış açılarının derinliği, kendilerine emek verdikleri oranda gelişir.
Bunun için; sosyal yönümüzü geliştirmek, kişiler arası iletişime önem vermek, kendimize yatırım yapmak '' kıtap okumak,müzik dinlemek, dünya gündemini takip etmek, seyahat etmek, kültürel geziler düzenlemek, sanat etkinliklerine zaman ayırmak, toplumsal olaylara duyarlı olmak ve yaşamımızı devam ettirmek için bir işte çalışmak vs.'' gerekir.
Yoksa, durağan kalarak, sadece kendi iyiliği için çalışarak, hiç kimse kendi derinliğine yol alamaz.

Bunun içinde zengin duygusal zekaya ihtiyacımız var.

Saldırgan ve agresif insanların; çevresiyle, toplumla ''empatı kurma'' ihtimalleri çok düşüktür. İçgüdüleriyle haraket ederler, egoları yüksektir.
Bencil ve ben merkezli düşünürler,  yaşamak hakkını  kendi tekellerinde görürler.
Kendi gibi düşünmeyen herkes ötekidir, sorgusuz itaatı, güce hizmeti severler, sorgulamaktan korkarlar.
 Sorunları daha çok şiddet yoluyla çözmeye çalışırlar, beyin ve kalp kasları yerine kol kaslarını geliştirmek onlar için en büyük güç gösterisidir.
Böyle bir zihniyetin empatıyle işi olmaz.
İnsanların bilinç altı sağlıklıysa ''adil karar verme'' aşaması sağlıklı olur.

İnsanların yaşadıklarını anlamadan ahkam kesilmek, sadece kendi  yaşamı üzerinden  yürüyerek tanımlamak çoğu zaman, hoşgörünün ve saygının önüne engeller koyuyor.

Özellikle birey olmayı başaramamış, kendi hayatının sözcüsü olamamış, yaşamında farkındalık yaratamamış insanlar, empatının gücünden yoksun olurlar.

Herkes birbirine takılmış bir yöne giderken, kitleleri neden izleyip neden izlememız gerektiğine dair engin bir bakış açısına sahip olmamız için; insanları dinlemek,anlamak ve bunları sağ duyuyla, gerçeğin eleğinden geçirmek gerekir.
Bunu için etikete, maddı ölçütlere ihtiyacımız yok.

İnsanın sağlıklı eylemleri, olumlu üretkenliği insanı değerli kılar yoksa hiç kimse kimseden üstün değildir.
Kendimizi bir başkasından üstün görerek sonuca varmak, bize değer katmaz. Aldığımız kararlar, savunduğumuz değerler, sağlam gerekçelere dayalı ise anlam ifade eder.

Ve hayal gücü, bizi besleyen en büyük ruhsal güçtür.
Empatının sihirli değeneklerinden biride diyebilirim.
Hoşuma giden bu örneklemeyi sizlerle paylaşmak istiyorum;
*Bir ev gözünüzün önünde canlandırın. Günün belli saatlerinde, farklı mevsimlerde, farklı noktalardan eve bakın, baktığınızı hayal edin, duyun ve hissedin. Bu çalışmayı gözleriniz kapalı da yapabilirsiniz.
Evi kendiniz tasarlayın. İster bir apartman dairesi olsun, ister tek katlı ahşap bir ev, ister şehrin göbeğinde kalsın, ister ıssız bir çölde. Yeter ki sizin hayal gücünüzün ürünü olsun.
Benim istediğim; çok farklı zamanlarda ve farklı açılardan aynı eve bakabilmeniz, hatta yüzyıllar öncesinden ve yüzyıllar sonrasından bile bakabilirsiniz.
Eve her noktadan bakarken; her defasında durup, düşüncelerinizi kontrol edin. Her noktada evle ilgili farklı düşünce kalıpları oluşturduğunuzu gördünüz mü? Çok güzel. İşte her farklı noktadan baktığınız an, aslında farklı birini temsil ediyordunuz. Hepsi aynı şeye bakıyordu ama farklı şeyler duyumsuyorlardı. Hepsi çok farklı insanlardı, farklı kitlelerden gelmişlerdi ve o anki ruh halleri farklıydı.*
İnsanlarla gönüllü, sağlıklı bir iletişim kurmak istiyorsak, onların iç evlerine, dış evlerine ve mevsimlerine ''önyargılardan arınmış'' samimi, içten, sevgi dolu  bakalım.
Yaşamda başarı böyle elde edilir (!
Olcay Kasımoğlu

26 Haziran 2020 Cuma

Mutlaka Okun-malıymış...:)

Hep yazacak değilim ya.... Bir çok satıra aman sen de desem de okurken gülümsetenler oldu...:) 
Paylaşmak istedim...
"Bir şarkın olsun. Senin olsun. Hayatına her giren insana “bu benim şarkım bak” diye dinlet. Bir gün o kişinin hayatından çıktığında bir radyoda denk gelirse, seni hatırlasın.
Tek bir parfümün olsun. Özdeşleşmek iyidir. Dünya bu illa ki bir tek sen kullanmayacaksın. Öyle bir sana ait olsun ki, bir yabancıda bile duysa “acaba burda mi” diye kokuyu duyanın gözü seni arasın.
Bir tane en yakın arkadaşın olsun. Sadece kötü günde değil, iyi günde de aradığın ilk kişi olsun. Birlikte düşün, birlikte kalkın. Birbirinizi toparlayın. Yaralarınızı sarın. Herkes gittiğinde “şanssızlığınıza” biraz gülün, biraz ağlayın.
Bir tane çok büyük aşkın olsun. Rakıya bahane olsun. Bir dönem çok sevmiş ol, bi dönem nefret etmiş. Her şey küllendikten sonra tebessümle hatırla. Biraz da bi yanin acıyarak. “O olsaydı nasıl olurdu acaba hayatım?” diye sorgulayarak. Artık bir şey hissetmesen de “başına bir şey gelse yine de ilk ben koşarım” diyecek kadar. Unutma, masallar mutlu sonla, efsaneler kavuşamamakla biter.
Bir evlat edin. Bir kedi olur, bir köpek de. Ama olsun. Kapılarını aç. Senden olmayan ama senin ilgine bakımına muhtaç bir kalbin atışlarını ellerinde hisset. Bir canlının hayatını değiştirmek acayip bir şey. Birinin kahramanı olmak istersen bundan büyük fırsat olamaz. Sevmek çok güzel. Hele bir de her koşulda sevilmek.
Bol bol kitap oku biri seni derinden etkileyene kadar oku. Onu bulduğunda kimseyle paylaşma. O hikaye senin. Beğenmediğin sayfayı yırt sevdiğin yerleri yıldızlarla donat. Başucunda dursun. Belki bir gün biri gizlice o sayfaları keşfeder. Seni daha iyi tanıma imkanı olur.
Salaş bir restaurant edin. Patronundan garsonuna kadar tanı. Kafan mı bozuk, mekan dolu mu, sana yer açacakları kadar müdavimi ol. Bir masan olsun hep oturduğun. Bir başına gitsen bile başına bir şey gelmeyeceğini bil. Bir gün belki kapanır ya da yıkılır. Ama sen önünden her geçtiğinde “burda eskiden hep bi yerim vardı” dersin.
Bir hobin olsun. Kaçmak için. Hiçbir şey düşünmediğin. Dünyadan uzaklaşabildiğin. Onunla övün. En iyi yaptığın şey olsun. Insanlar şaşırsın. Senin icin çocuk oyuncağı olsun.
Bir şey iste. İmkansız olsun. Peşinden koş. Yorul. Defalarca vazgeç. Defalarca dene. Susmanın çaresizliğini de yaşa bağırmanın da. Uykuların kaçsın. Düşündükçe saç diplerin bile uyuşsun. Her ne ise bu istediğin, aşk da olur iş de. Bağrına taş bas gerekirse. Yeter ki gece yatağına yattığında “ben elimden geleni yaptım” de. Bazen kazanamamış olsan da, yapabileceklerinin ya da bir şeyi delice istemenin limitini görmek de zaferdir.
Vakit ayırdığın bir ailen olsun. Yarın kaybettiğinde keşke daha çok zaman ayırsaydım demeyeceğin. Pişmanlık kötüdür. Bir daha geri getirmeye gücünün yetmedikleri içinse, iskence. Kıymetini bil. Yarin ne olacağı belli degil. Kalp krizi dediğin bir kaç saniye. Kalp kırma.
Sınırların olsun aşılamayacak. Duvarların olsun yıkılamayacak. Herkes bilsin. Ona göre davransın.
Bir alanın olsun metre karesi dert değil. Kapısını kapattığında gercek sen olabildiğin. Dört duvardan birininin dibine çöküp ağlayabildiğin. Güçsüzlüğünü yaşayabildiğin. Sonra daha güçlü kalkabildiğin. Kaldığın yerden devam edebildiğin. İnsan en Çok kendini özlüyor çünkü.
Bir sevdiğin olsun tabi. Belki hayallerindeki gibi olmaz koşullar ama bir şeyleri birlikte var etmenin tadı bi başka. Para amaç değil araç olsun mutluluğuna. Olmadığı zaman da elindekini cömertçe paylaşabil. En çok onla gül. Saatlerce muhabbet edebil. Birbirinize ulaşamadığınızda, “başka biriyle mi acaba” diye değil “başına bir şey mi geldi” diye endişelen. İlişkini başkalarıyla kıyaslama. Biri sevdiğini çok söyler, biri daha çok gösterir. Sen de biri eksikse bu seni daha az seviyor demek değildir.Telefon karıştırmakla ömür geçmez. Bir insan bir şey yapmak isterse yapar. Kalbin temizse, sen araştırmadan da karşına çıkar korkma. Sonuna kadar güven. Bir gün kırılırsa kalp yenisini inşa eder."
VE veee;
Kalbini temiz tut. Çevreni de. Unutma yaptığın her iyilik bir gün sana geri döner.
 

Hiç Birimiz Mahsun Değiliz

Hani "ilk taşı günahsız olan atsin" misali..
Önce kendimizden başlayalım...
Kişinin sahip olduğu düşünce tarzı, bakış açısını belirler..
Ve kendisini bilmek;
Kendisinde olanı bilmektir.
Güçlü ve zayıf yanlarını bilen ve onları kabüllenendir.
Herkes kendi başının çaresine bakmaya başlayınca bireysellik zedelenmektedir.
Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, hoşgörü, hakkaniyet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir.
Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür.
Bireyin gelişimi sağlıklı toplumlar oluşturur, sağlıklı toplumlar da sağlıklı bireyler yetiştirir.
Pek çok insan yalnız gördüğüyle dünyayı algılar, aldığı kadarıyla yorumlar.
Kararları kesin ve sorguya açık değildir. Kendi doğrularının mutlak doğru olduğuna inanır.
Bakış açılarının ekseni çok dar ve derin algılama ve sorgulamadan çok uzaktır.
İç dünyaları yavan ve sığdır. Bu tarz eksik bilinç algılamasına sahip insanlarla gönüllü bir paylaşım ve hoşgörü ortamı oluşturamazsınız.
Uyuyan bilinç; toplum olaylarına duyarlı değildir.
Ben merkezcilik ve bencillik hakimdir. ''Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın'' onun için en uygun baş slogandır yada anlamının doğurdu gibi duyarsız, insancıl olmayan yaklaşımlar içerisinde kendi dünyasını haklı kılmaya çalışır.
Eylemlerinden sorumlu bir varlık olmak, bir kişinin ne yapması gerektiğini belirlemeyi de içermektedir ki, bu da bilgi sahibi olmayı, güdüler üzerinde düşünmeyi gerekli kılar.
Yoksa körü körüne bir şeye inanmak onu doğru ve ahlaklı yapmaz.
İnsanın kendi değerleri kendini değerli kılar.
Bütün davranışlar değer yargılarına dayanır. Bunu yanın da tüm değer yargıları ya kendimize aittir ya da başkalarından edinilmiştir.
Bazen toplum içerisin de kendi değer yargılarımızdan ziyade başkalarının hoşuna gidecek rolleri üstleniriz. Bu rol modele o kadar aşına oluruz ki çoğu zaman bizim doğamız haline gelir.
Oysa; kendi değer yargılarımız, bizim kendi kişilik yapımızın temel taşları olmalı.
Genellikle çocuklukta edindiğimiz yargılara ömür boyu bağlı kalırız.
Şayet, kendimizin derinliğine aydınlanmasak orada kalır, yeniliğe, ilime, bilgiye, kendimizi güncellemeden, hayatı seyrederiz.
Düşünme sistemimizde ki bu vesveseler, kuruntular da bedenimizi, ruhumuzu çürütür.
İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına kulaklarımızı tıkamadan; kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça; kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi; amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor.
Mazeretlere sığınmadan
Yalın olsun dilimiz
Davranış ve sözlerimiz ise uyumlu...
Olcay KASIMOĞLU

Dağıttı Bir Sözüyle

Sanat Çağdaşlıktan, Çağdaşlık Demokrasiden, Demokrasi ÖRGÜTLÜLÜKTEN beslenir.
Bilinçlenmek ve İnanmak aydınlığa...
Kendini dürüstçe ifade edebilenler, yaşadığı dünyaya değer kata bilenler, ilim ve bilim yolunda üretenler kendilerinden söz etsinler.
''Kötü şeyler gördük.
. Savaşlar, katliamlar,
ölen-öldürülen çocuklar gördük.
..Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük.
Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar,
her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük.
.... Biz de öldük.
Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.''Alıntı
Düşünmeyi, düşündüğünü ifade etmeyi, farklı düşünceleri dinlemeyi , gerektiğinde uygun bir biçimde itiraz etmeyi, sorgulamayı olanaklı hale getirerek, özgür bir birey olmanın yollarını açarak, kollarımızla, yaşamı ve içindekileri kucaklamalıyız.
Şiddetin, egemen olanın; bildiğini okuma ve okutma trajedisi o kadar uzun zamandır devam etmekteki, bunca telaşın, şaşkınlığın dip yaptığı insan coğrafyasında, yine insan kalbinin kendisiyle kavgası, yazılmaya değer tek şey gibi görünüyor.
Etrafında idiler, şaşkın, darmadağınık,
bilgece dönmüştü o, kendi iç dünyasına;
ait olduklarını terk ediyordu artık,
bırakıp gidiyordu bir yabancıcasına.
En derin fiilleri ona öğretmiş olan
çok eski bir yalnızlık inmişti üzerine;
şimdi zeytinliklere gidecekti o yine,
şimdi tüm sevenleri kaçacaklardı ondan.
Kendi davet etmişti onları son yemeğe
ama (bir atış gibi kuşları daldan göğe
dağıtan) ellerini uzanırken ekmeğe
dağıttı bir sözüyle : Uçtular ona doğru
çırpındılar masanın çevresinde korkuyla,
bir çıkış aradılar: O her yerde mevcuttu,
alacakaranlık bir vakit gibiydi ama.
Rainer Maria RİLKE

Üslup İnsanın Kendisidir

İnsanlarla, doğru ve anlamlı bir iletişim kurabilmek ve bu ilişkiyi sürdürebilmek için kullandığımız üslup çok önemli. Sadece iş yaşamında değil hayatın her alanında iyi ilişkiler kurma becerisine ihtiyacımız vardır. Çünkü, konuşarak başkalarına mesaj veririz ve mesaj alırız, ilişki kurarız.
İnsan aklını kullanan, düşünen, öğrenen ve diğer insanlarla dili kullanarak iletişim kuran tek canlı varlıktır ve ”kullanılan dil” iletişimin en etkili anahtarıdır.
İletişimde ne söylediğimiz kadar nasıl söylediğimiz de önemlidir. Bir insanın ne söylediğinden çok, hangi tonda, hangi bakışla, nasıl davranarak söylediği önemlidir.
Kimi insanların sesinde buz gibi bir hava vardır. Kimi sıcacık bir sesle ruhuna dokunur. Kimininse sesi fırtınadır ne yaparsan yap dokunmaz zülfü yare.Kimide küfür edermiş gibi kelimelere dokunur.
Ne olursa olsun: ister ses olsun ister söz, uygun bir üslupla muhatabını ikna etmelidir, zira kalbine dokunulamayan insanın beynine ulaşamazsın.
Bazı insanlar da söylemek istedikleriyle, söyledikleri arasında hep bir çelişkiye düşerler ”Aslında bunu söylemek istememiştim” beni yanlış anlamışsın, yada ”Benim söylemek istediklerim bu değildi” denir çoğu zaman.
Bunlar üslubun yanlış kullanılması ile ilgili bir durumdur. Bazen tek bir kelime bile ufacık meselelerin büyük bir olay haline gelmesine neden olabilir.
Bir çok insan bu nedenle bağlarını koparırlar, kalpleri kırılır, bir sürü tatsız sonuçlar doğar.
Bundan dolayı, konuştuğunu, karşında ki insana iletirken; doğru ses tonu, anlaşılır ve yalın bir dil kullanmak çok önemli. Bunun yanında sağlıklı iletişimin oluşması içinde, bilgi, deneyim, kültür, kendine güven önemlidir.
İnsanın üslubu, karakterinin yansımasıdır.

Sır Yüklü Sözler

Anılar
Sır yüklü sözler
Zamansız serilmiş ipe
Bir ömre yenilişinin son hamlesinde
Zamansız
Amansız
Tünedi göğsüme sancılı korkular
Dayanır mı
Kapısı kolsuz bu yürek
Dokun karanlık saçlı gölgelere
Üşüyen beden
Titreyen yürek
Cana can olmak için
Bekler seni yaşamın içinde...
Emek ve sabır iyi birer öğretmenken !!
Paran kadar adamsın' 'diyen bir zihniyetin, insan olma çabası ne kadar adil olabilir ki ?
Benjamin Franklin/ ne güzel demiş;
'' Paranın satın alacağından değil, paranın satın alacağı insanlardan korkunuz''
Parayı yeryüzünde ''saltanat'' olarak görenler, özgürlüğün gerçek mutluluk, cesaretin de özgürlük olduğunu bilemediklerinden, savsaklama ile korkaklık arasında gidip gelirler.
Paraya Baş eğen insanlar; büyük saygı göstermeye ve korkuya daha açıktırlar.
Yüzyıllar boyunca paranın gücüne itaat eden toplumlar da, itaat alışkanlık haline geldiğinden, hak aramayı, vicdanı unuturlar...
Parası olmayan, yada az olanlar onların gözünde yaşamın defolularıdır, inanmışlardır ''paran kadar insansın'' soytarılığına.
Artık günümüz dünyasında; halkın basit çıkarlarına göre siyaset yapmak, rüşvet, yeteneksiz insanların önemli mevkilere getirilmesi, tutarsızlıklar, paranın satın aldığı ekmek kapıları ''emeği itibarsızlaştırmıştır''
Emek ve sabır iyi birer öğretmenken maalesef parayı araç olmaktan uzaklaştıran zihniyetin elinde yaşamın amacı haline gelmiştir.
Burada gelecek üzerine kaygılı olan akıl, huzursuzdur.
Bu nedenle insanlarda sürü psikolojisiyle birlikte kolaycı yaşamın erdemsiz tüyoları yaratılarak ''akıl'' devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır.
Paraya tutsak, paraya kul insanlar kendileri için dönen her çarkı, her şeyi mubah sayarlar.
Saydığı yerde; hayatın anlamını kavramak, sorgulamak en büyük suç sayılmıştır.
Eğer kavrayış yoksa, bilgi de bir işe yaramaz..
Her şeyi parayla satın alabileceğine inanmış insanların hali, rüzgarın bulutları önüne katması gibidir.
Savrulurlar, bir diyardan diğer diyara, çarpa çarpa, kanata kanata..

Olcay Kasımoğlu
.

18 Haziran 2020 Perşembe

Yaşam Bizden Bestesini İstiyor



Sevginin, öğrenmenin, değer katmanın; belli bir inancı, ülkesi, kalıbı yok. İnsanların eylemleri ve söylevleri şüphesiz ki, hayatla olan ilişkilerinin rengini ve biçimini de tayin eder..
Önemli olan sevgi diliyle yaşama uzanmak, anlamak; anladığını yorumlamak ve sezgilerini, anlatabileceklerini biçimlendirebilmek.
”Onat kutlar, yaşarken seslenmiş; düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin, unutmamak için, çünkü unutuluşun kolay ülkesindeyiz.” diyor.
Ülkemizde o kadar çok ölüm ve acı var ki, sevinçlerimizi paylaşmaktan utanır olduk.! Buna rağmen devam etmiş ve biliyoruz bahar mutlaka gelecek, demiş.
Umut, umut ve inanmak…Hiç vazgeçmemişler. Bütüne varmanın ince kıvrımlarında eşelendikçe, ruhların yansımasında hayata dokunmuşlar, adanmışlıkla. Kesinlikle adanmışlık; hiç bir koşula bağlı olmadan…
Hangi yöne gitmeye karar verirsek verelim, hata yaptığımızı söyleyenler muhakkak olacaktır. Üreten insanların saygısını, dürüst eleştirilerin takdirine layık olmak ve güzelliği takdir edebilmek, başkalarındaki “En iyiyi bulabilmek” ve dünyayı olduğundan biraz daha iyi bırakarak terk etmek, sırf siz yaşadınız diye bir insanın daha rahat soluk almış olduğunu bilmek… İşte, başarmış olmak budur.
Değil mi ki; kalbimizin çıkarttığı sesin bile bir anlamı olmalı.
Değil mi ki; dilimiz söylediğinde, kalbimizin sesinde, dolup boşalmasında herhangi bir değişiklik olmuyorsa, ne anlamı var ki, bütün bu söylenenlerin !.
Yaşarken; karanlığı yırtmayıp, hep aydınlık yakada yaşayanlara imrenerek yaşayıp ölmek ne acı ! Oysa, yaşarken fısıltısını duymadığımız o kadar çok şey var ki, yanımızdan sessizce akıp giden. Bilinçte ilerleme, algılamada derinlik, kendi içimize yapacağımız yolculuklarla mümkündür.
Doğa, insanlar; bize sadece farklı pencereler açar. Bu pencerelerden bakan gözler bizimdir, kimse kimsenin yerine görmez, nefes alamaz. İnsan kalabalıklarında içimize yapacağımız yolculuklar bizi bütüne ulaştırabilir.
Hep söyler dururuz “Yarın ölecekmiş gibi yaşamak” gerçekten, bir aylık ömrün kaldı deseler, ne yapardık ? Hayatı sevdiren bir yerde ölüm düşüncesi mi ?
Dünyaya dair hırslar, egolarımız, kibirli hallerimiz, ancak öte dünya dediğimiz yolculuk hatırlatılınca mi, yaşam anlam kazanıyor ? Oysa hayat basittir. Karmaşayı yaratan, engeller koyan kendi zihin yapımızdır. Hayatın, canlıya dair bir zulmü yok. Zincirleri yaratan insandır. Ölümü bile bile, hayatın özünü sömüren yine insandır. İnsan, kendine kurallar koyarak yaşam gettosunu oluşturuyor. Karmaşa içinde yaşamı bulandırıyor. Oysa hayat, kendi mecrasında basittir.
İnsan, ölümün olduğu bu dünyada, basit yaşamı seçtiğinde, işte o zaman; karmaşık, yapay, eğreti kurallarından silkinerek, yaşam dizgesine gerçekten “Var etmeyi” ekleyecektir.
Değimi ki, hayatı; akıp giden çalkantılı, köpüklü bir nehre bakar gibi; kıyısından, kenarından seyrediyoruz.
Yolculuğumuzun son durağı…Dönüş biletimiz yok lakin yine de, o istasyona daha çok vakit var diye aldatıyoruz kendimizi.
Yaşam: doğumla ölüm ya da var oluşla yok oluş arasında geçen süre, ya da var olma süresi olarak tanımlanmaktadır.
Ünlü halk ozanımız Aşık Veysel Şatıroğlu bir ömür boyu süren bu serüveni
“…İki kapılı bir handa/ Gidiyorum gündüz gece…” Diyerek iki mısrada özetlemiştir.
Yaşamsal fark ediş; dünyanın en pahalı şeyi; neyi taşıdığımızı ve yükümüzün değerini bilmek…
Yaşam bir bütündür, dünyanın diğer ucundaki bir değişim, gelişim bir diğer alanı değiştirirken, hala yerinde durmayı ve yerinde saymayı marifet sananlar, daha da gerilere düştüğünün, her gün bir parça eksildiğinin farkında bile değildirler Yaşam; bize, kendi gücünüzü keşfetmeye cesaret edin diye bağırıyor.
Bunları; dört mevsimle ve sanatın çocukları; resimle, şiirle bize sık sık hatırlatıyor.
Yaşamı ertelemeyelim, bir başka uygun anı beklemeyelim. Şimdi yaptığımız seçimler küçük görünsede, kendimizi olduğumuz halimizle kucaklamanın ödülü, bize özgürlüğümüz olarak dönecektir. Yeter ki buna inanalım, inanmak tamamen bize kalmış. Ne dersiniz, çok geç olmadan, yaşamın yüreğine, yüreğimizi değdirmeye değmez mi?
Kanatlarımızı enginlere açmaya, keşkeleri olumlamaya, kalbimize aldıklarımızla, aydınlık bir umuda, elele yürümeye değmez mi ?
Furuğ Ferruhzade‘ nin seslenişi gibi;
”Ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
Okyanusta yaşayan ve yüreğini tahta bir kavalda,
usul usul çalan
Küçük hüzünlü bir peri; geceleri bir öpücükle ölen
Ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan..”
Evreni dinleyen yüreğimizin sesine; şarkılar, türküler, şiirler kattıkça, aklımızı arındırdıkça, vicdanımızın kapılarını açık tuttukça, düşünce özgürleştikçe, ‘Sevginin’ bütün evreni kuşatacağına, inanıyorum.
Kalben inanıyorum; sevginin gücüne sahip olmayana, hiç bir şey güç vermez.
Yoksa küçük bahaneler ardına saklanıp, köşe kapmaca oynarız yaşamla ve hep bir suçlu ve tanık ararız kendimize. Oysa insan umutla, sevgiyle soluk aldığı sürece dünya da soluk alır…

Çavdar Tarlasındaki Çocuklar Filmi Muhakkak İzlenmeli...

Olcay Kasımoğlu

Kendini Bilmek


İnsan kaynaklı sorunların temelinde insanın kendini bilmemesi ve bilgisizliği yatar.
İnsanın kendini bilmesi aynı zamanda varoluşun getirdiği insan gereksinimlerinin en temel belirleyicisidir.
İnsanın kendini bilme ve tanıma yolculuğu aynı zamanda kişinin kendi iç sesiyle mücadeleye girmesi ve kendini bağımlı kılan bir çok şeyden kurtulması demektir.
Altı’ncı yüzyılda yaşayan ve halkın kendini tanrılaştırdığı Yedi Bilge arasında yer alan Spartalı Khilon tarafından ilk kez Delfi’deki Apollon Tapınağı’na yazılmıştır bu sözler: “Kendini Bil.”
İlk bakışta ”Kendini bil” farklı bir ifade gibi gelir insana. Oysa her insanın içinde bir çok parçanın bulunduğu ve bu parçalardan hangisini daha çok kullanılması gerektiğinin çoğu zaman farkına varmayız. Bu nedenle kendini tanıma bir yerde bu parçaları anlama, güçlü ve zayıf yanlarının farkına varma uğraşıdır.
Kendini tanımak öncelikle insanın iç dünyasıyla, başka bir deyişle kendisiyle iletişime geçmesidir. İnsanoğlunun kendi dışındaki dünyayı anlamlandırabilmesi için de önce kendini bilmesi gerekmektedir ancak o zaman bütün varlıkların anlamı ve amacı konusunda derinlikli bir bakış açısına sahip olur.
Kendini bilmek aynı zamanda insanlarla güçlü iletişim kurmayı sağlıyor, olayların ve dünyanın farkında olup bunları doğru değerlendirme bilgeliği katıyor. Çünkü insan tek başına medeniyet ve kültür oluşturamaz.
Bunun yanında kendini bilmeyen insan her şeyi bildiğini sanır, bilmediği konularda ahkam kesilir.
Sokrates: ”Bildiğim tek bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir” derken  aslında hayatın anlamıyla ilgili sağlam bir kavrayıştan bahseder.
Kendini bilen insanın akılla bağlantılı bir eylemi vardır. Kendine özgü bir canlı olmanın da ötesine geçerek insanca yaşama anlam katar bu da haddini bilme, bilgi sahibi olma ve yürekliliktir. Bu olumlu özelliklerin varlığıyla belli bir zihinsel olgunluğa erişince insan, sahip olunan bilgileri anlamlı ve sağlıklı kullanma, yaşamı doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlayabilme bilgeliğine de ulaşmış oluyor. Hayatın anlamına da derinlikli bir bakış açısı kazandırıyor.
Kendini bilmenin yaratacağı bilgeliği anlatan Fars dörtlüğünde ki uyandırmayı, izlemeyi, şahitlik etmemeyi görmemek mümkün mü?
”- ki, bilmiyor ama biliyor bilmediğini; çocuktur, onu eğitin/yetiştirin.
– ki, bilmiyor ama bilmiyor bilmediğini; cahildir, ondan uzak durun.
– ki, biliyor ama bilmiyor bildiğini; uykudadır, onu uyandırın.
– ki, biliyor ama biliyor bildiğini; bilge kişidir, onu izleyin.”
Dünyanın en büyük temel sorununun, insanın kendini bilmemesinden kaynaklanan bilgisizlikten ve bilgiye duyulan ilgisizlikten kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Türkiye felsefe kurumu başkanı, ulusal ve uluslararası yirmiye yakın derneğin aktif üyesi olan İoanna KUÇURADİ' nin seslenişi oldukça manidardır.
''Neden acı çekiyoruz'' Çok kestirme bir cevap vermem gerekirse ''bilgisizlikten'' diyebilirim; bilgisizlikten ve bilgisizliğin yarattığı sonuçlardan.''
Yunus Emre’nin dizelerinde hayat bulan ”Kendini Bilmek” deki hikmetin güzelliğine hayran olmamak mümkün mü?
”İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır”
“İnsan niçin okur? Hem kendi, hem de başkalarının hakkı”nı bilmek için. Yani “kul hakkını ve sınırlarını” bilmek için. Bu, Tanrı’nın da insanlardan isteğidir. Gönül dünyasında olsun, toplum yaşayışında olsun  düzen ve huzur böyle sağlanacaktır. İnsan okuyor ama “hak-hukuk” bilmiyorsa, kul hakkı yiyorsa her şey boştur. Kuru, işlevsiz bilgi yüklemesidir yapılanlar.”
Kendini bilmeyen, hatta aramayan kişi yaşamını da boşa geçirmiş, eserini verememiş ve kendini gerçekleştirememiştir. İnsanın hayattaki en büyük başarısı kendini bilmesidir. Bilgi, her şeyden önce insanın kendini bilmesini sağlamalıdır. Kendini bilmek de önümüzü aydınlatır. İnsanın kendisini bilmesi kadar büyük nimet yoktur.
Olcay Kasımoğlu

12 Haziran 2020 Cuma

Gün Umut

Bizi biz yapan söylediklerimiz değil, uygulamaya geçirebildiklerimizdir. Ve hepimizin yaşadığı deneyimler sonucunda hayatımızla ilgili oluşturduğu bazı değerler ve çıkardığı dersler vardır.
''Öyle bir zaman gelir ki tek bir çağrıya önem veririz.
Yaşama bir el uzatmanın tam zamanıdır o an
Her şeyin üstünde olan bir armağandır bu''
Bu dünya zamanından hepimiz göçüp gideceğiz, üstelik her şeyimizle göçeceğiz.
Yaşadıklarımızdan, konuşanlardan geriye hiçbir şey kalmayacak.
İşte bu yüzden dünyayı açıklama iddiasından, aptalca bir sürü gereksiz mal ve mülk edinme hastalığından, sevgi ve umudu sığ sularda arayanlardan, sözde kurtarıcılardan, yaptığıyla, söylediği çeliş-enlerden mümkün mertebe uzak durmak sağlığımıza ve hayatımıza yapacağımız en büyük iyiliktir.
Kendi içimize doğru derinleşmenin, neye dönüşmek istiyorsak ona karar vermenin ve yenilenmenin zamanı olmadığını yeniden bir kez daha umutla, dirençle yüreğimize bir kez daha fısıldayalım ''Vazgeçme umuttan, sevgiden, inanmaktan.''
Yaşama amacımızı gözden kaybetmeden;
İnsanca yaşamak için gösterişe, bizim olmayanla avunmaya, başkalarının gözünde kendimizi aramaya, onanmaya ihtiyacımız yok.
Ruhu duyarlılıktan yoksun olmayan, sevme kapasitesi olan bilinçli özgürlüğe, koşulsuz sevgilere ihtiyacımız var.
Ben buna yaşamın aşuresi diyorum, hepsinden biraz.
Marifet o hepsinden birazla lezzeti yakalamak ve kendinin farkında olmak, kendini gerçekleştirebilmek insanın en büyük zaferidir bence.
Hiç unutma dedi bilge, ''Ancak yürekle bakıldığı zaman doğru görülebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez. Gülünü yüce kılan ona verdiğin emektir.''
Daha iyi bir dünya için, ışığımızın ve sevgimizin önce bizi sonra yaşamımızı ve tüm evreni aydınlatması dileğiyle sağlıklı bir yaşam önceliğimiz olsun daima....
Bir dostum, son soluğunda;
“Hayat buymuş demek ” demişti.
Doğarsın. Büyürsün. Koşarsın. Ve ölürsün .
Evet, kendimden biliyorum, budur yaşam.
Gözün kör, kulağın sağır olsa da, olmasa da.
Üç sözcükten oluşan bir cümleye ( “Hayat buymuş demek “)
sığacak denli yalındır yaşam.”
İnsanlar mevsimler gibidir yaşamadığımız sürece anlamayız nedir, neye kadirdirler…
Fırtınada çıkan esintiye teslim olursan arkasından açacak güneşten nasiplenemezsin yada sağanak yağan bir yağmurun ardından doğan gök kuşağını göremezsin…
Evet mevsimler gibiyiz hayatın bütünlüğünden vazgeçemeyiz, her mevsimin hakkını vermeliyiz.
Ah keşke makamındadır ve kendimize kim olduğumuzu hatırlatmak için hepimizin aynalara ihtiyacı var. Düşe kalka,yana yana, gülerek, ağlayarak illa insan yanımızla…
”Her şeyin bir bedeli var” derken şarkılar, değmez mi ”yaşamın” yaşamak gibi bir anlamı varken, yaşamı kucaklamaya, kendin için, herkes için iyi bir şeyler yapmaya ve direngen bir umutla sevgiye sarılmaya değmez mi?
Zorluklar aşıldığında ya da aşma gücünü duyumsadığımızda da, içimiz insanca bir coşkuyla dolup taşmaz mı; “Yaşamak ne güzel şey be kardeşim!..” diye.
Sağlık ve umut uyanık insanın en büyük düşüdür.
Bedenimizin her karesine değerli olmayı ve karşısındakini değerli kılmayı artıran o yaşam sevincini alıp yaşama karışmak dileği olmalı.
Hem de yaşama solmuş zamanlar bırakmadan gülüşü, kahkası dünyayı çınlatan içimizdeki gücü gün ışığına çıkararak… Ve umutla, coşkuyla, dünyayı daha yaşanır bir dünya yapalım…
Sağlıklı bir yaşam dileğiyle...
Olcay Kasımoğlu

8 Haziran 2020 Pazartesi

Sabahın Erkencisiyim

"Her sanatçının, içselliğini dışsallaştırdığı bir penceresi vardır.
Bazen içe, bazen dışa açılan, bazen insana, bazen doğaya...
Bazen de kendi penceresinden bakar yaşama, başka pencereler açar yaşantılara.."
Sabahin erkencisiyim.
Objektifime yansiyan karganın duruşunu ve uzaklara dalışını seyre daldım..
Sonsuzluğa uğurladiklarim, bir daha göremeyeceklerim düştü yaşıma...
"Özlemek ne uzun bir mesafe" 😔
Kalbimizin üstünde binlerce sözcüğün yankısı ve yüzümüzün kıvrımlarında binlerce hüznün, gülüşün, umudun kırıntısı ve duraksadığımız, soluklandığımız bir ömrün haritası...
Bazı şeylerin cevabı gibi ak ya da kara diye açıklanamaz.
İnsan;
Ruhunun her hücresinde ayrı bir his, birbirine tezat temenniler, umutlar, korkular, kaygılar saklar.
Bunun içindir ki, her ruh;
İyiyle-kötüyü, sevgiyle-sevgisizliği güzelle- çirkini yan yana taşır.
Neyi seçersek onunla yolumuza devam ederiz.
Ve...kargalari ve ağaçları ne çok severmişim meğer💕
Olcay KASİMOĞLU

Özgür ve Özgün

Acaba kaçımız, günlük hayatın koşuşturması ve medyatik gürültü içinde, yeni fikirleri, filizleri ve geleceğimizi biçimlendirecek hususları gerçekten fark edebiliyoruz?
İnsan mümkün olabileceğine inanmıyorsa, yenileşmeyi gerçekleştiremez.
Sürekli yenilenme kabiliyetine sahip bir insan geleceğe güvenle bakar, yeni düşünceleri ve geleceğin getirebileceği değişiklikleri de hoşgörüyle karşılar.
Dünyanın her yerinde gelecek ufku olmayan insanların hayata karşı tutumları, çaresizlik içinde bilinmeyeni beklemektir. Geleceğe yönelmeyen hiçbir insan kendisini yenileyemez.
Çağımızın güvensizliğine karşı durabilmemizi sağlayacak yöntemler bulmak, içimizde ki güç merkezini ortaya çıkarmak gerekiyor.
Bunun içinde; inandığımız, güven duyabileceğimiz değer ve amaçlara ulaşabilmemizi sağlayacak içsel bütünlüğün, kültürle yaşama dokunmuş bilincin, mücadele ruhuyla beslenmiş cesaretin, kendini bulmuş benliğimizin ”özgür ve özgün” olması gerekiyor.
Ve kesinlikle geçmişin korkularıyla yaşama tutunmak değil, her-şeyiyle yüzleşmek gerekiyor.
Düzenin köleleri olmamak için;
Yaşamı ''beklentileri yüksek olmayan bir bakış açısı ve arayışları ince bir ruhla'' anlamlı kılmaktır dileğim...
Olcay KASIMOĞLU

4 Haziran 2020 Perşembe

Bazı Hikayeler Yarımdır

Anlamadıysan yeniden yaşarsın
Fark ettiysen yenisini yaşarsın...
Ya insan, insan kendiyle boğuşuyor, çelişiyor unutuyor insan olduğunu.
Her şey yaşamak üzerine kurgulanmışken, tüm şarkılar, türküler buram buram yaşam ve sevda kokarken, insanlar da bir dünya, bir mal mülk edinme telaşı!
Yaşarken mi öldürüyoruz sevdiklerimizi, yada gülde dikeni unutan biz miyiz ?
Dokundukça ”Ah” diyen sese kulaklarımız sağır, yüreğimiz kör, kapılarımız kilitli, ruhlarımız sakat.
Bir dünya telaşına kapılmışız, bir ben bilirim, bir ben haklıyım nidalarıyla kendi içimize yuvalanır dururuz.
Telaş dediğinde, maldan mülkten, mevkiden, diplomalardan, başkalarının gözünde değerli olma, onanma sancılarıyla etrafımıza örülmüş bir cendere.
Sevmiyoruz kendimizi.
Yaşamı kutlamak değil, ölümü kutsamak öğretiliyor bize.
Ölüme dair, Seneca’nın seslenişi oldukça etkileyicidir;
“Ölümün olduğunu öğrenir öğrenmez, hayattan çekilmeye karar vermemişsek, burada bulunmamızın tek nedeni var mutlu olmaktır.
O zaman, üçgenin ille de üç kenarı olacak diye bir kural koymaya biliriz…” Ama insanoğlu kural koyar, insan oğlu nefsinin kölesidir, çok azı nefsini terbiye eder. ben ben diye bağırır durur, bencildir.
Kendimize adil, kendimize namuslu, kendi egolarımız tavan oldukça , aramızdan usul usul kayanları göremeyeceğiz, sessiz çığlıkları duyamayacağız.
Ozanın dediği gibi, “Hayat sunulmuş bir armağandır insana.” ama ne kadarımız bu armağanın değerini biliyor, ona hakkını veriyoruz?
Yoksa, hoşumuza gitmeyen bir armağan gibi, onu bir kenara koyup, eskimesini, yok olmasını mı bekliyoruz?
Ya da kaybetmek midir ölüm?
Varlığın esas olan huzura, serbestliğe kavuşması mıdır?
Her ölüm, erkendir diyen şair yanıldı mı bir yerde?
Esas olan, yaşamın ne manaya geldiğini çözemeden ayrılmanın garip yoksulluğu mu, yoksa sonsuzluk dediğimiz, aslında yaşamdaki sonsuzluk değerinde bir an mıdır?
“Çoğumuz ömürlerimizi sadece minik bir “kelebek etkisi” için yaşıyoruz belki de. Ama o etkiyi yaratacak dönüşümlerden ya da çabadan fersah fersah uzağız. Haliyle dünya bir bumerang gibi bize geri dönüyor bu durumda, hiç değişmeden… İşte bizim trajedimiz bu, içten dışa büyüyen bir kısır döngü.”
Oysa, insanın huzur ve memnuniyeti dışarıda değil içindedir.
Ve bizler ölümlü dünyaya, bitimli hayatlar almaya çalışıyoruz, birde bakıyoruz ki;
“Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrümüz, vakit gelip, sandıktan çıkarttığımızda bakıyoruz tedavülden kalkmış.
Evren bile tamamlanmamış hiç bir şey bırakmazken, eksiğe müsemma gösterir mi yaşam sizce?
Bitmemiş aşklardan düğümlere, yaşanmamış duygulardan tatmin olunmamış ilişkiye, dengesi şaşan terazinin eksik kalan kefesine, gizliye saklıya, arkadan iş çevirene, hırsından delirene, tutkusuna yenik düşene, can yakana, can alana, dönüşüme direnene, dönüştüremeyene, ben deyip bize geçemeyene yaşam bir şey verir mi sizce?
Bir insanın yaşama kattıkları, kültürü, ahlak anlayışı, ait olma bilinci kendine namuslulardan olmamalı.
Yaşama kırgın, kendimize küs, umutları ayağından vurup, bir ipe dolayıp boynumuzu yada kör bir kurşunla hoş çakal diyenler kadar, yaşarken kendini bulamayanlarda beni bir o kadar üzer…
Olcay Kasımoğlu

24 Mayıs 2020 Pazar

Sevgimiz Bizi İnsan Yapar

İlkeli olmak bir ''YAŞAM'' biçimidir, kirlenmişliğe karşı bir duruş sergilemektir...
21. yüzyıla baktığımızda;
Bu çağa, bu görüntülere anlam vermek mümkün değil... ilkeleri olmayan, kendini kuma gömmüş, , tam olarak ne istedigini bilmeyen, bir türlü anlaşılamayan, sürekli yaşamı katledenlerden bıktık artık.
''Hiçbir çağda, insan bu kadar küçük hesaplar yapmak zorunda kalmadı.
Hiçbir çağda insan bu kadar zamandan, sevgiden, saygıdan yana fakir olmadı.
Hiçbir çağda sana biçilen yolun biraz dışına çıkmak bu kadar ağır cezalandırılmadı.
Hiçbir çağda, giyeceğin, yiyeceğin, içeceğin şeyler bu kadar çok başkaları tarafından belirlenmedi.''
Hiç bir çağda insan kendiyle bu kadar çelişmedi.
Toplum olarak yaşadığımız travmaları, kronikleşmiş sorunları aşma iradesi gösteremiyoruz.
Unuttuk kendimizi, geçmişimizi ve bizi bir arada tutan ortak değerleri, ahde vefayı..
Er veya geç herkes yaptıklarının bedelini ödeyecek. Doğruyu yazan kaleme herkes er veya geç muhtaç olacak.
Adalet herkes içindir, er veya geç herkesin defterine mürekkebi damlayacak...
Toplum olarak da hak etmeyenlere dağıttığımız değerlerin bedelini ödüyoruz.
Bir filozof seslenmişti "su gibi sevda gibi birbirinin nefeslerini dinleyen" pırıltılara muhtacız.
Önce adam gibi adam olmalıyız.
Kendimize ait bir doğrumuz yok ise başkalarının yanlışlarını doğru kabul ederiz.
Yanlışlar da zamanla doğruların yerini alır.
Ve herkes kendi çikarina göre yaşamayi ilke edinirse sürer bu vasatın esareti...
Düşünen ve sorgulayan her insan, hangi şartlar altında olursa olsun insanı, değeri ve değerleriyle değerlendirir.
Ve vicdanımız... vicdanimiz yanılmaz bir yargıçtır, biz onu öldürmedikçe..
İyi bir sabrı kuşanmadan, iç sesimizle yüzleşmeden hiç bir işe başlamayalım, önemli kararlarda rol almayalım.
Kendi sahne arkamizi başkalarının sahne ışıkları ile kıyaslamayalım.
Değilmi ki;
İnsan ruhu doğanın parçasıdır. Doğa gibi
boşlukları muhakkak doldurur.
İçinde sevgiye yer olmayan her şeyi
sevgisiz yapar ve sevgisiz insan zayıftır
çabuk yenilir.
Sevgimiz bizi insan yapar.
İnsan olanın da onuru, itibari olur, saglikli sevgi anlayışı olur.
Ortamın adamı olmaz...
Olcay Kasımoğlu

22 Mayıs 2020 Cuma

Herkes Kendi Yaşamından Sorumludur!

İnsan yaşamı anlam içermektedir. İnsanı güdüleyen şey, yaşamını anlamlı kılma çabasıdır. Bunun yanında; herkes için geçerli evrensel bir anlam yoktur. Her birey için, yaşamın anlamı farklı olabilir. Önemli olan, o bütünün parçasıyken, yaşamı yaşanılır kılmaktır. Sadece kendi acısına ağlayan, yada sadece kendi sevinçleriyle mutlu olan insanların yaşamlarında, ego hep ön saflarda yer alır. Buda, iç sesimize hep perdeler çeker. Engin bir sevgiyle kucakla-yamayız yaşamı ve insanları.
Hayat var oluş anlamıyla çok güzel, onu asıl niyetinden uzaklaştırıp, yokuşlara tırmandıran, al aşağı eden biz insanlarız. Dikkatsiz, duyarsız ve duygusuz yaşadığımızdan, hayatın asıl manasını ıskalıyoruz. Güzelliklere özen göstermiyoruz, ayrıntılara dikkat edemiyoruz…Hangimiz bir an olsun, içtenlikle yüreğimize dokunup, o günü güncelleyip, yeni bakış açılarıyla, yüreğimizin kollarını yaşama açıyoruz?
Hayat çetelesi, kayıplar üzerinden insana hizmet sunuyor, dün ölenler, bugün ölecekler, sıra kimde bilmeden. O zaman neyin telaşındayız?
Bir çok insan, karşılaştığı olayları, aklın ve mantığın süzgecinden geçirmeden, sorgulamadan kabul ediyor, özne haline gelemiyor. Özellikle, kendi düşüncesi konusunda fanatik, eleştiriye kapalı, empati yoksunu insanların verdiği zararlar tahminler ötesidir. Tarafsızlığın, renksizliğin, vurdumduymazlığın, neme lazımcılığın kurbanı yüz binlerce insan var. Bunca renksizlik içerisinde, kıyamın olduğu her yerde, her şeye rağmen insanlar; sevginin, dostluğun, iyiliğin gücüne inandıkları için, nefreti reddetmekte birleşiyorlar. Hangimiz, en sevdiği yemeği bir kaç tabaktan fazla yiyebilir veya aldığımız hangi eşya, bizi sınırsız bir süreyle mutlu edebilir ?
İnsan, kendi dar sınırlarından çıkıp, daha zengin bir yaşam deneyimine ulaştıkça, bakış açısı da değişiyor. Ruh-beden sağlığımızı korumak istiyorsak, yaşamın anlamlı karışımını bulmak, hayatımıza sahip çıkmak zorundayız. Başkalarının insafına ve merhametine bırakılan bir yaşam, baharı kışa teslim etmeye benzer.
Öte yandan, hayatta en iyi ve en mutlu yaşam, olumlu düşüncelerdeki yaşamdır. Bu nedenle, iyi, yapıcı ve yaratıcı düşüncelerin insana verdiği mutluluğu hayatta başka hiçbir şey veremez. Ve hiç bir şey ölmüyor yaşamda. Ölen, insanların kendi kafalarında, kalplerinde öldürdükleri aslında. Bizler ise, ölümlü dünyaya, bitimli hayatlar almaya çalışıyoruz ve birde bakıyoruz ki;
“Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrümüz, vakit gelip, sandıktan çıkardığımızda, tedavülden kalkmış.” (Anonim)
Emeğin hiç bir zaman sorgulanmadığı bir yaşam ve sağlıklı sevgi anlayışıyla büyümek, ahlaki olgunluğa erişmek, iyiliğin, sevginin parçamız olduğunu bilmek, insanın asıl doğasına ait tüm özellikleri unutmadan, varoluşumuzun, özümüzün güzelliklerinden utanmadan yaşama yürümek, yaşamı değerli ve anlamlı kılıyor.
Biz, yaşamın çocuklarıyız ve yaşam sürprizlere gebe. Bazen, iyi dediğimiz şeyler, yaşandıkça, kötü olarak da karşımıza çıkabilir, yada tam tersi, kötü dediğimiz şeyler, bizi iyiliğe götüren eylemlerde olabilir.
Acı çeken bir insan, belki de bir gün önce, mutsuzluğuna sebep olabilecek bir durumu, çok mükemmel bir olaymış gibi umutla beklerken, hiç ummadığı bir sonuçla karşılaşmış olabilir. Bu yüzden hayat konusunda, yanlış yargılara kapılmak mümkündür.
‘’İnanmadığın gibi yaşarsan, yaşadığın gibi inanırsın,’’ sözü oldukça anlamlıdır.
İnsan, sorgulamayla, zihninin alışkanlık perdesini yırtabilir ve mutlak gerçek olarak benimsediği kavramları sil baştan yeniden ele alma cesaretini gösterebilir, ezber bozabilir.
Yeter ki kendimize ve yapmak istediklerimize, yapabileceklerimize güçlü bir şekilde inanalım. İnanmış bir insani yolundan çevirmek zordur. İnanmak beklenti demektir; beklenti ise umut. Kendimize inanalım, değerimizi başkalarının gözünde aramayalım. Kendimize ait değerlerimiz ve kendimize ait bir yaşam felsefemiz muhakkak olsun.
Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Ne yapalım, kaderimiz böyleymiş deyip; öğretilmiş, öğrenilmiş çaresizliği kabul etmek cehalettir.
Yaşam; seçtiklerimizdir ve seçtiğimiz yolun yolcusu biziz. Bütün sapaklar, dönemeçler yolcuya aittir. Diğer insanların bizim hakkımızda ne düşündüğü, aslında o kadar da önemli değildir. Diğer insanlar için, bu dünyaya gelmedik. Herkes kendi yaşamını yaşamak ve yaşama olumlu katkılar sağlamak için burada.
İnsan bir şeye gerçekten gereksinim duyuyor ve istiyorsa, bunu ona sağlayan şey rastlantı değildir; kendi içindeki istek ve zorunluluk onu çekip, istediği her ne ise ona doğru götürmüştür. Aslında, dışımızda gördüğümüz şeyler de içimizdekilerin aynısıdır. Bu gerçeğe, bu kadar aykırı bir yaşam sürmemizin nedeni, kendi dışımızda ki her şeyi tek doğru sayıp, içimizde ki dünyaya söz hakkı vermememizdir. Oysa insan, bir kez işin bilincine vardı mı, illa ki çoğunluğun izlediği yolu seçmesi diye bir şey söz konusu olamaz. O zaman bunu kader, yazgı diye kabul etmez. Yeter ki bir kez olsun, içindeki dinamiklerle yaşamını buluştursun.
Ve insan, yaşamsal değer taşıyan hiç bir şeyi unutmamalı. Kendi yaşamlarına sahip çıkanlar ve yaşamın insana verilen en güzel hediye olduğuna inananlar; umut etmekten, inanmaktan, asla vazgeçmeyeceklerdir. Yeni değerler yaratanların etrafında döner dünya; ama sessizce!
Olcay kasımoğlu

Kendimizle Yüzleşmekten Korkmak

Bazen daha fazladır her şey ve yıllar ilerledikçe zevklerimiz, hoşlandığımız şeyler değişir!
O zaman insanı özel kılan nedir? Sadece bedeni mi? Hangi sınıftan olduğunu söyleyen giysileri mi? Parası mı, gücü mü? Yoksa içinde çalkalanıp duran, kartal olmak için bazen karanlıkta yarasalar arasında, kimi sürüngenlerle nemli iklimlerde, bazen de semanın ötesinde devinen ruhu mu?
Zamanla güçlü bir zeka ve ruhu olan insanlar isteriz yanımızda. Çünkü seçimlerinin de kendisinden bağımsız olmadığını biliriz. Seçtiklerimiz bize aittir. Seçtiklerimizin aynasında parlarız.
O zaman akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek niye?
Hepimizin kendine ait veya başkalarından alıp sakladığı sırları, sırlardan kurduğu surları ve yıkamadığı kaleleri var.
Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar bilmezler mi üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız. Eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz bir ömür boyu.
Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında.
İnsanlar da, kendi yaşamlarında gün gelir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalırlar.
İnsan, kendi hayatından sorumlu olduğu zaman, kendini disipline eder. Kişi kendine egemen oldukça hayata ve içindekilere de egemen olur.
Yeter ki kalbimizdeki sağanaklara hayat vereni, verenleri fark edelim…
Bununla birlikte İnsan, sıklıkla sosyal ilişkileriyle ilgili çıkarımlar yapar. Başkalarının düşünce ve davranışlarını anlamak ve tahmin etmek için sosyal işaretleri okumaya çalışır. Ne yazık ki, kişinin yaptığı bu çıkarımların yanlış olma ihtimali beynimizin kullandığı bazı kısa yollar ve sahip olduğumuz bazı ön yargılar nedeniyle oldukça yüksektir.
Bunun yanında her bireyin gelişimi, fiziksel, zihinsel ve duygusal yönlerini kullanma tarzı farklıyken, hayatı mücadele etmeye değer kılan ve şaşırtıcı hale getiren şey de bu seçim”Kendimizle yüzleşmek” ve farklılıklar değil midir?
Burada kendimizle kurduğumuz diyaloğun niteliği, kendimize dair hissettiklerimizi doğrudan etkilerken; Farklılığı anlayıp, yaşadıklarımız karşısında aldığımız tavırla, kendi iç benliğimizle yüzleşmek, “Neden ben” diyerek zaman kaybetmemeyi, onun yerine “Mimdi ne yapmalı?” demeyi öğretir. İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Peki, hangimiz, özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya ya da kendi gerçeğimizle yüzleşmeye hazırız?.
”Gerçek insanı özgürleştirir. Çünkü gerçekleri görmek ve kabul etmek, bize onları değiştirme gücünü verir. Kabul bu gücü içinde barındırır. Ama insanların çoğu gerçeklere inanmamayı, kendiyle yüzleşmemeyi tercih ediyor. Gerçeklerle yüzleşme cesaretini göstermek yerine, gerçekleri göz göre göre inkar ederek özgürlüğünü feda etmeyi seçiyor. Kendinden kaçan korku dolu insanlar için özgürlüğün bir değeri yoktur. Onlar güvence peşindedir, gerçek özgürlüğün değil.
”Kendimizle yüzleşmektense olan bitende başkalarını suçlarız. Başarsızlıklarımızı kabul kendimizle yüzleşmedir. Başarısızlığımıza başkaları neden olmadı. Sevgilimiz vefasız olduğu için bizi terk etmedi. Aile içinde diğer fertler kötü oldukları için bütün bunlar olmadı. Öğretmenlerimiz bizi sevmedikleri için kötü not almadık. Kendimizle yüzleşemeyiz çünkü kendi sorumluluğumuzu yüklenmek istemiyoruz.”
Oysa; Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır. Yeterince iyi olamadığımız düşüncesinden korkmamalı ve kendimizle yüzleşmeliyiz.
Korkularımız, birer birer masaya yatırıldığında ve onlarla yüzleşebilmek cesareti göstere-bildiğimizde hayatımızdan çekilirler. Korktuğumuz ve kendinizden uzak tutmak için uğraştığımız şeylere bilinçsizce karşı direnç oluşturarak kendimize çekiyor, yaşamımıza sokuyoruz. Korkularımızın samimi anlamda farkına varabildiğimizde, realitemizi değiştirmiş olacağız. Çünkü geçmişten öğrenmek ile geçmişte yaşamak aynı şey değildir.
İnsan her türlü gerçekten korkar, özellikle ruhsal gerçeklerden. İçinde bulunduğu realitenin gerçeklerinden, yaşamının gerçek amacını bilmekten, geçmesi gereken bir üst realite basamağının gerçeklerinden korkar. Tüm korkular, değişme cesaretini, gücünü bulamadığımız noktalardan kaynaklanır. Ve biz kaçtıkça gücümüz ve cesaretimiz azalır, korku büyür.
”Gerçeklerle yüzleşmek rahatlık alanımızın dışına çıkmayı gerektiriyor. Gerçeklerden korkuyoruz çünkü değişimden korkuyoruz. Çünkü bilinmeyenden korkuyoruz. Bildiğimiz alışık olduğumuz düzen bize ne kadar acı verirse versin tanıdık geliyor. Bu tanışıklık duygusu çocukluk dönemimize uzanıyor. Çocukluğumuzda annemize şiddet uygulayan bir babanın terörü altında yaşamışsak, bir erkeğin kadına şiddet uygulaması bizim için “tanıdık” oluyor. Maruz kaldığımız şiddet; Sözel, duygusal, fiziksel veya cinsel boyutta olabilir. Ne kadar acı çekersek çekelim, mutsuz olursak olalım, yine de bildiğimiz “tanıdık koşullar” altında yaşamak, bilmediğimiz “yeni koşullara” adapte olma sürecinden daha kolay, daha risksiz, daha güvenli geliyor. İngilizcede tanıdık (familiar) sözcüğü aile (family) kelimesinden geliyor. Bu bağlantı ilginç değil mi? Bu nedenle terk edemiyoruz bizi tüketen ilişkileri, bize zarar veren ortamları, bizi sömüren insanları… Çünkü onlar “aileden”, onlar “tanıdık”.
Neresinden bakarsak bakalım kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu, dışarıya akamayan bir irin gibi bedenimizi ve ruhumuzu ele geçiriyor. İçimize hapsettiğimiz her duygu aynı zamanda içimizin hapishanelerini yaratıyor.
Oysa yapabileceğimiz yegane şey; Duygularımıza dair anlayışı, saygıyı korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebilmemizdir.
Korkularımızla yüzleştiğimizde, asosyal topluma ve olumsuz insanlara karşı sağlam bir duruş geliştirebiliriz.
Bunun içinde kendi iç benliğimizle barışık olup, içimizdeki çocuğu özgür bırakalım.
Her şeyi belki yapamayız ama kendimize saygılı bireyler olarak bu hayatın içinde değerli, üreten, paylaşan, sevdiklerine ve sevdiğine omuz olan başlar olabiliriz. Bunu için hiç bir zaman geç değildir. Yeter ki biz kendimize geç kalmayalım.
Sığ sorunlarla, kendimize yaptığımız haksızlıklarla, yaşamak sevincini örselemek bu yaşama en büyük haksızlık değilde nedir?
Oyduğu bir kayadan akan bir suyun şırıltısı bile varlığını belli ederken yaşamı mazeretlere kurban etmek, hem kendimize hem yaşama en büyük haksızlık değilde nedir?
Kendi benliklerinin farkına varanlar, yaşamdan ne beklediğinin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz gerektiğini bilirler. Yanıtımızın doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerektiğinin de bilinciyle yaşama değer katarlar.
Kendini tanımak uyanışın esas bölümüdür ve yüzleşmek kendi gerçekliğimizin farkına varmak demektir. Dışımızdaki gerçeklerin farkındalığı o zaman anlam kazanır ve doğru bir temele oturur. Ancak o zaman insan kendi kendiyle yüzleşir. Yetişkin, özgür ve mutlu olabilir. Karanlığın bilincine vararak aydınlanabilir ve insan, kalbiyle, aklıyla yaşamın içine yürüyorsa bu dünyada hiç bir şey imkansız değildir…
Korkular, suçlanmalar, kendine güvensizliklerle oluşan bir kozanın içine de bir ömür boyu kalmak hem kendimize, hem bize bahşedilen yaşam armağanına en büyük haksızlıktır. Kendimizle yüzleşme, sorumluluğumuzu alma, hatalarımızı görme cesareti hem kozayı delecek hem de bizi güçlü kanatlara kavuşturacaktır.