Translate

26 Şubat 2019 Salı

İster seyircili,ister seyircisiz...

Yaşam, her şafakla beraber yeniden doğar. Bu doğuşla birlikte hepimiz kendi payımıza düşenle yaşam içinde ki rollerimize döneriz. Ne olursa olsun, nerede olursak olalım bir dünya sahnesi var ve hepimize bir görev dağ-ilimi verilmiş. İster seyircili, ister seyircisiz.
Doğduğumuz yeri seçme hakkımız olmadığı gibi, isimlerimizi, okuduğumuz ilkokulu, çevremizi, ana, babamızı, kardeşimizi seçme hakkımız yok. İnsan yaşamının ilk yedi yılı ''buna kritik evre''de deniliyor çok önemli. İleride yaşayacağımız hayatın temelleri aslında bu ilk yedi yılda atili-yor. Bebeklik ve çocukluk dönemini kapsayan bu evreler kişiliğimizin oluşmasında çok önemli. İnsanların yetişkinlik evrelerini dikkatle incelediğimizde asil sorulması gereken soruyla karşılaşıyoruz.
Davranışlarımızın, söylemlerimizin, eylemlerimizin, ön yargılarımızın, sorgulamaları mızın kaynağı nereden besleniyor? Özellikle toplum psikolojisiyle yakından ilgileniyorsaniz, toplumu oluşturan unsurları irdelemeyi kendinize görev bilmişseniz bunlara kafa yormamanız mümkün değil.
Burada yetkinlik ve bilinç devreye giriyor. Tabii ki insan psikolojisiniin ve toplumsal yaşamın insan davranışları üzerinde ne kadar etkin olduğu üzerine de iyi bir gözlem ve yaşantı olması gerekir.
Kendimi bildim bileli insan ilişkileri, toplumsal statüler, toplumsal hiyerarşi, geleneksel aile yapısı ve post modern yaşamla, modern yaşamın kesitleri üzerine oldukça kafa yordum. Yaşama amaçlarımdan biri desem yeridir, abartmış olmam. İnsan davranışlar-ini ve insanin insan üzerinde bilinçli olsun, bilinçsiz olsun kurmaya çalıştığı hakimiyeti her zaman merak etmişimdir.
Gerek mesleki alanda gördüklerim, deneyimlediklerim, gerekse özel ilişkilerimde insan dokusunun naif ve ince noktalar-ini görmenin getirdiği bir bilgi birikimiyle hep daha içlere iç odalara yürüdüm. Bu merak tamamen kişi ve kişiler üzerinden değil, bütünü kapsayan bir sorgulama ve anlamadan yargılamama üzerine kurulu idi.
Yaşadıkça;
Sevgiyi, aşkı, özlemi, insanı duyguları kapalı yaşayan insanların tutkulu olamayacaklarını gördüm.
Sevdiklerinin peşinden gidecek, mücadele edecek, köprüleri yakacak kadar yüreklerinin büyümediğini gördüm. Değişmekten, yeniliklerden, tutkunun iç yakan tutkusundan pek çok şeyden korkarlar.
Mücadele etmekten korkarlar, değiştirmeyi düşünmezler. Duygularında derinlik yoktur, kendi içlerinde, kendi duvarlarına çarpa çarpa kendilerini yaşarlar. Her zaman anlaşılmayı beklerler. Karşılarındaki kişileri, olayları anlamayı hiçbir zaman düşünmezler. En küçük bir fırtınada arkalarına bakmadan kolayca vazgeçerler. Hatta sevgilerinden, dostlarından bile. Kendileri için yaşamak, kalıplaşmış düşünceleri her zaman daha önemlidir. İçlerindeki sevgi kırıntılarını çoğaltıp paylaşmayı düşünmezler. Sadece kendine namuslu olmakla namuslu olunmayacağının farkında bile değildirler. Emek vermeden emeksiz sevginin gün gelip yitip gideceğinden, sevginin koşulsuz olması gerektiğinden, emek istediğinden bi haber yaşamanın yaşam olmadığını sadece bir nefese bekçilik ettiğini, bilmeden göçüp gidecekler dünya zamanından.

Oysa insan;
Yetmezlik içinde bile mutlu ve dingin olabilir. Her şey, doymazlık da gizlidir. Büyük irdeleme ve küçük yürüyüş başlamasın bir kere, her an yaşam fışkırır hücrelerimizden; en kırılgan zamanlarda,en puslu havalarda bile. Yaşamı tekdüze yaşayanlar ve bunları 
yazgı, töre diye savunanlar yaşamı  sadece yaşamış olmak için harcarlar. Bu insanlara yak desen yakarlar, yık desen yıkarlar.  Soluk katmak, düşlerin terzisi olmak, toprağın gerinmesine, sabah şafağına  şahitlik edip,  onlarla yenilenmek ve  yaşam sofrasında anlamlı yaşamak her sağlıklı insanin isteği olmalı. 
Başkalarının gözlerinde aramamak düşlerini. Hayata ve insanlara beklentisiz bakmak ne kadar önemli. Pek çok insan yalnız gördüğüyle dünyayı algılar, aldığı kadarıyla yorumlar. Aslında her şeyin kendi içinde bir dili vardır ve her şey bir o kadar doğurgandır yaşamda. İnsanca yaşamak, doğaya, yaşama  saygılı davranmak, bu dünyadaki konukluğumuzu güzelliklerle taçlandırmak akıllı insan işi.  Genel olarak, ruhunu huzura kavuşturmayı bilen, iç dünyasında kendisi ile barışık olmayı seçen ve düşünce biçiminde pozitifliği benimsemiş kişiler 
 dışarıda gürül-gürül akan bir dünyanın farkında. Dünya büyüleyen bir zekanın tasarladığı, üstün yetenekli bir ressamın her sabah tekrar çizdiği, dünya ölçekleriyle kabul görmüş bir tablo gibi mucizevi güzellikte gözlerimizin önünde duruyor. Bu tablonun tadına varabilmenin vahasına çıkabilmek için, aşk ve samimiyet kaynaklı bir zarafet koridorundan süzülmek-çözülmek gerekiyor...
Yoksa; ''Bir dostun muhabbetinden, bir aşkın nefesinden düştüysen uzağa;.. pırıltısız,kanatsız, çığlıksız bir kuytudan öte bir şey değildir dünya.''

Harika bir dünya sahnesi var ve herkese yetecek kadar görev dağılımı; ister seyirci ol, ister yönetmen veya oyuncu;yeter ki insan olalım. 'İnsan olmak' en mühimi  sevmek, sevgiyi seçmek en güzeli ! Yeter ki öze dokunsun, candan olsun. Hakka, adalete, sevgiye ve demokrasiye inanalım.
''Limon ağacıyla limonlar, nar ağacında nar ve illaki güneşte kızarmak isteyen üzümler. Sonra yukarıda başımızın değmediği gök, ayağımızın bir basamadığı toprak ve denizler uçsuz bucaksız. Gerisi boş, yalan, insana ait olan. Gerisi boş, biz geçerken var hepsi..'
Hayat bizi yargılamaz, kendi içinde ki öze ulaştırmak için, bütün evreni kalbimizle dinlemeye davet eder.  
Hayatin  hiç birimizle derdi, tasası yok. Yaşamı, kuru söylemlerle, nutuklarla, siyasi argümanlarla al aşağı eden insanin kendisi. Yeryüzünde  yeterince insan kani akıyor,  yeterince silah tüccarları paranın kölesi ve bir o kadar da çarkı bozuk düzen de insan kendini pazarlıyor. Bu düzenin devam etmesi için gerekli şaklabanlığı yapıyor. Geriye sadece ve sadece sevgiyle taçlandırılmış vicdan ve merhamet kalıyor. Bunun da okulu yok. ne diplomalar ne saraylar, şatolar insani insan etmeye yetmiyor.

''21. Yüzyıl insani çiğ. Ruhsal (can) tarafına değil, bedene yatırım yapıyor.  İnsanlar ve evren(doğa) ile bağlantılı olumlu duygular üzerine yoğunlaşmak yerine, nasıl daha çok para kazan-irim telaşına düşmüş. Yaşamla ilgili sahip olduğumuz değerler yerine  maddiyata kafa yoruyor.
Yaşamdan zevk alma yetisini kaybediyor. Anlaşmazlığı, çatışmaları kanıksıyor. Eylemleri yorumlama, sorgulama ve anlam yetisini kaybediyor. Sevgiyi koşullara bağlıyor. Koşulların  niteliği hakkında belli bir  fikri bile yok. Bencil,peksimet, özgürlüğün, samimiyetin, doğallığın ne olduğunu bile bilmiyor. En acısı da bildiğini sanıyor. Ahkam kesiliyor. Sevme yetisini kaybediyor. 
Kendini bilmeyen, hatta aramayan kişi, yaşamını boşa geçirmiş, eserini verememiş ve kendini gerçekleştirememiş oluyor. İnsanın hayattaki en büyük başarısı kendini bilmesi ve yaşamın anlamını keşif etmesidir. Bilgi, her şeyden önce insanın kendini bilmesini sağlar, önümüzü aydınlatır.''

Olcay Kasımoğlu

Varlığının sıcak okşayışlarıyla

''Her şeyi söyledi gök her şeyi, içe düşen, dipdiri ve şefkatli her şeyi... Duyamamaktan daha acı ne var?'' 💕
Vardır elbet herkesin bir hikayesi 
Koynunda sakladığı nazlı bir özlemi
Avuçlarımızda ıslak bir düş
ne getirebilir ne alabilir içimizde ki hasreti
Seven için ayrılık yok ki...
Sayki
Ben hiç sevmedim
Hiç yoluna yatırmadım bu gözleri
Ne içtim suyundan ne paylaştım sevgiyi
Sayki hiç geçmedim sana
Elim yanmadı avuçlarında
Susamadım yokluğuna
Yanmadım ateşi hasretin dumanlarında
Sayki
Ben hiç sevmedim
Kokun hiç yakmadı genzimi
Üşümedim yokluğunda
Sayki yanmadım hiç ateşinde
Yoktum senin olmadığın hiç bir yerde
Sayki
Ben seni hiç sevmedim....

Olcay Kasımoğlu
 

Özgüven

Bütünlüğün içsel boyutlarında kendini aşmış insanlar akılla birlikte özgüvenin önemini bilir.
Özgüven, ruhsal olgunluk ve sağlam karakter herşeyin özüdür. Karakteri zayıf,donanımı yetersiz insanların yargılama gücü zayıftır, içsel derinlikleri öngörüden, içtenlikten yoksundur. Kendine özgüveni olan insan bananecilik ve korkaklık arasında gidip gelmezle,çare arayışına girerler.

Özgüven önemli bir kişisel özelliktir; yaşamla baş etmemizi ve sorunlarla gerçekçi bir şekilde mücadele etmemizi, zorluklara dayanmamızı kolaylaştırır.

Özgüven aynı zamanda; yaşamın önemli zorlukları ile başa çıkma gücüne sahip, mutlu olmaya layık bir kişi olma deneyimidir. İnsana güç verir, yaşama isteğini güçlü kılar, pozitif enerjiyle dolarsın. Etrafındaki insanlarla kolay iletişime geçersin. İnsanlarla iletişiminde açık, anlaşılır ve güven veren bir kişilik profili çizersin.

Yaşama özgüvenli bir şekilde yaklaşmak, bize yeni ufuklar açar, bakış açımızı, kendimizi günceller. Bunun yanında özgüveni kesinlikle aşırı bir güven duygusuyla örselememek gerekir zira aşırı öz güven diğer insanları tedirgin eder, kişininde olaylara objektif olmasını engelleyebilir. Bu nedenle özgüven çok önemli olduğu kadar eylemlerinde adıl olmakta, insan ilişkilerinde doğru kullanmakta o kadar önemlidir.
Özgüven, özellikle; daha önce hiç yapmadığımız bir işle karşılaştığımızda, özellikle karar vermemiz, inisiyatif kullanmamız veya yeni insanları işin içine katmamız gereken durumlarda önem kazanır. Öz güveni kesinlikle hırslarımıza yem etmemeliyiz.

Devreye, özgüveni örseleyen aşırı hırslar girerse; sınırlarımız olduğunu kabul etmek istemeyiz, yeteneklerimiz hakkında gerçekçi olmayan düşüncelere kapılırız. Üzerimize aşırı iş yükü alırız, böylece her zaman iyi iş yapamayız.

Her şeyin iyisini kendimizin bildiğini düşünürsek, önerileri göz ardı ederiz, bize yardım etmek isteyenleri de genellikle reddederiz.

Oysa hırslardan, egolardan, bencillikten arınmış bir özgüven duru akan bir nehire benzer. En iyi için çaba göstereceğimizi ve kabul edilebilir bir sonuç ortaya koyacağımızı bilerek işleri ele alırız. Bir işi yapamadığımızda mazeret üretmek yerine yeniden denemeye başlarız. İlk seferinde tümüyle doğru olarak anlamadığımız yada yapamadığımız bir işin dünyanın sonu anlamına gelmediğini biliriz. Hatalarımızı dert etmek yerine onlardan ders almasını becerebiliriz. Bir çok durumla ve sorunla daha iyi baş edebiliriz.

Bazen de hiç olmadık anlarda olmadık yerlerde karşımıza çıkan olaylar, kişiler bizim kendimize olan özgüvenimizi tehdit eder, kendimizi çıplak hissetmemize neden olurlar. Böyle durumlarda kendimize olan özgüven duygumuzun neden etkilendiğini doğru ve açık bir şekilde kendimize teyit ettirirsek bu olumsuz koşulları lehimize çevirebiliriz.
Özgüven bir kişilik özelliğiyse, karşımızda ki insanlar, koşullar bizi bu konuda ne kadar etkileyebilir yada ne kadar ufkumuzu tayin edebilir ? Bu tamamen kişinin kendini bilmesi ve nasıl gördüğü ile alakalidir. Kendi derinliği olan, yaşamın bütün olumsuzluklarına rağmen, içinde ki ışığı söndürmeyen insanlar, sabrı doğru davranışlarla olumlayanlar,kendilerine duydukları saygı ile yaşama daha bir özgüvenle bakarlar. Egoları törpülenmiş ve zaaflarının farkında olanlar insanlar, kendi sınırlarını çok iyi tanımlarlar.

Özgüven bazen gelip giden, bazen azalıp artan bir duygudur. Yaşam koşullarının getirmiş olduğu bazı durumlarda duygu değişimleri yaşayabiliriz. Bazen kendimizi başka birinin karşısında güçsüz hissedebiliriz, yada bir acı karşısında duygusal tepkiler gösterebiliriz bu bizi öz güven duygusundan alı koymaz sadece her kesin farklılıkları olabileceği gibi özgüveni olan insanlarında bazı olaylar karşısında insanı tepkiler verebileceklerinin en güzel nişanesidir.

Bunun için fazlaca endişelenmeyelim, bunlara takılıp kalmayalım.
Özgüven; geliştirilebilir, girişken olmak öğrenebilir, fikirlerimizi daha sesli ifade edebiliriz, yeter ki cesaretli olup, hata yapmaktan korkmayalım.
Başarısızlıkların birer ders olduğunu ya da başarı yolunda küçük molalar olduğunu düşünelim. Elde ettiğimiz her başarıyla özgüvenimizin arttığını ve yaşamın nasıl sevilesi, yaşanılası olduğunu gördükçe, özgüven duygumuza bir kez daha sarılıp yaşamın içine akalım.

Kendine güven, ruhsal olgunluk ve sağlam karakter her şeyin özüdür. Karakteri zayıf, donanımı yetersiz banenecilik ile korkaklık arasında gidip gelmezler, çare arayışına girerler. Özgürlüğün gerçek mutluluk, cesaretinde insanca yaşamak için elzem olduğunu bilirler. Güvensiz insanların yargılama gücü zayıftır. İçsel derinlikleri öngörüden yoksundur her duyduklarına inanırlar. Bu nedenle baş eğen bireylerin oluşturdukları toplumlar bilinçten yoksundurlar. 

Olcay Kasımoğlu



Öfke biçer, geriye kalan küldür artık...

İçimizde düşler,beklentiler,anılar, tutkular ,düşünceler ,acılar, değerler, sıkıntılar var,  iç içe geçmiş kutular/ kutular gibi.
Kimi yaşam sayfalarını bir çırpıda tüketiyoruz, kimi yaşam sayfalarında uzun uzun düşünüyoruz ,kimini paylaşıyor ,kimini koparıyoruz. Belki kimi sayfalarda kalmak isteği ,hiç dönmemek isteği, tam da eksildikçe çoğalma noktası.
''Herkes öfkelenebilir; bu kolaydır ancak doğru insana,doğru ölçüde,doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak işte bu kolay değildir.'' Aristoteles
Öfke, aslında bir hırstır; kendi kendini şişiren ve etrafına zarar veren. Çoğu zaman öfkelendiğimizi kabul etmeyiz bile. Nedenler ne kadar makul olursa olsun, ne sunarlarsa sunsunlar, öfkemizin kaynağını haklı çıkarmaya çalışırız.
Benimse aklıma; ebeveynlerin öfkelendiklerinde''buna çoğu kez hepimiz şahit oluruz'' öfkeden çıldırmış bir şeklide, çocuklarını dövdüklerini görürüz. Döverken gözleri yuvalarından fırlamış gibi durur. Sesleri yüksek çıkar,suratları birbirine karışır. Oysa ''gözlere öfke doldukça'' sevgi görünmez olur.
Öfkemiz sevgiden büyükse, adamlığımız nerede kalır?
Durup, özellikle izlediğinizde; afallayıp kalırsınız. Nasıl olur bir insan ''kendi yavrusunu'' hemde savunmasız bir canlıyı öldüresiye döver, öfkesine mahkum eder.
Buna öfke patlaması diyelim, aklın uçup gitmesi diyelim ne dersek diyelim lakin sonuç her zaman üzücü ve utandırıcı.
Dayak yüzünden sakat kalmış çocuk sayısı, dünya üzerinde azımsanmayacak kadar çoktur. Gerek bedenen, gerekse ruhen bir çok çocuk ''derinden yaralar'' almıştır, almaktadır.Bir çocuğa istediği her şeyi alın, marka giydirin, inanın hiç önemli değil. Her çocuk bunu büyüdüğünde unutacak ama ona nasıl davrandığınızı, ona kendini nasıl hissettirdiğin-izi asla unutmayacak.
Hep düşünmüşümdür; neden devlet bu konuda yeterli hassasiyete sahip değil diye ? Anne baba olmak; çocuğa eziyet etme hakkımı veriyor, bu nasıl bir anlayış ?
Geleceğin; çocuk eğitimine bağlı olduğunu bilmeyen bir devlet yoktur. Ama ne hikmetse devlet de, toplum da yaşayanlarda, görmezden gelmiştir çocuk şiddetini.
Çocuğunu döven, sakat bırakan anneye, babaya kimse müdahale etmez. Bu beni çok rahatsız ediyor, herkesi etmeli...insanlık suçu bu. ..
Bir çocuğa sahip olmak, ona dövme hakkını vermiyor.
Bir insanı; öfke kadar yolundan,mantığından şaşırtan başka bir şey düşünemiyorum.
O küçücük yüzlerini korumaya çalışırken, o gözlerden yaşlar gelirken ve en son her şeye rağmen yine onların ayaklarına dolanan o kolların sarıldığı yerde, her şey ters düz oluyor. Sisin içinde kalmış çocuk sesleri...
Oysa çocuk; onlara duyduğu sevgi ile, onların ''ruhunda yarattığı hasarı'' birbiriyle uzlaştıramaz. İçinde biriken bu öfke; çocuğun tüm yaşam alanlarına yayılır. Hissettiği olumsuz duygular yaşama ''uyumunu'' zorlaştırır.
O yaşanan anlar, çocukların derinlerinde saklanıp yıllar sonra farklı şekillerde kendini gösteriyor. Bileğin yerine yüreğimizi kullanmak varken onların yüreklerini betona çeviriyoruz. Hasada duramayan çorak topraklar , ellerinden alınmış yeşil vadiler bırakıyoruz. Sonra sevgisiz, tutuklu, şiddettin dili kullanan yeni ebeveynler yaratıyoruz. Kendi hamurumuzun ışığını aynada görüyoruz.
Bazı anne babalar; dayağın, çocuk eğitiminde gerekli olduğunu düşünürler.
Dayağın; uzun vadede çocuğa kazandırdığı hiçbir eğitici yanı yoktur. Hiç bir şey kazandırmaz?
Kazandırdığı tek şey; dayağı bir yöntem olarak o da kendi yaşamına katar.
Sopayla eğitilenin korkuları zamanla umutlarından büyük olmaya başlar ne kadar acı değil mi !
Çocuk dayak yediği andan itibaren kısa bir süre içinde istenmeyen davranışı yapmaz. .
Lakin; bir süre sonra çocuk kendini ifade edemediğinde, kendisini o davranışı yapmaya yönelten gereksinmeleri karşılanmadığından, yeniden aynı davranışta bulunacaktır. Buda dayağın uzun vadede çocuğa kazandırdığı hiçbir eğitici yanı olmadığının kanıtıdır.
Ana-baba öfkesini kontrol edemediğinde; çocuk kendisini yalnız hissediyor ve kötü bir insan olduğunu düşünüyor. Ve zamanla böyle olduğuna inanmaya başlıyor. Suçluluk psikolojisi yaşamaya, kendine güveni azalmaya başlıyor. Sık sık yaşanan öfke, çocukta “ben kötüyüm”inancının yerleşmesine neden oluyor.
Çocukların uğradıkları bir başka şiddet de ''aile içi veya aile dışı cinsel şiddet'' her iki şiddet türü de çocukların ruhsal sosyal ve zihinsel gelişimini çok olumsuz yönde etkiliyor.
Çocukları; cinsel şiddetten korumak için öncelikle anne babaların bu konuda gerekli bilgileri çocuklarına zamanında vermeleri gerekmektedir.
Dünya onlar için yeterince büyük ve zor iken, şiddet onların yaşama uyumlarını daha da güçleştiriyor.
Anne baba olmak ''ruhsal olgunluk'' gerektirir. Hiç birimizin hakkı yok, yaşadığımız olumsuz koşullar üzerinden onları cezalandırmaya.
Çocuğa şiddet ortamlarını bildikleri halde susan ve bunu normal karşılayan insanlarında kendilerini bir daha sorgulamalarını diliyorum. Bu gözü ve kulağı kapatacak, arkamızı dönecek bir şey değil.
Öfkelendiğimizde konuşan biz değil hırsımızdır. Çocuklara cezayı ''dayak'' olarak gören bir zihniyeti anlamam ve kabul etmem zaten mümkün değil. Ceza; ölçülü,anlaşılır ve kabul edilebilir olmalı. Aynı zamanda eğitmeli, sabır ve sorgulamayı öğretmeli.
Öfke öyle bir şey ki saklanmaya da gelmez. İçimize işler, içimizde büyür Sevgiyi kovar topraklarımızdan, yürekte sevgi ve şefkat olmadığın da sahaya öfkenin yedeği ''kin ve nefret'' çıkar. Buda ileri ki yaşamında bir yerlerden sızarak dışarıya kötü kokuyu yayacak, bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Ne olursa olsun; şiddete karşı yüreğimizde ''yeşil bir dal'' saklayalım. Her öfkeli yumruğu, sevgiye aç bir yumruk yönetir.
Savunmasız bedenlere, içi gülen şehla gözlere, öfkenin ''sevgiyi unuttuğu yerde'' soğuk elleri çocuklara dokundurtmayalım, dokunanlara izin vermeyelim...
Hayatımızda ne olursa olsun ne yaşamış olursak olalım kendi ilkelerimiz, değer yargılarımız olsun. Kafa karışıklığı tüm kötülüklerin anasıdır. İnsanı içten içe yer. Hayatla aramıza tel örgüler çeker. Bunu için zihnimizi düzenleyip, yargılarımızı periyodik olarak gözden geçirmek bize akıl yollarını açar. Hem kendimize hemde daha sağlıklı nesiller yetiştirmemizde bize yardımcı olur.

Olcay Kasımoğlu

Yaşam işleyeni severim

Bireysel ve toplumsal temsili-yeti olan bir insan olarak; arayışın, cesaretin, sonsuzluğu hissedip sonlu insanın hiç çekişini yapan bir kadınım aynı zamanda.
Hayatın içinde: 
Emek, mizah, sevgi, vicdan ve sanatla yoğrulmayan hiçbir şeyin yaşamsal tadı olmadığına inanlardanım.
O zaman;
Akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve bize hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek, yaşamsal tatlara sırtımızı dönmek niye?
Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar bilmezler mi üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız, eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz bir ömür boyu. Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında. Ve yaşamdan bize ne yansıyorsa, o biz davet ettiğimiz için burada.
Bu algı, evreni ve içindekileri onurlandıramadığımız anlamına gelmemeli aksine bize yansıyan bu güzellikleri içselleştirmemizdir, ''onlar ve siz'' ayrımını ortadan kaldıran.
Yaşam ki bizden; kendi gücümüzü, benliğimizi keşfetmeye cesaret edin diye bağırıyor, bunları bize sık sık hatırlatıyor. Yaşam içerisinde ki iniş ve çıkışlarla, kayıplar ve kazanımlarla.
Bu yaşamı ertelemeyelim, bir başka uygun anı beklemeyelim, şimdi yaptığımız seçimler küçük görünsede kendimizi olduğumuz halimizle kucaklamanın, kendimize doğru yürümenin ödülü bize özgürlüğümüz olarak dönecektir.
Yeter ki biz buna inanalım, inanmaksa tamamen bize kalmış. Ne dersiniz, çok geç olmadan, yaşamın yüreğine yüreğimizi değdirmeye değmez mi?
Kanatlarımızı enginlere açmaya, keşkeleri olumlamaya, kalbimize aldıklarımızla aydınlık bir umuda elele yürümeye değmez mi ?
Yaşadıkça, yetersizlik ve güvensizlik duyguları yaşamın her alanında karşımıza çıkacak, bunu zamanda yol aldıkça görüyoruz zaten. Onu göğsümüzde büyütmediğimiz sürece geldikleri gibi giderler, yaşadıkça görüyoruz. Ruhsal sağlığımızın ölçüsü tökezleyip tökezlemediğimiz değil, tökezlediğimizde ne yaptığımızdır. Ayağa kalkar, üstümüzü temizler ve yaşamaya devam ederiz.
Yaşam hep bir karşılama ve uğurlama değil midir zaten. Kaldı ki hayat hep devam eder taa ki etmeyene kadar.
Bakış açımız, algılama zerafetimiz bütüncül olduğu sürece yaşamın yedek oyuncuları değil, yaşamın göbeğinde terimizi akıta akıta, kana kana içerek yaşamın ırmaklarını derinleşe-biliriz. Ne kadar uzun ne kadar kısa yaşadığımızın bir önemi yok aslında. Önemli olan öğrenmeye başlamak, aramak, bulmak ve özgürleşmek inanarak.
Karşılaştığımız şeyleri ne kadar iyileştirirsek, tercih ettiklerimizi ifade etmede o kadar net oluruz.

Olcay KASİMOĞLU

24 Şubat 2019 Pazar

Küçük adamım korkuyorum

Hayatın kalbi ritimdir ve o ritim herkeste var ‘’önemli olan’’ o ritme yön verebilmek ve içimizde ki çocuğu kaybetmemek.
*Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrümüz, vakit gelip, sandıktan çıkardığımızda, tedavülden kalkmış*
Yaşamak aşkına, insan aşkına '' kilometrelerce bir yolculuk bile, tek bir adımla başlarken'' yaşamak bu kadar güzelken ve saniyelere bağlıyken,
neyin telaşındayız, neyin kavgasındayız..?
Velhasıl ‘’insanlıkta ve yalınlıkta’’ başlı başına bir sanattır,yaşamak...
İnsanlar kelimelerle, sözlerle bir şeyler anlarlar ama birbirlerini o kelimelerden, o sözlerden dolayı anlamazlar. Sözleri aşan bir anlaşma alanı vardır insanlar arasında. Tabii burada sözlerin vazgeçilmez bir yeri vardır ama insan anlaşması sadece sözle olmaz. İnsan anlaşması sezgi ile olur.
Gülerken, içimizin nasırlaşmış kuytularına enerji göndeririz, eritiriz gülüşlerimizin içinde bize acı veren yaşanmışlıkları. Gülmek,gülümsemek insana çok yakışıyor. Gülen bir göze,kim gözünü değdirmek istemez ki!
Aslında hayat bir senfonidir ve bu senfonin bütün parçalarından nasiplenmek akıl işidir.
Sevdiklerimize, çocuklarımıza sadece acıyla olgunlaşır insanlar demeyelim..
Aksi takdirde hepsi mazoşist, hepsi pesimist olgun olacaklar..
Yaşadığı, üzerinde bulunduğu dünyanın ağırlığını hissedip, bir köşede fazlaca olgunlaşıp çürüyecekler. Bunu hiçbirimiz istemeyiz, olmasında zaten...
Yoksa; sadece ''acıyla, kederle'' olgunlaşan ruhların bir tarafı hep üşüyecektir.

Olcay Kasımoğlu

Hepimiz sevgiyle bağlıyız

''Felsefe yüksek bir dağ yoludur…
Issız bir yoldur ve yukarı çıktıkca daha da ıssızlaşır. Bu yolu her kim izlerse hiç korkmamalı, her şeyi geride bırakmalı ve kış karında güvenle ilerlemelidir…
Kısa süre içinde altındaki dünyayı görür; kumsalları ve bataklıkları gözünün önünden kaybolur, düzgün olmayan noktaları düzelir, yırtıcı sesleri artık kulağına ulaşmaz ve yuvarlaklığını da görür. Kendisi her zaman saf ve serin dağ havasındadır ve güneşi görür, oysa aşağıdaki herkes gecenin karanlığıyla kuşatılmıştır.'' demiş
(Schopenhauer)

İnsan yaşamı anlam içermektedir. İnsanı güdüleyen şey, yaşamını anlamlı kılma çabasıdır. Bunun yanında; herkes için geçerli evrensel bir anlam yoktur. Her birey için, yaşamın anlamı farklı olabilir. Önemli olan, o bütünün parçasıyken, yaşamı yaşanılır kılmaktır. Sadece kendi acısına ağlayan, yada sadece kendi sevinçleriyle mutlu olan insanların yaşamlarında, ego hep ön saflarda yer alır. Buda, iç sesimize hep perdeler çeker. Engin bir sevgiyle kucakla-yamayız yaşamı ve insanları.

Kimsenin kalbini kırmamak ya da sevimli görünmek adına, olur olmaz her isteğe, doğru bulmadığımız düşünce ve fikirlere “evet” demeyi bıraktıkça;
neyin değerli neyin daha az değerli olduğunu anlamaya başlıyoruz.
Bu algı oluşunca da; İhtiyacı olanı istemekle, muhtaç olmak arasında çok ince bir fark olduğunu fark etmeye başlıyoruz.
Kendini dürüstçe ifade edebilenler, yaşadığı dünyaya değer kata bilenler, ilim ve bilim yolunda üretenler kendilerinden söz etsinler.

Olcay Kasımoğlu

'Kendini Bil'


''Gün olur güneşler doğar/ Gün olur karanlıklar parçalanır/ Yeter ki sen yaşama sevgili/ Sevgiliye can ol/ Ol ki “kendin” ol/ Ol ki yaşamın kendisi ol''..
İnsan kaynaklı sorunların temelinde insanın kendini bilmemesi yatar.
İnsanın kendini bilmesi, aynı zamanda varoluşun getirdiği insan gereksinimlerinin en temel belirleyicisidir.
İnsanın kendini bilme ve tanıma yolculuğu aynı zamanda kişinin kendi iç sesiyle mücadeleye girmesi ve kendini bağımlı kılan bir çok şeyden kurtulması demektir.
Altı’ncı yüzyılda yaşayan ve halkın kendini tanrılaştırdığı Yedi Bilge arasında yer alan Spartalı Khilon tarafından ilk kez Delfi’deki Apollon Tapınağı’na yazılmıştır bu sözler: “Kendini Bil.”
İlk bakışta ”Kendini bil” farklı bir ifade gibi gelir insana. Oysa her insanın içinde bir çok parçanın bulunduğu ve bu parçalardan hangisini daha çok kullanılması gerektiğinin çoğu zaman farkına varmayız. . Bu nedenle kendini tanıma bir yerde bu parçaları anlama, güçlü ve zayıf yanlarının farkına varma uğraşıdır.
Kendini tanımak, öncelikle insanın iç dünyasıyla, başka bir deyişle kendisiyle iletişime geçmesidir. İnsanoğlunun kendi dışındaki dünyayı anlamlandırabilmesi için de önce kendini bilmesi gerekmektedir; ancak o zaman bütün varlıkların anlamı ve amacı konusunda derinlikli bir bakış açısına sahip olur.
Kendini bilmek aynı zamanda, insanlarla güçlü iletişim kurmayı sağlıyor ve olayların, dünyanın farkında olup bunları doğru değerlendirme bilgeliği katıyor. Çünkü, insan tek başına medeniyet ve kültür oluşturamaz.
Bunun yanında, kendini bilmeyen insan, herşeyi bildiğini sanır, bilmediği konularda ahkam kesilir.
Sokrates: ”Bildiğim tek bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir” derken, aslında hayatın anlamıyla ilgili sağlam bir kavrayıştan bahseder.
Kendini bilen insanın akılla bağlantılı bir eylemi vardır. Kendine özgü bir canlı olmanın da ötesine geçerek insanca yaşama anlam katar buda haddini bilme, bilgi sahibi olma ve yürekliliktir. Bu olumlu özelliklerin varlığıyla belli bir zihinsel olgunluğa erişince insan, sahip olunan bilgileri anlamlı ve sağlıklı kullanma, yaşamı doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlayabilme bilgeliğine de ulaşmış oluyor. Hayatın anlamına da derinlikli bir bakış açısı kazandırıyor.
Kendini bilmenin yaratacağı bilgeliği anlatan Fars dörtlüğünde ki uyandırmayı, izlemeyi, şahitlik etmemeyi görmemek mümkün mü?
”- ki, bilmiyor ama biliyor bilmediğini; çocuktur, onu eğitin/yetiştirin.
– ki, bilmiyor ama bilmiyor bilmediğini; cahildir, ondan uzak durun.
– ki, biliyor ama bilmiyor bildiğini; uykudadır, onu uyandırın.
– ki, biliyor ama biliyor bildiğini; bilge kişidir, onu izleyin.”
Dünyanın en büyük temel sorununun, insanın kendini bilmemesinden kaynaklanan bilgisizlikten ve bilgiye duyulan ilgisizlikten kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Bunun yanında, 21. yüzyıl insanın en büyük sorunu ekosistemin çökmesine neden olacak, kontrolsüz teknolojinin yine kendini bilmeyen insanın elleriyle, insanin doğayla ilişkisinin bozulmasına aynı zamanda insanın insanla olan ilişkisini de olumsuz yönde etkilenmesine neden olmaktadır.
Bunun yanında, bencil, kibirli ve daha çok sahip olmak arzusu insanın kendini bilmesinin önüne geçti.
Savaşları, çatışmaları, ayrımları çıkaran insandır. Silahları, bombaları üreten, mayınları döşeyen de insan. Hükmeden, sömüren, zulmeden, haksızlık yapan da insan.
Bizler, kimliği sadece insan olanlar; okuyacağız, düşüneceğiz ve düşüncelerimizi aktarmaya çalışacağız. Kendini bilmeye, bulmaya, yetiştirmeye çalışacağız. İnsanlık olarak amacımız; aydın, çağdaş, düşünen, sorgulayan, aklını kullanan, sevgi dolu, alçak gönüllü, çalışkan, erdemli birer birey olmaktır.
Yunus Emre’nin dizelerinde hayat bulan ”Kendini Bilmek” deki hikmetin güzelliğine hayran olmamak mümkün mü?
”İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır”
”İnsan niçin okur? Hem kendi, hem de başkalarının “hakkı”nı bilmek için. Yani “kul hakkını ve sınırlarını” bilmek için. Bu, Tanrı’nın da insanlardan isteğidir. Gönül dünyasında da, toplum yaşayışında da düzen ve huzur böyle sağlanacaktır. İnsan okuyor ama “hak-hukuk” bilmiyorsa, kul hakkı yiyorsa her şey boştur. Kuru, işlevsiz bilgi yüklemesidir yapılanlar.”
Kendini bilmeyen, hatta aramayan kişi, yaşamını da boşa geçirmiş, eserini verememiş ve kendini gerçekleştirememiştir. İnsanın hayattaki en büyük başarısı kendini bilmesidir. Bilgi, her şeyden önce insanın kendini bilmesini sağlamalıdır. Kendini bilmek de önümüzü aydınlatır. İnsanın kendisini bilmesi kadar büyük nimet yoktur.
olcay kasımoğlu

Seni hayal etmek

Sevgi sadece "seviyorum" demek değildi..Sevgi sahiplenmek, gözüne gözünü bırakmaktı. Karşılık beklemeden onun varlığına adanmaktı.
 Elimi yüreğime koyduğumda anladım ki 'sana İhtiyacım var'demek ne güzel bir mucizeymiş. Biri için endişelenmek, onun için yollarda yürümek, avuçlarında yüreğini taşımak, sevginle sevdiğini şımartmak hatta tepene çıkartmak, onun canı acıdığında o acının içinde olamadığın için sımsıkı sarılmak. Sevdikçe kainatın sende toplandığını görmek. Kendini aşarsın, sevince, tüm iyiliklerin içine aktığını hissedersin. Kalayım sevgili kapında, eşiğinde kalayım demekse sevgi, ne mutlu içine düşene !
Çok büyük umutlara bel bağlamak ta değildi. Sadece umut dolu ışıltılı gözlerini görmek yeterdi sevgiyi anlamaya..
Sevgi inanmaktı..Sevdiğine inanmaktı...sorguya,suale durmadan inanmaktı.
Sevgi "sonu olmayan bir varıştı sevgiliye"sonlanamayan bir varoluş..
Seni hayal etmek...
Düşler ülkesin de yaşamak gibi bir şey
Her kıyısın da ışığıyla aydınlandığım
Güneşe eş değer bir ışığa benzer

Seni hayal etmek
Doğanın tüm renkleriyle
Yağmurun toprakla dansı gibi
Terinin tuzun da denizlere girmek,
Saçının her telinde zincirlere vurulmak,
Kuzgun güneşin yüzün de üşümek gibi
Seni hayal etmek...
Kelimelerin acizliğine aldırmadan
Bir bedende ruhu kutsamak gibi bir şey
Seni hayal etmek...
Yüreğimin derinliklerinde
Düşlerimin ülkesi olarak kal derken
Yüreğim yüreğine yağmurdan ince
Ah seni hayal etmek
Bu kadar mı mutlu eder insanı... 

Bölüşerek suskunluğu

Kaç yanım yaralı
Kaç yanım dilsiz bilemem
İliklerime kadar sızlıyor canım
İçimde sıvışık bir yürek çarpıntısı
Kor mu yuttuğum bir yudum su mu
Yoksa bıçak mı saplanan kalbime
İçimde yırtılmış titrek bir ruh
Düşüncelerim kendi sürgünlüğünde ürkek
Korunaksız kabuğu incecik bir ten
Küllenip sönüyor sessiz çığlıklarla
Ama ben yine
Göklerin üzgün bakışları altında
Güneşten kopma barışçıl bir umutla
Bölüşerek suskunluğu kızıl erguvanlarla
Tutunuyorum yaşamın eteklerine...
 Yürekli insan olmak; cesaret ve sağlam karakter ister. 
Hayatın ''sorumluluğunu yüklenmemek'' hiç bir şey yapmadan seyretmek en büyük tehlikedir.
Bir insanın ''düşünme gücü'' satın alınırsa bütünlüğünü yitirir, ya korkak ya da kaçınılmaz nankör olur...
Ruhsal olgunluk ve sağlam karakter her şeyin özüdür.
Karakteri zayıf ''donanımı yetersiz'' insanların yargılama gücü zayıftır.
İçsel derinlikleri ''öngörüden yoksundur'' her duyduklarına inanırlar.
Kendiyle savaşı bitmemiş, kendine değer vermeyen, olgunlaştırır-mı gönlünü söyle?
Bu nedenle; baş eğen bireylerin oluşturdukları toplumlar ''içtenlikten yoksun'' büyük saygı göstermeye, korkuya daha açıktırlar ve ne yaptığını bilmeyen, karasız insandan daha korkağı yoktur...

Resim: Muzaffer Oruçoğlu

İnsan nankördür unutur

İnsan, zaafları olan bir varlıktır; varlığının anlamını içselleştirmemiş ise, hep tekrarları oynar. Sonra serzenişler karışır söylemlere ” Ben akıllanmam diye” oysa, sorun akılda değil, yaşadıklarımız karşısında takındığımız tutum ve davranışlarımızdır aslolan.
Sorumluluk bilinci olgunlaşmamışsa bir insanın, verdiği sözleri unutur, yerine getirmeyeceği sözler verir,niçin verdiğini bile unutur.
Hep başkalarını kötüler; kendini yüceltmenin yolunun sadece başkalarını eleştirmekle değil, kendini geliştirmekle olabileceğini unutur.
Zamanını boş yere harcar; zamanın ne kadar değerli olduğunu unutur. Hep birilerini suçlar, kendine ayna olmayı unutur.
İnsanın bu beşeri özelliği en çok politikacıların ve sistemin işine yarar. İktidara geldikten sonra,verilen sözler unutulur. Söylemlerin içeriği unutulur. Zamanla halk da unutur verilen sözleri, işin aslını, kaydını, köşesini velhasıl herşeyi unutur. Gün gelir acı verenleri, haksızlık edenleri de unutur. ”Bahçeye emek veren, bahçıvan unutulur. Duvar örüldükten sonra, duvarcı da unutulur.” velhasıl, insan nankördür, unutur…
Oysa insan, yaşamsal değer taşıyan hiç bir şeyi unutmamalı. Bunun içinde, yaşamın dinamikleri ”İNSAN,BİLİM, BİLGİ” ışığında, olayları ve yaşamı sorgulayabilmeli!
olcay

BİR İNCE İŞTİR YAŞAMAK DEDİĞİN

Iskalamamak için yaşamı, her verili bilginin ve sorgusuz sualsiz kabullenilmiş bütün ilkel öğretilerin yıkılıp, tüm yaşam algısının yeniden yapılandırılması gerekir.
Bir çözüm üretmek, bilinç ve farkındalık oluşturabilmek için ruhsal olgunluk ve sağlıklı bir sevgi anlayışına da sahip olmak gerekir.
İnsanı güdüleyen şey, yaşamını anlamlı kılma çabasıdır. Bunun yanında; herkes için geçerli evrensel bir anlam yoktur.
Her birey için, yaşamın anlamı farklı olabilir. Önemli olan, o bütünün parçasıyken, yaşamı yaşanılır ve anlamlı kılmaktır.
Schopenhauer bu konuda çok güzel bir örnekleme yapmış;
''Soğuk bir kış sabahı, çok sayıda oklu kirpi donmamak için birbirine bir hayli yaklaştılar.
Az sonra oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar.
Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdü.
İnsanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğidir. Ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar onları birbirinden uzaklaştırır.
Sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar. Bu uzaklıkta duramayanlara, “mesafeni koru!” denir. Bu noktada, çevrenin sıcaklığını hissetme arzusu kısmen karşılanırken, okların acısı da hissedilmemiş olur.
Kendi iç sıcaklığı çok yüksek olanlar ise, sıkıntı vermemek, ve de sıkıntı çekmemek için, topluluklardan uzak durmayı tercih ederler.”

Sevgi eylemi çözüm getirir

''insan olduğunun farkında'' sadece huzur değil, anlamdır aradığımız.
Ve bir kültürdür bütün ilişkiler, içinde çok şeyler barındırır,yepyeni tohumlar çıkar ortaya, teşekkür ediyorum bu güzel ve anlamlı anlatıma...
Şimdi değilse ne zaman ?
Hepimizin kendine ait veya başkalarından alıp sımsıkı sakladığı sırları vardır.
Peki, hangimiz özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya ya da kendimizle yüzleşmeye hazırız?
“…o şimdiden hayatının ilk önemli kararını almıştı. Dünyaya varacağı ana kadar korkularından arınacak, yaşamının hiçbir parçasında annesi gibi sırlardan surlar kurmayacak ve kendisiyle yüzleşmek için her zaman savaşacaktı.”
“…önemli olan insanın ne yaşadığı değil, yaşadığı acı karşısındaki tavrıdır. Hayatının hiç beklemediğin bir anında mutsuz olabilirsin. Seni her zaman güçlü kılacak olan, olaylar karşısında soğukkanlılığını kaybetmeden durabilmektir.”
Kim olduğumu keşfetmeye ve özgürleşmeye hazırım diyorsanız bu romanı okumak, bu yolda attığınız ilk önemli adım olacak.
Yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir.
Yaşamımızda her şey güzelce akıp giderken hoş ve olumlu olmak kolaydır.
Ama yaşamın akışı değişip de geçici olarak bizi güçsüz bırakırsa, işte o zaman gerçek gücümüz ortaya çıkar.
''Bu durum da; sevgi bize “neden ben” diyerek zaman kaybetmemeyi, onun yerine, “şimdi ne yapmalı?” demeyi öğretir''
Bu nedenle; çok iyi düşünüp iyi analiz edip kararlarımızı günü kurtarmak adına değil yarınlarımıza sarılmak ve hayatın içinde sevgi dolu bireyler olarak yaşama eşlik etmeliyiz.
Yeterince iyi olamadığımız zannından korkmamalı ve kendimizle yüzleşmeliyiz. Korkularımız ancak birer birer masaya yatırıldığında ve onlarla yüzleşebilmek cesareti gösterebildiğimiz de hayatımızdan çekilirler.
Korktuğumuz ve kendinizden uzak tutmak için uğraştığımız şeylere bilinçsizce karşı direnç oluşturarak kendimize çekiyor, yaşamımıza sokuyoruz.
Korkularımızın samimi anlamda farkına varabildiğimizde, realitemizi değiştirmiş olacağız.
Unutmayalım;
Sevgi eylemi çözüm getirir; sevgimizin gücü, sorunlarla ve düş kırıklıklarıyla nasıl başa çıktığımızda kendini gösterir.
Her şeyi belki yapamayız ama kendimize saygılı bireyler olarak bu hayatın içinde değerli, üreten, paylaşan, sevdiğine omuz olan başlar olabiliriz.
Bunu için hiç bir zaman geç değildir yeter ki biz kendimize geç kalmayalım...
Kendimizle kurduğumuz diyaloğun niteliği, kendimize dair hissettiklerimizi doğrudan etkiler.

olcay kasımoğlu

Uslu değildi zaman

''Bazı kadınların yüzü ağır bir hikayenin yaşandığı sokaklar gibidir.
Kalbiyle bakmayı bilen herkes o sokakların her tarafına sinmiş keskin kokulu hüzünleri fark eder...''
terk edilmiş rıhtımlarda
hırçın kimlikler gördüm
gün karasında suya vuran
eprimiş gölge gibiydiler
ya ben
ben...
tende çıplak ruhumla
silik gölgelerin içinde
gamzelerine saklandım
uslu değildi zaman
döküldü
ruhsuz sözcüklerin sıvası
güle
suya
ışığa karıştım...
Resim: Muzaffer Oruçoğlu
''Ali Lidar

Düşlerini yasaklama

''Bütün mesele hazır olmakta
Yoksa alem niye görmesin sevincimizi?''
Kendin olmanın nasıl bir şey olduğunu kimse sormamıştı bize.
Yaşama dair hissettiklerimizi, içimizde ki denizi, saçlarımızda ki rüzgarı nasıl karşıladığımızı kimse sormamıştı bize.
Sonra tanıdığım onca insanı düşündüm ve gördüğüm, yaptığım onca şeyi.
İnsanlar neden yıpranmış yalanların yüküyle devam ederler hayata?
Dışarıda fırtına kopuyor kulakları sağır edercesine, ya insanlar; insanlar gizli, saklı yaşıyor aşkı.
Köşe kapmaca bir doyumsuzluk. Hatsız, çapsız, korkarım çağın vebası bu.
Sevgi, dostluk kelimesi dillerden düşmüyor.
O zaman niye üşüyor yürekler?
İnsan yüreği, gümbür gümbür sevmekten korkuyor.
Sevginin naif sorumluluğundan korkuyor.
Sahip çıkmakla, sahiplenmenin ince ayarına akordu bilmiyor.
Bir sağır türkü dillerde yüreklere inmiyor.
Gölgelerin silik oyunları dolaşıyor gölgelerinin üstünde. Hep bir geç kalınmışlık hikayesi, hep keşkeler, amalar kaplıyor bir sis gölgesi gibi dört bir yanımızı.
Oysa dudaklarımızın bırakmayı ret ettiği gülüşleri var.
Mantığa, gerçeğe, sevgiye ve insan dayanışmasına olan inancımız var...
Şhakespeare' in manalı seslenişinde ki gibi;
Kanın coşkun akıyorsa damarlarında boyun eğme olup bitenlere.
Yüreğimizde ki çocuk büyüyecek..
Hükmü müebbet acımızda bal köpüğü, sevincimizde ki giz yazılacak sevdaya...
Göğsünde sevgiyi biriktiren çiçek yeni bir güne doğup, yeni bir filiz sürecek hayata...
Yapraklanacak dallar, devrilecek dağlar, geçilecek sevda tarafına...
Yeter ki sen çocuksu düşlerini yasaklama, umutsuz yaşanmıyor....
Olcay Kasımoğlu
Resim: Muzaffer Oruçoğlu

Klişe olanın zamanı geçti

Başkalarıyla bir arada olmak, illa ki onlara benzememizi, onlara öykünmemizi ya da onların istediği gibi olmamızı gerektirmiyor.
İnsan kendi iç sesine yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça; kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor.
İnsanın kendini tanıması, hayatına sahip çıkması, yapması gerekenleri kendi iradesiyle yapması kadar güzel bir şey olamaz.
Her bireyin doğasında kendi güzelliği vardır ve her aklın kendi yöntemi muhakkak olmuştur, olacaktır.
Zaten gerçek insan kurallar sayesinde asla bir şey elde etmez.
Bağırmakla, çağırmakla, demagojiden öte gitmeyen söylemlerle dünya güzelleşmiyor...
“Dekor gerçeğe uyum göstermez, gerçeğin de dekora ihtiyacı yoktur.”
Bugün uygar denilen Amerika'nın, İngiltere'nin ve Avrupa'nın ve birçok Avrupa ülkesinin “Özgürlük ve Demokrasi” sözü sadece bir dekordur..
Gerçeği görmek isteyenler orta-doğuya baksınlar yeter..
İnsan, yaşamsal değer taşıyan hiç bir şeyi unutmamalı.
Seçmeci olanın, klişenin zamanı çoktan geçti.
Hakiki bilgi ve öğreni yalın ve sahicidir, bunun öğrenilmesi zaman almaktadır.
Sabırla, emekle kendimizi donatmalıyız..
Geleceğin ebeveynlerinin bize ihtiyacı var. Çocuklarımızın geleceği için kendimize ve geleceğimize sahip çıkmalıyız!
Resim: Muzaffer Oruçoğlu

3. Tuzla Kitap Fuarı

Yaşam bir bütündür. Her şeyin özüne gitmeli insan, görünene değil.
Bazen bildiklerimiz, gördüğümüz kadardır.
Gördüğümüz baktığımız kadar ve baktığımız düşündüğümüz kadardır. Baktığımızı görmez, gördüğümüzü düşünmezsek eğer, gördüğümüzün bildiğimize sığmadığını da göremeyiz.
Bunun içinde;
Bilinen en tanıdık tanımıyla, kültürümüzü geliştirmek, olaylara farklı açılardan bakabilmek için aydın bir kimsenin iyi bir okuma alışkanlığına ve okuma bilincine sahip olması gerektiğini söyleyebiliriz.
Bilgilenmek, bilgi sahibi olmak için şüphesiz temeli sağlam bir düşünce gereklidir.
Bunun içinde, neden okumamız gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Seçici, tarafsız, bilim yolunda ufkumuzu açan, bizi daha iyiye ve doğruya götüren yazın dünyasına uzanmak için sadece okumak tek başına yetmiyor.
Niçin okuduğumuzun farkında olmak ve okuduğumuzu anlamak, bize sunulan bakış açılarını iyi sorgulamak gerekiyor.
Buda ancak düşünce sürecini iyi analiz etmekle mümkün görünüyor....
Bir kitabı okurken, bir filmi sorgularken, kendi özel yaşantımıza ait kararlar alırken, alışveriş yaparken, siyası ve politik tercihlerimizi belirlerken doğru sorular sorabilmeli ve doğru ve düzgün düşünebilmeliyiz.
İşte o zaman kitap okumak olsun, hayatı okumak olsun, insanı okumak olsun bir değer ve anlam ifade eder.
               sorgulayan, yenilenen ve sonra yeniden yenilenen bir varlıktır.
Kendine değer ve mana katan her şeyi kucaklamalı. Döngünün bizden istediği de budur.

3. Tuzla kitap fuarında 'Tuzla Kent Konseyi Kadın Meclisi''nde değerli arkadaşlarımla birlikte olmaktan onur duydum.

Öylesine sonsuz ki!

“Dünyanın düşleyenlere de ihtiyacı var, yapanlara da. Ama düşlediğini yapanlara daha çok ihtiyacı var…” demiş S. Breathnach. 
Resim sanatının ruhuna minnetle...
Yaşamın en zengin ve en özel duygusu, yaptığımız bir şeyin yalnız bizim hayatımız için değil; diğer insanların hayatlarına da bir katkı sağlayabileceğini biliyor olmamızdır...
Bilim ve sanat, insanın insan olma özünü en yatkın biçimde yansıtan değerlerdir.
Bu kadar emek verilerek hazırlanan, insan dokumalarıyla oluşturulmuş bu sergilerin daha çok kitleye ulaşmasını arzu ediyorum.
Karşı duruş geliştirenler, dünyada ki varlığını mal-mülk telaşından yana kullanmayanlar, bu dünyaya dokunarak geçmişler.
Baktıkça, dokundukça,anlamaya niyetli oldukça daha çok hissediyoruz.
Bize uzanan kolları, nefesleri, kelamları, çizimleri öylesine güzel, canlı ve öylesine sonsuz ki... kılcal damarlarımıza, insan hücrelerimize yürüyor...

En iyi öğretmen zamandır

Bazı insanları acı büyütür ve yaşatır.
Acı çekmeden; daha doğrusu yeterince acı çekmeden, yitirmeden, o korkunç yalnızlığı tatmadan kendisi olamaz bazı insanlar.
Ne zaman ki en sevdikleriniz yan çizer, ne zaman ki birer birer düşürür herkes maskesini, ne zaman ki yalnızlıktaki o muhteşem gücü keşfedersiniz, o zaman başlarsınız gerçekten yaşamaya.
Charles Bukowski
Büyük yenilenmeler, büyük sevdalar aynı zamanda kayıplara, hatalara da muhtaçtır.
Anlaşılmak, bütün yıkımlara rağmen geçilecek patikaların olduğunu anlatmaktır aynı zamanda.
Bir şeyler var hala içimizde diri tutmaya çalıştığımız
Alamayacakları ve dokunmayacakları bir şeyler...
Ve İliklerine dek aşkın yaralamadığı insanlar sevdadan ne anlar...
.
''Yaşamdaki bir doğru da şudur:
Özgürleştirmediğiniz hiçbir-şeyi tam manasıyla sizin yapamazsınız.''
karanfil çiçeği
ve çağımız arasında
tenimizi kesen bu rüzgarlar
gül rengi ışıklara
aşkın öyküsünü okuyor
karanlık
susku dolu zulada
bir yaşam türküsü
suluyor parmaklarıyla umudu
derviş aydınlığında
yosun kokulu bir umutla
sokulmalı yaşamın bağrına
inanmalı çocukça
yaşama
aşka
umuda
gülümsemeli
bu çarkı bozuk dünyaya...
Olcay Kasımoğlu
'Yalındır yaşam
Ve sevgi büyük bir yaşamdır
Gel ey yar
Ömrümüzün demine geç kalma…

@[100000726724225:2048:Olcay Kasımoğlu]'

20 Şubat 2019 Çarşamba

Dürüst olmaktan korkma...

Neden herkes güzel olmaz, yaşamak bu kadar güzelken/ Bu sefil doymazlık ta ''kar düşüyor sesime'' üşüyor insan yanım...

İnsan söz ve davranışlarıyla, hayatın içinde kattıklarıyla kendine ayna olur.
Dürüstlük:İnsan onurunun ve sağlıklı toplumların olmazsa olmazıdır. İnsanın kendisine verdiği sözü tutmasıdır.
Dürüst insan verdiği sözün farkındadır ve sorumluluk getirdiğini bilir.
Haksızlık yapmaz, yapana da o fırsatı vermez.
Ezileni ezmez ezene de seyirci kalmaz.
Haksız olduğunda kendi aleyhine karar verir, yanlışının sorumluluğunu ve sonuçlarını üzerine alır.
Başkalarına fatura etmez, yalanlara sığınmaz.
Dürüst insan:Cesur, merhametli ve vicdanının sesini dinler.,bencil değildir.
Bütün bunların akabinde dürüst olmak kadar doğru dürüst olmakta ayrı bir erdemdir.
Çünkü çoğu zaman dürüst olmak yetmiyor.
Kendimiz için kurallara uygun doğrularımız vardır ve bu kuralları savunuruz.
Savunduklarımızda samimiyizdir.
başka insanların doğrularını desteklediğimiz zaman yanlışsız, dürüst insan oluruz.
Eksik bedenlerin içinde bilge bir ruh olmayı başaramadık.
Dilimiz yüreğiyle konuşmuyor.
Gelin sadece dürüst değil doğru dürüst insanlar olalım. Bilge yanlarımıza daha çok bilgelik katalım. Unutmayalım her gönül başka bir gönülde ışığa durur ve ışığıyla dünyayı aydınlatır. Bir kızıl dereli atasözü derki: ''Yanlışı gören ve önlemek için elini uzatmayan kişi, yanlışı yapan kadar suçludur.'' O zaman doğru dürüst olduğumuz zaman,kendimizle barışık insanlar olarak doğruların yanında ışığı aydınlatanlardan oluruz.
Kalbinizde her şeye yer olabilir ama yalana,ihanete yer olmamalıdır! yalanın nedeni olmaz… Bedeli olur!
"Bir insan ya dürüsttür ya da ikiyüzlüdür" diye eski bir deyim vardır. Burada kişi ikiyüzlü karışıyorsa hayata ona güvenilmez. İçinde samimiyet yoktur. Samimiyetin oluşması içinde dürüstlük gereklidir.
Her zaman doğru dürüst insan olmak,sevimli ve hoşgörünmek anlamına gelmiyor.Her şeyin kendi içinde muhakak kapalı bir tarafı vardır.Bu dürüst olmanın ve doğru davranmanın da bir parçasını kapsar.
Ne olursa olsun hem kişisel ilişkilerimizde, toplumsal sorumluluklarımız da doğru dürüst insanlar olarak yaşamda söylediklerimizle,yaptıklarımız arasın da bir tutarlılık olmalı.Doğru dürüst olmanın aksi eğri yalan olur.
Zenginlik,güç talihin verdiği hediye olabilir ama iyi ve dürüst olmak tamamen kişinin kendi erdemlerinin sonucudur.

Olcay Kasımoğlu

Sanat İstikrarı Seviyor: Bir güz sabahında umut ekmeli tarlaya.Ne dersiniz;...

Sanat İstikrarı Seviyor: Bir güz sabahında umut ekmeli tarlaya.Ne dersiniz;...: Bir güz sabahında umut ekmeli tarlaya. Ne dersiniz; Kadınlar, Erkekler? Sadece başarmak önemli değildir, asıl önemli olan çabalamak...