Translate

1 Temmuz 2019 Pazartesi

Bir ilişki ne zaman ilişki olmaktan çıkar?

sevgisiz yürekler siyah beyaz fotoğraflar ile ilgili görsel sonucu
Kitap okumak, film izlemek, tiyatroya gitmek, tarihi mekanları gezmek, doğa gezileri yapmak,  resim galerilerini dolaşmak, farklı kültürleri tanımak ve içselleştirmek bize ne katar?
Bunun bir çok cevabı olabilir.  
''Kendini ve ötekileri daha iyi anlamak, 
İlişkilerindeki aksaklıkları gidermek,
Sorunlarına farklı bakış açılarıyla bakabilmek ve çözüm üretebilmek,
Gündelik ve varoluşsal zorluklara karşı daha esnek ve dayanıklı olmak,
Bireysel potansiyelini gerçekleştirmek,
Hayatını anlamlandırmak ve yaşamını renklendirmek.''
Bu liste uzar gider. 
''Yaşadığımız her  ilişki de bireyler ne istiyorlar, ihtiyaçları ne, kendilerinden ve birbirlerinden ne yapmaya çalışıyorlar, dirençleri ne yönde, bireylerdeki ve ilişkideki sorun nerede, nasıl daha iyi olabilir?
Bir durumu, sorunu ya da ilişkiyi anlamaya ve baş etmeye çalışırken neye, nasıl, neden ve hangi perspektiflerden bakabilmeliyiz.
Deneyimlediklerimizin gerçek hayatta da karşılığını bulmakta işlevsel ve iyileştirici bir dikkat ve farkındalık pratiğine dönüşmektedir.
Yaşamda  hareketin halinde, dünyayı kendi ekseninde görmemek, çok yönlü düşünmek ve duyularla yaşamın akışına katılmak  olmak aynı zamanda  duygusal zekayı destekliyor. Kişiyi yaşama ve başkalarına karşı daha açık, daha dayanıklı kılıyor. Kendi çözümlerini ve anlamlarını üretebilmesine, ilişkilerine yerleşe bilmesine katkı sağlıyor.''
Bütün ilişkilerde çok önemli ana hatlar vardır. 
''İnsan, ilişki içinde, olmak istemediği kişiye neden dönüşür?
Başlangıçta çekici olan özellikler, neden itici hale gelir?
Erozyona uğrayan duyguların ve hayal kırıklığının telafisi mümkün mü?
Erotizmin zamanla sönümlenmesi ve baş etme yolları
Taraflar masum, ilişki masum değilse ne yapmak gerekir?
Kopukluk ve temassızlık nasıl giderilir?
Çatışma ve kavgalar nasıl dönüşür ve yararlı hale gelir?
Hem ilişkide olmak, hem de kendini gerçekleştirmek için öneriler ne olabilir?''
Bir ilişki ne zaman ilişki olmaktan çıkar?
''Çamaşır ya da bulaşık makinesinin bazı programları bozulur ama tamirci çağırmak yerine, çalışan diğer programlarla idare ederiz bazen. Birçok ilişki de böyle, zamanla işlevlerini kaybederek azalır. Peki, hangi işlev bittiğinde ilişki yürümez olur? Bu sorunun yanıtı karşımızdakinden, ilişkiden ve kendimizden beklentilerimize göre değişir.
İlişki iki kişiyi birbirine bağlayan organik bir yapıya benzer. İki taraftan gelen kanla beslenen, büyüyen, hücrelerini yenileyen, hastalanan, iyileşen kimi zaman da yaşlanan ve işlevini yitiren dokulardan oluşur. Hem ortaklaşa edinilen bir uzuv gibi, hem de bireylerin göbek kordonlarıyla bağlı olduğu kişiler arası bir plasenta gibidir. Taraflardan beslenir ve tarafları besler.
Bir yanıyla da içinde yaşanan evlere benzer ilişki. Bedenimizle yerleştiğimiz meskenler gibi, ruhumuzun yerleştiği soyut mekanlardır ilişkiler. Tarafların ilişki meskenine nasıl yerleştikleri, ilişkinin kaderini belirler. Kimi kişisel eşyalarıyla taşınır ilişkiye ve onu kendi evi olarak benimser; kimi otel gibi kullanır, akşamdan akşama uğrar. Kimi her yerine yayılır ilişkinin, ötekine yer bırakmaz; kimi emanet gibi bir köşesine ilişir. Kimi en manzaralı odasında, salonunda, mutfağında vakit geçirir; kimi kilere, bodruma, tavan arasına, merdiven altına saklanır…
Paradoksal bir şekilde başlangıçta hayran olduğumuz, takdir ettiğimiz, aşk duyduğumuz özellikler, ilişki yıprandıkça itici, yorucu, katlanılmaz hale gelir ve ayrılma nedeni olur. Çünkü insan kendisinde olmayan ya da eksik olan özellikleri taşıyanlara aşık olur, yakınlaşır. Ona öykünmek, ondan öğrenmek, eksiğini ona bakarak, onu modelleyerek tamamlamak, ekstrem özelliklerini törpülemek, kendi içindeki dengeyi sağlayabilmek için. Kişi ilişki boyunca ötekinden öğrenerek değişmeye direnirse, aşkın duygusal kredisi bittiği vakit, ilişki de çıkmaza girer. 
Bizdeki eksiği ötekiyle ilişkimiz içinde az çok tamamlayamazsak, genellikle ilişkiden önceki versiyonumuza dönmeye çalışır, kendi içimizdeki ekstrem uçlara daha da çok çekiliriz....” 

Bazen de hiçbiri neden değildir. tamamen korkak ve girişimci olmayan ruhumuz yeni bir hayat kurmaya ve yeni bir dünya inşa etmeye hazır değildir. Korkarız içinde bulunduğumuz koşulları değiştirmeye. kendimize yeni bir dünya ve yaşam düzeni oluşturmaya. yaşamımızda var olan güzel bir ilişkiyi mahvederiz. Gereksiz, saçma sapan saplantılar ve kaygılar yüzünden. Bazende bir türlü büyüyemeyiz içimizde. Kalırız olduğumuz yerde. 

Ne olursa olsun bütün ilişki kalıplarında kişilik yapısı çok önemli. Kişi kendini ve sınırlarını biliyorsa ne zaman dur demesi gerektiğini muhakkak bilir. Nasıl söylemesi gerektiğini de. Hiç kimseyi neden, niçiniyle baş başa bırakmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Eğer bir birliktelik bitecekse kişiliklilik konuşma ve açık sözlü, cesur ve nezaket dolu olmalı.
Bu nedenle olsa gerek ilişkilerde kişilerin ne istediklerini iyi bilmeleri gerekiyor. Kimi sadece almayı kimi de sürekli vermeyi devam ettirince gün gelir depo boşalır geriye hayal kırıklıkları kalır. Ne olursa olsun bütün ilişkiler samimiyet ve içtenlik üzerine kurulmalı. İçinde emek olmayan, kendi sınırlarını bilmeyen, kendini bulmamış insanlarla yapılan kaleler er geç yıkılıyor. İlişkinin süresi, boyutu kaliteyi belirleyici kılmıyor. İnsanın ilişki halinde iken ne kadar kendi olduğu ve artı eksilerinin ne kadar farkında olduğu çok önemlidir. Eleştiriye açık olması, eksiğini olgunlukla karşılayabilmesi ve ne istediğinin farkında olması çok önemlidir. İlişkiler bitebilir, yollar ayrılabilir önemli olan kırmadan, dökmeden, gönlünü küse, ömrünü kışa yedirmeden ayrılmayı bilmekte bir kültürdür. Bir çok insan açık sözlü olmayla patavatsızlığı hep karıştırırlar tıpkı susmanın ne demek olduğunu karıştırdıkları gibi. Her insanın iletişim halinde olduğu insan ve insanlara karşı açıklama yapma ve çekilme hakkı vardır. Yeter ki açık yürekli ve dürüst olalım. 
  
Bunun içinde inandığımız, güven duyabileceğimiz değer ve amaçlara ulaşabilmemizi sağlayacak içsel bütünlüğün, kültürle yaşama dokunmuş bilincin, mücadele ruhuyla beslenmiş cesaretin, kendini bulmuş benliğimizin ”özgür ve özgün” olması gerekiyor.
Ve kesinlikle geçmişin korkularıyla yaşama tutunmak değil, her-şeyiyle yüzleşmek gerekiyor.
Esir olmak sadece mahpus damları değil, aslı mahpusluk insanın kendi hürriyetine karşı gösterdiği kayıtsızlıktır. Sevgiye sırtını dönmektir.
Sevgisiz yürek bağışlamayı da bilmez.
Olcay Kasımoğlu

Yaşam ve Ayna

Hayatta bir yol çizmek ve o yolu sonuna kadar takip etmek yüreklilik ister !!
Ä°lgili resim
Yaşamdan bize ne yansıyorsa, o biz davet ettiğimiz için buradadır.
O bizim kendi varlığımızdan gelmektedir.

Bu algı; evreni ve içindekileri onurlandırmadığımız anlamına gelmemeli aksine bize yansıyan bu güzellikleri içselleştirmemizdir ''onlar ve siz'' ayrımını ortadan kaldıran.
Yetersizlik ve güvensizlik duyguları yaşamın her alanında karşımıza çıkar.
Onu göğsümüzde büyütmediğimiz sürece geldiği gibi gider.
Bakış açımız,algılama zerafetimiz bütüncül olduğu sürece yaşamın yedek oyuncuları değil, yaşamın göbeğinde terimizi akıta akıta, kana kana içerek bu yaşamın gerçek sahibleri oluruz.
Yaşamda dik durmak için illa da biri ve birilerinin varlığına yaslanan, sürekli ihtiyaç duyan benlik en küçük bir çekilmede yerle yeksan olur.
Bize yol gösterici olabilirler, farklı zenginlikler katabilirler lakin bizim adımıza hayatı yaşayamazlar. hayatı deneyimleyecek olanda, soluğumuzu katan da biz olabiliriz.
Bilinçte ilerleme, algılamada derinlik kendi içimize yapacağımız yolculuklarla mümkündür.
Doğa,insanlar bize sadece farklı pencereler açar. Bu pencerelerden bakan gözler bizimdir,kimse kimsenin yerine görmez, nefes alamaz.
İnsan kalabalıklarında içimize yapacağımız yolculuklar bizi bütüne ulaştırabilir.
Yaşam; bizden, kendi gücünüzü keşfetmeye cesaret edin diye bağırıyor.
Bunları; dört mevsimle ''yağmurla, karla,rüzgarla,güneşle'' bize sık sık hatırlatıryor.
Bu yaşamı ertelemeyin, bir başka “uygun” anı beklemeyin, şimdi yaptığınız seçimler küçük görünse de ''kendinizi olduğunuz halinizle'' kucaklamanın ödülü size özgürlüğünüz olarak dönecektir.
Yeter ki siz buna inanın diyor, inanmaksa tamamen bize kalmış, ne dersiniz, çok geç olmadan, yaşamın yüreğine yüreğimizi değdirmeye değmez mi?
Kanatlarımızı enginlere açmaya, keşkeleri olumlamaya, kabimize aldıklarımızla aydınlık bir umuda elele yürümeye değmez mi?
İnsan, hep ne satın aldığının fıyatı üzerinden koşar yaşamın içine oysa bir yaz boz tahtası değildir yaşam.
Sadece başarıya odaklanır lakin taşıdığı anlam üzerine kafa yormaz. Öğrenir, sadece öğrenmek yetmez önemli olan öğrendiklerini öğretmekdir.
İnsan yaşarken; hayata bir anlamda kendi varlığını katmalı. olayların,insanların farkında olmalı. farkındalık yaratmalı, her günü aynı gün gibi yaşamanın neresi güzelliktir.
Bu evrende ki varlığının anlamının farkında olmalı. zengin ve yoksul olmanın biçili ve biçimsiz kalıplarını fark etmeli. Paranın zenginliği ile kültür ve farkındalık zenginliğinin o ince çizgisini keşf etmiş olmalı. Öylesine yaşamamalı.
Güzelliği uzaklarda değil kendi varlığının özünde aramalı.
Çocukların sadeliğini, ihtiyarların yaşanmışlıklarını, ilim ve bilimin yeşerdiği yerleri, üreten ve anlam katan insanların yaşamında kendine yollar çizmeli.
Sevginin gücüne, iyiliğin paylaştıran tarafına yüreğini çevirmeli.
Yaşamı göğüslerken; seçimlerinin sonuçlarını günahıyla sevabıyla göğüsleyebilmeli.
Yaşam korkakları sevmez.
Unutmayalım ki ‘cesur bir kez, korkak bin kez ölür’. Önemli olan, insanın böyle bir toplumda bir “mezar taşı” gibi suskunluk simgesi olmamasıdır."
Ömür dediğin üç gündür, dün geldi geçti yarın meçhuldür…
farkındalık yaratalım..
O halde ömür dediğin bir gündür o da bugündür..
Olcay Kasımoğlu

Hayat değiştirilebilir bir elbise değildir...

Kendini dürüstçe ifade edebilenler, yaşadığı dünyaya değer katabilenler, bilim yolunda üretenler ve haksızlığa göz yumma yanlar, kendi çıkarları uğruna 
doğayı katletme-yenler kendilerinden söz etsinler.

''Kötü şeyler gördük.
. Savaşlar, katliamlar,
ölen-öldürülen çocuklar gördük. 
..Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. 
Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, 
her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük.
.... Biz de öldük.
Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.''

Kazım Koyuncu

Düşünmeyi, düşündüğünü ifade etmeyi, farklı düşünceleri dinlemeyi , gerektiğinde uygun bir biçimde itiraz etmeyi, sorgulamayı olanaklı hale getirerek, özgür bir birey olmanın yollarını açarak, yaşamı ve içindekileri kucaklamalıyız.

Özellikle bilgi çağının bu kadar tepe yaptığı bir devirde, halen başkalarının bize ölçüp, biçtiği yaşamları oynuyor olmamız tesadüf olamaz.

Günümüzde etkileri önemli ölçüde devam etmekte ve
büyük bir endişe ile takip edilmekte olan küresel ekonomik kriz örneğinde
görüldüğü gibi, herhangi bir toplumun artık kabuğuna çekilmesi, içine
kapanması ve kendini dünyadan ve küresel olaylardan soyutlaması imkanı
kalmamıştır. Yani bütün farklılıklara rağmen, küresel aktörlerin cirit attığı
bilişim meydanında hiç kimsenin etrafını kuşatan dünyadan uzak durma şansı
kalmamıştır.
Geldiğimiz nokta bize, kendi farklılıklarımızı ya da karşıdakinin
farklılıklarını ön plana çıkararak dışımızdaki dünyaya yabancı kalma şansı
tanımamaktadır. Bilişim ve iletişimin kaçınılmaz olduğu ortamda ötekini
kabullenmek de bir zorunluluk olarak çıkmaktadır karşımıza. Böyle bir
zeminde, zenginlik olarak kabul ettiğimiz değerlerimizi, saklanarak, kendimizi
dar bölgesel sınırlara hapsederek ya da etrafımıza yerel alışkanlıklardan oluşan
duvarlar örerek korumamıza imkan bulunmamaktadır. O halde yapılacak en
doğru şey, uzlaşma zemininde buluşarak kültürel değerlerimizi dünyaya
taşımak, ötekinin farklılıklarına da yeni bir gözle bakmaktır.
SONUÇ
İnsanlar, doğuştan getirdikleri ırk, cinsiyet vb. bireysel biyolojik
farklılıkların yanında, toplum olarak tarihsel gelişim sürecinde kazandıkları
pek çok kültürel farklılıklara da sahip bulunmaktadırlar.
Söz konusu farklılıklar, tarih boyunca insanlar arasında eşitsizlik ve toplumlar arasında
çatışma sebebi olarak değerlendirilmiştir. Oysa ulaştığımız uygarlık düzeyi
çerçevesinden olaylara baktığımız zaman, farklılıkların birer ayrılık ve çatışma
sebebi değil, aksine zenginlik, paylaşma ve bütünleşme vesilesi olabilecekleri
kolayca görülebilmektedir. 
Günümüzün küresel iletişim ağları aracılığıyla bireysel ve toplumsal farklılıklar giderek azalmakla birlikte, her zaman varlığını devam ettirecek farklılıklar da bulunacaktır. Yani giderek benzeşen kültürler, bu kültürlere ait topluluklar ve bireyler arasında her zaman bazı farklılıklar olmaya devam edecektir.
Çağdaş toplumların ve aydınlanmış bireylerin yapması gereken kendi
farklılıklarını ötekine dayatmak değil, onun farklılıklarının farkında olmak,
onu olduğu gibi kabul etmek ve uzlaşılabilecek ortak değerler zemininde
iletişim kurarak kendini ifade etmektir. Böyle bir atmosferde kendi
zenginliklerini karşı tarafa göstermek daha kolay olabileceği gibi, evrensel
barış ve huzur ortamının tesisine daha fazla katkı sağlama imkânı da
yakalanmış olacaktır

Şiddetin, egemen olanın bildiğini okuma ve okutma trajedisi o kadar uzun zamandır devam etmekteki, bunca telaşın, şaşkınlığın dip yaptığı insan coğrafyasında, yine insan kalbinin kendisiyle kavgası yazılmaya değer tek şey gibi görünüyor.

Olcay Kasımoğlu

Bir insan neye inanıyorsa odur.

Sağlıklı sevgi anlayışıyla büyümek, ahlaki olgunluğa erişmek, iyiliğin ve sevginin parçamız olduğunu bilmek, yaşamı ve insanı değerli görmeyi sağlıyor.
Önemli olan, yaşadığımız acı tatlı, iyi kötü, olumlu olumsuz her ne deneyim varsa her birini özümsemektir. Yaşamımız onların bütününden oluşur.
Önemli olan kişisel sorumluluğumuzun olduğu yerleri kabul etmek ve tekrar çabalamaktır.
Ne olursa olsun, insan yaşamı değerlidir ve öncelikler konusunda topyekün bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var.
Anton Chekhov *Bir insan neye inanıyorsa odur* der.

Ne olursa olsun; kendimize inanmak çok önemli. Kendimize inanmazsak yeteneklerimizi geliştiremeyiz.Anlaşılır ve tutarlı olmak karşımızdaki insanlara doyum verir, bunun cinsiyeti yoktur. Biz bu algının ve bilincin farkındalığını fark etmemişsek, birey olmayı başaramamışsak, başkalarının bize biçtiği rollere inanırız. Kendi yaşam manifestomuzu oluşturamayız.

“Güzel ruhların, güzel vücutlar kadar sevilmediği bu dünyada, birbirimize güzel olan neyi öğretebiliriz ki ? Kimsenin kendi günahlarına üzülmediği bu dünya da, kim hangi ruhu terbiye edebilir ki?” Alıntı

Kibarlık, yalnızca “teşekkürler, lütfen” demekten ibaret değildir.
Bir de, zihinsel kibarlık vardır: başkalarını dinlemek ve kendi fikirlerimizi onlara sunmak, samimi içten ve anlamaya niyetli olmak.
İnanıyorum ki dünyada *sevgisizlikle birlikte, yanlışlığın hükmü başlar* biz bu hükme geçit vermeyelim.
Bizim hükmümüz bu olsun ‘YAŞAMALI VE SEVMELİ” yüreklilik ve güç verir insana..
”Sonuçta, bütün bu olumsuzlukların en büyük sebebi, adamın kendini “Ben” bilmesinin doğru olduğu varsayımı üzerinedir. Oysa ”BİZ’ olmak hayatı yudumlamaktır…Ben yok ”BİZ” bu kadar”.
Güçlü bir kadın olmanın yanın da ”mutlu” kadın olmak, bence sevdiklerimize ve kendimize en büyük armağandır.
Kadın yada erkek, sonuçta yaşam sevinci aynı yerden beslenir, yani yürekten.
Sevgiyi değerli kılan bütün güzel insanlara (!)

Olcay Kasımoğlu

Andrei Tarkovski’nin tüm zamanların en önemli yönetmenlerinden biri olduğu su götürmez bir gerçek

Andrey Arsenyeviç Tarkovski, Rus film yönetmeni, yazar ve aktör. Sinema tarihinin önemli yönetmenlerinden biridir. Sergei Paradzhanov'la birlikte Glasnost öncesi kuşağın en iyi yönetmeni olarak kabul edilir. Şiirsel sinemanın önde gelen isimlerindendir.
En sevdiği filmlerinden biri ise 'Ayna'dır.

1984 Senesinde Yapılan Bir Andrey Tarkovski Röportajı;
 Çok ama çok hoşuma gitti. Kıvrak zekayla sorulara verdiği cevaplar bir kez daha beni sanatına hayran bıraktı.
Okuyalım bakalım, oldukça şenlikli.
''Soru: Bana öyle geliyor ki, spot ışıklarından rahatsız oluyorsunuz. İnsanlarla temastan kaçınıyorsunuz. Mesela, sadece ara sıra röportaj veriyorsunuz.
Cevap: Evet, pek sosyal bir insan değilim. Şöhretin sunduğu avantajlardan yararlanan, gazetecilerle temasta bulunmaktan hoşlanan insanlar vardır. Ben bunları sevmiyorum. Şimdiye kadar gazetecilerle yaptığım söyleşilerden sonra yazılmış tek bir makale olmadı ki, beni tatmin etmiş olsun. Mesele bana övgüler düzülmemiş olması değil, yazılanların tartışılan, konuşulan şeyle ilgisinin olmaması. Şöhretim yüzünden birinin ilgisine mahzar olduğumu anlamak benim için bir yük. Beni sinirlendiriyor.
Soru: Sizi sinirlendiren şey ne?
Cevap: Cevaplaması zor. Biraraya gelip konuşan insanların ortak bir noktaları olmalı diye düşünüyorum, ki sohbet tek taraflı olarak kalmasın. Oysa hemen her gazeteci sorusunu yönelttiğinde cevaplarla değil, notlarıyla ilgileniyor. Sohbet onu etkilemiyor, yalnızca işi için anlamlı. Aynı şekilde bir sohbet arkadaşı olarak sinema seyircisi de beni sinirlendiriyor, benim hakkımdaki merakımdan ötürü. Kısacası bu tür sohbetler samimi değil, bu da beni küplere bindiriyor. İnsanlar sosyalleşiyorlar, ama karşılıklı, samimi bir ilgi yok; dolaylı bir yolla karşılaşıyorlar.
Soru: Siz samimi bir temas mı istiyorsunuz?
Cevap: Bana öyle geliyor ki herkes biraz bunu istiyor. Yaptığımız bir çok şeyde büyük bir samimiyetsizlik var, özellikle insan içine çıktığımızda yaptığımız şeylerde, bir sürü saçmalık, boşluk. Şahsen söylemeyi önemli bulduğum bir şey yoksa, bu tür sohbetlere bir anlam veremiyorum. Film yaptığım için de her şeyi eserlerimle söylemeye çalışıyorum.
Soru: Sohbetimizin temelinin bir hayli olumsuz olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz bana?
Cevap: Hep böyle olmuştur. Bu konuda yapacak bir şey yok. Hem ne demek öyle olumsuz bir temel? Bir temelimiz yok. Sizin benimle söyleşi yapma dileğiniz, benim de bütün gücümle size direnme dileğim var yalnızca.
Soru: Bunu kuvvetle hissedebiliyorum.
Cevap: Bakalım sohbetimiz nasıl devam edecek. “Zekice bir cevap istiyorsan, zekice bir soru sor,” diyen Goethe’ydi yanılmıyorsam.
Soru: Sayın Tarkovski, eğer hiçbir ortak yanımız olmadığınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Size geldim, çünkü filmlerinizden ötürü kendimi size yakın hissettim. Bu söyleşi benim açımdan sizinle konuşabilmenin bahanesi yalnızca.
Cevap: İşte bunu bana kanıtlamanız gerekecek.
Soru: Umarım kanıtlayabilirim. Londra’ya sizin için geldim. Buradan bir makale çıkacak olması yalnızca tali bir sonuç, bu sohbetin peşi sıra gelen bir şey.
Cevap: Anlıyorum, her şeyi birbirine bağlamak istiyorsunuz.
Soru: Her şeyden önce şu var: Sizi görmek benim dileğimdi, isteğimdi. Sonra bunu yapabilmek için bütün o engellerle karşı karşıya kaldım.
Cevap: Ve maalesef hepsini aştınız. Diğer bütün gazeteciler gibi sizin de bu engellerle tökezleyeceğinizi ummuştum, ama buradasınız.
Soru: Dinleyin, filmleriniz beni derinden etkiledi; şeylere bakışınız çok tanıdık, bir kadın olarak kendimi o filmlerde görememem dışında. Kadınlar filmlerinizde kesinlikle geleneksel bir rol oynuyorlar. Erkek dünyası egemen, daha doğrusu yalnızca erkek dünyası var. Erkeklerin bakış açısından kadın gizemli. Sevgi dolu; erkeği seviyor, bütün varoluşu erkekle olan ilşkisi etrafında dönüyor. Kadının kendine ait bir hayatı yok.
Cevap: Buna pek kafa yormadım; demek istediğim, kadının için dünyasını hiç düşünmedim. Kadının kendine ait bir dünyası olduğunu inkar etmek zor olur, ama bana öyle geliyor ki bu dünya kadının ilgili olduğu erkeğin dünyasına kuvvetle bağlı. Bu bakış açısına göre, tek başına kadın anormalliktir.
Soru: Peki tek başına bir adam, bu normal midir?
Cevap: Tek başına olmayan bir adama göre daha normaldir. İşte bu yüzden kadın filmlerimde ya hiç yok ya da erkeğin gücü üzerinden yaratılıyor. Kadın yalnızca iki filmimde var, Ayna ile Solaris’te. O filmlerde de erkeğe bağlı olduğu belirgin. Kadının böyle bir rolü olduğuna itiraz mı ediyorsunuz?
Soru: Söylediğiniz şeyi nasıl kabul edebilirim ki? Ben, kendi adıma, kendimi o rolde göremiyorum.
Cevap: Birlikte yaşadığınız erkeğin dünyasının, sizin dünyanıza bağlı olması gerektiği sonucuna mı vardınız peki?
Soru: Hayır, öyle de değil. Ben kendi dünyamı korurum, o kendi dünyasını korur.
Cevap: Bu imkânsız. Siz kendi dünyanızı, o kendi dünyasını korursa ortak hiçbir şeyiniz olmaz. İç dünyanın ortak bir dünya haline gelmesi gerekir. Gelmezse eğer, ilişkinin bir geleceği olmaz, umutsuzdur, uyumsuzdur, ölmeye mâhkumdur. Bir kadının eş değiştirmesini tuhaf bulmaya meyilliyim. Mesele kaç eşi olduğu değil, ben ilkeyi düşünüyorum. Mesele şu ki, kadın bu evlilikleri bir hastalık gibi yaşar. Yani önce bir hastalığa düşer, sonra bir başka hastalığa, sonra bir başkasına, vs. Aşk öyle bütün bir duygudur ki, aldığı biçim ne olursa olsun tekrarlanamaz; bütünlüğü yüzünden tekrarlanamaz. Kadın bu duyguyu tekrarlayabilirse ona tümüyle anlamsız gelir. Bu kadın şanssız olmuş olabilir ya da kendi dünyasını korumaya çalışmış, kendi dünyasını daha önemli bulmuş, yabancı bir dünya içinde erimekten korkmuş olabilir. Bu durumda da ciddiye alınmayı bekleyemez ki. Anlıyor musunuz?
Soru: Daha önce kendine ait bir dünyası olan bir kadınla tanışmadınız mı hiç?
Cevap: Böyle bir kadınla ilişki kuramam ki.
Soru: Doğru anladıysam eğer, siz bir kadında erimezsiniz, öyle mi?
Cevap: Hayır, erimem. Buna ihtiyacım yok. Ben bir erkeğim.
Soru: Ama sizin içinizde eriyen bir kadına ihtiyacınız var?
Cevap: Doğal olarak. Kadın kendini korumaya çalışırsa, ilişki soğuk olur.
Soru: Ama bu sevgi içinde siz kendinizi koruyorsunuz.
Cevap: Ben erkeğim. Benim farklı bir doğam var.
Soru: Kadın doğasını bildiğiniz gibi bir izlenime mi sahipsiniz?
Cevap: Sizin gibi, benim de kadın doğası hakkında bir fikrim var.
Soru: Ama ben kendimi içerden, bir kadın olarak tanıyorum, çünkü bir kadınım.
Cevap: İnsanlar kendilerine toz kondurmazlar. Kendi dünyasını korumak isteyen bir kadın beni şaşırtıyor. Bana öyle geliyor ki kadının anlamı, kendini feda etmektir. Kadının büyüklüğü buradadır. Böyle bir kadının önünde saygı ile eğilirim. Böyle vakalar biliyorum.
Soru: Dünyada böyle vakaların kıtlığı çekilmiyor pek.
Cevap: Evet, büyük kadınlar. Kendi dünyasında ısrar edip de, büyüklüğünü kanıtlamış bir tek kadın bilmiyorum. Birini söyleyin.
Soru: Karşınızda dilim tutuldu. Yani kadın yalnızca erkeğe duyduğu aşka var olma hakkına sahip, öyle mi?
Cevap: Ben öyle mi dedim? Kadın-erkek ilişkisi üzerine konuştuk yalnızca. Lafım ağzıma tıkılmadan bir şey ifade etmem de pek mümkün olmadı.
Soru: Epey bir şey söylediniz, gayet iyi biliyorsunuz.
Cevap: Ben sadece, erkek ya da kadın, bir insanın, sevdiğinde kendine ait kapalı bir dünyası olmasının imkânsız olduğunu, bu dünyanın ötekinin dünyası ile karışıp tümüyle farklı bir şeye dönüştüğünü söyledim. Kadını bu ilişkiden azat ederseniz, ilişkiyi bozarsınız. Kadın ayağa kalkamaz, şöyle bir silkinip beş dakika sonra yeni bir hayata başlayamaz. Kadının iç dünyası tümüyle erkeğe karşı beslediği duygulara dayanır. Benim fikrime göre, kadın kesinlikle, mutlaka bu duygulara dayanmalıdır. Kadın, aşkın sembolüdür. Aşk, insanın en büyük hazinesidir, kelimenin hem maddi hem de manevî anlamında. Kadın, hayatın anlamını verir. Mesih’i doğuran bâkire olarak Bâkire Meryem’in bir sevgi sembolü olması tesadüf değildir. Kadınlara bu konudan bahsettiğimde, onur duygusundan laf açılıyor hep, görünüşe bakılırsa bu onur duygusundan yoksun bırakılmak istendiklerinden bahsediyorlar. Benim bakış açıma göre bu kadınlar yalnızca bir erkek-kadın ilişkisinde, erkeğe tamamen kendilerini adamakla onur bulacaklarını anlamıyorlar. Kadın gerçekten severse çetele tutmaz, sizin sorduğunuz gibi sorular sormaz. Sizin neden bahsettiğinizi bile anlamaz.
ANDREY TARKOVSKI
Soru: Neden bir başkasının, özellikle de bir kadının bütün sevgisini istiyorsunuz, merak ediyorum. Neden kendinizi aşka adayıp yapması gereken her neyse yapmayı kadına bırakamıyorsunuz?
Cevap: Bu da mümkün olabilir tabii. Ben kimseden belli bir davranış göstermesini istemiyorum. Ben yalnızca kadının, bütün manevi benliğini ifade edebilmesi için, içinde bulunduğumuz şu anda kendi dünyasında ısrar etmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Soru: Kadının bir kişilik olarak var olmayı bırakıp da yalnızca sizin üzerinizden yaşamasından ne bekliyorsunuz? Bu size neyi getiriyor?
Cevap: Onun iç dünyasını anlayabilir ve kendi dünyamı ona açabilirim. Kadın kendi dünyasında kalırsa birbirimizi hiç tanıyamayız.
Soru: Kadının sizin bahsettiğiniz gibi erkeğe kendini tümden adaması, kadın adına büyük tehlike taşıyor. Kadın, erkek üzerinden yaşamayı tercih ederse, eli boş kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu eski, çok eski bir hikaye. Çok iyi bildiğim bir hikaye. Ben de aşk içinde eriyip gitmeye zaman zaman epeyce meyilli olurum.
Cevap: Şükürler olsun. Bununla gurur duyun. ‘Eriyip gitmeyi’ kadından beklediğimi de düşünmeyin. Maalesef ben kendim, bu aşk duygusunu nadiren yaşıyorum. Çok nadir oluyor, olduğunda da insan, kadın ya da erkek o kişiyi kıskanabilir ancak. Bundan bahsetmem, birinin kendisini adamasını beklediğim anlamına gelmiyor. Böyle şeyler istemek imkansızdır. Aşk kaba kuvvetle yürütülemez. Bu yüzden de benim bakış açımın kimseye bir zararı yok.
Soru: Aşk ya olur ya olmaz, öyle mi?
Cevap: Evet, ya olur ya olmaz. Olmazsa hiçbir şey olmaz ve insan yavaş yavaş ölür. Bu benim fikrim. Doğal olarak tarafların kendilerinin sorumlu olduğu, birbirlerinden daha da bağımsızlaştığı, bunun da birbirlerinden daha bir soğumaları, daha bir bencil olmaları anlamına geldiği ilişkiler de var. Belki böylesi daha kolaydır. Bu tür ilişkiler elbette o kadar tehlikeli değil, daha rahat. Ve feminizm düzeyinde bir yerde hareket ediyorlar. Bana göre feminizmin anlamı yalnızca kadınların sosyal haklarını garanti altına almak değil. Gerçi bugün kadının sosyal durumu, eskiden olduğu kadar ağır değil, birkaç yıl içinde de denge sağlanacak.
Soru: Tuhaf, çok tuhaf, bundan bahseden kadınlar erkeklerle benzerlikleri üzerinden duruyor, kadın olarak emsalsizliklerini anlamıyorlar. Bu beni hep hayrete düşürmüştür, çünkü kadının iç dünyası erkeğinkinden esasen çok farklıdır. Kadının, özel olması yüzünden erkekten bağımsız var olmayacağına inanıyorum. Erkekten bağımsız varolursa, doğal, organik değildir artık. Toplum içinde kesinlikle bir yer edinebilir; bir erkeğin işini yapabilir, ama bu onu kadın yapar mı? Hayır, asla.
Cevap: Bazı kadınlar bir erkeğin işini yaparak eşit olabileceklerini düşünüyorlar. Oysa kadının erkekle aynı hakları istemeye ihtiyacı yoktur. Kadın tümüyle erkekten farklıdır. Kadının bir emsalsizliği vardır, onda önemli bir şey, erkekte olmayan temel bir şey vardır. Kadınlar eşit haklar istiyorlar. Ne demek istediklerini anlıyorum; artık kendilerini feda etmek istemiyorlar. Her zaman bastırılmış olduklarını anladılar ve eşit haklara sahip olarak kendilerini özgürleştirebileceklerine inanıyorlar. Kadın ya da erkek herkesin, doğal olarak özgür olmak isterse özgür olduğunu anlamıyorlar. Hepimiz özgür insanlarız, ama özgür ülkede yaşıyor olabileceğimiz için değil. O önemli bir sebep değil. Antik Roma’nın duvarcısı, özgür bir insanın içinde olabilir. İnsan temelde özgürdür. Özgür değilse, bu onun, yalnızca onun hatasıdır. Nihayet sadede gelebildik.
Kadınların dünya olaylarından büyük ölçüde dışlanmış olmaları gerçeğini inkar etmiyorum. Kuşkusuz bu bir haksızlık. Ama kamusal hayata tamamen entegre olursa kadına neler olacağını bilemiyorum henüz. Buna karşı olmadığımı, bunu desteklediğimi vurgulamak isterim, ama kendini orada bulamayacağı yönünde bir izlenimim var. Tatmin olmayacak.
Soru: Size katılıyorum. Erkek egemen değerler hakim olduğu sürece, bu dünya bir kadın için zor olacak, kariyerinde erkek değerleriyle yarışmak zorunda olduğu sürece.
ANDREY TARKOVSKI
Cevap: Yanılıyorsunuz. Bence parlak kariyeri olan bir kadın kadar sevimsiz bir şey olamaz. Erkek haklarım için korktuğumdan değil, bunu gayri tabii bir şey olarak gördüğüm için. Görmezden gelmesi gereken bir yolu tutan bir kadın modeli bu. Yalnızca erkeğe karşı beslediği yanıltıcı, rekabetçi bir duygu böyle yapmasına sebep oluyor. Peki, neden oluyor bu? Kadın, erkek gibi mi olmak istiyor? Erkeğe, onunkine benzer becerilere sahip olduğunu mu göstermek istiyor? Bir kadının bir erkeğin işini yapabileceğine hiç kuşkum yok. Burada, İngiltere’de bir kadın, mücadelelerle dolu bir yoldan geçerek, büyük bir siyasal kariyere sahip oldu. Bir kadının bir erkeğin işini yapabilmesi özel bir şey değil. Elbette ki yapabilir. Ama bu bir şey kanıtlamıyor.
Soru: İnsan M. Thatcher’ı anlayabiliyor. Bir kadının erkek alanında erkek değerlerini benimsemesi şaşırtıcı bir durum değil. Yapabileceği başka bir şey yok. Başka bir seçeneği yok. Sizin ifadenizde beni rahatsız eden şey, kadının gerçek doğası diye bir şey varsaymanız. Kadınlar asırlardır erkek egemen bir dünyada yaşadıklarından, kadın doğasının ne olduğunun, kadınların kadın değerleriyle nasıl bir dünya yaratabileceklerini kestirmek zor.
Cevap: Afedersiniz, sizin adınız ne?
Soru: İrena.
Cevap: Dinleyin beni, İrena, siz kadın doğanızdan memnun olmadığınızı söylüyorsunuz.
Soru: Hayır, beni yanlış anladınız.
Cevap: Ama hep var olmuş olan, yaratılmış olandan daha farklı bir kadın-erkek ilişkisi olamaz. Çünkü dünyamız iki cinsiyetli, ister beğenin, ister beğenmeyin. Belki başka bir gezegende tek ya da beş cinsiyetli bir dünya vardır, hayatın devamını sağlamak için bu tür bir gruplaşma gerekiyordur. Belki orada fiziksel ve manevi aşk için beş cinsiyet gereklidir. Ama yaşadığımız dünyada iki cinsiyet gerekli. Bir sebepten bunu hep unutuyoruz. Haklardan, koşullardan, bağımlılıktan bahsediyoruz. Bir kadının kadın olduğu, bir erkeğin erkek olduğu gerçeğinden hiç bahsetmiyoruz. Tek itirazınız bunu sevmediğiniz olabilir.
Soru: Bence kadınlık bir başka kişiye bağımlı olmakta yatmıyor, bu yüzden de filmlerinizdeki kadın kahramanlarda kendimi bulamıyorum. Bütün o kadınlar erkek gezegeninin etrafında dönen uydular, bir iç dinamizme sahip olmaları bir nebze olsun mümkün değil.
Cevap: Tuhaf. Moskova’da kadınlardan birçok mektup almıştım, Ayna adlı filmimde, kimsenin erişemeyeğini, kimsenin göremeyeceğini düşündükleri dünyalarını açıp oraya sızmayı başardığımı söylüyorlardı. Belki sizin farklı bir kişilik yapısınız var. Belki kendinizden talepleriniz farklı. Belli ki, Ayna’daki anne gibi değilsiniz. Ayna annem hakkındadır. Kurgu değildir, gerçeğe dayanmaktadır. İçinde kurgusal bir tek bölüm bile yoktur. Belki haklısınız, belki de kendinizi orada göremiyorsunuz.
Soru: Temel insanlık durumu ve sizinbuna yaklaşımınız, özellikle Stalker ve Solaris’te beni çok etkiledi. İşte bu yüzden buradayım. Solaris’te aşkı resmetme biçiminiz muhteşemdi, incelikliydi. Ama aşk Hari’nin tek gücü ve aynı zamanda onun Aşil topuğu. Sadece aşkı var.
Cevap: Yani, siz bir Aşil toğuğu istemiyorsunuz. İncitilmez olmak istiyorsunuz.
Kadınlar erkeği hiçbir zaman erkekçe fethedemezler. Kadın bütün sevgisini ortaya koymazsa, erkek-kadın ilişkileri farklı olur.
Soru: Evet, farklı olur; farklı olması gerekir. Asırlardır başkaları için yaşamaya yönlendirilmiş, asla kendisi için yaşamamış, başkaları için her zaman kullanıldıktan sonra atılabilir bir kadın olduğunuzu düşünün bir. O yükü hissedebiliyor musunuz?
Cevap: Bunun bir erkek açısından daha mı kolay olduğunu düşünüyorsunuz?
Soru: Değil tabii. İşlerin şimdiki hali, her iki taraf için de zor.
Cevap: Erkek olmak, kadın olmak kadar zor. Bahsettiğiniz ızdırabın kaynağında başka bir şey var aslında. İnsanın manevi düzeyinin çok düşük olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Bugün yatıp uyduğumuzda, ertesi gün kalkamayabileceğimizi biliyoruz. Çılgının biri düğmeye basarsa eğer, bu gezegen üzerinde hayatı silmek için üç bomba yeterli olacaktır. Bunun bilincinde olmadığımız söylenmez, ama sürekli unutuyoruz. Manevi ilgilerimiz o derece maddiyatın kölesi olmuş ki, asla gündeme gelmemesi gereken meselelerle uğraşmamız gerekiyor.
Toplumsal sorunların gelişmesi, bizim çılgın maneviyat karşıtlığımızın bir sonucu. Manen ergin bir kadın, erkekle ilişkisinde köleleştirildiğini ya da aşağılandığınız hiç düşünmeyecektir. Manen ergin bir adam da bir kadından bir şey istediğini hiç düşünmeyecektir. Yalnızca siz, argümanınızın gücüyle beni bu tür cevaplara getirdiniz. Bu tür meselelerden konuşmak bize yabancı olmalı.
Bunlar hakkında konuşuyor olmamız bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Sorun doğal bir şey olmalı. Fakat kazanılmış ya da kazanılacak kadın hakları, kadınların kendi kendilerini onaylamalarını sağlamayacak. Tam tersine, bundan sonra aşağılanmayı hissedecek. ‘Neden’ diye soracak kendine, ‘erkekten çok farklı bir insan olarak, bir erkeğin hayatını yaşıyorum?’ Bu sorunlar maneviyattan yoksun oluşumuzun işaretleri.
Hayret verici kadınlar, manen hayret verici kadınlar tanıdım. Bu kadınlar kendilerini bu tür sorunlarla sıkmıyorlar, ama öyle bir iç zenginlik, manevi büyüklük, öyle bir moral gücü gösteriyorlar ki, erkeklerin dizlerine kapanması, bundan utanç değil, onur duyması gerekir.
Bakın, işte asıl mesele burada. İlişkilerimizi açıklamaya başladığımızda, çoktan kötü yola girmiş oluyoruz. Buna özlem duymak hoşnutsuzluğumuzun bir belirtisi, adalet arayışı değil. Hoşnutsuzluk ve adalet arayışı da iki farklı kategori, gördüğüm kadarı ile kadınlar bugün korkunç durumdalar. Gerçekten seven bir kadın böyle sorular sormaz. Bunlarla ilgilenmez.
ANDREY TARKOVSKI
Soru: Dünyaya egemen olan erkek değerlerinden bahsediyoruz. Kadın değerlerinin güçlü bir etkisinin olduğu bir toplumda işler böyle kıyametvari bir tehdide varmayabilirdi. Bugün bir kadının Kıyamet’i bilip de, kendini bundan sorumlu ve bununla yakından ilgili hissetmeyip onun yerine kendini tam bir aşk içinde tek bir adam için, hâlâ aşkıyla sımsıcak olan bu adamın gezegeni mahvedeceği düşüncesiyle feda edebileceğini nasıl oluyor da tasavvur edebiliyorsunuz?
Cevap: Şok edici, şok edici. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama hayretten ağzım açık kaldı, İrena, bir erkeğin aynı hislerle, aynı kaygılarla dertlenmediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu gezegene erkeğin hükmettiğine inanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
Soru: Kim hükmediyor peki?
Cevap: O.
Soru: Nerede O?
Cevap: (Yukarıyı işaret eder.) Anlıyor musun? Olayları tartışıyoruz, sebepleri değil. En önemli şeyden bahsediyoruz. İnsan, varoluşunun sebebini bilmeden yaşıyorsa, bu dünyaya hangi sebepten geldiğini, neden bir süre yaşamak zorunda olduğunu bilmeden yaşıyorsa, o zaman dünyanın bugün içinde olduğu hale gelmesi gerekirdi. Aydınlanmadan bu yana, insan, görmezden gelmesi gereken şeylerle uğraşıyor. Maddi şeylere doğru dönmeye başladı. Bilgi açlığı insanı ele geçirdi. Kadınlar erkekler kadar bilgiye aç değildir. Şükürler olsun.
Soru:Kadınların başka tür algılara duyarlılığı olabilir.
Cevap: Evet, kesinlikle. Demek bunu anlamışsınız. Peki sonra ne oldu? İnsan körmüş gibi kendi kendisinin etrafında dönmeye başladı. Elleri dışında dünyayı algılamasına yarayacak bir organı kalmamıştı. Bu dünyaya dair o kadar çok şey algıladık ki, bunun mutluluk ve uyuma varmak için yeterli olacağı düşünülebilir. Ama hayır, tam tersine, ‘dünya hakkında ne kadar çok şey bilirsek’, aslında atalarımızdan o kadar daha az biliyoruz, açıklığı daha fazla yakalamış uzmanlar bunu görüyorlar. Karıştırma kabiliyetimiz var. Körsünüz diyelim, soğuk bir radyatöre dokunduğunuzda, etrafınızdaki dünyanın da soğuk olduğunu düşünürsünüz, kaloriferler yanıyorsa da tam tersini, etrafınızdaki dünyanın sıcak olduğunu. Orası önemli değil, ama bu anlayışın gerçek dünyayla bir ilgisi yoktur; yalnızca dokunma duyusunu ifade eder. Dünyayı algılamamızın kaloriferlerin yanıyor olup olmamasına bağlı olması zavalıca. Dünya hakkında çok şey bildiğimize karar verdik. Oysa hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir kısmına dair belli belirsiz bir kavrayışa sahibiz, ama o da bize genel tabloyu vermiyor, çünkü dünya sonsuz.
Bence insanın varoluşunun pathosu, anlamakta yatmıyor; o insanın entelektüel bir görevi, ama asıl işi değil. İnsanın sorunu, hayatın anlamının bilgisine sahip olarak yaşamak. Dünyayı pragmatik, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamamız ne kadar ilginç. Durmadan protez üretiyoruz. Bütün teknolojiler buna dayanıyor. Uçakları icat ettik, çünkü at sırtında gitmekten yorulduk. Hayatlarımızı daha hızlı hareket ederek zenginleştirmeyi düşünüyoruz. Bu, çıplak gözle bile görülebilen temel bir hata.
Bilimci amacının keşif yapmak olduğuna inanıyor. Bu hakikatle ilgili pragmatik bir yaklaşım. Sanatçı sanat eseri üretmek için yaşıyor. Herkesin hayatındaki amacı yakalayıp onu yaşaması gerekirken, herkes belli görevlerle yaşıyor, herkes eşitsizliği hissediyor, herkes öbürünü kıskanıyor. Bu zeminde herkes haklı ve eşit haklara sahip; sanatçılar, işçiler, rahipler, çiftçiler, çocuklar, köpekler, erkekler ve kadınlar. Hayatın bu anlamı içimizde gizli kalırsa tökezlemeye başlarız ve hayatın anlamını anlamış olsak ortaya çıkmayacak sorunlar icat ederiz. Bu benim bakışım. En baştan alacak olursak, her şey yerinde kalır. Uygarlığımızın krizi bir orantısızlıktan kaynaklanmıştır. İki kavram arasında uyumsuzluk var; maddi gelişme kavramıyla manevi gelişme kavramı arasında.
Soru: Bu Platon’la başlamıştı.
Cevap: Hayır, çok daha önce. İnsan kendini doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya başladığında başladı. Toplumumuz bu kırık fay üzerine gelişti. İnsanlar sevgiyle, dostlukla, manevi bir temas ihtiyacı ile değil, yarar sağlama itkisiyle birbirleri ile ilişki kuruyorlar. Ayakta kalmak için, doğal olarak. Ama ben insan her durumda ayakta kalabilirdi diye düşünüyorum, çünkü insan, hayvan değil. İnsanın doğayla uyum içinde yaşadığı ve hayret verici şeyler yarattığı örnekler biliyoruz. Örneğin Sanskrit dilinde belgelenmiş o Doğu kültürleri, maddi dünya ile manevi dünya arasında bir denge kurmayı başarabilmişlerdir. Hâlâ bu kültürlerin izlerini taşıyoruz, bize uygarlığın bir zamanlar farklı, gerçeğe daha yakın bir yol aldığını anlatıyorlar. Bu uygarlıkların neden silinip gittiği sorulabilir. Öyle görünüyor ki başka kültürler onlara paralel gelişti, birbirlerine karşı birtakım düşmanca duygular beslemeye başladılar ve bu uygarlıklar kendi kavramlarını geliştirme imkanı bulamadılar. Yine de bunun tam sebepleri bilinmiyor.
Her halukarda insanın bu dünyaya manen yükselmek amacıyla geldiğini, kötülük dediğimiz şeyi yenmek, kaynağı egotizmde yatan kötülüğü yenmek için geldiğini anlaması lazım. Egotizm, insanın kendi kendisini sevmesinin, sevgi kavramına dair hatalı bir kavrayışı olmasının bir semptomudur. Her şeyin deforma olmasınn kaynağı budur. Bilimimizin budalalığı, hataları ve yıkıcı sonuçları, kadınların doğru zamanlarda iktidarı almamalarının değil, insanın manen yüksek seviyeye çıkamamış olmasının sonucudur. İnsanlık manevi değerler doğrultusunda ilerleseydi, bir enerji kaynağı değil manevi bir kaynak arayışına girseydi, o zaman bu konuştuğumuz hiçbir şey gündemimizde olmayacaktı. O zaman insan manevi bir sürecin denetiminde uyum içinde gelişecekti. Manevi sürecin entelektüel süreç gibi böyle bir tek taraflılık yaratabileceğini sanmıyorum. Maneviyat, uyum kavramını içerir zaten. Ne kadar haklı olursanız olsun, başka her şey ikincil önemdedir. Filmlerimde kendinizi göremiyorsanız bu benim yanlış olduğumu kanıtlamaz. Ben resmetmek istediğim kadınlar hakkındaki gerçeği söyledim. Siz beğenmeyebilirsiniz. Yoksa kadınları toplumsal gerçekçi bir anlamda mı resmetmemi izterdiniz?
Soru: Bana karşı önyargılısınız.
Cevap: Yo, yanılıyorsunuz, siz benim hakkımda önyargılısınız. Bence birlikte yaşadığınız erkeğe ‘neden bu kadar aptalsın?’ diye sormalısınız. Sorunun böyle sorulması gerekir.''
 Bunları okuduktan sonra hayran kalmamak mümkün mü?

Olcay Kasımoğlu

26 Haziran 2019 Çarşamba

ENTELLEKTÜEL HİÇ BU KADAR GEREKLİ OLMADI

Kim olduğumuz, ne olduğumuz önemli değil; kendimizi ifade edebildiğimiz yerdeyiz..
Fikret BaÅŸkaya fotoÄŸrafı ile ilgili görsel sonucuFikret Başkaya'nın ''Entellektüel hiç bu kadar gerekli olmadı''yazısını okurken  adressiz bir mektuba başlamak gibi sessizlik sağaltan bir iç döküşle içimde binlerce cevap bekleyen sorgulamaların içinde kendimi yeniden buldum.  Bugüne kadar söylemden öte gitmeyen bir çok şeyi sorgulayan, farkındalık katan yazının içeriğini okurken çok mutlu oldum. Evet işte bu dedim.
Büyük bir zevkle paylaşmak isterim;
''Türkiye “aydın”ın harman olduğu bir ülke. Dünya’da herhalde bu kadar “aydını” olan başka bir ülke yoktur. Bir eğitimden geçmek, diploma sahibi olmak ‘aydın’ sayılmaya yetiyor. Okumuşlar, söze, ‘bir aydın olarak’ diye başlıyor… Velhasıl burası ‘aydını’ bol ama nedense ‘aydınlatanı kıt’ bir ülke… Peki neden? Aydın olmak, bir okuldan, üniversiteden mezun olmaksa, bir diploma sahibi olmaksa, o diplomayı almak için hangi bilgiler, nasıl ediniliyor? Bu okullardan mezun olanlar eğer ‘bilgi sahibi’ oldukları için ‘aydın’ sayılıyorlarsa, bilgi tek başına aydın sayılmanın yeterli koşuluysa, o zaman bu dünyada ‘aydından’ bol bir şey yok demektir…
Aydın, entellektüel değil…
Sosyolojik bir katman olan diplomalılar, ‘mektepliler’, sömürü düzeninin devamını sağlarlar. Onu yeniden üretirler. Bir bölüğü egemen/resmi ideolojinin oluşturulmasında da rol alır. Tam da entellektüel işlevin karşısında konumlanmışlardır. Aslında bizde aydın denilenlere, Tanzimat döneminde münevver denirdi ki, münevver, ‘tenvir edilmiş, nurlandırılmış, aydınlatılmış, ışıklı‘anlamındadır… Önceki döneminin uleması’nın işlevini devralmışlardı ve ‘bu devlet nasıl kurtulur’ sorusuyla ilgiliydiler… Verili sömürü ve egemenlik ilişkilerini sürdürme misyonuna koşulmuşlardı… Cumhuriyet döneminde, münevverin yerini aydınlar aldı… Cumhuriyet döneminin aydınları, köşeli/ bağnaz bir resmi ideoloji oluşturmaya memur edildiler. Resmi ideoloji üreticilerine aydın denilip, onlara ilerici bir misyon vehmedilmesi, Cumhuriyet döneminin bir ironisiydi… Resmi ideolojinin, resmi tarihin geçerli olduğu yerde de özgür düşünceye, özgür tartışmaya, eleştirel düşünceye yaşama şansı tanınmaz…
O halde neden ‘egemen ideoloji’ değil de ‘resmi ideoloji’ deniyor? Zira, Cumhuriyet Rejimi, Batı’daki burjuva rejimlerinde olduğu gibi bir ‘egemen ideoloji’ üretebilir durumda değildi… Egemen ideoloji, kitlelerin bilincinde bir yanılsama yaratma, rıza üretme, gönüllü kabullenme yaratma yeteneğini varsayar… Başka türlü söylersek, güçlü bir ekonomik temeli varsayar… Cumhuriyetin egemen sınıflarının öyle bir ‘rıza üretme’ kabiliyeti yoktu. Ekonomik temel cılızdı… Geriye köşeli bir resmi ideoloji peydahlayıp dayatmak kalıyordu… Resmi ideolojinin geçerli olduğu bir ülkede, bir rejimde, ‘doğrular’ bizzat devlet tarafından belirlenir… Neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi, neyin kötü olduğuna devletin adamları karar verir.
İşte okumuşlar, mektepliler, bağnaz resmi ideolojinin tedris edildiği, okullardan mezun oluyorlar… Beyinleri dağlanmış, düşünme, muhakeme yetenekleri aşınmış, hizaya getirilmiş olarak diploma sahibi oluyorlar ve onlara bir de ‘aydın‘ deniyor… Bu okullardan ‘aydın’ çıkmaz ama entellektüelin inkârı pekâlâ çıkıyor, çıkabiliyor… Elbette her yerde ve her durumda olduğu gibi istisnalar vardır ve iyi ki de vardır… Aksi halde durum daha da vahim olurdu… Tabii, ‘istisnalar, kuralı doğrulamak içindir’ de denmiştir…
Başka türlü söylersek, bizde ‘uzman’a ‘aydın’ deniyor… Uzman bir konuda bir şeyler bilene denir. Maddi-sosyal gerçekliğin çok küçük bir veçhesine dair bilgi sahibidir. Ağacı görür de ormanı görmez… Oysa, “gerçek” bütündedir. “Hakikat’ bütündedir… İşte, uzmanın bu niteliği, onun bilgisini egemen sınıfların, sömürü düzeninin hizmetine sunulmasını kolaylaştırıyor. Sömürü düzeni ‘uzmanı’ boşuna yüceltmez… Elbette bunu söylemek, herkes her şeyi bilmeli demek değildir… Sadece uzmanlık aşamasında kalanın, resmin bütününden habersiz olduğunu, dolayısıyla sınırlı bir ‘bakış’ ve ‘kavrayış’ yeteneğine sahip olduğunu hatırlatmaktır…
Nitekim, bir uzman da pekâlâ gerçek bir entellektüel olabilir. Albert Einstein, bir fizikçiydi, yetkin bir uzmandı ama aynı zamanda bir entellektüeldi… Onu aynı tavrı göstermeyen meslektaşlarından ayıran ve entellektüel yapan, sahip olduğu bilimsel bilgi değil, etik duruşu, insanî toplumsal, evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır… Nitekim Jean Paul Sartre: “Atom fizikçisi nükleer denemelere karşı bildiriyi imzaladığında entellektüeldir” derken, aradaki farkı ifade etmiş oluyordu… Sartre ve diğerleri bilgili oldukların için entellektüel sayılmıyorlardı. Her ne kadar sosyolojik ‘aydın’ tanımına girenlerle ortak yanları ‘bilgili’ olmaları olsa da, onları entellktüel yapan, egemen ideoloji, resmi ideoloji ve devlet karşısındaki tutumları, açıkça ezilen ve sömürülen sınıfların tarafında saf tutmalarıydı… Resmin bütününü görme, kavrama istidadına sahip olmalarıydı… Entellektüel kavramının mucidi olan Emil Zola, son derecede parlak bir yazar, aynı zamanda bir entellektüeldi… Bir uzman Nobel Ödülünü kazanabilir ama bu onu entellektüel yapmaz.. . Nitekim, Nobel Ödülü alanlar arasında ağacı görüp, ormanı görmeyen çok sayıda uzman vardır… Bilim ve teknoloji fetişizminden yakayı kurtaramayanları çoktur. Kapitalizmin hizmetindeki bilimin ve teknolojinin yıkıcı sonuçlarını ısrarla görmezlikten geliyorlar…
1992 Rio, Çevre ve Kalkınma Dünya Zirvesi arifesinde, aralarında 59 Nobel Ödülü sahibinin de bulunduğu 400 ünlü bilim adamı [uzman densin], bir bildiri yayınlayarak: ” XXI’inci yüzyılın arifesinde irrasyonel bir ideolojinin ortaya çıkmasından duydukları kaygıyı” dile getirmişlerdi… Çevre ve ekolojik sorunlara duyarlı bilim adamlarını “gericilik” ve “irrasyonellikle” suçlamışlardı… Bildirinin öncülüğünü Dr. Michel Salomon’un yaptığı Heidelberg Grubu’nun bu tavrı, iki konuda düşünmeyi gerektiriyor: Birincisi, Nobel Ödülü’nün değerinin tartışılmasını; ikincisi de, ‘bilim insanlarının’ yüceltilmesinin saçmalığına kafa yorma gereğini… Burjuva toplumunda bilim insanlarının ‘yüceltilmesini’… Dikkat edilirse, çokuluslu şirketlerin kârlarının düşmesi olasılığı bile ‘bilim erbabını’ kaygılandırıyordu…
Fransız genetisyen. Andre Langenay’ın Rio Konferansına karşı bildiri yayınlayan ünlü bilim adamlarıyla ilgili yazısının başlığını: ” Bir Devekuşu Çetesinin Mutlak Körlüğü” koyması gerçekten yerindedir… Yazar, François Jakob’un, sık, sık ünlü bilim adamları arasında da herhangi bir sosyal grupta olduğu kadar ahmak ve pis herifin bulunduğundan söz ettiğini yazıyor… Burjuva dünyasında ağacı görüp, ormanı görmeyen adamlar da pekâlâ Nobel Ödülü alabiliyor ve tabii otorite sayılıyorlar… Tabii, her söylediklerinde de bir keramet bulunacaktır…Mesela ‘iktisat dalında’ hayli zamandır Nobel Ödülü veriliyor… Lâkin, “iktisat bilimi” denilip pazarlanan ve burjuva akademilerinin, üniversitelerin vazgeçilmez disiplinleri arasında yer olan söz konusu ‘disiplin’ aslında burjuva ideolojisinden başka bir şey değildir. Bilimle de, bu dünyanın gerçekliğiyle de bir ilgisi yoktur… Ve bu güne kadar tek bir Marksist düşünce insanının Nobel ödülü aldığı görülmemiştir…
Aslında, eğitilmişlere, diplomalılara ‘aydın’ demek saçmadır. Tabii bu, okumuşlar arasından entellektüel çıkmaz demek de değildir… Bilakis en çok onlar arasından çıkar ama her diplomalı entellektüel olmaz. Diploma bir uzmanlık belgesidir sadece… Bir ustaya çırak olan biri, bir kaç yıl içinde işi öğrenir ve ‘usta olur’. Bir okulu, üniversiteyi bitiren de diploma alır ‘uzman’ olur… Bu ikisi arasında özde bir fark yoktur. Fakat, okula, üniversiteye giden, entellektüel olmak bakımından, ustaya çırak olana göre daha avantajlıdır. Nitekim, bilgiye ulaşma, eleştirel düşünceye ulaşma imkânına ve potansiyeline daha çok sahiptir. Elbette söz konusu olan sadece ‘potansiyel bir avantajdır’.
Fakat sadece avantaj değil. Okul, üniversite ortamı kimi avantajlar sağlasa da, okullar, üniversiteler, egemen ideolojinin, resmi ideolojinin üretildiği, yeniden üretildiği ve yayıldığı kurumlardır… Bu yüzden avantajın dezavantaja dönüşme ihtimali büyüktür… Entellektüel, eğitimli, yüksek düzeyde bilgili olduğu için entellektüel değildir. Paul Baran; “Entellektüel denilen kişi, böylece yaptığı işin özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni. daha güzel, daha insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne olduklarını arayıp bulmayı, incelemeyi ve bu yoldan bunların aşılmasına yardımcı olmayı kendisine dert edinmiş kimsedir. O, bu nitelikleriyle toplumun vicdanı ve toplumun belli bir tarih döneminde içinde yaşadığı ilerici güçlerin sözcüsü haline gelir. Ve bu nitelikleriyle o, status quo’yu korumaya çalışan egemen sınıf tarafından ve bu sınıfın emrinde olup, entellektüelleri en hafifinden hayalcilik ya da metafiziklikle, en kötüsü de yıkıcılık ya da bozgunculukla suçlayan kafa işçileri tarafından bir “dert yaratıcısı’ bir ‘baş belası’ olarak görür”, derken entellektüel denilenleri, sosyolojik aydın tanımına girenlerden farkını vurgulamak istemişti…
Egemenlik sisteminin, sömürü düzeninin devamı, ideolojik egemenliğin, ideolojik yanılsamanın, ideolojik köleliğin sürdürülmesine, hurafelelerin etkin kılınmasına bağlıdır. İşte entellektüel, egemen sınıfların gizli kalmasını istediklerini açığa çıkarmaya çalışan, gerçeğin saptırılmış [reifiye olmuş] versiyonunu sineye çekmeye, kabullenmeye razı olmayan, iktidardakilerin empoze etmekte çıkarı olduğu “bir toplumsal değerler sistemine” başkaldıran, yaşandığı varsayılan gerçeğin çarpıtılmış, ya da “resmî” versiyonunun uyumsuzluğunu açığa çıkarmayı kendine iş edinen kişidir… Egemen sınıfların ve onların devletinin her türlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda hiç bir tabuya, yasağa, inkârcılığa itibar etmeyen, sorunları sadece mahalli, ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp kavramaya çalışandır… Lâkin bir şey var: Gerçeği söyleyenin düşmanı da çoktur. Nitekim, Santiago Rámon Y: “Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Her halde ya gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç sevmedin!” derken, gerçeği söyleminin bedelini hatırlatmak istemişti…
Entellektüel’in yalan cephesinin karşısında, doğrunun, gerçeğin safında konumlanması demek, onun gerçeğe ihtiyacı olanların safında konumlanması demektir ki, bu niteliğinden ötürü, fıtraten devrimcidir… Oysa, sosyolojik aydın olarak nitelendirilen mektepliler, okumuşlar taifesi, tam da entellektüelin karşı kutbunda mevzilenmiş durumdadırlar… İşlevleri, misyonları, varlık nedenleri egemen ideoloji, duruma göre resmi ideoloji üretip, ideolojik bulanıklığın devamını sağlamaktır… Misyonları ve varlık nedenleri yalan üretmek, yalanı büyütmek ve yaymak olanların bir de aydın [entellektüel] sayılmaları saçmadır…
Fakat bir şey var: Hiç bir toplumsal hareketin veya muhalefetin entellektüel yokluğunda başarı şansı yoktur. Her türlü devrimci hareketin, toplumsal isyanın veya sınıf hareketinin verili durumu dönüştürebilmesi, eskiyi yıkıp, yeniyi yaratabilmesi ancak bir ütopyanın varlığıyla mümkündür… İdeali, ütopyayı oluşturup-formüle edenler de entellektüellerdir. Onlarezilen/sömürülen sınıfların organik entellektüelleridir… Entellektüellerin ‘organik entellektüel‘ adını hak edebilmek için bir örgütün üyesi olması gerekmez… Zira, fıtraten ve tanımları gereği zatenezilen/sömürülen sınıfa dahildirler. Buraya kadar söylenenler bir yanlış anlamaya meydan verilmemelidir… Burada entellektüeli yüceltmek asla söz konusu değildir. Zaten bizzat entellektüelin varlık nedeni de, her türlü yüceltmeye karşı olmaktır. Zira, bu dünyada hiç bir şey yüceltilmeyi hak etmez. Entellektüel yüceltildiğinde varlık nedeni ortadan kalkar…
Entellektüelin işlevi kritik durumlarda ve dönemlerde daha çok önem kazanmakla birlikte, toplumda politizasyonunun, politikleşmenin, bilinçliliğin büyüdüğü, sınıf mücadelesinin yükseldiği durumlarda ‘sosyolojik aydınların‘ hiç değilse bir bölüğünün ‘gerçek entellektüel işlevine kazanılması kolaylaşır. Nitekim, 1960’lı 1970’li yıllarda dünya ölçeğinde ‘sosyolojik aydınların’ bir bölüğü ilerici-devrimci mücadeleye katılmıştı…
Kapitalist dünya sistemi, burjuva uygarlığı, artık potansiyelini tüketmiş bulunuyor… İnsanlığın ve uygarlığın kritik bir eşiğe gelip-dayandığı tarihsel kavşakta, entellektüel işlev hiç olmadığı kadar büyük önem taşıyor. Başka türlü söylersek, radikal eleştiri hiç bir tarihsel dönemde bu kadar önemli ve gerekli olmadı… Zira, artık sorun sadece bir sömürü, yağma ve talan düzeni olan kapitalizmi aşmaktan öte bir nitelik kazanmış bulunuyor… Sanayi kapitalizmi eni-sonu 250 yıllık bir zaman diliminde sadece insanî-sosyal mahiyetteki sorunları kötülükleri azdırmakla kalmadı. Ekolojik yıkıma da neden olarak, bir gezegen riski de yaratmış bulunuyor… Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atmış bulunuyor. Artık, ‘Büyük İnsanlığın’ önündeki ivedi sorun, sadece komünist toplum perspektifine endeksli bir sosyalist toplum düzeni kurmakla sınırlı değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmakla da ilgili…''
Fikret Başkaya
  

Her şeyin farkında olup hiç bir şey yapamamak..

Fotoğraf açıklaması yok.















İnsanların; birbirini gammazladığı, çamurlaştığı, sattığı böyle bir dünya düzeninde ''insanlığın parayla ölçüldüğü yerde'' haktan söz edilebilir mi?
Haklının ''mevki ve ıtıbarla'' belirlendiği yerde adaletten söz edilebilir mi?
Dostluğun '' görüntüden, sahtelikten'' beslendiği yerde insanlıktan söz edilebilir mi?
Erdemin ''çıkar ilişkisi üzerine'' bağlandığı yerde onurdan söz edilebilir mi?
Emeğin kapı dışarı edildiği ''kazancın hileyle büyüdüğü yerde'' alin terinden söz edilebilir mi?
Bütün bunlara karşı bir duruş sergilemedikten sonra ''ben erdemliyim, onurluyum'' demekle, erdemli, onurlu olunmuyor.
İnsan olma yanımız; ne zaman, yanımızdakilere yapılan saygısızlığa, zulme,haksızlığa, kötülüğe ses çıkarırsa o zaman insanlığımız başlar.
Yoksa, hiç kimse çevresine mavi boncuk dağıtarak dürüst olamaz.
Işığımızı engelleyen duvarları aşmak tamamen ortadan kaldırmak gerekir.
Bunun içinde sağlam bir kişilik her zaman çıkar ilişkilerinin panzehiridir.
Sağlam kişilik; hayatın bir anlamı olduğunu bilir, değerini sorgular.
Değerler ise; hayatla ilgili kararlarımızı kolaylaştırır, yolumuzu belirler.
Çıkarcı insanların menfaatlerine hizmet etmeyiz, kul olmayız.
Hangi yoldan gideceğimizi bildiğimizde ise hiç kimsenin stepnesi olmayız.
Yoksa ''nereye gideceğini bilmiyorsan, gideceğin yerin hiç bir anlamı yoktur'' insanlığa da bir faydan yoktur.
Tüm kapılar açık seçik, yazgım henüz bakirdi.
Sonra kapıldım insan rüzgarına, savruldum.
Yaşadım, yaşadıkça kapılar bir açık bir kapalı.
Aşklar, isimler notalara söz oldular.
Gözlerimin düsturuyla, kaç gecenin çemberine dolandım.
Kaç gecenin dolunayın da yıldızlarla sözleştim.
Yaşadım, eledim, elendikçe anladım.
Hayatı kendimle tanımlamak çözmüyormuş.
Yürekte saklıdır dünyanın bütün hazineleri....
Kutlu bir miras gibi.
Bir ömür yetmezmiş anladım...
Olcay KASIMOĞLU

25 Haziran 2019 Salı

Açık bir yürek, açık bir zihindir.

Seçimin riski de, zaferi de insanındır.
Ah insanlar, her-şeyi bulup kendini bulamayanlar, halen ötekiler deyip, o ötekilerin gölgesinde yaşayanlar; ötekilerin icatlarını, buluşlarını kullanıp, birde günahtır diyenler yok mu,ne çok çelişkiye gebedirler.
Fanatizm ve cahillik daima açtır ve beslenmeye ihtiyaçları vardır.
Bütün mesele, bu boşluklar bilimle sanatla beslenilmediğinde; sapkınlık, sapıklık ve zulümle beslenir.''

Hayatı belli kalıplar içerisinde tanımlayanlar, yaşamın, biricik anlamını ıskalayıp, bir sürü neden ve bahane arasında yaşam serüvenlerini bitirecekler. Oysa yaşam bir kirpik arası, yada kısacık bir rüya.
Her ne olursa olsun, heba edilmeyecek kadar da güzel..Makamla,etiketlerle, mülkiyet telaşı ve hırslarla avunulmayacak kadar da sade ve hoş aslında..

Acaba kaçımız, günlük hayatın koşuşturması ve medyatik gürültü içinde, yeni fikirleri, filizleri ve geleceğimizi biçimlendirecek hususları gerçekten fark edebiliyoruz?
Bir kesinti çağında yaşıyoruz, dikkatimizin kolayca çelinebilir olduğu bir zamanda. Sürekli, düşündüğümüz şeyden bambaşka bir şey düşünmeye davet ediliyoruz. Bunun içinde öncelikle ruhumuzda ki hapishaneleri çıkaralım gün yüzüne...Başkaları satın almasın bizi. Çünkü, eğitimi, öğretimi, öğretileri yerle bir eden pazarlar halen kuruluyor. Bir unvan, bir pırıltılı yaşam karmaşası yaşanıyor, iç içe geçmiş, içi boş kavramlar ve ezber, kolaycı yaşamlar.
İnsan mümkün olabileceğine inanmıyorsa, yenileşmeyi gerçekleştiremez.
Sürekli yenilenme kabiliyetine sahip bir insan geleceğe güvenle bakar, yeni düşünceleri ve geleceğin getirebileceği değişiklikleri de hoşgörüyle karşılar.

Dünyanın her yerinde gelecek ufku olmayan insanların hayata karşı tutumları, çaresizlik içinde bilinmeyeni beklemektir. Geleceğe yönelmeyen hiçbir insan kendisini yenileyemez.
Çağımızın güvensizliğine karşı durabilmemizi sağlayacak yöntemler bulmak, içimizde ki güç merkezini ortaya çıkarmak gerekiyor.
Bunun içinde; inandığımız, güven duyabileceğimiz değer ve amaçlara ulaşabilmemizi sağlayacak içsel bütünlüğün, kültürle yaşama dokunmuş bilincin, mücadele ruhuyla beslenmiş cesaretin, kendini bulmuş benliğimizin ”özgür ve özgün” olması gerekiyor.
Ve kesinlikle geçmişin korkularıyla yaşama tutunmak değil, her-şeyiyle yüzleşmek gerekiyor.
Esir olmak sadece mahpus damları değil, aslı mahpusluk insanın kendi hürriyetine karşı gösterdiği kayıtsızlıktır.
Düzenin köleleri olmamak için;
Ebediyete kadar savaşacağız cehaletle, kibirle, akıl ve hürriyet düşmanı düşünemeyen hilebazlar-la.
Ve... Yaşamı, beklentileri yüksek olmayan bir bakış açısı ve arayışları ince bir ruhla anlamlı kılmaktır bütün dileğim...
Olcay Kasımoğlu