Translate

12 Nisan 2020 Pazar

Hayır Diyebilmek İnsanca Bir Haktır

Neden bazı insanlar, hayır demekte zorlanırlar ? Hayır diyebilmek neden bu kadar önemlidir?
İnsanlarla bir arada yaşamak için, işbirliği ve dayanışma yapmak önemlidir. Bunun için, evet ve hayırların bir seçiciliği ve dengesi olmalıdır.
Başkalarını gücendirmeyelim derken, kendi kendimizi gücendirmeye başlarız. Doğru bildiğimiz şeylere bile sahip çıkamaz, kendi ilkelerimizden ödün vermeye başlarız. Hayatın her boyutunda, bize gerekli olan denge unsuru, burada da karşımıza çıkıyor böylece.
İnsanın, kendi özünde ki benliği özümsemesi, olaylar ve sorunlar karşısında takındığı tutum ve davranışla kendini belli eder.
Herkes aynı koşul ve imkanlarda yetişmiyor. Herkesi farklı aile yapılarında büyüyor, farklı davranış kalıplarına sahip bireyler olarak yetişiyor. Olayları algılama, anlamlandırma ve olaylar karşısında takındığımız tutum ve davranışlarda, bu farklılıklar çerçevesinde şekilleniyor.
Bu farklılıkların bize kattıkları doğrultusunda; bize söyleneni, gördüğümüz ve algıladığımız kadarıyla yapabiliyoruz.
İnsan zamanla oluşur, tıpkı nehirler gibi. Çağlayan bir şelale mi, yoksa cılız bir dere mi olacak, bunu zaman gösterir? Bunu da, yetiştiği aile ortamı, yaşadıkları, içinde bulunduğu sosyal ve toplumsal kimlikler karşısındaki tutumları belirliyor.
Hayır demek, diğer anlamıyla ret etme hakkını kullanmak, öğretilmiş davranışları kırmak, inanmadığımız, onaylamadığımız düşüncelerin arkasında olmamak demektir. Kendi kararlarımıza güvenmek ve bağımsızlaşmanın bir gereğidir aynı zamanda.
Birey olmuş, bir üst kimliğe ulaşmış, doyumlu ve olgun insanlar, nerede ne zaman hayır demesini çok iyi bilirler.
Ömrümüz boyunca; bir çoğumuz, mükemmel bir eş, sorunsuz bir öğrenci, iyi bir vatandaş, iyi bir evlat olmak adına, unuturuz kendi fıtratımızı. Denge ve huzuru korumakla, kendimizi hiçleştirmek arasındaki sınırı çizemez hale geliriz.
Hayır demek, kişinin kendi iç disiplini ile yakından alakalıdır. İnsan, sağlam bir kişiliğe sahip ise, zaaflarını törpülemişse, kendini ve yaşamı iyi okumuşsa; ne zaman, kime, neden hayır denilmesi gerektiğini bilir.
İnsan hayır derken, karşıdakini kırmak, dökmek zorunda değil. Sadece tercih hakkını kullanmanın çok insancıl bir seçim olduğunu hissettirsin.
Karşısındaki insan, insanlarında, kendilerine çeki düzen vermelerine neden olacak bir tavır ve duruş sergilesin. Her hayır, kendi içinde bir tutarlılığa sahip olsun.
Hayır demek bir tutumdur, sadece kişi ve kişiler üzerinden anlam ifade etmez.
Hayır dediğimiz için, bir insanı mutsuz edebiliriz lakin bizden dolayı sadece mutsuz olmaz.
Kendi evetinin, hayır’ ının farkındalığına sahip olmayan bir insandan, seçicilik beklemek en büyük yanılgıdır.
Toplumun temel birimi olan ailenin, dolayısıyla her insanın bir değerler sistemi ve bir yaşam felsefesi vardır.
Başkalarının dayattığı kurallara ve değerlere göre yaşıyoruz. Yalanları sorgulamadan kabul ettikçe, hayır demedikçe içimizdeki sızı ve yalnızlık daha da artıyor.
Her şeye sahip olmak için uğraştıkça, hayatlarımıza sahip olunuyor. Düşlerimize birer birer el koyuyorlar. Her şeyin ucuz bir metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı bir ortamda; sevgiyi, dostluğu, bilgiyi, güveni, içtenliği; parayla, imajlarla satın almaya ve mutlu olmaya çalışıyoruz.
Kimse yuvasında değil, herkes başkasının kapısını çalmakta, başka hayatlarla avunmakta, hazıra konmayı amaç edinmekte, hazır söylemlerle yaşama sarılmakta, ne olduğunu bilmeden, kendine sunulan yaşam tarzlarını benimsemekte.
Bu tarz insanlar, onaylanmanın, kabul görmenin; ebeveynlerinin istediği gibi davranmaktan geçtiğini çok küçük yaşta öğreniyor ve kendi duygularını bastırıp, anne ve babasının takdir edeceği şekilde davranmayı yine o yaşlarda öğreniyorlar.
Hayır diyebilmek, anlamlı ve gerekli bir davranış kalıbıdır.
Hayır diyebilmeyi bilen çocuk ve ergen ,önüne çıkabilecek pek çok yaşamsal tehdit karşısında çok daha güçlü ve donanımlı olacak, kendisini pek çok tehlikeden koruyabilecektir.
Biraz cesaret, biraz sezgi, biraz algı ve kendine saygı aslında.
Doğru bulmadığımıza hayır diyemediğimiz için, gerçek benliklerimizi oluşturamıyor, sınırlarımızı koruyamıyoruz.
Sosyal statüsü, ekonomik durumu, kabul görmeme korkusu, imaj kaygısı, kaybetme korkusu gibi bir çok nedenden ötürü, hayır demekte zorlanan, kendi istekleri ile çevresindekilerinin istekleri arasında sıkışıp kalan bireyler yetişiyor.
Korkup susan ve sessizce acı çeken, eşinin ve ailesinin baskısına ‘’el alem ne der’’ korkusuyla, sineye çeken insanlarla dolu toplumumuz.
İstek ve ihtiyaçlarımızın ne olacağını, başkalarının belirlediği, öğretilerin hakim olduğu yapıların içinde yaşıyoruz.
Zamanla mutsuz ve amaçsız hale gelip, çözümü ya antidepresan ilaçlarda yada hayatı hem kendimize, hemde hayatı bizimle paylaşanlara zehir ediyoruz.
Hayır demeyi öğrenmenin ve ‘gerektiğinde’ hayır demenin insan yaşamına getireceği yenilik, gelişim paha biçilemez değerdedir.
Karşımızda ki insanlara, içtenlikle ve samimiyetle özveride bulunduğumuzda, bunun karşınızda ki insan için bir anlam ve mana hissetmediği hissine kapıldığımız her durum, hayır demek için bir nedendir.
İnsanlar, bizden yapabileceklerimizin üstünde bir beklenti içerisine girdikleri an açık ve net bir şekilde hayırlarımız olmalı.
Yoksa, kırıcı ve incitici olabiliriz, oysa kesin bir hayır, daha samimi ve dürüst bir iletişim kurmamızı sağlar.
Yeter ki sağlam bir dayanağı olsun hayırlarımızın.
Eğip bükmeden, amasız, keşkesiz hayır demek, hem kendi yaşamımızı, hem de başkalarının yaşamını kolaylaştırır.
Her zaman, kendi ihtiyaç, istek ve beklentilerimizle, diğer insanlarınkini dengeleyerek kuracağımız ilişkiler, daha sağlıklı zeminlere oturacaktır.
Yeterki neye hayır diyebileceğimizi, neyi kesip atmamız gerektiğini bilelim.
Çünkü ‘’Hayır’’ diyebilmek, insanca bir haktır.

6 Nisan 2020 Pazartesi

Güneşi Kadınlar Doğururdu

”Benim doğduğum coğrafyada önce kadınlar uyanır, sonra güneş doğardı; güneşi kadınlar doğururdu” der bir yezidi deyişi
Yaşamı ve yaşamak hakkını, sadece kendi bulunduğu sınırlarda arayanlar ve sananlar ülkesinde; insanlara rağmen, güneşi zapetmek, cesur ve onurlu insanların işidir.
Görünüşüne, giyimine,memleketine, diline bakarak ‘kıro” dediğimiz bu coğrafyada, insan olmak; yeni yaşamlara uzanmak, yeni dünyalar büyütmek sanıldığından daha zordur.
Payına sorgulanmak, yargılanmak, potansiyel suçlu kabul edilmek ve kibirli bakışların rüzgarına tutulmak vardır.
Yaşama iki sıfır yenik başlarsın ve yolun hep tren katarıdır her vagonda yeni bir şeyler bulma ve yeni bir şeyler keşif etme telaşı sarar; ruhunu, tenini…
Ülkemin yol bilmez,kervan geçmez yerlerinde; yüzlerce beşikten, sayısız vedalarla, sayısız sevinçlerle ve yeni günlerin taşkınlığında, sayısız hayatlarla karşılaştım.
Bilirim; iç parçalayan insan seslerini, örtüsüz kimlikleri; iklimlerin dilinden öğrendim, yaşayarak !
Suç işleyen memurları, kamu kurumunu zarara uğratanı, kendi ülkesinde sürgün yeri diye tanımladığı yere gönderen bir zihniyetin coğrafyasında, zordur kendin olmak.
Medeniyetlerin beşiği Asya Anadolu, Mezopotamya…bütün genetiklerin süzülüp günümüze taşındığı bozkırlarda, çöllerde, yalçın dağların kervan geçmez yerlerinde yaşam savaşı veren, törelerin biçtiği yazgıyı kader diye kendilerine laik gören zihniyetin çocukları olmak zorken; bunu bilgiyle, görgüyle eğitimle taçlandırmak gerekirken, sürgüne laik görülen bu topraklarda insan olmak kolay değildir.
Yıllarca sen batılı(aydın) diğerleri denilen doğulu( bağnaz) hiç mi suçu yoktu bu ülkeyi yönetenlerin, sistemin.
*Oy potansiyeli gördükleri ağalık sistemini destekleyen siyasetin, kaçak para girişine destek veren, silah tüccarlığından trilyonları cebe indiren, okumuş büyüklerin hiç mi suçu yoktu?
*Erkil erkek hegomanyasını gizliden gizliye destekleyen sistemin hiç mi suçu yoktu?
*Kendi vatan toprağına sürgün yerler yakıştırması yapan, savcısı-hakimi işlenen suçlara sessiz sedasız kalırken, eğitmenler- öğretenler hep tepeden, insan koşullarını yadırgarken,küçümserken hiç mi suçlu değildi ?
(Sözümüz ”halkların kardeşliğine” inananlara değil, tabi ki)
O yüzden karıştırılmak, kıyaslanmak, başkasının yerine konulmak istenmemenin ne olduğunu anlarım, bilirim. O yüzden olsa gerek; kızgın eller, eylem adamlarına serin gelir.
Ülkemizin kanayan bir yeridir doğulu olmak ve çoğu zaman; insanların kör ve sağır kaldığı, kendine sıra gelinceye kadar gıkını çıkarmadığı sosyal ve toplumsal bir yaradır aslında. Kızına veya oğluna talip olan ailenin memleketini sorunca, memleket tanımlamasının önem kazandığı yerdir o ince çizgi.
Oysa yaşam bir bütündür, dünyanın diğer ucundaki bir değişim, gelişim bir diğer alanı değiştirirken hala yerinde durmayı ve yerinde saymayı marifet sananlar, daha da gerilere düştüğünün her gün bir parça eksildiğinin farkında bile değildirler.
Sadece kendini görmek, çok yönlü düşünememek, etkileri ve tepkileri hesaplayamamak, başka insanların yaşam haklarına saygı göstermemek; iki yüzlülüğü, riyakarlığı, yaşama ihaneti kaçınılmaz kılmaktadır.
*Yaşam da var olan ayrıcalıkları sadece kendi tekelinde görenler, hiç düşündünüz mü, kimsesiz ve kimliksiz kalanlar bir gün hesap sormaz mı?
Yaşamı sorgulamayanlar, sadece kendi durduğu yerden bakanlar, evreni bir bütünlük içinde görmek ve algılamak yetisinden yoksundurlar.
Onlara göre yaşam siyah ve beyazdan ibarettir ve o en iyisi, diğeri en kötüsüdür.
Dünyanın sadece kendi etrafında döndüğünü sananlar; kendi yaşamlarının dışında başka bir düşüncenin, başka yaşamların önemi konusunda bencildirler.
Kendi yaşadıkları coğrafyanın verdiklerine, düşünce ve yaşam tarzlarına, anlayış ve nezaketle yaklaşıp başka insan diyarlarına, yüreğini, algısını kapatan insanlar; yaşamı bir bütünlük içerisinde görmekten çok uzaktırlar.
Farklı coğrafyada doğan ve yaşam koşulları gerçekten zor olan insanları anlamak yerine, ezici bir üstünlükle tepeden bakmak, görmek, dünden kalmış argümanlarla bugünü değerlendirmek, insanların sağlıklı bir düşünce anlayışına sahip olmalarını ve sağlıklı bir bakış açısı getirmelerini engelleyecektir.
Ve dünden kalanlar dünün söylemleriyle bugünü görmeye çalıştıkları için yaşamı ıskalamaya devam edeceklerdir.
Özellikle sen ben kavgasının yolcuları, insanları; görünüşünden, dilinden, etnik kökeninden,siyasal tercihlerinden dolayı yargılıyorsa hiç bir gönülde açamazlar, insanım diyemezler.
Başkalarına önyargıyla yaklaşan insanlar, yenilikten korkarlar. Kendi dünyalarında farklı, içinde bulundukları ortamda farklıdırlar. Resmi görüşleri ayrı, içsel düşünceleri farklıdır. Bunlar için yaşamın etkinliği, işine ve çıkarına geldiği gibidir. Neyi savunuyorlar, neye göre, kime göre yaşamlarını düzenlerler bilinmez.
İnsanı insan yapan en büyük özellik ”adaletli olmasıdır” ve yaşamın içerisinde üretim, paylaşım ve bütünlük içinde daha huzurlu ve güven ortamında yaşama devam etmesidir.
Bunları ıskalayıp, bir yığın neden veya gerekçe ile düşmanlık üretenler ise akıldan, aydınlıktan, düşünceden uzaklaşmış, hedefinden sapmış demektir.
Düşünmek, her insana verilmiş bir özellik olarak düşünülse de, maalesef bu özelliği kullanan sayısı dünya üzerinde çok fazla değil.
Bunun içinde sadece bakmak yetmiyor. Gördüğünü anlamak,yorumlamak,empatı ayağını kullanmak ne kadar önemliyse, duygu ve düşüncelerde samimiyet de bir o kadar önemli.
Her nesil yaşadığı toplumun değerlerini yeniden yorumlamak ve sahip çıkmak zorundadır.
Kesinlikle geçmişin korkularıyla yaşama tutunmak değil, her-şeyiyle yüzleşmek ve
yaşamı ”beklentileri yüksek olmayan bir bakış açısı ve arayışları ince bir ruhla” anlamlı kılmak gerekiyor.
Çünkü hiç bir şey insandan daha değerli değildir. Gönüllerde olduğu kadar yaşamda da iç içe olalım.
İnsan insana tutunarak yaşar; aydınlanmanın özgünlüğünü, insanca yaşamanın sorumluluğunu, aklı ve kalbiyle taşıyanlara selam olsun…

Ben Bahardan Vazgeçmedim

Mevsim ilkbahar, toprak kımıl kımıl, tomurcuklar açtı açacak, her şey çığlık çığlığa ve her şey bir o kadar direngen.
Doğa yüklenmiş nazlı yükünü. Boşaltıyor sırasıyla. Kimini bir ağacın dalına, kimini toprağa ve kımıldayan her şey hayat kokuyor.
Sabahın ilk ışıkları gülümseyerek yayılıyor odalarımıza… Bu durum, hüzünlerimizden arınmaya bir davet olsa gerek. Yaşama yeni bir başlangıç yapmanın kanatlarını açıyor pencereler.
Diyorum ki; içimizde olup biteni gün ışığına silkeleyelim.
Siz buna ‘kendine uyanış’ deyin; ben ‘kendime doğmak…’
Hala kuşlar konabiliyor kalbime, onları ürkütmüyorum, sonlanamayan bir varoluş gibi..
Sonra, bir insanın o titreşimleri algılayıp hissedebilmesi için neye ihtiyacı var diye düşünüyorum?
Sevginin milyarlık hatırına..kendi derinliğime yolculuklar yapıyorum
Sonra, anlıyorum ki bir kelimedir kaldıran ayağa ''SEVGİ' gibi..
İnsan hayatı, her zaman aynı yerde, aynı coşkuyla yol almıyor. Hiç ummadığımız anlarda, renkli, cıvıl cıvıl, hayatın içine akan insanlar da çıkıyor karşımıza…. Bu insanlar, her şeyi yaşanılır kılabiliyor; o tılsımlı dokunuşlarıyla…
Zaman zaman düşünmüyor değilim; bizlerle onlar arasında ki bu yaşama dokunma farkını…
Oysa her canlıyı yaşam, acısı ve sevinciyle aynı karşılamıyor mu; bu fark nereden kaynaklanıyor? Anlaşılan o ki; her şey bakış açımızla, hayata açtığımız pencereyle ilintili olsa gerek.
O halde, önce kendimizle, bizi biz yapan değerlerle başlamayız hayata…
Bize giydirilen elbiselere körü körüne bağlandığımızda, bizi geliştirecek ve özgürlüğün sularına akıtacak nehirlere çıkamayız. İçimizdeki ‘bize’ yabancı, yalancı baharları yaşarız. Aslında yaşadığımız da bahar değildir ya!..
Oysa ben içimdeki çocuğu seviyorum. Kıpır kıpır olan, ipekten bir şalı kendine sarıp sarmalamış o çocuğu seviyorum!..
El değmemiş amazon ormanları gibi adını da tadını da duyumsamayı seviyorum!
Bütün keşkelerden uzak, derin nehirlerde yıkanmış yeşil yosunlar gibi; yeni bir güne ve yeni bir geleceğe kurgulu…
Elimizden kayıp giden hayatın çetelesini tutmadan, yüreğimizi acemi zamanların sayfalarına kaydettirmeden o güzelim sevda sözlerinin sınırlarına dayanalım diyorum.
''Nasılsa alışılır'' türünden masallara inanmıyorum. İnsan kendine, dünyaya gönül pencerelerini açmaya görsün her şey gelir konuk olur kalbine…
Sahi, insan içinde ki fırtınaları dışarıya taşırmadan nasıl toplayabiliyor kendinde güzel iklimlerin kokusunu ve sevdasını?
Ne kadar şen gülüşler dolaşsa da yüzümüzde yürek aynası bakıpta görene kör değildir.
Öyle ki; zamanla sesin ve yüzün iki armonisi gibi hayatın yaşanmışlığını almalıyız karşımıza…
Hayatın bütün patikalarında yürüdük, yürüyeceğiz de… Her şeye rağmen kendimize koca bir “aferin!” verelim; eteklerimizdekileri eledikten sonra…
İçimizden hayat taşsın, umut dolu olalım.
Unutmayalım; zaman hiç kimse için beklemez.
Öyleyse; hayat bizden yeni bestesini istiyor. Sesimizle, renklerimizle hayatı sevmek, sevilmek ve severken çoğalmak; çoğaltmak…
Yüreğimize kurulmuş bir hayat sofrası var. O sofraya hak edenleri alalım. Hayatın o zaman çoğaldığını ve bize aktığını göreceğiz.
Bencillerin bitirdiğini sadece almayı bildiklerini bildikten sonra, hayatımıza sahip çıkalım ve kendimize ''Hoş geldin'!' diyelim. Canımızın yandığı günleri unutmaya ne dersiniz; denemeye değmez mi?
Sabahın ilk ışıklarıyla güne başlarken; diyorum ki: Bak hayat, seninle gök kuşağının bütün renklerine birlikte göz kırpacağız. İçimizde demlenmiş bir hayat var; hadi silkelen, tak kanatlarını.
Sevilmeye değer binlerce güzel insanla birlikte, daha yapacak bir sürü işimiz var.
Hoş geldin hayat; hoş geldin! İyi ki geldin!

5 Nisan 2020 Pazar

İhtiyacı Olanı İstemek

Bir insanın bilmediğini bilmek, anlamak ve sorgulamak için anlayış olmalı insanda yoksa bir kapının kapalı olduğunu anlamak için o kapıyı itmek gerekiyor... Ne kadar doğru, kendimizi anlamak kendimizi bilmek için kendimize yürüyüşler yapmalıyız.
Gündüz aklıyla , gece karanlığıyla, kurdun kuşun sesiyle, doğanın melodisiyle insan koylarına demir atmalıyız.
Korkmadan kendimizi anlamaya çalışmak biz ki bilmek kaygısında olan canlılarız. Bir başkasına bütünüyle bağımlı yaşamak yürekler acısı bir şey. Kendimizin kendimize en emin olduğumuz sığınak bile güvenilir sığınak değil.
Gün olur her şey yolunda giderken, bir anda devran döner, çark döner elimizde var olan her şey silinip gider, gidebilir. İşte o zaman asil iş yürekli olmakta, kendimiz olmak da ve kendimizi bilmek de. Kendimizle yetinmesini öğrenmişsek, kendimiz olma bütünlüğüne sahip çıkıp emek vermişsek fırtınanın şiddetine göğüs gerebiliriz.
Bedenimizin ve ruhumuzun kendi kendine yetebilmesi için dışarıdan gelebilecek rahatlıklar gün gelip elimizden kaydığında kendi yükümüzü kendimiz taşıyabilmeliyiz.
İhtiyacı olanı istemekle, muhtaç olmak arasında çok ince bir fark var.
İnsanın kendi olarak kalması ve yapması gerekenleri kendinin yapması kadar güzel bir şey olamaz.
Yaşamak benim için sanattır. İnsan kendini anlamaya ve kendi olmanın sadelikleri korumaya ve geliştirmeye, kendini tanımlamaya çalışırken dikkatli olmalı. 
Bir insanın kendini olduğundan az göstermesi alçak gönüllülük değildir. Çoğu zaman ben kendi adıma yüksek sesle bunu söylerim kendime emek veren bir insanım bunu hak ediyorum diye.. İnsan kendini olduğundan fazla göstermek de budalalıktır. İnsan kendinde ki yetersiz değerleri görebilmeli, kendine dayatılan doğmaları toplumun kendine biçtiği rolleri sorgulayabilmeli yoksa sadece ben özgürüm demekle bu iş olmuyor.
özgürlüğün istediğini yapabilme anlamıyla tanımlayan bir bilincin nasıl bir kendini bilme güzelliği olabilir ki. Varlığının tanımını yemek içmek, eğlenme olarak algılayan bir bilincin nasıl bir yaşam felsefesi olabilir.
Kendini dürüstçe ifade edebilenler, yaşadığı dünyaya değer katabilenler ve bilim yolunda üretenler kendinden söz etsinler. 

Olcay Kasımoğlu

Değişim Yaşamın Kuralıdır

Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz der Herakleitos, değişmenin kaçınılmaz olduğunu vurgulayarak.
Değişimin ve gelişimin gerçekleşebilmesi için; düşüncelerimiz,seçimlerimiz ve yaşamımız arasındaki bağları araştırmaya başlamalıyız.
Seçimlerimizde ki farklılıklar, yaşamımızdaki farklılıkları oluşturur. Geçmiş bugünümüzü yaratmıştır ve bugünümüz de geleceğimizi yaratmaktadır.
Sürekli arkasına bakan insanın yolu bitmez. Sadece gelecek üzerine endişe duymak da bizi değişimin içerisine almaz.
Değişim kolay değildir, birden bire, kendiliğinden oluşmaz; sancılı olabilir. Sabır, oto kontrol, gönüllülük ve sağduyunun olması gerekir. Her şeyden önce, değişimin, gelişime açık olması gerekir.
Anlaşılır, istikrarlı ve anlamlı olmalı, yoksa; değişim, olumlu gelişme kayıt etmiyorsa, davranış değişikliği yaratmıyorsa anlam ifade etmez.
Birçok teknik ve strateji içeren bu süreç kolay değildir.
Burada, gelişimin en önemli ayağı; kişinin kendini tanımasıdır.
Her şeyden önce; içimizdeki olumsuz düşünce, yargı ve inanç kalıplarını değiştirerek olumlu olan yeni düşünce, yargı ve inanç kalıplarını benimsemek, sağlıklı ilişkiler kurmak gerekir.
Bunun için, öncelikli olarak, hangi alanlarda eksik olduğumuzu tespit edip, değişen yaşam koşullarıyla birlikte; kendini geliştirmeye karar vermesi, kişisel gelişim sürecini başlatır.
Kişisel gelişimle birlikte değişim başlar. Buda farklı öğrenmelerle, yeni şeylere açık olmakla ve inanmakla gerçekleştirilebilir.
Yaşama dair bilgi ve deneyim arttıkça ve bu bilgiler arasında ilişkiler kuruldukça; yaratıcı düşünme becerisi kazanmaya ve insan ilişkileri üzerinden yaşama yeni bakış açıları getirdikçe, hayatımızda; gelişimle birlikte, olumlu değişimler başlar.
Yaşam, her gün, kendine doğru yolculuklar yaparken; insanın değişime direnmesi mantıkla açıklanamaz.
Gelişime açık insan; kendini, içinde ki güzellikleri yeniden keşif eder, güçlenir.
Her değişim, yeni bir deneyimin, istemenin sonucudur. Gelişime açık olmak büyütür insanı, olgunlaştırır, eksikliklerini görmesini sağlar. Ön yargıdan, baskıcı sisteminden arınmasına yardımcı olur.
Birde değişime direnenler vardır; teknolojiye, yeni oluşumlara, yeni fikirlere şiddetle karşı çıkarlar.
Değişimi ihanet olarak algılarlar. Toplumdan,aileden aldıkları öğretilerle yaşamlarına yön verirler.
Bunun aksi davranış gösterenleri erdemsizlikle suçlarlar, saygısız ve dönek diye nitelendirirler.
Mademki, değişme ''Dünya'nın temel koyucu kuralı'' ise, niçin; değişmeme, değişmemekte direnme ve değişmediği için de kişi erdemli kabul edilmekte ?
O zaman, yıllarca sağcı olup daha sonra solcu olan bir insanı nasıl değerlendiririz.
Yada tuttuğu takımı değiştiren bir insana hangi gözle bakarız.
Tutucu ve kapalı bir yaşamı olan bir insanın radikal bir kararla yaşamının bütün yönünü değiştirmesine nasıl anlamlar yükleriz
Bu kavramlar üzerinden soruların yanıtını aradığımızda bu kavramlar ana ilkeler midir,
ana ilke deyince ne anlıyoruz ?
Milliyetçilik, solculuk,sağcılık, gibi bir sürü kavram ana ilke midir.
Diyelim ki ana ilkedir, bunları tümüyle terk etmek, değiştirmek bir gelişme midir, yoksa belli bir kesimin tanımıyla döneklik midir?
Ben hiç değişmedim önce neysem, bugün de oyum demek ‘tutarlı’ ve tutarlı oldukları içinde ‘erdemli’ sayılmak da, bunun gerekçesi ne ?
Aslında sorun değişmemekte değil, değişmenin nasıl gerçekleştiğindedir.
O zaman, tutarlılık bağlamında erdem; değişmemeyi değil de, değişmenin tarzıyla ilişkilidir.
Dünya görüşünün değişmesini ''mazur'' gösterebilecek ''makul'' gerekçeler her zaman vardır.
Gençliğinde belli bir siyasal görüşü savundu diye, yaşamının sonuna kadar o görüşü savunmasını tutarlılık saymak, savunmadı ve değişti diye de döneklikle suçlamak haksızlıktır.
Burada ki en hassas ayrıntı ise ''siyası ve politik tercihlerin değişimi'' rüzgarın yönüne göre esiyorsa, ‘yükselen değerleri'' kollayan bir ideolojik kaypaklık içerisinde ise, sadece kendi egosuna hizmet edecek bir yol çiziyorsa; böyle bir değişimi ''varoluşun temel koyucu ilkesidir'' diye izah edebilir miyiz?
Tabii ki edemeyiz, kaldı ki, mazeret; makul gerekçelere dayandırıldığı sürece kabul edilebilir.
İnsanlar yaşamla birlikte inandığı şeyleri sorgulayabilir, yaşadıkları; aldığı kararı bozdurabilir, kaldı ki gerekçe sağlamsa bu ayıp da değildir.
Zaten mantığı ve gerekçeleri açıklanamayan bir değişimin içinde ne samimiyet nede içtenlik olur çünkü değişim bir süreçtir, sağlam gerekçeleri ve mantığı vardır, sabahtan , akşama veya akşamdan sabaha olmaz.
Değişim; başkalarının yaşam hakkına daha hoş görülü, daha insancıl bakış açıları getiriyorsa, bu gelişime kim dur diyebilir.
Yeter ki “insan hayatına saygı, doğaya ve içinde ki bütün canlıların yaşamak hakkına saygı olsun.
Evrensel değerler dışında; benim için değişmeyecek şey yoktur.
Sığ düşünce, katı anlayış, insana ve evrene bir şey katmaz.
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
İnsan yaşamına gereken özeni göstermeyen, sadece kendi varlığına hizmet eden, saygı göstermeyen, doğal ve sosyal çevreyi kirleten; her türlü düşünce faydacı değildir. İster değişmeden kalsınlar, isterlerse her gün değişsinler ne fark eder.
Dünyaya bir güzellik bırakmadıktan sonra, , başkasının canı yanarken sesin çıkmıyorsa, ateşi sana gelene kadar kapını kapatıyorsan, hangi düşünceden olursan ol, hangi değişimin içinde bulunursan bulun, benim için hiç bir anlam ifade etmez.
Konfüçyüs ise *sadece en akıllı ve en aptal insanlar hiç bir zaman değişmez.* diyor, ne güzel özetlemiş..
Ne kadar çok bizi destekleyen olumlu, yararlı ve güçlü düşüncemiz varsa, o kadar başarılı seçimler yaparız. Buda; yeni değişimlere bizi açık kılar ve olumlu gelişmeyi sağlar.
Olumsuz, yararsız düşüncelerse, bizi yeterince güçlü bir halde tutamadığı için yaşamımızda başarılı seçimler yapamaz ve yaşamımızın sorumluluğunu alamayız.

Olcay Kasımoğlu

3 Nisan 2020 Cuma

Bizler Yaşatmak Emekçisiyiz

Bütün dünyada yaşananlara baktığımda;
Bir iç hesaplaşma yaşıyoruz aynı zamanda diyorum kendi kendime.
Bu iç hesaplaşmanın bir 'iç devrime' dönmesi umuduyla;
En azından kendimizden ne kadar uzaklaştığımızın farkına vardık.
Dünya mallarının, lüks arabaların, rezistanslı evlerin, kürklerin, pahalı kıyafetlerin, markaların, mevkilerin, şanın-şöhretin bu kadar tavan yaptığı bu yavanlaşmış dünyada insanlar unuttular kendi olmayı.
Ne olursa olsun;
Akıl, bilim ve vicdanla çıkacağız bu sorunun içinden. Çünkü ne olursa olsun mücadele bir bütündür.
Birimizin iyiliği hepimiz için olmalı. Birimizin varlığı diğerinin varlığını görmemezlikten geliyorsa hiç bir yere varamayız.
21. Yüzyıl her şeyin çok çabuk ilerleme kaydettiği bir yüzyıl oldu. İcatlar ve buluşlar. Toplumsal dönüşüm hep daha lüks bir yaşam, daha çok tüketim üzerine dizayn edildi.
Daha iyi bir dünya teknolojiyle mümkünmüş gibi bir algı yaratıldı. Çoğumuzu bu algı yönetti. Daha lüks arabalar, rezistanslı evler, doğayı taklit eden yapay bahçeler yarattık. Kendi elimizle dünyayı yaralı, tutuk, işlevsiz hale getirdik.
İnsanın insana zulmü, doğaya zulmü, hayvanlara zulmü;
İster bireysel olsun ister toplumsal olsun, evde, sokakta, iş yerinde, her yerde kendini gösterdi.
Bu kara günler de birbirimize sahip çıkmak zorundayız. Başka çıkış yolumuz yok.
Topyekun mücadele etmeliyiz. En başından dediğim gibi 'mücadele bir bütündür.'
Birinin, birilerinin iyi olması yetmiyor. Hepimiz birbirimizden sorumluyuz. Bu öyle tek başına içinden çıkacağımız bir durum değil.
Yaşamın bütün alanlarında birbirimize ihtiyacımız var.
Fırında ekmek yapana, fabrikada üretene, hastahanede çalışana, tarlada ekene-biçene, velhasıl hepimizin birbirimize ihtiyacı var.
Bunun için de hepimiz birbirimizi koruyup-gözetmeliyiz. Sen-ben değil biz olmaya acilen ihtiyacımız var.
Bizi düşünmeyenleri biz de yok sayıyoruz. Derdimiz bir can, canlar ama hep beraber.
Birimizin canı yanarken, diğerimiz kör ve sağırları oynuyorsa çıkamayız düzlüğe.
Bu öylesine bir şey değil. Bu aynı kaynaktan su içmeye benzer. Ya hep ya hiç.
Sanırım Halil Cibran demişti "İki şey vardır ki, insanın hayata bakış açısını değiştirir; hastalık ve gurbet"
Bir virüs, insan yaşamında ne çok şeyin anlamsız ve ne çok şeyin gereksiz olduğunu yeniden insanlara hatırlattı.
Herkesin acısı kendi içinde saklıdır elbet, başkasının acısını ifade eden ortak dil ise merhamettir.
Bu günler elbet de geçecek. Önemli olan ne yaptığımız ve bundan sonra yapacaklarımız.
Hayata bakış açımızda nelerin değiştiği ve değişebileceği.
Daha iyi bir dünya için, geleceğin ebeveynleri çocuklarımız için aklı ve vicdanı hür adaletli toplumların olduğu bir yaşam umuduyla elimizden gelenin en iyisini yapma gayreti içinde olacağız.
Sağlık durumu ve koşulları iyi olmadığı için işe gitmek zorunda olan insanları düşündükçe de içim acıyor.
Hiç kimse kimseden üstün değildir. Birinin canı diğerinin canından kıymetli değildir. Giden her can kıymetlidir.
Bizler Yaşatmak Emekçisiyiz
Nazım'in dediği gibi;
"beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.”
Sayın meslektaşlarım ruhlarınız şad olsun😔sevdiklerinizin acısı acımdır.
Olcay Kasımoğlu

2 Nisan 2020 Perşembe

Sevginin Dili Tektir

Hak etmeden hiçbir şey elde edilmesin diye düşünenlerdenim🌹
Köhnemiş erdemlerimizin duvarları arasına sıkışan, birbirimize tepeden bakan bizler;
Kendini beğenmişliğin, anlaşılmaya muhtaç insanlara tepeden bakmanın uçurumuna düşmüşüz.
Bütün bunlar çok acı sonuçlar doğuruyor.
Adalet, en yüce erdemlerden biri ve bir ülkenin temelini oluşturan temel kavramlardan bir tanesidir, bireysel ya da kısmi değildir, evrenseldir.
Adalet, her şeyi layık olduğu yere koyar, dağıtıcı, denkleştirici özelliği vardır.
Adaleti sağlayan yasalar, hukuk düzeni ve uygulamalar ise insan vicdanına ters düşmemelidir, çünkü adaletin olmadığı yerde ahlak da yoktur.
Devlet içinde yaşayan herkesin, yasalarla sahip olduğu haklarını kullanması ancak adaletle sağlanır.
Adaletin olmadığı toplumlarda bireyler kendilerini güven içinde hissetmezler. Güvende olmayan bireylerin ise, huzurlu bir şekilde yaşamlarını devam ettirebilmeleri mümkün değildir.
Haksızlığı uğramış, zulüm görmüş her insanın adalete olan inancı sarsılır. Adaleti koruyan hukuk düzeni, güçsüzleri, haksızlığa uğrayanları koruduğu ölçüde adaletten söz edebiliriz.
Adaletin var olması, güçlünün hukuku değil, hukukun güçlü olmasına bağlıdır.
Toplum yaşantısında zulüm değişik şekillerde karşımıza çıkmaktadır.
İnsanın insana zulmü, doğaya zulmü, hayvanlara zulmü....
İster bireysel olsun ister toplumsal olsun, evde, sokakta, iş yerinde, her yerde adaletsizlik var.
Adalet bir nimettir, insan yüce bir değerdir lakin vicdanı teşekkül etmiş olmak şartıyla.
Zulmün ve haksızlığın karşısında gayrı ihtiyarı hep deriz ”vicdansızlar” bu tesadüf değildir.
Adalet; vicdanla, akılla, şefkatle kendini bulur ve yaşar. Bunun içindir ki insan olan insanın vicdanı olur, vicdanın ise tercihi olur.
Adalet, hukukla birlikte evrensel barışın en sağlam köprüsüdür o köprüye hile, zulüm karışırsa yıkılması çok kolay ve yıkıcı olur.
Toplumda; hak, hukuk, adalet, iyilik, dürüstlük gibi toplum dinamizmini sağlayan değerler erozyona uğramışsa orada ferdi vicdanın gelişmesinden söz etmek mümkün olmaz.
Bütün bunların bağlamında, bir ülkenin değerleriyle çok fazla uğraşırsan orada sosyal adaletten, haktan, hukuktan söz edemezsin.
Çıkalım sığ sularımızdan, samimi ve içten olalım, içten hesaplı değil… Sanalından değil, gerçek dünyadan korkar olduk.
Toplumun geneli için, en azından zaruri yaşam şartlarının sağlanması ve sebepsiz zenginleşmenin önlenmesi için, hiç kimsenin ezilmesine ve sömürülmesine izin vermeden, haksızlıkların karşısında insanca tavır alarak, insan olma sorumluluğumuza sahip çıkalım.
İnsanların toplum içinde ki sınıf farklılıklarına, siyasal tercihlerine saygı ve hoşgörüyle yaklaşalım.
Hakkın, hukukun ve adaletin olduğu yerlerden vazgeçmeliyim.
Her vatandaşın adil, tarafsız, bağımsız yargılandığı, her vatandaşın eşit, barış içinde yaşadığı, evinde, işinde kendisini güvende hissettiği, gelecek korkusu ve endişesi yaşamadığı bir ülkede herkes için adalet diyebilelim.
Daha mutlu bir dünya için, geleceğin ebeveynleri çocuklarımız için aklı ve vicdanı hür, adaletli toplumların olduğu bir yaşam dileğiyle.

Oku ve Manaya Ulaş

Samimi, içten, gösterişten uzak kendimiz olamadıktan sonra, bütün evrenin bilgilerine sahip olsak ne yazar.
Görünüşümüz,sözlerimiz ve tavırlarımız kendimiz olma bütünlüğüdür.
Bir kitabı okurken, bir filmi sorgularken, kendi özel yaşantımıza ait kararlar alırken, alışveriş yaparken, siyası ve politik tercihlerimizi belirlerken doğru sorular sorabilmeli , doğru ve düzgün düşünebilmeliyiz.
İşte o zaman kitap okumak olsun, hayatı okumak olsun, insanı okumak olsun bir değer ve anlam ifade eder.
Yaşam bir bütündür. Her şeyin özüne gitmeli insan, görünene değil. Bazen bildiklerimiz, gördüğümüz kadardır. Gördüğümüz baktığımız kadar ve baktığımız düşündüğümüz kadardır. Baktığımızı görmez, gördüğümüzü düşünmezsek eğer, gördüğümüzün bildiğimize sığmadığını da göremeyiz.
Bunun içinde;
Bilinen en tanıdık tanımıyla, kültürümüzü geliştirmek, olaylara farklı açılardan bakabilmek için aydın bir kimsenin iyi bir okuma alışkanlığına ve okuma bilincine sahip olması gerektiğini söyleyebiliriz.
Peki, doğru ve düzgün bir düşünce yapısına sadece kitap okumakla vara bilir miyiz ?
Yaşadığı topluma duyarsız olan, inisiyatif alması gereken yerde mazeret üreten, kendi yaşamı dışında ki yaşamların yaşama hakkına saygı duymayan, kendi rahatını her şeyden üstün gören insanlar sadece kitap okuyarak yaşama bir zenginlik katabilirler mi ?
Bilgilenmek, bilgi sahibi olmak için şüphesiz temeli sağlam bir düşünce gereklidir.
Bunun içinde, neden okumamız gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Seçici, tarafsız, bilim yolunda ufkumuzu açan, bizi daha iyiye ve doğruya götüren yazın dünyasına uzanmak için sadece okumak tek başına yetmiyor.
Niçin okuduğumuzun farkında olmak ve okuduğumuzu anlamak, bize sunulan bakış açılarını iyi sorgulamak gerekiyor.
Buda ancak düşünce sürecini iyi analiz etmekle mümkün görünüyor.
‘’Düşünce süreci, bir sorun ile karşılaşma, sorunun sınırlarını belirleme ve netleştirme, muhtemel bir çözüm bulma, çözümü mantıksal olarak uygulama ve sonuçları elde etme gibi, önyargılardan uzak olma, açık fikirli olma ve şüpheci olma aşamalarını içerir.’’ Bu içeriğiyle de meramımızı net ve duru anlatmaya yetiyor.
O zaman can alıcı bir soru sorabiliriz ? Okumasak nasıl bu bilgilere ulaşabiliriz ?
Yaşamın bütün dinamikleri, insana ‘Oku ve Manaya ulaş” diye sunulmuştur. Bunu sadece kitap okumaktan ibaret sayanlara yaşam bir şey katmaz.
Doğanın senfonisi, hayvanlar, çocuklar, savaşlar, toplumsal ve sosyal olaylar, bilimsel çalışmalar, sanatın bütün dalları ve daha bir çok şey evrende varlığının anlam ve tanımını bilen insana ”Gördüklerinden ibaret sayma bizi, içindeki mesajı oku,” diyen evrenin orkestra şefleriyle birlikte yaşamın bütün kanallarından kendini göstermektedir.
Galaksiden bi haber yaşayan, kafa yormayan, istişarede bulunmayan, kendine ve yaşadığı hayata hiçbir sorumluluk duymayan insan, sadece kitap okumakla doğru-düzgün bir düşünce ve temeli sağlam düşünmeye sahip olamaz.
Bu durumda, düşüncenin insan varoluşunun en önemli boyutlarından birisi olduğu gerçeğini yadsıyamayız.

Bu haliyle bakıldığında düşünme nedir diye bir sorgulamayla karşı karşıya kalıyoruz?
İncelemek, kıyaslama yapmak, muhakeme etmek, öngörüde bulunmak, tasarlamak, gözlemlemek, bunların hepsi düşünmeyi tanımlayabilir.
O zaman düşünme bir eylem ise düşünce de bu eylemin bir sonucudur.
Bu konuda beni en çok etkileyen Arthur Schopenhauer‘in düşüncesidir.
”Okunan şeyler ancak derin bir düşünmeyle hazmedilebilir, nasıl ki aldığımız gıdalar bizi yemekle değil sindirimle beslerse, eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa, okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur.”
O zaman şunu diyebilir miyiz?
Sağlıklı sorgulamak, okuduklarımızı anlamak ve yorumlamak için;
Düşüncenin insan varoluşunun en önemli boyutlarından birisi olduğu gerçeğini yadsıyamayız.
Bu açıdan bakıldığında, sağlıklı düşünceyle beraber sağlam düşünme devreye giriyor.
Bu durumda da düşünme boyutunda analitik ve kritik düşünme önem kazanıyor. Analitik ve kritik düşünme bir beceri ve bilinç işidir. Aynı zamanda bir tutumdur ve bilişsel bir aktivitedir
Bu durumda, analitik ve kritik düşünme bireyin karar verirken akla uygun ve derinlemesine düşünebilme sürecidir diyebiliriz.
Analitik ve kritik düşünmeyi bilen bir insan, iyi bir kitabın kendine ne kazandıracağını yada hangi kitabi seçeceğini, bir yerde doğru soruları sora bilmesinden geçtiğini de bilmesi demektir.
Doğru sorular bizi sağlam ve doğru sonuca götürür. Kendimizi tanımayı ve zamanı etkin kullanmayı öğreniriz.
Düşünce boyutumuz genişledikçe, düşünme boyutumuz zenginleşir.
Genişledikçe doğru sorular sormaya başlarız. Hayatımıza yeni soluklar, yeni bakış açıları getiririz.
Neyi neden, niçin, niye yaptığımızın farkına varmaya başlarız.
Özellikle kritik (eleştirel) sorular yol gösterir bize.
Daha iyi seçenekler, ön yargıdan uzak doğru kararlar ve yargılar için bizi teşvik eder.
Bir kitabı okurken, bir filmi sorgularken, kendi özel yaşantımıza ait kararlar alırken, alışveriş yaparken, siyası ve politik tercihlerimizi belirlerken doğru sorular sorabilmeli ve doğru ve düzgün düşünebilmeliyiz.
İşte o zaman kitap okumak olsun, hayatı okumak olsun, insanı okumak olsun bir değer ve anlam ifade eder.
İnsan sorgulayan, yenilenen ve sonra yeniden yenilenen bir varlıktır.
Kendine değer ve mana katan her şeyi kucaklamalı. Döngünün bizden istediği de budur.
olcay kasımoğlu

Kendini Bulamayanlar

Ah insanlar, her-şeyi bulup kendini bulamayanlar, halen ötekiler deyip, o ötekilerin gölgesinde yaşayanlar; o ötekilerin icatlarını, buluşlarını kullanıp, birde günahtır deyip aşağılayanlar, ne çok çelişkiye gebedirler aslında.
İnsan yaşamında, fanatizm ve cahillik daima açtır ve beslenmeye ihtiyaçları vardır.
Bu boşluklar, bilimle, sanatla beslenmediğinde; sapkınlıkla, cehaletle, zulümle beslenir.
Eteklerimizde taşlar, ruhumuzda yaralar var oldukça kanayacak hep bir yerler.
O zaman taşlarımızı ayaklarımıza düşürmeden, kanamadan geçebilir miyiz bu hayatın içinden ve kimseler incinmeden geçmişin acılarını çıkarabilir miyiz gün yüzüne ve kimseleri karalamadan, günah keçisi ilan etmeden yüzleşebilir miyiz kendimizle ?
Yaşanan toplumsal olayları incelemeden, irdelemeden, sorgulamadan, sağlam gerekçelere dayandırmadan suçlamak ve yargılamak sağduyudan, öngörüden uzak insanların işidir.
Hiç kimse, yaşanan toplumsal olayların üzerinde durup düşünmüyor. . Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes bencilce kendini düşünüyor.
Peki, hangimiz; özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya, yada kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Bu çağın cehaleti, cahilliği artık mazeret kaldırmıyor. Geldiğimiz iletişim çağında, insanın bilgiye ulaşması daha kolay. Bu çağın cehaleti bencillikle ortaya çıkıyor. Kişi sadece kendi bilgisini değerli bulup, diğer bilgi ve düşünceleri yok saydığında, duyduğu ve kendince uydurduğu söylemleri dünyaya diretmeye çalıştığında cahil olur.
Yeniliğe kapalı olmak, uyum sağlamaya karşı olmak, farklılıklara tahammül edememek cahil insan davranışlarıdır.
Artık gelişen ve değişen teknoloji çağında cahil sözcüğü “bilmeyen” anlamından “bilmeye karşı olan” anlamına dönüşmüştür.
Artık çağımızda bilmemeye imkanı yoktur. Sadece kendi kişisel bencilliğinden dolayı insan ve doğa yaşamına duyarsız kalan ve köle ahlakına sahip olan kimselere cahil diyebiliriz.
Başkasının fikrine saygı duymayan, sadece kendisi için yaşayan insan cahildir.
Nefretle, hakaretle, kinle, öfkeyle büyüyen bir güzellik yoktur dünya yüzünde. Sağlıklı düşünen beyinlerde büyür insanın güzelliği.
 Önce vicdan ve merhamet, sonra bilim ve sanatla taçlandırılmış bir yaşamı kendimize rehber etmekle başlar yaşamın güzelliği.
Samimi, içten, gösterişten uzak kendimiz olamadıktan sonra bütün evrenin bilgilerine sahip olsak ne yazar.
Görünüşümüz,sözlerimiz ve tavırlarımız kendimiz olma bütünlüğüdür.
Diplomalar, alınan sertifikalar, bütün dünyayı gezip dolaşmak, sanat galerileri, müzeler, tiyatro ve sinemalar insana farkındalık katar katmasına lakin körse vicdan, tavansa ego, bir yerlerde, bir şeyler hep eksik kalacak.
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
Arınmanın olduğu yerde yeni tomurcuklar filizlenir, öfke kin ve nefret fışkırmaz.
Ancak o zaman demokrasiden, insan haklarından, korkmadan,ürkmeden,sancılı rüyalar görmeden bahsedebiliriz. İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Hayatı belli kalıplar içerisinde tanımlayanlar yaşamın biricik anlamını ıskalayıp, bir sürü neden ve bahane arasında yaşam serüvenlerini bitirecekler.
Kendimizi ve aklımızı cömertlik ve şefkat ile koruyalım. Merak etmeyelim bu karanlık inanılmaz bir aydınlığa gebe aynı zamanda. Kalbimizi ve aklımızı arındırmayı sürdürelim.
Sadece eleştirmeyelim, sürekli yakınmayı bırakalım. Ya kabul edelim ya da eyleme geçelim.
Tüketime kanmayıp, sadece doğru değerleri satın alalım.
Maddeye değil, deneyime ve içsel ilerlemeye yatırım yapalım.
Hayatı devam ettirebilmek için enerjiye, motivasyona ihtiyacımız var. Bu enerji fiziksel olduğu kadar ruhsal bir enerji. Rutin koşuşturmada fark edemiyoruz çoğunlukla ama kendimizi de şarj etmemiz lazım, bütün kaygılardan uzak..
Yaşam bir kirpik arası, yada kısacık bir rüya.
Her ne olursa olsun, heba edilmeyecek kadar da güzel. Makamla,etiketlerle, mülkiyet telaşı ve hırslarla avunulmayacak kadar da sade ve hoş aslında..
Bireysel olarak ışığımızı korumamız gerekiyor.
Kendi içimize doğru derinleşmenin, neye dönüşmek istiyorsak ona karar vermenin ve yenilenmenin zamanı olmadığını; yeniden, bir kez daha; umutla, dirençle yüreğimize fısıldayalım..
Olanı doğru değerlendirmek karamsarlık olmadığı gibi, iyi olanı korumak ve umut da hayalperestlik değildir.
Olanı tüm yalınlığı ile görmek ve anlamak, iyi bir kalbi ve umudu korur.
Eğer iyi kalbi, umudu ve her şeyden önemlisi şefkati ve cömertliği koruyamazsak acı çekenlerden olacağız.
İnsanlığın başına gelen kötü olayların en önemli iki sebebi var: açgözlülük ve kibir.
Bunlar ise, neyin eğri, neyin doğru olduğunu ayıramayan bir cehaletten besleniyor.
Aşağılamadan, ötelemeden, yargılamadan, ukalalık yapmadan, insanca.
Öğren, sorgula ve öğret anlayışına dikkat çekerek, arkasında duracağımız tek şey gerçek. Buna inanmış bir insanın vicdanı, adaleti her zaman işler zaten.
 Bilmediğinin farkına varmak ve bunu da kabul etmek erdemdir. Yeter ki birbirimizin yaşam hakkına saygılı olalım, elinden almayalım. Alanlara sağır ve kör olmayalım.

olcay

31 Mart 2020 Salı

kaynağın Kendisi Güzel

Güzel sözün eyleminde yaşamak, anlaşılmak, gerçekten bir ödüldür hepimiz için, anlatabilmek ise yetenek.
Gerçekten sevilenin duygularını anlamayı denemiş biri için bu muhteşem bir döngüdür. İçinde zarafet, incelik, samimiyet ve önemsemek var.
En güzel birliktelikler en ince çizgide gönüllere yazılır. Bunlar damla damla yüreklere damıtılır. Sevginin cesareti ve gücü burada başlar.
En küçük bir esintide yok olup gitmez.
Hepimiz sevgiyiz ve ''sevgi'' sahip olduklarımızı paylaşır.
Sevgi her şeydir..
Çünkü sevgidir kalplerimizi ortaya çıkaran güç.
Sevgiyi ortaya çıkaran, kalplerimiz değildir.
Zaten hakiki sevgiler aydınlatandır.
İnsan tuttu mu elini sevdiğinin, bütün evren ona yol verir.
Öptü mü yüreğinden sevdiğinin, ruhunun kapıları, tokmağını sonuna kadar açar.
Öylesine değil, öylesine derin sevmeli...
Hayatınızdaki tüm insanlar ve eylemler ''bir özelliğimize'' ayna tutmaktadır.
Sevgisiz insanlar ''tsunami gibidirler'' dokundukları her şeyi yakar, yıkarlar.
Ne mutluluk verirler nede huzur. Sürekli şikayet eden,sorun çıkaran hep kaderi suçlayan, mazaretlere sığınan, geçmişi deneyimlemeyip sürekli geleceğe taşıyan sevgisiz insanlar hayatımızdan çalarlar.
Bu insanlar kardeşimiz olsun, arkadaşımız olsun vs er geç kendi uzaklıklarını yaratırlar.
İyi insanlar ise çoğu zaman ''yanında olmasalar da'' histen köprüler kurarsın, mesafelerin anlamı kalmaz, yüreğin konuşur, gözlerin görmese de.
Aynı amaç için çarpar kalbin, acısının içinde olamasan da...sarılırsın, aynı acıya ağlarsın, onun kaybı senin kaybındır, yaralarına tuz basmazsın,gönüllü paylaşırsın yaşamı.
Hayatımızdan gün çalanlarla değil, hayatımıza anlam katanlarla çoğalmak hayatın içinde, sevgiyle-umutla...
Başkalarını incelediğimizde deneyim ve tecrübelerimizle birlikte BİLGİN, Kendimizi incelediğimizde AYDINLANMIŞ insanlar oluruz.
Nefsin arzularından arınıp, inandıklarını sorgulayabilmek,sorgulayarak inanmak, YÜREK ister...
Bu dünyada; sadece kendi için değil herkes için adaleti korumak, sahip çıkmak, GÜÇLÜ BİR İRADE ister.
Anlamak, paylaşmak, düşünmek, inandığı gibi yaşamak, ilkelerinin arkasında olmak, RUHSAL OLGUNLUK ister.
İnanıyorum ki dünyada *sevgisizlikle birlikte, yanlışlığın hükmü başlar* biz bu hükme geçit vermeyelim.
Bizim hükmümüz bu olsun 'YAŞAMALI VE SEVMELİ'' yüreklilik ve güç verir insana.
Bilincinin güzelliğini ve yaşamının değerinin sürekliliğini korumak istiyorsak, önce kendimizi öğrenmeye ve organize etmeye, ardından da hayatı tanımaya ve olumlamaya özen göstermeliyiz.
Değil mi ki; kalbimizin çıkarttığı sesin bile bir anlamı olmalı.
Değil mi ki; dilimiz söylediğinde, kalbimizin sesinde, dolup boşalmasında herhangi bir değişiklik olmuyorsa, ne anlamı var söylenenlerin.
Şafak vakti kanatlanmış bir gönülle uyanmak sözün hale ayanıdır ve onu yaşamak tamamen bizim algı ve bakış açımızla kendine yer bulur.
Olcay Kasımoğlu

Ayrılık İç Çekiştir

Ayrılık, yüreğin vazgeçmesiyse kendinden;
Ayrılığın ne olduğunu yaşadıkça eleyen insanlar, öğrendiler ki ayrılık ne araya yolların girmesi ne alınan biletlerle uzak diyarlara gidilmesi !
İnsanın kendini anlatmaktan vazgeçmesidir ayrılık. Yollara yatırdığı gözlerini düş kırıklıklarıyla toplaması içine.
Dışarıda güneşli bir gökyüzü, cıvıl cıvıl kuşlar, ışıldayan nehirler, denizler hepsi nafile, gözlerinin gördüklerine küs halini hüzünle yüreğine yedirmesidir ayrılık.
Türküler dinlerken sesinin dost sesiyle çoğalmaması, coşkuya hasret kendi sesinde boğulmasıdır ayrılık.
Ayrılık. gözlerinin dünyaya değmesinden vazgeçtiğin andı, sualsiz cevapsız tüm sorgulamaların suskunluğa kendini teslim etmesiydi. Çaresiz çocukların kimsesizliğin de gözlerine düşen yaş gibi umarsız ve çaresizdi büyük insan ayrılığı.
İnsan gidişi ayrılık değildir sadece ayrılmadır için de umut bırakır belkiler bırakır asıl ayrılık insanın kendi içinden vazgeçmesidir.
Bir ağacın dalından yaprağının ayrılmasının ayrılık olmadığını bilirim.
Ayrılığın geleceğe ışık düşüren gülüşlerde saklı olmadığını biliyorum.
Biliyorum ki ışıklı gülüşler ayrılmanın sadece bir daha ki sefere gamzeler de hasretle beklemesidir.
Ömrüm azalarak önümden akarken, her yer birbirine bu kadar benzerken ve her şey bu kadar gerçeğin inceliğin de benim korkularımı desteklerken ben şimdi ayrılığın içimden vazgeçmek olduğu bilinciyle, içimde ki bu insan yalnızlığının kırılma noktasını nasıl barıştıracağım, söyle ?

Beni soruyor musun
Ne haldeyim
Bir yanım gözlerden dökülür
Bir yanım akşamın yaslı karanlığında
Bir yanıp bir sönen ışıklar gibi
Birazdan güneş doğacak
Sana doğduğum şafakla
Tarifsiz gülüşün düşecek yadıma
Özlemin rüzgarları geçecek yüreğimden
Kulaklarımda ise sesinin buğusu
Aydınlanınca yeryüzü
Bir kuş oldum gökyüzüne
Uçamadım
Dağ rüzgarlarinin serinliğince nehir oldum
Taşamadım
Oysa şimdi
Yağmuru yasaklı mevsimin
Kurumuş çalıları
Kavrulmuş ekinleri gibiyim
Ne zaman aydınlanacak bu karanlık bahtimiz

30 Mart 2020 Pazartesi

Tutkular Ten Olur

İnsan anlaşması sadece sözle olmaz. İnsan anlaşması sezgi ile olur.
İşte o zaman başkalaşır dünya, tutkular ten olur, düşünce tenleşir, ruhlar özgürleşir, yok olur prangalar…”
Yaşamın doğasına aykırı sularda yüzüyoruz. İnsan doğasına uygun olmayan ne varsa onları işlemeye çalışıyoruz.
Bilincinin güzelliğini ve yaşamının değerinin sürekliliğini korumak istiyorsak, önce kendimizi öğrenmeye ve organize etmeye, ardından da hayatı tanımaya ve olumlamaya özen göstermeliyiz.
Değil mi ki; kalbimizin çıkarttığı sesin bile bir anlamı olmalı.
Değil mi ki; dilimiz söylediğinde, kalbimizin sesinde, dolup boşalmasında herhangi bir değişiklik olmuyorsa, ne anlamı var söylenenlerin.
O’nun sözlerini kulaksız duy, ona dilsiz dudaksız söz söyle.Çünkü dille, dudakla söylenen sözün ayrılıklar vermemesine, insanı incitmemesine imkan yok, demiş (Mevlana)
Anlamak sadece sözcüklerle değil, duyarlıkla da mümkündür aynı zamanda.
Biz kendi şişkin egolarımızı söndürmedikçe, havasını indirmedikçe, birbirimizle değil konuşmak, sadece kendimizi anlatmaya devam edeceğiz.
''İnsanlar kelimelerle, sözlerle bir şeyler anlarlar ama birbirlerini o kelimelerden, o sözlerden dolayı anlamazlar. Sözleri aşan bir anlaşma alanı vardır insanlar arasında. Tabii burada sözlerin vazgeçilmez bir yeri vardır ama insan anlaşması sadece sözle olmaz. İnsan anlaşması sezgi ile olur, sezginin de ne olduğunu bilmiyoruz.
Yani insanlar birbirlerini sevdikleri için birbirleri ile anlaşırlar ve birlikte bir şey yaparlar.
İnsanlar birilerini kendilerine uzak, yabancı, nefret edilecek diye saydıkları için onlarla savaşırlar. Ve bunların kelimelere dökülebilir bir tarafı yoktur. Biz kelimelerden o sonuca varmak için bir şey elde ederiz.''
Kendi varlığımın sınırlarını fark edip, kendi egomu söndürerek diğer varlıklarla, doğanın sesine, ritmine, müziğine yüreğimin sesiyle katılmak istiyorum.
Görmeden bakan, duymadan dinleyen, hissetmeden dokunan, düşünmeden konuşan insanlardan uzaklaşarak;
Tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek, herkesten daha çok daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak istiyorum....
İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına kulaklarımızı tıkamadan; kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça; kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi; amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor.Ve mutluluğun, insanın değiştiremeyeceği şeyleri kabul etmesinde, değiştirebileceği şeyler için harekete geçmesinde ve ikisinin arasındaki farkı görebilmesinde yatıyor.
İşte o zaman başkalaşır dünya, tutkular ten olur, düşünce tenleşir, ruhlar özgürleşir, yok olur prangalar..
İnsanın duruşu ne kadar derinse, ne kadar özgürse ruhu, ne kadar güzel görebiliyorsa; o kadar geniş, o kadar uçsuz bucaksız, o kadar güzeldir yaşam manzarası.
Bunun içinde, sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak gerekiyor. Nede olsa, onlarda tozlanır, katılaşır, sağırlaşır, koylarına çekilir zaman zaman...

28 Mart 2020 Cumartesi

Derin Korku Direnci Kırar

Dünyanın insanlarla, insanların dünyayla sınavı çok çetin görünüyor bu günlerde.
Bireysel egoların pik yaptığı bir dünya da, bir virüsle gökyüzü yeryüzü ölümün soluğuyla ters düz oldu.
Dünya mali, mevkiler, statüler anlamını yitirdi.
Bütün dünya da yaşanan bu salgının insan yaşamını nasıl alt üst ettiğini görüyor ve sonuçlarını yaşiyor.
Tam da bu nihai nokta da ne yapmamız gerektiği üzerine doğru algıyla durumun tam olarak anlaşılması ve gerekenlerin uygulanması bağlamında,
Korku ve endişe bütün hayatlarımıza sinmeye başlarken silkelenmeli ve cesur olmalıyız.
-Her şeyden önce ne ile karşı karşıya olduğumuzu herkesin bilme hakkı var.
-Ne olduğunu, neler olabileceğini doğru olarak kavrayamasak ne yapacağımızı da bilemeyiz.
- Bütün dünyayı pençesine alan bu virüse karşı bireysel önlemlerin yetmeyeceğini ortak iradeyle hareket etmemiz gerektiğini anlayarak gereğini doğru yapmak için dayanışma içinde olmaya ihtiyacımız var.
- Belirtilenleri, uyulması gerekenleri doğru algılayarak yerine getirmek ve gereken doğru karşılığı vermek için açıklık ilkesi şart.
-Gerçeğimizle yüzleşmeden yapılması gerekenler konusunda eksik ve yarım kalacağız.
Özellikle;
Bilimin insan yaşamına kattığı değeri yaşayarak gördük.
-Sağlık emekçilerinin varlığı "bana da bulaşabilir endişesini taşıdığımız andan beri" nasıl da anlam bütünlüğü kazandı.
Ülkemde yaşanan olaylar gözümün önüne geliyor.
Korunma tedbirlerinden kaçanlar, halen bu salgının insan yaşamını nasıl tehdit ettiğinin gerçekten farkında olmayanlar ve gerekli hassasiyeti göstermeyenler Montaigne'in,
"İyiliğin bilgisine sahip olmayana bütün diğer bilgiler zarar verir." yorumu, kurallara uymayanlar "iyi insanlar olabilirler" lakin "iyiliğin bilgisine sahip değillerse" başkalarının yaşama hakkını ellerinden alabilir, zarar verebilirler düşüncesini aklıma getiriyor.
Ve en önemlisi;
Bilgiyi, vicdanla ve şefkatle donatmadığımızda ortaya zalimlikler çıkıyor.
Bu durumlar yaşanırken bilimin ışığını ve eğitimin yarattığı aydınlanmayı yok sayan zihniyetler de umarım bu acı tablo karşısında ders alarak kendilerine bir aydınlanma yaşarlar.
Derin korkular direncimizi kırar.
Bu kırılmayı yaşamamak için tedbirli olmak, korkuyu ve endişeyi paranoya çevirmeden hayatlarımıza gereken özeni ve itinayı göstermemiz ve bu mücadeleyi kazanmamız gerekiyor.
Tüm dünyada yaşananlar, insan kalmanın insan olmaktan daha zor olduğunu da gösteriyor.
Olcay Kasımoğlu