Translate

19 Kasım 2018 Pazartesi

Ah insanlar!

Her şeyi bulup kendini bulamayanlar… 
Charles Bukowski
Farklılıklara saygılı olmak ve bunları zenginlik olarak görmek önemlidir.
Her şeyden önce; her birey saygıya değer bir varlıktır bu nedenle hiç kimse kendinden farklı olanı hor görmeye ve ötelemeye hakkı yoktur.
Hangi dinden, dilden, coğrafyadan, düşünce ve fikirden olursa olsun herkesin, yaşama, kendini tanımlama ve değerli kılma hakkı vardır.
İnsanların değerleri, yaşam tarzları, olaylara bakış açısı; inançları, beklentileri inançları, zevkleri ve dünyayı algılama ve yorumlama şekilleri farklı olabilir. Kaldı ki bu bir suçta değil.
Bunlar, dünya hayatının zenginlikleridir. Siyahla-beyazın dışında ara renklerdir. Bunlar hayatın lunaparklarıdır. Ne kadar çeşit o kadar yaşamı renkli ve anlamlı kılmak…
Farklılıklara tahammülü olmayan insanların muhakkak kişilik problemleri vardır. Bencil olurlar, paylaşım duygusundan yoksun ve sevgi anlayışları kısırdır. Birey olamamışlardır ben merkezli yaşarlar, cesur değillerdir.
En küçük çatışmada çirkinleşirler ve korkaktırlar. Yenilikten, bilimden,ilimden, öz eleştiriden, aydınlıktan, korkarlar.
Bu korkular, yaşamın zenginliğini, gelişmenin ve yenilenmenin önünü durduran perdeler değil midir.
Biz ancak ”kendimizin, insanlığın, çevremizin fakındalığına” vardığımızda bu perdeler içeriden açılır.
O zaman ”gönlümüz, aklımız” insanların ”var olma nedenlerini, değerlerini” renkleriyle, dilleriyle, cinsiyetleriyle ve maddi güçleriyle ölçmekten vazgeçtiğinde; bu dünya yaşanılası bir yer olacaktır.
İnsanların yaşam tarzlarına müdahale etmenin, dışlamanın insan onuruna yakışmadığını, insana saygının bir erdem olduğunu anlayan, algılayan insanlar; hayatın içinde ”saygının” bir ”kültür” olduğunu benimsemişlerdir.
Buda; onlara empatı yapmayı ve bunun üzerinden insanlara ulaşmanın kapılarını açar…
Özümsemek, her zaman her yerde her şeyi özümsemek farklı olanı anlamak açısından çok önemli
Yoksa körü körüne bir şeye inanmak onu değerli ve ahlaklı yapmaz. İnsanın kendi değerleri kendini değerli kılar.

18 Kasım 2018 Pazar

Rüzgarın soluğunu aldım
gece karanlığı
sabahına söz keserken
ben senin düşünün içindeyim
seni
sevdanı
bana gelişinde ki içtenliği
sensiz yaşanan günleri
sensiz olmanın yoksulluğunu düşünürüm
sonra
sen olmasan da yanımda
yalnızlığı nasıl paylaştığımızı
her şeye rağmen
birbirimizi nasıl anladığımızı
aynı sevinçle çarpan yüreğimizi
aynı haksızlıklara,birlikte karşı duruşlarımızı
isyan bayraklarını
nasıl beraber yerle bir ettiğimizi düşünürüm
içime yaşam sevinci dolar büyürüm
her gün güneşi getiren ay aşkına
zamanın rüzgarına bırak teninin kokusunu
alsın beni benden getirsin senin diyarına
yüreğime giden bütün yollar sana çıkarken
tüm rüyalarım sana yenik düşerken
varlığının büyüsüyle sarhoşken
sende öte hiç bir şey umurumda değil
Olcay KASIMOĞLU
Herşey davetsiz geldi

Yaşamı geride izleyenler, sorunları öz güven eksikliği içinde değerlendirirler.
Özüne güveni yitirenler ya birilerine hayran ya da düşman olurlar.
Yaşamın içerisinde sağlam ve istikrarlı bir kişilik oluşturamazlar.
Gecikmenin telaşı içinde ya birlerine yaranmanın ya da saldırmanın körlüğü içindedirler.
Hiç bir zaman kendilerine ayna olmayı düşünemezler.
Çünkü onlara göre, kader denilen baht oyun oynamıştır.
Oysa yaşam onlarla aynı fikirde değildir.
Yaşam cesur ve güçlüleri sever...

her şey
davetsiz geldi
gün
ışığını yere vurdu
kuşlar 
dallara yuva yaptı
gökyüzü maviye
dağlar
ovalar yeşile
her şey
birdenbire oldu
davetsiz
hesapsız
görünmez
birdenbire
gülüşleri
değdi yüreğime
yankısı
düştü sesime
her şey
birdenbire
sevinç
birdenbire
terin
kirpiklerin
saçların
düştü avuçlarıma
bir şey demeden
hiçbir şey almadan
bir şey vermeden
her şey birdenbire oldu
süzüldü
yaşamın mavisi
engin yüreklere
artık
bu karalar
yaşamın tadı değil

Olcay KASIMOĞLU
YAŞAM GÜÇLÜLERİ SEVER

''Aranızda dolaşmak için giyiniyorum” demiş Tezer Özlü..
Ve devam etmiş:
“…Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirtiniz. 
Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz… 
Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi hava alanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.”

Kendi olmanın, akılını ve bedenini özgürleştirmenin yolunu aradı yaşamı boyunca. Toplumun çürümüşlüğünü ve iki yüzlülüğünü, kişinin kendine söylemeye cesaret edemediği bazı ”gerçekleri” haykırdı. Aklın ve ölümün peşinden sözcükleriyle koştu. “Yaşamın, öğretildiği, ve anlatıldığı gibilerlerde -başka bir dünyada- değil, yaşanan her anda olduğunu yazdı. 

Güneşe batırılmış sevinçlerim eritiyor buz kesmiş kederleri
Hadi gel diyorum düşlerimde ki yaşamak haykırışlarına
Kaldır sesinde ki tülleri
Sussun kötülüğün hoyrat esişleri
Şimdi dünyaya şiirden resimler çizeceğim
İnandırmak için içimdekilerin sahiciliğini...
.

Olcay KASIMOĞLU
RUHUNU ÇALIŞTIR...

İnsana duran siyaset;
Her şeyi olduğu gibi devam ettirmek için değil ''olması gerekenleri'' gerçekleştirebilmek için yapılmalıdır.
Hırslardan,egolardan arınmış, ilim ve barışın eşliğin de insana duran, birleştiren,ayrıştırmayan,nefreti körüklemeyen; aydınlanmanın ışığın
da güven ortamı oluşturup, herkesi; bulunduğu toprağa ait olma duygusuyla
harmanlayan, inancını tevvekülden çıkarıp; yobazların cehaletine terk etmeyen
bir siyaset anlayışı olmalı...

Ve aydınlanmış insan;
İdollere değil, evrensel değerlere sıkı sarılıp, putlaştırılmış inanç ve değerler yerine açık, basit, anlaşılır vicdani değerleri yaşatıp büyütmeli.

Bugün her şey nasıl var idiyse dün de vardı, yarınlarda da evrimsel olarak varolacak.
Önemli olan duyu organlarının algılayamadığı nesnel gerçeklikleri yok saymamak ve ruhumuzu, gönlümüzü, zihnimizi; eşgüdümlü-koordineli çalıştırmak
Sezgilerimize ve sağduyuya önem vererek...

Bütün kültürsüz insanların ilgisi malzemeye yöneliktir, işleme tarzına değil.

İdollere değil, İDEALLERE sıkı sarılalım.
Putlaştırılmış inanç ve değerler yerine açık,basit,anlaşılır vicdani değerleri yaşa ve büyüt.

Bugün herşey nasıl var idiyse dün de vardı, yarınlarda da evrimsel olarak varolacak.Duyu organlarının algılayamadığı nesnel gerçeklikleri yok sayma.
Ruhunu, gönlünü ve zihnini eşgüdümlü-koordineli çalıştır.Sezgilerine ve rüyalarına önem ver...

Küçük büyük ayırmaz, istikrarı,değişimi,yürüyeni,çabuk olup ağır olmanın erdemini sever yaşam. Renksizlikten renk üretmeyi,sıfır hacimden büyük evrene dönüşmeyi bilenlerindir yaşam..

Unutalı güzel sevda sözlerini
Kapıları sustu yüreklerin
Önce gözlerimiz vazgeçti
Sonra gülüşlerimiz
ve ne olduysa
Dilsiz kaldı yüreklerimiz..!



Olcay Kasımoğlu
Kendimizi kitlelerin ruhundan arındırmak


Herkese gücüm yetmeye bilir ama irademe gücüm yetebilir.
En uzun yolculuk, beynimizden yüreğimize yaptığımız yolculuktur.
Bu yolculuk da;
Ezber bozmak, kendine eleştirel bakmak ve karşılıklı öğrenmeyi önemsemek ve kendi iradeni özgür ve dingin kılmak yeni bakış açıları kazandırır.
Bunun en güzel araç ve gereçleri de sanat ve edebi dünyanın çeşnilerini yaşamımızda ağırlamak..
Edebi dünyamızın silahşörlerini tanımlarken,her şey yine insanda başlayıp insanda yolunu bulur diyor, Ursula K. Le Gui.
''Sizin de bildiğiniz gibi, kitaplar sadece ticari bir mal değildir. Kar dürtüsü çoğu zaman sanatsal hedefleriyle ters düşer. Kapitalist bir dünyada yaşıyoruz; kudreti karşı konulmaz görünüyor. Ama kralların gücü de öyle görünürdü. İnsanlar tarafından dayatılan herhangi bir kuvvete direnip onu değiştirecek olanlar yine insanlardır. Direniş ve değişim ise sıklıkla sanatla, daha da sıklıkla bizim sanatımızla, kelimelerin sanatıyla yapılır."
Kendimizi kitlelerin ruhundan arındırmak, kelimelerimizi otoritelerin elinden almak, “hiç” hissetsek bile “hiçliğimizi” kendimiz belirlemek, değerimizi kendi irademizle fark etmek, ülkesiz olup tüm dünyanın “ötekileriyle” birleşmek… Belki bir gün başarırız kim bilir?

ey sevgili
mavi kokulu
karanfillerden güzelsin
fakat ne gelir elden
yırtık ama mavi
bir çığlık şehrinden geldim
çocuklar kadar beyaz
çocuklar kadar mavi değilim
ben güneşe direnen
terlerin rengiyim
konmasın yağmurun çingeneleri
ay erirken bir dal üstüne
güneş doğana kadar
dinmesin yıldızların hüznü
kalbimiz tenha iken
güneş dilimize değsin
nasıl olsa
güneşe direnen
terlerin renginde
şiirler yazan
mavi kokulu bir karanfilim
bu ömrün son külü
asılırken kirpiklerinin kıvrımına
fırtına kopsa
bir karanfil düşse ayak uçlarına
titreyerek beni de al getir yanına
sevdalandım sana
ışığa doymak için...

Olcay KASIMOĞLU
ANLATILAMAYANIN SESSİZLİĞİ

Kelimeler susuyor çünkü anlatmaya yetmiyor. Sanki yeni kelimeler icat etmek gerekiyor da dil yetersiz kalıyor. Woolf da benzer şeyler söylemiş: “Kelimeler her şeyi söyler mi? Kelimeler herhangi bir şey söyleyebilir mi? Kelimeler ulaşılmaz noktadaki sembolleri yok etmiyorlar mı?” Kelimelerin her şeyi söyleyemeyeceği, ifadesiz kalacağı durumlar yaşıyoruz doğrudur evet, anlam asılı kalıyor çoğu zaman havada çünkü dil susuyor, dil dolanıyor, kelimeler söyleyebilecek bile olsa “ulaşılmaz noktadaki sembolleri” yok ediyor. Çünkü semboller yaşananların göstergelerini açıklamaya yetmiyor. Ve böylece geriye hȃkim olan şey sessizlik oluyor. Anlatılamayanın sessizliği.
İnsan değiştirmek istediklerini değiştiremediğinde, umuttan çok umutsuzluğa mahkȗm hissettiğinde, kederi artık varlık nedeni haline geldiğinde yani kendisini değersizleştirdiğinde bir “hiç” gibi hisseder. Ve bu doğaldır ancak bize “hiç” gibi hissettirenleri de göz ardı etmemek gerekir belki de.

bir uzak gönül denizidir gittiğin kapı
ellerinde rüzgârın aşındırdığı yaralar var
toplarken hüzne kalmış yanlarını
gözlerinde unuttuğun o eski anılar
inan yitik şehirler gibi
soluğunda ise
yosun kokusuna benzer bir hüzün var
terk edilmek korkusu desem susarsın
susarsın dudaklarında kalır hüznün
dokunmalarım yaralarına güldür bilirsin
öpemem, öpersem gülüşüne hasret ölürüm
sen bana dokunulmamış acılarını ver
kollarım dolansın acılarına varsın tuz ol
yeter ki senin gittiğin el kapıları kapansın
senden gayrisine zaten kapalı benim yollarım
sen esmer tenine sevdalarımı sürdüğüm
saçlarına ay ışığı gecede yıldızları düşürdüğüm
denize vuran yakamozlara sen diye baktığım
nasıl taşıdın bunca yıl sükunete hasret acılarını
bilmez misin dokunsam dağlar taşlar eriyecek
dokunmasam eşkıya aşkına dağları mesken tutacak...

Olcay Kasımoğlu
Şafak vakti

Neyin ne olduğunu anlamak insanı besler.
İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına kulaklarımızı tıkamadan; kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor.
Ataol Behramoğlu'nun dediği gibi, ''Ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır. Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.'' Ama ne kadarımız bu armağanın değerini biliyor ona hakkını veriyoruz? Yoksa, hoşumuza gitmeyen bir armağan gibi kenara koyup, eskimesini, yok olmasını mı bekliyoruz? Ya da kaybetmek midir ölüm?
Varlığın, esas olan huzura, serbestliğe kavuşması mıdır? Her ölüm erkendir diyen şair yanıldı mı bir yerde? Esas olan, yaşamın ne manaya geldiğini çözemeden ayrılmanın garip yoksulluğu mu, yoksa sonsuzluk dediğimiz aslında yaşamdaki sonsuzluk değerinde bir an mıdır?

Seni diledim
güneşin o sonsuz incelikte ışıkları altında
ağaçlarla çiçekler
serin kokularını serperlerken havaya
seni üfledim geceye
sırlarıma nail ol şafakla uyan diye
titrek bir suskunlukta tanyeri
şafak moruna soyunmuşken
şafak vaktidir sana erişimdeki sihrin
şafak günün dilidir, ne dilersen onu söyler
her sözü giz dolu bir efsun
dokunduğumda kutsallaşan sükûn
sev dedi gönül adına dil
sırları titreyerek konuşsun
su ve çiçek gökçüllüğüne gül terini eklesin
sevgi de yok zaman, tüm anlar şaduman
diledim seni, sen geldin
geldin de çiçekli diyarlara çevirdin yüreğimi
şimdi yepyeni sözcükler yeşeriyor seninle
bir yanım özgün sevi ağacı,
bir yanımsa sırçadan saray oluyor
dökülüyor senin gölgene mestane gönül
Külden döneyim güle
ay şafak vakti ışığını alır yeryüzünden
güneşi gönderir evrenin sinesine
umutlu kelimelerin sesinde uyanır gün
hoşgeldin sefalar getirdin dünya bahçemize
bulutlarsa yağmurla sağanağın sözleşmesinde
rüzgarların ise ehli yok söz geçmez yüz sürdükleri yerlere
kuşlarsa gökyüzünde yediveren diyarlara uçma düşünde
gün uyandı şafak kızıllığında ateşse gayya çukurunda
gel öpeyim alnından çıksın ateş gayya çukurundan gün ışığına
külden döneyim gül bağına karıncalar taşısın gülleri diyarlara
yediveren ülkesinde yeniden yeşersin hayatlar...
sonsuza sonsuzluğa güneşin sırtında güleç yüzlü yarınlara...

17 Kasım 2018 Cumartesi

Sanat İstikrarı Seviyor: Sevdim tenimle ruhumla sevdim.../Sızlar bazı yar...

Sanat İstikrarı Seviyor: Sevdim tenimle ruhumla sevdim .../Sızlar bazı yar...: Sevdim tenimle ruhumla sevdim .../Sızlar bazı yaralar/ Usul usul döver insan yüreğini/ Göğsümde bir sevda kelebeği / Sızlar, küskün suskun...

Yaşananı "YAŞANMAMIŞ" saymam
Başkasının ekmeğinin ne denli tuzlu,
başkasının merdiveninden çıkmanın
ne denli zor olduğunu göreceksin.
Dante, İlahi Komedya, Cennet XVII(58)

''Şu hayatta hepimizin eksiği, kusuru diz boyu. “Yanılmam” zanneden, en çok yanılır. “Ben bilirim” diyen, aslında en cahilimizdir. Üstünlük taslayan, en geriden gelendir. Beşer dediğin, adı üstünde zaten, şaşar daim. Ayağımız kayar, düşeriz. Vardım zanneder, tökezleriz. Oldum zanneder, bir arpa boyu bile yol katedemeyiz…. Piştim dersek hamlık imtihanından geçemeyiz. Çoktur noksanı,eksiği insanın. Hepimizin. İstisnasız herkesin. Ama bir tek kural var ki, unutmayacaksın. Küpe gibi kulağımızda asılı durur daim. En sisli sabahlarda, en puslu yollarda ışık verir, titrek ama sabit bir mum alevi gibi. Öyle bir kural ki, son derece basittir ama bir o kadar temel: “Kalp kırmayacaksın!” Kırdığımız her kalp, ettiğimiz her fena laf, incittiğimiz her can, küstüğümüz her hasım; Yüreğimizin üzerine bindirilmiş demirden bir ağırlıktır. Eğer dikkat etmezsek birikir ağırlıklar, nefes bile alamaz duruma geliriz o zaman. Halbuki tüy gibi hafif, kuş gibi latif olabilmeli insanın yüreği, ağırlıksız ve pak… ''
Bir deli Kuyuya bir taş atıyor, kırk akıllı çıkarmaya çalışıyoruz.
Biz aklı hep cebimizde saklıyoruz. Düşünmek ve araştırmak ve daha iyisini ortaya çıkarmak yerine, bir başkasının düşündüğüne, hazırladığına ve ortaya çıkardığına peşin kabul veriyor ve üzerine atlıyoruz.
Unutmayalım; güç beynimizde. Akla hayale gelmeyecek kadar mucizevi bir çark dönümü bedenimiz.
Her karesi hayata göre kurgulanmış.
Bize kalan ise bu senfoni orkestrasına iyi bir şef olmak. Hangi notanın hangi tuşuna nasıl basmamız gerektiğini bilmek ondan sonrası tamamen bizim irademizle dış dünyamız da bizimle gönüllü duygudaşımız olacak.
Bellimi olur bir tek kelime yeniden yeşertir umutları, bir kökün bin dala durması gibidir, hayat.!.

Örtün üzerimize serin karanlıkları
sabahına kar aydınlığında uyanalım
Biz sevdikçe ağarsın karanlıklar
söylensin sabahların eridiği mavilikte türküler
Dilsiz gönüllerde
konuşamamanın kahrolası hüznü kalsın...
Sevdim tenimle ruhumla sevdim

.../Sızlar bazı yaralar/ Usul usul döver insan yüreğini/ Göğsümde bir sevda kelebeği / Sızlar, küskün suskun/ hasreti yüreğimi çınlatır.../

''Çok şey vardı anlatılacak,
o yüzden sustum.
Birini söylesem diğeri yarım kalacaktı
Sen duydun mu sustuklarımı?''


Düşüncenin ve düşüncenin tortusu olan korkuların hegemonyasından kurtulup 'sadece sevme' nin akışına kapılmak gerek.
Nasıl, gelmeyeceğini bildiğini beklemen bilgelik sevgin ise, geleceğini bildiğini beklemen de , sevginin kendisidir...


Kanatlan Sevgiye♥
hayat yorgunu kirpiklerden
müebbete hüküm giymiş gibi
sevdayı kalbinde unutanlar
sağırdırlar
kördürler sevdaya
bilmezler
kısacık bir ömrün sığınağında
bin yıla sığmayacak kadar
içimizden sevda geçtiğini
oysa
elleri aşk denizine taş atarken
ellerinde deryalar
sular
ağaçlar görürüm
varsın bilmesin mevsimler
yıllar
ömürler
bin yıla sığmayacak kadar
içimden sen geçtiğini
bir yol bulmalıyız derken
aşkın
umudun
en masum en hilesiz haliyle
yüreği kendi kabından taşacak kadar
billur ışıkda görünen sevgili
katıksız sevincin düşünde
kırmızı güller yedireyim parmaklarına
kalbimin en derin yerinden
buğulu bir atlastan
katıksız sevincin düşünü göreyim
yükümüzü sıcaklar taşısın derken
hangi sıcak demetinde kırıldı düşlerimiz
söyle
söyle de bileyim
bileyimde en güzel bahtı sunayım sana
saymıyorum artık
kalabalıklar içerisinde yağan yağmurun
yanaklarımıza bıraktığı hazin damlaları
ister gel
ister gelme
ben çoktan unuttum kalbimi göğüs kafesinde
yüreğinin tamamını yedirmeye hazırsan
bir lafa tamah etmeden
gül yüzünü göm göğsüme
orada
ihlal ve iflah olmaz sevdalar var
kendi derinliğine akan bir ırmak gibi
yaşama tüten çiçekler gibi
tut ömrümün dallarından
yaşam sağanağında
tomurcuklara durmuş ekin olalım
dolaşma kaybedilen zamanlarda
göğünde kartalların
turnaların süzüldüğü
yazgısı türkülere yoldaş bir atlastan geldim
gerçek mutluluk kanattır
kanatlan sevgiye
mavilere dolanmış gökyüzü kadar cesurum
Sözü süz de söyle...

Kalbin ışıktan rüyası içinde
bahçeler dolusu ahenkle 
kasırgalara dayanmışım 
rüzgarla mı yıkılacağım...
Kalbime sürtünen bu ayrılık telaşı
saçlarında savrulan bu sarı laleler
o ta içten gülen gözlerinde bu yaşta neyin nesi ?
Bu ayrılıklar bu hasretler olmasın hiç
Bu selamsız sabahlar, gün kıyımları
 üzerime körüklenen yağmursuz bulutlar
vatansız kötülükler, yürüyor üstüme yürüyor...
Başka çaren var mı yüreğim söyle ?
El aleme karşı ayakta kalacaksın.


Asıl yalnızlık bambaşka bir şeydir...
Anlamsızlaşır bir sürü şey ve bir sürü şey de fena halde anlam kazanır. Sen donmakla yanmak arasın da biçare.
Toparlanmak için ne kadar gün ışığı lazımsa dağılmak için azıcık karanlık yeter.
Yeter ki İçimizdeki umutların dalları budakları kırık olmasın.
Ne olursa olsun düşünceler içerisinde kırılır yalnızlık, kim bilir belki de sadece aradığımız üşümeyen bir yalnızlıktır ve üşütmeyen yürekler...

Dünyada her şey kendi ederini er veya geç bulur, kim ne ederse kendine eder...
Nasıl dünya faniyse acılarda fanıdır, bir yanımız baharsa diğer yanımızın kış olması ürkütmesin...
Her şeye rağmen, varsın sadece zaman vefasız olsun, herkesin payına düşen, akan giden bir kadran üzerinde hayatla sözleşmesini bitiren, zaman değimlidir zaten(!)

Kalanlardan yanayım

İnsanlar vardır
Ömrümüzden gelip geçerler
Kimileri masal tadında kalarak
Kimileri silinmeyecek izler bırakarak,
Yorgun ömre giderler

Kimileri de
Suskunluğumuz da
Bir ırmağa dökülürken sessizce
Hiç eyvallah etmeden hasrete vurgun ömre
Aşkını hazana yar edip
Ardına bakmadan meçhule giderler

İnsanlar vardır
Kirpiklerimizden doğmuş hüznü
Göz uçlarına alarak
Rüzgarlara fısıldarlar
Avucumdan yüreğine bıraktığım
Sıcaklığın hatırına
Sıyırıp üstünden at riya elbisesini

Yaşama tüten çiçekler gibi
Ben kalanlardan yanayım
Bir eli tutup bırakmayanların cesaretini
Kalbi bir yudum su
Bir dilim ekmek olanı
Kalanların sadakatini, sabrını severim... 


Olcay KASIMOĞLU
Korkarak Hiç Bir Zafer Kazanılamaz


İnsan yaşadıkça; sır yerkürenin içinde ki mananın sırrına tam muaffak olamasa da, bir çok şeyi doğru yerden görmeyi ''ÖĞRENİYOR'' sonunda !
Yaşadıkça; yaşamın içine aktıkça, içinde ki öz söyleşir, gönül penceresi açar kapılarını.
Zamanla birlikte; sorular doğruysa hangi duvar yıkılmaz, hangi gönül penceresinden tülü kaldırmaz !
İnsanların içinde; iyiler ve kötüler olduğunu, her insanin içinde,
iyilik ve kötülük bulunduğunu görürsün.
Bu ikilemi, kişinin nasıl yontabildiğini ve hangısını öne çıkarabildiğini etkileşime geçtikçe, yaşadıkça anlarsın.
Sonra insan tenini o tenin altında bir ruh bulunduğunu, ruhun tenin üstünde olduğunu görürsün.
Aydınlanmanın yollarını ararsın; görürsün ki aydınlanmadan, karanlığın yırtılmayacağını görürsün.
Birlikte yaşamanın önemli olduğunu, bunun için ''bölüşmeyi,hakkaniyeti,sosyal adaleti'' öğrenmenin yaşı olmadığını ve insanca yaşamak için elzem olduğunu öğrenirsin.

İnsanların; kendilerine rağmen, gidecek yol bulabildiklerini görür, şaşırırsın.
Kalıplar içinde düşünmenin, düşünce boyutlarını nasıl örselediğinin farkına varırsın...
Gerçeklerin; kimine göre gerçek, kimine göre değil bunu öğrenirsin.

Baktığın yerle, durduğun yer arasında nasıl ince ayarlar olduğunu anlarsın.
Senin doğrunla benim doğrumun, aynı evren de, farklı olabileceğinin şaşkınlığını yaşarsın.
Kapalı pencerelerin ardından hayata bakmakla, gökyüzünde uçan bir kuşun bakışıyla bakmanın farkına, farkındalığına yaşadıkça varırsın.

İnsanın insana üstünlüğü nedir diyen sorular içerisinde bulursun kendini.
Sonra; üstünlüğün kıstaslarında kendine bir yol bulmaya çalışırsın, kendi yüzünü aynada görmeye başlarsın, gördüğün seni yanıltmaz, kendine aydın, kendine adıl kendine insaflı olmayı öğrenirsin.
Kendine yolculuklar başlar...olgunlukla birlikte, kendine saygısı olmayanın yanında saygı aramazsın, mücadele etmekle, gereksiz kavgaları birbirinden ayırırsın...Ve sabrın,değenler için bir mücevher olduğunu, gereksizlere harcandığında ise yerini keşkelere bıraktığını anlarsın....

Vicdan sahibi olmak, vefa...bunlar var ise diğerleri zaten eşlik eder...farkına varırsın.
Namusun ''insan vicdanı'' olduğunu anlarsın ve yalanın ocağı olmadığını, iyiliğe duran hiç bir yerde yeşermediğini VE sevmenin yazılı hiç bir kuralı olmadığını, sevmenin yaşamanın ruh kapısı olduğunu anlarsın.
Anlarsın ''CESARET'' edip yaşamadan, hiç bir gerçekliğin farkına tam olarak varamazsın....
Olcay KASIMOĞLU
''Küçük Prens''  bir kitap isminden çok ötelere taşıyan gizemli bir sesleniş gibi. 
Zaten okuduktan sonra bize bıraktığı tat  sevginin insana kattığı enginliği, düşsel yolculuklarımızı, hayal gücünün zenginliğini, bakış açısının insana kazandırdığı derinlikleri çok güzel anlatmış. Yıllar sonra hadi şöyle bir arılayayım dedim, dememle  içine çekti, bana da eyvallah demek düştü.

Kimimizin geç tanıştığı kimimizin ise tekrar tekrar okuyup başucundan ayırmadığı bir kitap Küçük Prens. Antoine de Saint-Exupéry’in muhteşem eseri, her okuyucuda, her okuyuşta farklı bir algı yaratan yetişkinlere armağan edilmiş bir çocuk kitabı olsa da  her defasında bize düşen payı alıyoruz. 
Özellikle bazı bölümleri var ki iyi bir okursanız ve okuduğunuzu sorgulama ve yeniden ben bu işin neresindeyim deme gibi bir merakınız varsa okumak keyifli. Ben keyif aldım.

Özellikle bu bölümler beni içine çekti.
 “Kendini yargılamak, bir başkasını yargılamaktan çok daha zordur. Eğer kendini iyi bir şekilde yargılamayı başarırsan bu, senin gerçek bir bilge olduğunu gösterir.”
Başkalarını değil kendini yargıla!
. “Eğer kelebekleri tanımak istiyorsak bir kaç tırtıla katlanmak gerekir.”
Hiçbir şey kolay kazanılmaz.
 “Sahibi olmayan bir elmas bulursan, o elmas senindir. Sahibi olmayan bir ada bulursan, o ada senindir. Bir buluş yaparsan patentini alırsın, buluş senin olur. Madem ki yıldızlara sahip olmak benden önce kimsenin aklına gelmedi, yıldızlar benimdir.”
Hayal etmek parayla değildir.
 “Çölü güzelleştiren bir yerlerde bir kuyu saklıyor olmasıdır.”
Bakış açımızı değiştirirsek, her şeyin güzel yanını keşfedebiliriz.
 “İnsanların artık anlamaya zamanları yok. Dükkânlardan her istediklerini satın alıyorlar. Ama dostluk satılan bir dükkân olmadığı için dostları yok artık. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir.”
İnsanları tanı, onlara şans ver…
 “Aynı saatte gelmen daha iyi olur,” dedi tilki. “Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Mutluluğum her dakika artar. Saat dörtte artık sevinçten ve meraktan deli gibi olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun. Ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez.”
İnsanın belli alışkanlıkları olmalı…
 “Peki insanlar nerde?” dedi Küçük Prens. “İnsan kendisini çölde çok yalnız hissediyor.” “İnsanların içinde de öyle hissedersin” dedi yılan. “Arada pek fark yoktur.”
İnsanlarla birlikteyken bile yalnız kalabilirsin.
“İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.”
Bazen duygularımızla hareket etmemiz gerekebilir.
 “Hiçbir şey mükemmel değildir.”
Tıpkı bizim gibi…
“Ve geceleri gökyüzüne bakarsın. Her şeyin çok küçük olduğu gezegenimin yerini gösteremem sana. Belki böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin… Hepsi senin dostların olacak.”
Bazen birisinin nerede olduğunu bilmeden onu sevmeye devam etmek yeterlidir…
Ve bazen;
İnsan bazen bir damlayken bir nehire karışır sonra denizden denize karışır... 

Olcay Kasımoğlu



Sonsuza dek çiçek açmaya yeminliyiz



Yüzlerde, yüreklerde maskeler; her şeyi zehirliyor, gülüşlerin içine puştluk düşmüş. 
Yalan, hiç bilmediğin kadar yalan ''sesler çığırtkan'' geceye pusu kuruyor, ışıktan duyguları alıyor.
Aşkı yılışık, çıkarlara yenik umut ''insanı'' ucuz kılıyor...
Sevginin, hoşgörünün yerine; sahtekarlığı katık ediyor.

Dünya ''sığmıyor insana'' kanun hükmünde savaşlar, ihanetler,sefil doymazlık ''insan sığmıyor'' insana...
O yanardağ misali yürekler ürkek, suskunluk kanıksanmış, cehalet azgın.
Kalabalıklar içinde sevdalar dalsız, sabahları solgun, akşamı yılgın yorgun...
Umut kimsesiz; gülüşlerin içine ''puştluk düşmüş'' içtenliğin güven ateşi, zalimler otağını seçmiş.
Terbiye edilmemiş nefis ''zincirlerden azat edilmiş'' ulu orta, meydanı kendine biliyor.
Bir başkasının yıkımı, çaresizliği bir diğerinin yaşam sevinci oluyorsa, yaşamdan; düşlerin tılsımı yolundu artık.
Kimseler ''yüreğinden ağlamıyor göze'' sevginin bakışları mıhlandı çorak yüreklere...
Gülüşler gamzesiz, soluk, ısıtmıyor içimizi, can bitkin ''yürek tutsak, dil umutsuz'' köreldik yüreğimizin sesine.
Seyirci umarsız; sevincin çığlıkları kısık, buyur etmiyor evren sinesine.
Ne bilsin; yüreğinde ''incelik barındırmayanlar '' içtenliğin kaleleri kuşatıldı; şefkat uyuşuk, ihanet kol geziyor, kindarlık sinsi ateş. İlim, bilim, soysuzun tezgahında tutsak.


Küresel ısınmanın, küresel ekonominin, emperyalist politikaların bedelini, yine insanlık ödedi, ödüyor...
Çıkarların konuşulduğu samimiyetsiz zirvelere hiç gerek yok, durdurun silah fabrikalarını, kaldırın sınırları yeter...

Ne için savaş neden? Bu soruyu sorup durmalı insanlık bu gün, bir dönem sömürge imparatorlukları başka ülkelerin kaynaklarını tüketmek için savaştılar, bir dönem fetihçi imparatorluklar sınırlarını genişletme hırsıyla yaktılar, yıktılar. Ulus devletler kendileri dışında kalan etnik grupların farklılığına tahammül edemeyip, tekil varlıklarını sürdürmek için saldılar ordularını.
 Sonuç mu? Kadınlar öldü, çocuklar, anne karnında bebekler, erkekler, gencecik ordu üniformalı erkekler. Hayvanlar, kediler, kuşlar, böcekler, ağaçlar ve de her türden bitki..
Söz ve eylem kardeştir, sözlerden öteye gitmeyen her şey benimde ruhumu sıkıyor..
Bunca ihanet bunca yakan, yıkan varken, biz yinede yüreklerde sonsuza dek çiçek açmaya yeminliyiz.

 Olcay Kasımoğlu

14 Kasım 2018 Çarşamba


Ne geriye akar hayat ne de dün ile vakit kaybeder.
Bu hep böyledir. Ve sevgi kendi derinliğini bilmez ayrılık vakti gelip çatana kadar.
Bazen içimden, küçük bir anı alıp, karşılığında bütün hayatımı veresim gelir...
Ve bu aynalar pazarından payımıza düşeni almaya geldik.
İyi ki varsın şiir söyleminin içtenliğiyle..
İçimi,
Hiçimi....
Niçinimi
Bir şiirle  değiştiriyorum....

Ne güzel demiş Yılmaz Odabaşı;
''Hiçbir Ağıt Yokluğuna Denk Değil
Bazen hiç gelmeyecek biri de beklenir;
o bir düştür yazgına, soluğuna eklenir…-
Geçtiğim yerlerde büyük yangınlar vardı.
Bu yüzden bu hayat bana küllerden emanet kaldı.
Hep iflah olmaz bir beddua gibi yaşadım.
Hiçbir düş ömrüme denk düşmedi.
Şimdi hiçbir ağıt yokluğuna denk değil.
Denizi özleyen bir kumsal gibi hasretim sana.
Kal dersen kalırım. Git dersen
yine kalırım… Kalırım sana her zaman.
Birak taşısın ikimizi kalbimdeki bu liman.
Sen, uzak bir liman şehrinde kalan sesim
ve hiçbir rüzgârın boğmaya yetmeyeceği
nefesimsin. Ben senin uzak, ıssız gemilerinim.
Ben senin anlamın, ben senin şiirinim.
Hep iflah olmaz bir beddua gibi yaşadım.
Hiçbir düş ömrüme denk düşmedi.
Şimdi hiçbir ağıt yokluğuna denk değil.
Sonra kaldım yokluğuna üstelik erken;
günler biten aşklar gibi can çekişip geçerken.
Geçtiğim yerlerde büyük yangınlar vardı.
Bu yüzden bu hayat bana küllerden emanet kaldı.
Şimdi sen düşümü de öksüz bıraktım.
“Düştü tetiği yüreğimin yığıldım kaldım.”
Herkes kendine gider bir gelen olmayınca;
ömür bir nefeste yiter gönül tutunmayınca…''
Olcay Kasımoğlu
.


Yaşam ölüm arası oyundur
İnsanlar, doğuştan getirdikleri ırk, cinsiyet vb. bireysel biyolojik
farklılıkların yanında, toplum olarak tarihsel gelişim sürecinde kazandıkları pek çok kültürel farklılıklara da sahip bulunmaktadırlar.
Söz konusu farklılıklar, tarih boyunca insanlar arasında eşitsizlik ve toplumlar arasında
çatışma sebebi olarak değerlendirilmiştir. Oysa ulaştığımız uygarlık düzeyi
çerçevesinden olaylara baktığımız zaman, farklılıkların birer ayrılık ve çatışma
sebebi değil, aksine zenginlik, paylaşma ve bütünleşme vesilesi ol
abilecekleri kolayca görülebilmektedir.
Günümüzün küresel iletişim ağları aracılığıyla bireysel ve toplumsal farklılıklar giderek azalmakla birlikte, her zaman varlığını devam ettirecek farklılıklar da bulunacaktır. Yani giderek benzeşen kültürler, bu kültürlere ait topluluklar  ve bireyler arasında her zaman bazı farklılıklar olmaya devam edecektir.
''Lübnan asıllı Amerikalı felsefe yazarı,
Yıllar boyu kendisine yurt olan kentten ayrıllırken, Ermiş'ten geride bıraktığı halka hitap etmesi istenir.Kent halkı ona aşk, evlilik,suç ölüm,güzellik daha bir çok konuda sorular yöneltir.
Aldıkları karşılık, hoşgörü ve sevginin biçimlendirdiği insan yaşamı üzerine öğütlerdir.
Haklıyla haksızın,suçluya suçsuzun aslında aynı insan olduğun bir yaşamdır bu...''

Olcay Kasımoğlu
YAŞASIN SANAT, SANAT SEN HEP YAŞA..!

İnsan; yenilenmek, gelişmek ve bütünlenmek için sanata sığınır, öze değmiyorsa, ne işe yarar sanat ?
Sanat, sonsuz dokunuşlar ve istikrar istiyor.
İnsanın ruhuyla dokundunduğu her şey; bilince yepyeni oyun taktikleri öğretebilir.
Kitap kokusunun, insan kalabalığının, ayak seslerinin iç içe geçtiği bu kitap cennetinde, yaşamın ortak nabzı yine sanat ve sanatı anlamlı kılan insan faktörüydü.
Hepsi değerli, hepsi yaşama dair bir anlam ve mana peşinde. Sorgulayan bilinç, anlam katan sevgi iç içe geçmişti. Stantları küçük evlere benzettim ve bu evlerin bahçelerinde kitaplar harman yerine dönmüş. Kimi okuyucu sadece seyrediyor, kimi kokluyor, kimide dokunup bir önü bir arkayı çevirip, gözleriyle süzüp yerine koyuyor. Kimide hem dokunuyor, hem kokluyor, hemde alıp koynuna koyuyor, söyleşeceğiz seninle der gibi, kendi bahçesi için tomurcuklanmış kitapları alıyor.
Bu kadar yoğunluk ve şamata içerisinde, herkes bir ahenge içinde, kalpler aynı amaç için çarpıyor. Ne savaş çığırtkanlıkları atılıyor, ne şehrin göbeğine beton dökme planları yapılıyor, nede politikanın çığırtkan ayak sesleri duyuluyor, kitap kokusu burnumuza sırnaşıyor.
Bilgi ve eylem, insanı değiştiren iki temel araçtır. Ne sırf bilgi, ne de sırf eylemle köklü bir değişim gerçekleştirilemez.
Üreten insanların saygısını ve başkalarındaki “En iyiyi bulabilmek” ve dünyayı olduğundan biraz daha iyi bırakarak terk etmek, sırf siz yaşadınız diye bir insanın daha rahat soluk almış olduğunu bilmek… İşte, başarmış olmak budur.
Neye inanıyorsak oradayız, neyi seçiyorsak onu yaşıyoruz.
Neyin ne olduğunu anlamak, insanı besler.
Toplumdan haberdar olmazsanız, bi haber haber yaşarsınız.
Sanatın bütün dalları evrenseldir. Açalım pencerelerimizi: girsin içeri aydınlanmanın ışığı.
Yaşama değer katan sanat, hep öncü olmuş ve farkındalık yaratmıştır. Yaşamın; aydınlık,güzel ve düzenli bir nitelik taşıyabilmesi için bu dünyaya; edebiyatla, şiirlerle,resimle tutunmak ne hoş..
TÜYAP görevini yaptı, şimdi sıra okurda..İ
İnsan insana tutunarak yaşar. İnsan, insanla çoğalır..

Olcay Kasımoğlu