Translate

21 Aralık 2018 Cuma

DEĞİŞİME DİRENENLER

İnsanın kendine yatırım yapmasının ne olduğunu bilmeden, dünya malına yatırım yapa yapa ömürden saya saya bir yol tutturmuş gidiyoruz.
Hayatın bize sundukları güzelliklerle dolu olabilir lakin hırs ve aç gözlülük insanların ruhunu zehirliyor.

Zekâmız genişliyor, genişledikçe çok fazla düşünüyor ama çok az hissediyoruz, gülüşlerimiz tutsak, samimiyetimiz azaldı. Asık suratlı, sabahına yorgun ve bitkin uyanan ruhlarla yaşamı kucaklıyoruz.
Komşuluk ilişkileri neredeyse yok denecek kadar azaldı. Yardımlaşma, paylaşma ve dokunma duyguları sudan sebeplerle sığ sularda yüzüyor.
Online bir yalnızlıktayız ve teknolojinin sunduğu imkânlara kapılmış gidiyoruz. Seçici olmadan, bilgiyi sorgulamadan fikir sahibi oluyoruz.

Bunun yanında, birde değişime direnenler var ki; teknolojiye, yeni oluşumlara, yeni fikirlere şiddetle karşı çıkarlar.
Değişimi ihanet olarak algılarlar. Toplumdan, aileden aldıkları öğretilerle,toplumsal kural ve kaidelerle yaşamlarına yön verirler.
Bunun aksi davranış gösterenleri erdemsizlikle suçlarlar, saygısız ve dönek diye nitelendirirler.

Mademki, değişme,yenilenme ve gelişme ”Dünya’nın temel koyucu kuralı” ise, niçin; değişmeme, değişmemekte direnme ve değişmediği için de kişi erdemli kabul edilmekte?
O zaman, yıllarca sağcı olup daha sonra solcu olan bir insanı nasıl değerlendiririz?
Ya da tuttuğu takımı değiştiren bir insana hangi gözle bakarız?
Tutucu ve kapalı bir yaşamı olan bir insanın radikal bir kararla yaşamının bütün yönünü değiştirmesine nasıl anlamlar yükleriz?
Bu kavramlar üzerinden soruların yanıtını aradığımızda bu kavramlar ana ilkeler midir, ana ilke deyince ne anlıyoruz?
Milliyetçilik, solculuk,sağcılık, gibi bir sürü kavram ana ilke midir?
Diyelim ki ana ilkedir, bunları tümüyle terk etmek, değiştirmek bir gelişme midir, yoksa belli bir kesimin tanımıyla döneklik midir?
Ben hiç değişmedim önce neysem, bugün de oyum demek ‘tutarlı’ ve tutarlı oldukları içinde ‘erdemli’ sayılmak, bunun gerekçesi nedir ?

Aslında sorun değişmemekte değil, değişmenin nasıl gerçekleştiğindedir.
O zaman, tutarlılık bağlamında erdem; değişmemeyi değil de, değişmenin tarzıyla ilişkilidir.
Dünya görüşünün değişmesini ”mazur” gösterebilecek ”makul” gerekçeler her zaman vardır.
Gençliğinde belli bir siyasal görüşü savundu diye, yaşamının sonuna kadar o görüşü savunmasını tutarlılık saymak, savunmadı ve değişti diye de döneklikle suçlamak haksızlıktır.
Burada ki en hassas ayrıntı ise ”siyası ve politik tercihlerin değişimi” rüzgarın yönüne göre esiyorsa, ‘yükselen değerleri” kollayan bir ideolojik kaypaklık içerisinde ise, sadece kendi egosuna hizmet edecek bir yol çiziyorsa; böyle bir değişimi ”varoluşun temel koyucu ilkesidir” diye izah edebilir miyiz?

Tabii ki edemeyiz, kaldı ki, mazeret; makul gerekçelere dayandırıldığı sürece kabul edilebilir.
İnsanlar yaşamla birlikte inandığı şeyleri sorgulayabilir, yaşadıkları; aldığı kararı bozdurabilir, kaldı ki gerekçe sağlamsa bu ayıp da değildir.
Zaten mantığı ve gerekçeleri açıklanamayan bir değişimin içinde ne samimiyet nede içtenlik olur çünkü değişim bir süreçtir, sağlam gerekçeleri ve mantığı vardır, sabahtan, akşama veya akşamdan sabaha olmaz.

Değişim; başkalarının yaşam hakkına daha hoş görülü, daha insancıl bakış açıları getiriyorsa, bu gelişime kim dur diyebilir.
Yeter ki “insan hayatına saygı, doğaya ve içinde ki bütün canlıların yaşamak hakkına saygı olsun.

Evrensel değerler dışında; benim için değişmeyecek şey yoktur.
Sığ düşünce, katı anlayış, insana ve evrene bir şey katmaz.
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, ırkçı,faşizan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
İnsan yaşamına gereken özeni göstermeyen, sadece kendi varlığına hizmet eden, saygı göstermeyen, doğal ve sosyal çevreyi kirleten; her türlü düşünce faydacı değildir.
İster değişmeden kalsınlar, isterlerse her gün değişsinler ne fark eder.
Dünyaya bir güzellik bırakmadıktan sonra, , başkasının canı yanarken sesin çıkmıyorsa, ateşi sana gelene kadar kapını kapatıyorsan, hangi düşünceden olursan ol, hangi değişimin içinde bulunursan bulun, benim için hiç bir anlam ifade etmez.
Ne kadar çok bizi destekleyen olumlu, yararlı ve güçlü düşüncemiz varsa, o kadar başarılı seçimler yaparız. Buda; yeni değişimlere bizi açık kılar ve olumlu gelişmeyi sağlar.
Olumsuz, yararsız düşüncelerse, bizi yeterince güçlü bir halde tutamadığı için yaşamımızda başarılı seçimler yapamaz ve yaşamımızın sorumluluğunu alamayız.
Konfüçyüs *sadece en akıllı ve en aptal insanlar hiç bir zaman değişmez.* derken, olayın özünü özetlemiş aslında… Algıda seçicilik yoksa değişim olmaz…..

Sezgilerimizi, derinliğimizi ve farklılığımızı geliştirelim.
İyi bir gözlemci olmaya çalışırsak, yaşamda var olan birçok şeye insanlık değerlerini örselemeden ulaşabiliriz.
Özellikle bilimi iyi tanımlamalı ve anlamalıyız.
Putlaştırılmış inanç ve değerler yerine, teknolojiyle birlikte; açık, basit, anlaşılır vicdani değerleri koruyalım, geliştirelim.
Yaşamın köhne alışkanlıklarına bağımlı olmak, sınırlara ve öğretilere boyun eğmek doğaya aykırıdır.

Unutmayalım ”yalnızca dünyayı aşmış olanlar” iyi bir dünya yaratabilirler.
İyi bir dünya ”mutlu ve dingin insanlarla” süreklilik arz eder.
Mutlu ve dingin insanlar daha açık, tutarlı, istikrarlı ve yaşamla uyum içindedirler.
Değişimi, yenilenmeyi; olumsuzluğa çevirmeden, yaşama sevinci ile yaşamın içerisine ‘özgürce” akabilen insanlar, huzur ve dinginlik katar yaşama..
Sağlıklı değişimlerle, bilimin ve teknolojinin hayatımıza olumlu katkılar sunacağı ve mutluluk getireceği bir dünya için mücadele edelim.

Olcay KASIMOĞLU
Savaşın Vahşeti
''Yönetenlerin söylemleri, yönetilenlerin suskunluğu''ile
Yeryüzü çocukları pay edilirken kurtlar sofrasında,
Komut verenle komut alan bir-örnek,
ikisinin de dünya umurunda değil...
Pablo Picasso/ İnsanın kendi gerçekliğine yabancılaşmasını ne güzel tasvir ediyor.
Resim yağlı boya olmasına rağmen siyah beyazdır.
"Guernica nedir? Guernica tablosunun kısa hikayesi
Yıl 1937 yer İspanya , Francisco Franco başta ve kanlı bir iç savaş devam etmekte. Franco İspanya'nın kuzeyinde Hitler'e hava kuvvetlerinin yeni silahlarını bu bölgede bulunan, Guernica isimli köy üzerinde deneme izni veriyor.
O güne kadar görülmemiş şiddette olan bombalama sonrası Guernica yerle bir oluyor. O sıralar Paris'de yaşayan İspanyol sanatçı Picasso bu kanlı bombalamayı anıt boyutunda bir tuvale resmediyor.
Sanatçının resimde kullandığı semboller uluslar arası,böylece tüm dünyada olan savaşların dili oluyor bu tablo adeta.
Guernica'da, acı çeken insanlar ve hayvanlar ile kaos içindeki yıkılmış binalar betimlenmiştir.
Tüm sahne bir odanın içindedir, sol tarafta yer alan büyük gözlü boğa, kucağındaki ölü çocuğa ağlayan bir kadının üzerinde durur.
Resmin merkezinde acı içinde yıkılmak üzere olan, mızrakla vurulmuş bir at bulunur.
Atın burnu ve üst dişleri, bir insan kafatası şeklindedir.
Atın altında bir askerin parçalanmış cesedi vardır. Asker, üzerinde çiçeklerin büyüdüğü kırılmış bir kılıç tutmaktadır.
Acı çeken atın üzerinde, göz şeklindeki çıplak bir ampül parlamaktadır.
Atın sağ üst tarafında, bu vahşi sahnelere tanıklık ederek camdan içeri girmekte olan, korku dolu bir kadın figürü vardır. Kadın, elinde yanan bir gaz lambası taşır.
Korku içindeki bir başka kadın sağdan yalpalayarak merkeze doğru ilerlemektedir. Kadın, parlayan ampüle boş gözlerle bakmaktadır.
Boğanın, atın ve çocuk için ağlayan kadının dilleri olarak çizilmiş olan hançerler çığlıkları simgeler.
Atın ayakları altında ezilmiş asker figürü
Sağ uçta, dehşet içinde kollarını kaldırmış bir adam, yukarıdan ve aşağıdan ateşlerle sarılmıştır.
Resmin sağ ucunda, açık bir kapıyla sonlanan siyah bir duvar vardır.
Ortada sırtında mızrak olan at, insaniyetin kaba kuvvet karşısında pes edişini sembolize ediyor. Boğanın yanında belli belirsiz gözüken güvercin barışı temsil ediyor ama olanlara ağlamaktan başka yapabileceği bir şey yok. Atın yanına düşmüş sürücünün kırılmış kılıcı yenilgiyi sembolize ediyor..
Kucağındaki ölü çocuğuna ağlayan kadın
Tabloyu bir gecede yapan Picasso bir sergisi sırasında ''Bu tabloyu siz mi yaptınız'' diyen bir genarele '' Hayır, siz yaptınız'' demiştir.
Bazı eleştirmenler Guernica’yı 20. yüzyılın en önemli tablosu olarak görür. En ünlü savaş karşıtı tablo olduğuysa kesin. Guernica, sadece İspanya İç Savaşı’nın vahşetinin değil, modern savaşın neden olduğu ıstırabın da bir simgesi oldu."
insanın kendi gerçekliğine yabancılaşması çok acı. Bütün bunlar gerçeklik, toplumun gerçeği,toplumdan götürüyor.
Belirleyici olan sanat; unutkan insanı,hatırlamak,anlamak ve irade kullanmakla ödüllendiriyor. Vahşetin bile sanata hizmet etmesi,sanatçının algı,hisleri,vicdanı ve sezgisinin yüce buluşmasıyla mümkün olmuş...

Olcay Kasımoğlu

18 Aralık 2018 Salı

Vicdan,başkalarının size söyleyeceklerini, size önceden fısıldayandır...
Sadece kendi işleri için çalışan, yaşadığı dünyaya hiç bir özveride bulunmayan, bunun yanında zarar da vermeyen bir insanin ''Zararsız'' ve ''Yararsız''yaşaması olması iyi olabilir mi ? 
Bence iyi olmanın da bir bilinci olmalı. Bir başkasının canı yandığın da sesi çıkmıyorsa, konuşulması gerektiği yerde susuyorsa tamda o noktada insan olma sorumluluğuna sahip çıkmıyorsa bunun neresi iyi olabilir. 
İyi olmanın da bir onuru olmalı. Kendine, ait olduğun çevreye ve ortak alanları paylaştığın bu dünyaya vefa borcun olmalı.
Yoksa etliye,sütlüye karışmadan ''Yararsız'' insan olmanın neresi zararsızlıktır...



Bir gülüşüne bin ömür feda dediğimiz yavrular
Biz size hasret bin kere ölüyoruz.
İstediğimiz çokmu sizce?
İnsanca yaşamak
Biz ölümün bekçileri değiliz.
Ölüm ki yaşa bakmaz,ölümüde yıllara bölmez
Yoktur sözleşmesi yaşlı,genci bilmez alır gider.
Bilirim bilirimde gururuma yediripte dillendiremem
Bu dünyadayken size hasret olmanın
ölümden de beter olduğunu
Başıma yastığım evim değil,cananım benimle değil
Kötü dediğim zalimler bile bu kadar dokunmadı yüreğime
Sevdiğim bahçede güle durmayan beni neyleyim
İçimdeki fırtınayı sezmemişler ki rahat uyumuşlar evlerinde
Ah ömrümün çırası evlatlar ,sönmüş yangın yerine döndüm
Eğildi başlar,büküldü belim anladım aldı yıllar
Duvarların dili olsada konuşsa i
çimdeki baharları ,alanda yıllarmı acaba !
Ömrümün deminde açan abu hayatımın gülüşleri
Ben gülüşlerimi biraktim
sizin olduğunuz bensiz açan yerlere...

Şimdi dinle beni !
Sımsıcak gülüşlerimiz var
yüzlerimizdeki çizgilere hayat veren
Özlem duyarız doğrudur sımsıcak,yumuşak bir sese
İyiki varsın diyen birine...
Binbir sevinç sığdırırız gözlerimizdeki harelere
En küçük umuda büyük umutlar bağlayan biz değilmiyiz
Çocuklarımız için bir yaşamın gönüllü savaşcıları olan
Şimdi sitemim minnet değil
Sadece yalnızlık canımı çok yakıyor
Bir köşenin bekçileride değiliz
İstediğimiz bu dünyada sevdiklerimize hasret kalmamak...


Olcay Kasımoğlu.
SOKAK ÇOCUKLARI!

Sokak çocuklarının bu dünyada ki ayakları sıcak basmaz yere.Bastıkları yerler onlara düşmanmış gibi.Hayattan ötekileştirilmiş gibi yaşamın içine serpilmişlerdir.
Vurgun yemiş gibi soğuktur yüzleri.
Gözlerinin içleri gülmez, kederli ve suçlu bakarlar.
Öyle çoğu kimsesizde değildir aslında; ancak içinde bulundukları aile bağlarının zayıf, ekonomik dengelerin yetersizliği küçük yaştaki çocukları sokakların sahibi yapar.
Bu çocuklar sokaklarda çalışarak aile bütçesine yardımcı olmaya çalışırlar.
Bu çocuklar sokakların ‘kimsesizleridir.
Onlar, içinde yaşamak için uğraş verdikleri sokaklarda topluma yabancılaşmışlardır.
Birçoğu uyuşturucu kullanmaya, suç işlemeye ve mafya çetelerinin elinde yerlerini almaya adaydırlar.
Birçok kirli işin ya mağduru ya da sanığı olma tehlikeleri ile karşı karşıyadırlar.
Bu çocukların bir bölümü, yoksulluk, aşırı kalabalık, fiziksel, ekonomik, cinsel ya da duygusal istismar gibi etkenler nedeniyle ailelerinden kopmuş, terk edilmiş, yalnız ve çaresiz bırakılmışlardır.
Bizim ülkemizde bu sorun yeterince ele alınmamıştır.
Her geçen gün sokaklarda dilenen, tiner çeken çocuk sayısında gözle görülür biçimde artma olmuştur.
Özellikle kırsal kesimlerden kente göç eden aileler çok nüfuslu olmanın getirdiği ekonomik sıkıntılardan dolayı çocukları sokaklarda sokak satıcısı olma mesleğiyle tanıştırıp hayatın içine katmışlardır.
Bazı ailelerde istismara maruz kalan çocuklar kendi benzerinin dünyasında yanı sokaktaki çocukların yanında yerini alır.
Okuyamazlar eğitim sisteminin dışında sokak öğretisiyle dünyayı algılamaya ve dışlanmış insan olma psikozuyla yaşamlarını sürdürmeye çalışan bu çocukların duygu dünyaları istismara açıktır.
Sevgisiz büyürler sevgiye hasret, sevgiye aç.
Ve bu çocuklar fiziksel/cinsel istismara, hastalık ve yetersiz beslenmeye maruz kaldıkça yaşayan ölülere dönecektirler.
Kayıp dünyanın taze goncaları açmadan solup gidecekler.Bütün dünyaları kötülerin elinde şekil bulmaktadır.
Bu işin ne kadar ciddi boyutlarda toplumsal bir sorun olduğu aşikârdır.
Lütfen herkes elini taşın altına koysun bir çocuk bir dünya demekse neden o bir dünyanın sahibi biz 
BİZ SOKAKLARIN UMUDA HASRET ÇOCUKLARIYIZ...
Ben sokak çocuğuyum…
Hani uçurtmaları hayallerde kalan.
Gökyüzüne hasret bilyeleri torbasında
Ve oyuncaklara hasret, hayaller kuran.
Şeker tadına hasret çocuk o benim işte.
Benim sevgiye aç bir yüreğim var nedendir bilmem canım acıyor.
Ben dudaklarımda neşeli şarkılar bilmezler
Sahi tadı nasıldı anne sütünün?
Anneler güzel kokarmış mis amber.
Kimbilir nasıldır, niye hasretim ki?
Bir anne hayatsa, ben neden yoksunum o hayata.
Karanlığın kar soğuğu parmak uçlarımı ısırıyor.
ve ben üşüyen bedenime yenik, umutsuzum.
Ben yangın yeri gibiyim yandıkça yanan.
Sahi ben neden sokaklardayım.
Bir köprünün soğuk, gergin ve karanlık bedeni gibiyim.
Sahi ben korkuyorum da serçe gibi düşecek bedenim.
Gülen gözlerden dökülen bakışa hasretim.
Babamda olmalıydı değil mi?
Bana yaşamı avuçlarıyla yedirecek.
Elleriyle beni hayata katacak, şefkat arayacağım bir insan.
Bayramlarda dostluklar tazelenir.
Oysa ben hiç bir bayram sabahına uyanmadım
Ben o zaman nasıl yüreği bayram sevinci dolanları anlayacağım.
Sahi ben yaşamadan nasıl hayata akacağım.
Göremediğin rüyanın düşünü kurar mısın hiç.
Ben hep düşlere sığınacağım.
Köprü altında hayat nasıl karışır ki ruhuma oysa ben ruhumu
soğuk ve geç gelen bir gecede utanırken buldum kucağımda.
Bir ip bağlasam gökkuşağına,
yüreğimi yazsam üstüne kimbilir birinin ayağı takılırda görür.
Görürde alır mı beni yutan sokaklardan.
Oysa bende çocuğum korkuyorum karanlıktan.
Korkuyorum gövdeleri bana büyük kocaman ağızlı adamlardan.
Bizler sokakların yitik çocuklarıyız
Ellerinden bir tutanı olmayanlar.
Nerede insanlık hani insanlar?
Hadi verin ellerinizi, koyun yüreklerinizi.
Bizde karışalım hayata.
Yansın bizde de yeşersin umutlar...
Sıcak bakın, bakın ki buz tutmuş yüreklerimiz ısınsın.
Bakın gözlerimizin içine...
Tutun ellerimizden korkmayın adam yemeyiz o kadar muhtacız ki size.
Kıpırdasın suskun, küllenen acılarımız.
Bir kez olsun bizi de hatırlayın.
Düşünün ayrılıkları, geceleri karanlıkları, yoklukları.
Çocuklarınız size, sizde onlara hasret değilseniz
Birazda koyuverin kendinizi bizim yerimize.
Düşünün savunmasız beni.
İşte onlar sahipsiz kimsesiz sokak çocukları.
Kim sahip çıkacak kim?
Gülmek istiyorum bir daha çocuk olmayacağım.
Benden çalınan o çocuk gülüşlerimi kim geri verecek kim?
Hepimiz çok yılgın ve küskünüz bu hayata.
Birde düşlerimde kurduğum sokak çatılar var...

Olcay Kasımoğlu
O esrik mavilik seçiliyordu
İnsan önce kendine ayna olmalı, ancak o zaman kendi iç sesini duymaması diye bir şey söz konusu değildir. Yeter ki insan kendinin ve sınırlarının farkında olsun.
Hermen hesse'nin anlatımıyla büyülendim.
''İlkgençlik yıllarımda yüce dağların üzerinde dikildim sık sık, gözlerimi ..uzaklardan hayli zaman ayıramadım, hemen arkalarında dünyanın derin ve mavi bir güzelliğin içine dalıp görünmez olduğu en sonnazlı ve narin tepelerin ince ve nurlu sisine bakıp durdum. Ziyadesiyle arzulu körpe ruhumdaki tüm sevgi bir araya gelip büyük bir özlem oluşturdu ve büyülenmiş bakışlarla uzakların yumuşak maviliğini yudumlayan gözlerimi yaşarttı. Hemen yanıbaşımdaki, yurdumun yakınlığı bana işte öylesine soğuk, öylesine hoyrat ve aydınlık, sisler, buğular ve gizlerden öylesine yoksun göründü; oysa karşılarda, uzak tepelerin ardında her şey alabildiğine yumuşak bir atmosfer içinde saklı yatıyordu ahenk dolu, bilmecemsi ve baştan çıkarıcı.
Zamanla gezgin, göçebe bir yaşama özendim, sisler ve puslar içindeki uzak tepelerden ayak atmadığım hiçbiri kalmadı. Soğuk, hoyrat ve aydınlıktı hepsi; ama karşılarda, daha ötelerde yine o mavilik, eriyip giderek, çözülüp dağılarak sezgilere dönüşen o esrik mavilik seçiliyordu ? daha bir soylu, daha bir özlem uyandırıcı...
İleride de sık sık bakıp durdum uzaklardaki bu ayartıcı maviliğe, büyüsüne karşı duramayıp onu kendime yurt edindim; hemen yanıbaşımdaki, hemen elimin altındaki tepelerde bir yabancı olup çıktım. Şimdiyse mutluluk dendi mi aklıma gelen şey şu: Karşılara doğru eğilmek, akşamsı uzaklara bürünmüş mavi kırları ve bayırları seyretmek, yakınların soğukluğunu birkaç saat olsun unutmak. İşte şimdi mutluluk bu benim için, gençliğimde mutluluk bildiğim şeyden değişik biraz, sessizlik ve yalnızlık taşan bir mutluluk, güzel olmasına güzeldir, ama şenlikli olduğu söylenemez...
Benim bu sessiz münzevi mutluluğum, bilgece bir şey öğretti bana: Tüm nesnelerdeki uzakların buğusuna ilişmemek, hiçbir şeyi gündelik yakınlıkların soğuk ve acımasız aydınlığı içine çekip almamak, her şeye üzeri sanki yaldızla kaplıymış gibi el sürmek, öylesine hafiften, öylesine usulcacık, öylesine gözetip kollayarak ve derin bir huşu ile önünde eğilerek....''

Bununla birlikte bu şiirle kendime yürüdüm
Kadıköy rıhtımın da
Gün bir bilmece gibi duruyordu yüzünün kıvrımlarında
Yüzün denize dönük,
yüzün yalnız kuyuların dibinden de derindi
Utangaç ellerinde bana bakan gözlerin,
kontrolsüz bir gülyeliydi sanki
Gözlerin sevdadan alacaklı
Gözlerin kaçak düşlerin yatağı
Sanki yer-gök varolalı oradaydın
Zamansız
Amansız
Apansız
Ve o gün, uzak denizlerin tuzu şahit ki sevgilim
yangın artığı değildi ağzının kıvrımını yurt edinmiş kırmızı
Ben mi sende ne buldum?
Yeryüzü ıssızlığında,
var olamayacak kadar güzel olan o aşkı tarif edişi
Düpedüz aşka dair olan ne varsa seziş
Canı tene aşılayan alnının ışıklı yamaçlarından
Dudağımın kıvrımına bıraktığın öpüş
İncinmiş sevinçlerimi soyuş
Dişi bir meşe olma hakkı veriş
Bu nedenle güçlüsün
Bu nedenle delik deşik değil kalbin
Onaran bir ışık var Prometeus gibi içerde;
Hep taze
Hep yeni
Çok uzun bir sonsuzluktan
Uysal tanlardan
Kutsalın kutsalı
İçi can'la dolu bir hece göğsümde
Hep sevdiğim şey,
saf hiçlikti…
Seviyorum sevdiğim diyen dilini
Can diyen sesin rengini

15.05.2016


Çocuk kalacağım

İnsan "Elalem ne der?" diye yaşamaya başlayınca, kendisi olmaktan vazgeçer..!
Arınmamışsa insan geçmişinden, sancılı rüyalar görür, kavgalar eder durur boşu boşuna,
Tutkular içinde kemirir durur yüreği boşu boşuna...
Yaşam, insanın ancak dünyanın verdiklerinin üstünde ve ötesinde bir şey yaratınca hak kazandığı bir ödül olarak kabul edilebilir.
Hayatın ne olduğunu görmek için, önce içimizdeki kargaşadan sıyrılmak gerekiyor.
İnsan kendi dar sınırlarından çıkıp daha zengin bir yaşam deneyimine ulaştıkça bakış açısı da değişiyor.
Duymak, görmek yetmez bazen;
Yeni bir güne
Yeni bir hayata tohumlanarak
Yeniden anlamalı yeniden dinlemeliyiz
Binlerce kök salarak kavramalıyız hayatı yeniden...
Marcela Galeano, da bize rüzgarın diliyle sesleniyor ''Rüzgar, içimde ıslık çalıyor. Hiçbir şeyin hiç kimsenin efendisi değilim, kendi inançlarımın bile.
Rüzgara karşı duran, rüzgarın çarptığı şu yüzüm ben yalnızca: yüzüme çarpan rüzgar da benim...''
hiç ummadığın yerlerden,
 güneyden kuzeyden
esen rüzgarların incinmedik yerinden
 gün geceye karışırken, gece sabaha inerken
güneşe dokun, uyandır uykusundan
 ister sarı sıcağından
 ister güngörmüş maviler içinden
 süzülüp gelirim
yeter ki
 yüreğinde ki yerimi hep sıcak tut
sevdikçe seni
hep çocuk kalacağım....

Olcay Kasımoğlu

İnsan bir yerlere varmak için önce kendine uğramalı

Yeniden başlamalı
Yeniden anlamalı
Yeniden dinlemeli
Yeniden dillendirmeliyiz
Yitip giden zamanları

”Benim doğduğum coğrafyada önce kadınlar uyanır, sonra güneş doğardı; güneşi kadınlar doğururdu”

Benim çocukluğum ise, küçük bir kasaba da geçti. Yaşam koşullarının zor olduğu, feodal düzenin etkin olduğu, bahçeli,tek katlı evlerde büyüdük.

Bu coğrafyada, yeni yaşamlara uzanmak, yeni dünyalar büyütmek sanıldığından daha zordu.

Medeniyetlerin beşiği Asya Anadolu, Mezopotamya…bütün genetiklerin süzülüp günümüze taşındığı bozkırlarda, çöllerde, yalçın dağların kervan geçmez yerlerinde yaşam savaşı veren, törelerin biçtiği yazgıyı kader diye kendilerine laik gören zihniyetin çocukları olmak zorken; bunu bilgiyle, görgüyle eğitimle taçlandırmak gerekirken, sürgüne laik görülen bu topraklarda insan olmak kolay değildi.

Düşlerimizi ise tek sosyal alan olan okul da büyütür, beslerdik. Çoğu öğretmen bilmezdi yüreğimizde ki korkuları. Nasıl açtık bilgiye, ilime, yaşamı anlamaya ve anlamlandırmaya.
Değişen ve gelişen dünyayı takip ettiğimiz tek yer okuldu.
Babamızın fabrikası yoktu.Tarlada çalışanın iş sigortası da yoktu. Bu umutsuz bir haykırış değildi aslında. Çocuk hallerimizle o hayatın içinde hepimiz bir fidandık, hepimizin kendince umutları vardı. Hepimizin yaşadığı ve unutmadığı derinlikleri vardı.

Benimde unutamadıklarım arasında yer alan hatıram ilk kez renkli kalemlerimin oluşuydu.
Öğretmenimiz, verdiği bir resim ödevin de bizlerden denizi çizmemizi istemişti. Oysaki sınıfımızın büyük bir çoğunluğu denizi hiç mi hiç görmemişti. O yıllarda günümüzün görsel iletişim araçlarından eser yoktu.

Nasıl bir şeydi deniz?
Denizin uçsuz bucaksız masmavi sulardan oluştuğunu ve üzerinde kocaman kocaman gemilerin yüzdüğünü sanıyor beklide hayal ediyorduk…
Üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen anadolu coğrafyasındaki her çocuk gibi denizi ve martıları çok geç gördüm, tanıdım ve sevdim.
O gün bugündür denizin ismini duymak bile beni büyülemeye yetiyor. İçime dalgaların coşku yüklü devinimi akarken; derinliklerim de sevinçten kum tanelerini kıpırdatarak gülümsetiyor. Bundan olsa gerek oğlumun adını Özgürdeniz koydum.
Dedim ya siyah önlüklü yılların çocuklarıydık.
O bıraktığımız yerden, çektirdiğimiz fotoğraf karelerinde kalan yaşımız bize gülümserken, kaç yıl geçmiş üzerinden.
Hani sıralarda yan yana otururken samimiyetin, içtenliğin olduğu, yalanın dolanın aramıza sınırlar koymadığı o yıllar ne güzeldi. Yüzümüzde ki çizgilerin,saçlarımıza düşen beyazların; ilk tohuma durdukları yerden, yeniden yaşama sarılmak için ne çok nedenlerimiz oldu.

Yaşam koşullarımız ne kadar zor olursa olsun, aydınlanmak acıdan kaçmak değildı, acıyı anlamak, ıstırabı anlamak, mutsuzluğu anlamaktı. Zor yaşam koşulları, sıkıntı ve imkansızlıkların üstünü örtmüyordu bu gerçekle nasıl mücadele edileceğini öğretiyordu, bizi hayata karşı mücadeleci ve güçlü kılıyordu.
Zaten, üstünü örtmek, bir şeyin yerini tutmak değildi.
Yaşam nedir, diye sorduğumuz derin bir kavrayıştı. Bunları görebilmek,anlamak istemek,sorgulamak onlardan özgürleşmek demekti; ve hayat, insanın umut ettiği ve yaşamak istediği kadardır. Çocukken bunu tam olarak kavrayamamış olabilirim, lakin geldiğim yer ve yaşadıklarıma baktığım da insanın bulunduğu ya da yaşadığı yerin büyük ya da küçük oluşundan daha çok, düşüncelerinin boyutu ve hayatı sorgulama biçimi insan yaşamı için daha elzemdir.

Hiç kimse kendi içinde yaşamadıkça, başkalarının ruhundaki kıpırtıyı duyumsayamaz...
Ülkemin yol bilmez,kervan geçmez yerlerinde; yüzlerce beşikten, sayısız vedalarla, sayısız sevinçlerle ve yeni günlerin taşkınlığında, sayısız hayatlarla karşılaştım.
Bilirim; iç parçalayan insan seslerini, örtüsüz kimlikleri; iklimlerin dilinden öğrendim, yaşayarak !
Bundan olsa gerek; umuttan,sevgiden hiç caymadım, kendimi insanların kafasında ki sınırlara hapis etmedim; özgürleşmenin, üretmenim tadın da bir yaşama durdum.
Ve üzerinden aylar, yıllar, mevsimler geçti. Bahar yine aynı bahar kışlar yine kış ya biz, bizler, yaşamın döngüsünde nelere kadir olduk, nelerin tanıklığını yaptık, hangi diyarlara bağdaş kurup, kurduğumuz düşleri gerçek yaptık.
Yaşam ise her zaman planlandığı gitmez, her zaman adıl davranmaz insana, kimi zaman neşeli bir opera kimi zaman ağlayan bir neyin yüreğinde ağırlar ve bir gün; hiç ummadığın bir yerden vurulursun.
*Herkes vurulur bir gün biraz
Herkes, biraz kanar hiç ummadığı yerden.

‘’Bende mi’’deme ‘’Evet’’ sende*

olcay kasımoğlu
· YAŞAM DEĞERLİDİR


Ey gülüşü cananım
Ey yüreğime yakışanım
Görünce gül yüzünü
Unuttum ruh fukarası sözleri
Bir tılsımlı baharla kon dallarıma
Sarıl sessizliğime
Ver elini elime
Sevgi
En büyük armağan değil mi..!
Ölümün kanıksandığı, sizden bizden algısına dönüştüğü yerde, hangi vicdandan bahsedebiliriz ?
O kadar çok kayıtsızlık örneği yaşamaya başladık ki artık yeter diye çıkıp bağırasım geliyor.
İnsanların bencilliği ile başlayan kayıtsızlık, zamanla içselleşerek; akılsızlaşmayı, vicdansızlaşmayı ve beraberinde omurgasızlaşmayı başlattı.
Sevgiye kayıtsızlık, şiddete kayıtsızlık, yaşananlara kayıtsızlık, emeğe kayıtsızlık almış başını yürümüş.
Yaşadığımız acıları, kayıpları görmemezlikten gelen kör vicdanların, sağır kulakların canı cehenneme diyorum.
Her akşam televizyon dizilerinin başında, hayatlarını başkalarının hikayeleri üzerinden yaşayanlar, dizi kahramanlarıyla özdeşleşerek gerçeklik algısını yitirenler, kendi hayatlarına ne kadar ilgi gösterirler veya kendi hayatlarının sözcüsü olabilirler?
“Hissetmediğimiz yaraları iyileştiremeyiz.” demiş S.R.Smalley.
”Başkalarından uzak durabilirsiniz ama kendinizden değil. İçinizdeki bildiğiniz değil, bilmediğiniz sizi yönetir. Önce içinize sonra çevrenize bakın ve ilgi gösterin; yıkıcı bir sona doğru gitmemek için”
Umursamazlık almış başını gitmiş, şiddet ve ölüm haberlerin, etkili bir korku filmi tadında izleyen seyircinin “kurban etkisi” denilen şiddete kayıtsız kalma durumuna dönüşmüşse yeniden silkelen meliyiz !
Kendi hayatının anlamını değil, başka hayatların anlamı üzerinden yaşama yürüyenler, kendi hayatlarının yaratıcısı nasıl olabilirler.
Kendi sosyal statüsünü kaybetmekten korktuğu için susmak, yaşanan kıyımları görmemezlikten gelmek ve her şeyi akışına bırakmak, bana dokunulmasın da ne halleri varsa görsünler düşüncesi hakim olmaya başladıkça; amaçsız, bencil, hoyrat benlikler çoğalmaya devam ediyor. Bunları gördükçe midem kabarıyor.
Albert Camus’nün Veba kitabında” toplumsal tükeniş tasviri” 3. bölümünde şunları yazar;
“Belleksiz, umutsuz, yaşanılan anın içindeydiler. Aslında zaten her şey onlar için yaşadıkları an demekti. (…) Başka bir deyişle artık seçecekleri bir şey kalmamıştı. Veba bütün değer yargılarını ortadan kaldırmıştı. Bu da en çok, insanların giydikleri elbiselerin kalitesinden ya da satın aldıkları yiyeceklerle hiç ilgilenmeyişlerinden belli oluyordu. Her şeyi olduğu gibi, bütünüyle kabul ediyorlardı. (…) Vebanın kurduğu düzeni kabul etmişlerdi. Etkisi kuvvetlendikçe, o ölçüde de bayağılaşıyordu. Artık içimizde büyük duygular yok olmuştu. Herkes en monoton duygularla yaşamaktaydı. (…) Değişmişti, veba onda bütün kuvvetiyle inkar etmeye çalışsa da, gene de şiddetli bir azap halinde sürüp giden bir KAYITSIZLIK yaratmıştı.”
Kayıtsızlık, akıl sağlığının ve sağ duyunun yitirilmesine yol açarken, insanlar kendi hayatlarına sahip çıkmadıkları sürece siyasi iktidar değişikliğiyle var olan hiçbir şey değişmeyecektir.
Nereden gelirse gelsin her türlü şiddet, insan vicdanını rahatsız etmeli.
Şiddetin her türlüsüne karşıyım, kayıtsızlık da bir şiddettir. İnsanlar acı çekerken, bundan rahatsız olmuyorsan, yaşam içerisinde zombiden bir farkın yoktur.
Acılar zamanla dilsizleşir, unutur geldiği yeri. Bıçak gibi keser, keseni bile unutur. İnsan olmak onurdur, onurlu olmak insan olmaktır.
Yaşatmak, yaşamak bir değerse, duyarlılık da bu sürecin tamamlayıcısıdır.
Onuru ve sağlıklı bilinci olan herkes haktan ve adaletten yana tavır alır.
Şu an bu topraklar üzerinde yaşıyorsak, kime ve kimlere vefa borcumuz olduğunu unutmayalım, çocuklarımıza öğretelim...Kurtuluş savaşının nasıl kazanıldığını unutanlar ülkesinde, .İnsan olalım, insanca yaşayalım, yaşatalım yeter.
Suçlamak sorumluluk almaktan kolaydır.
Hayatındaki herhangi bir şeyi değiştirmek istediğinde bakacağın tek bir yer var: kendi için.
"İçine baktığında, bunu sevgiyle yap."
2. Her şeyi kontrolünüz altında tutamazsınız
Elbetteki olan her şeyden haberiniz olmadığı için, onları kontrol edemezsiniz. Dünyaya emredebileceğinizi düşünmek egosal bir hatadır. Şu anda dünyada neler olduğunun çoğunu egonuz göremediğine göre, sizin için en iyisine egonuzun karar vermesine izin vermek hiç de bilgece olmaz. Seçim sizin elinizde, ama kontrol değil. Ne deneyimlemeyi tercih edeceğinize karar vermek için bilinçli zihninizi kullanabilirsiniz, ama onu ifade edip edemeyeceğinizi ya da bunu nasıl ve ne zaman yapacağınızı kendi haline bırakmalısınız. Teslimiyet anahtardır.
3. Yolunuza her ne çıkarsa onu iyileştirebilirsiniz.
Yaşamınızda önünüze çıkan her şey, oraya nasıl geldiğine bakmaksızın, iyileştirmek içindir, çünkü şu anda sizin radarınızdadır. Buradaki varsayım, eğer onu hissedebiliyorsanız, onu iyileştirebilirsiniz de. Eğer onu bir başkasında görebiliyorsanız ve bu sizi rahatsız ediyorsa, o zaman iyileştirmek için oradadır demektir. Ya da Oprah'ın bir keresinde söylemiş olduu gibi, "Eğer onu farkedebiliorsanız, ona sahpsinizdir." Onun neden hayatınızda olduğuna ya da oraya nasıl geldiğine dair hiçbir fikriniz olmayabilir, ama artık farkında olduğunuza göre, onu serbest bırakabilirsinz. Karşılaştığınız şeyleri ne kadar iyileştirirseniz, tercih ettiklerinizi ifade etmede o kadar net olursunuz, zira başka şeyleri kullanmak için gereken enerjiyi serbest bırakmış olursunuz.
4. Tüm deneyimlerinizden %100 sorumlusunuz.
Hayatınızda başınıza gelenler sizin suçunuz değildir, ama sizin sorumluluğunuzdadır. Kişisel sorumluluk kavramı söylediğiniz, yaptığınız ya da düşündüğünüzün ötesindedir. Hayatınızda yer alan diğer herkesin dediklerini, yaptıklarını ve düşündüklerini de içerir. Yaşamınıza meydana gelen her şeyin sorumluluğunu tamamen alırsanız, o zaman herhangi bir kişi bir sorunu su yüzüne çıkardığında, o sizin de sorununuz olur. Bu üçüncü ilkeye bağlanır, yani yolunuza çıkan her şeyi iyileştirebilirsiniz. Kısacası, şu anki gerçeğiniz için hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi suçlayamazsınız. Tüm yapabileceğiniz onun sorumluluğunu almak, yani onu kabul etmek, ona sahip çıkmak ve onu sevmektir. Karşılaştığınız şeyleri ne kadar çok iyileştirirseniz kaynak ile o kadar uyumlu olursunuz.
5. Sıfır limite iletiniz "seni seviyorum" cümlesini söylemektir.
Sizi her şeyin ötesindeki huzura, iyieştirmeden ifade etmeye götürecek bilet sadece "seni seviyorum" cümlesidir. Bu cümleyi Tanrı'ya söylemek içinizdeki her şeyi temizler ve böylece şu anın mucizesini yaşayabilirsiniz: sıfır limiti. Amaç her şeyi sevmek. Fazla kiloyu, bağımlılığı, sorunlu çocuğu ya da komuyu, eşi sevin; hepsini sevin. Sevgi sıkışıp kalmış enerjiyi değiştirir ve serbest bırakır. "Seni seviyorum" demek Tanrıyı deneyimleme dileğinizin gerçekleşmesidir.
6. İlham niyetten daha önemlidir.
Niyet zihnin oyuncağıdır;esinlenme Tanrı'dan bir bildirimdir. Bir an gelir, yalvarmak ve beklemek yerine teslim eder ve dinlemeye başlarsınız. Niyet egonun sınırlı görüşünü temel alarak hayatı kontrol etmeye çalışmaktır; esinlenme ise Tanrı'dan gelen mesajı almak ve buna göre hareket etmektir. Niyetler işe yarar ve sonuç verir; esinlenme ise işe yarar ve mucizeler getirir. Hangisini tercih edersiniz?
Sevgi illa ki yolunu bulur, yeter ki insanlar cesur ve yürekli olsun...

Ağzında lafi eveleyip geveleyenlerden oldum olası haz etmem...
Yetmezlik içinde bile mutlu ve dingin olabilir insan. Her şey, doymazlık da gizlidir.
Büyük irdeleme ve küçük yürüyüş başlamasın bir kere; her an yaşam fışkırır hücrelerimizden; en kırılgan zamanlarda, en puslu havalarda bile. 
Ağzında lafi eveleyip geveleyenlerden oldum olası haz etmem...
Yetmezlik içinde bile mutlu ve dingin olabilir insan. Her şey, doymazlık da gizlidir. Büyük irdeleme ve küçük yürüyüş başlamasın bir kere; her an yaşam fışkırır hücrelerimizden; en kırılgan zamanlarda, en puslu havalarda bile.
Bunları yazgı, töre diye yutturanların suratına kalemimle, bilinçle haykırmak istiyorum.
Ve evren eşlik eder, kendi kokumuza, düşlerimize, en olmadık zamanlarda bile.
Yazdığım şiirlere soluk katmak, düşlerin terzisi olmak, çocuklarımın büyüdüğüne şahitlik edip, onlarla yenilenmek ve ruhumun eşini, can yoldaşımı, yaşam sofrasında ağırlamak istiyorum.
Başkalarının gözlerinde aramıyorum düşlerimi. Hayata ve insanlara beklentisiz bakıyorum.
Pek çok insan yalnız gördüğüyle dünyayı algılar, aldığı kadarıyla yorumlar. Aslında her şeyin kendi içinde bir dili vardır ve her şey bir o kadar doğurgandır yaşamda.
Yaşam felsefeme baktığımda: insanca yaşamak, insanı sorumluluğumu yerine getirmek, doğaya, yaşama saygılı davranmak, bu dünyadaki konukluğumu güzelliklerle taçlandırmaktır dileğim.
Duygusal ve spiritüel bakışın dışına çıkıp, reel kalıplar içinde analiz ettiğimde çevremi; dışarıda gürül-gürül bir mavi-yeşildir gidiyor.dünya.
Büyüleyen bir zekanın tasarladığı, üstün yetenekli bir ressamın her sabah tekrar çizdiği,
dünya ölçekleriyle kabul görmüş bir tablo gibi mucizevi güzellikte.
Bu tablonun tadına varabilmenin vahasına çıkabilmek için,aşk ve samimiyet kaynaklı bir zarafet koridorundan süzülmek-çözülmek gerekiyor...
Bir dostun muhabbetinden,bir aşkın nefesinden düştüysen uzağa;
pırıltısız, kanatsız, çığlıksız bir kuytudan öte bir şey değildir dünya.
Harika bir dünya sahnesi var ve herkese yetecek kadar görev dağılımı.
İster seyirci ol, ister yönetmen veya oyuncu; yeter ki insan olalım. 'İnsan olmak' en mühimi ve sevmek, sevgiyi seçmek en güzeli !
Yeter ki öze dokunsun ve candan olsun, hakka, adalete, sevgiye ve demokrasiye inanalım.
"Limon ağacıyla limonlar, nar ağacında nar ve illaki güneşte kızarmak isteyen üzümler.
Sonra yukarıda başımızın değmediği gök, ayağımızın bir basamadığı toprak ve denizler uçsuz bucaksız. Gerisi boş, yalan, insana ait olan. Gerisi boş, biz geçerken var hepsi !"
Hayat bizi yargılamaz, kendi içinde ki öze ulaştırmak için, bütün evreni kalbimizle dinlemeye davet eder.
Yengilerimizi de, yenilgilerimizi de cesaretle karşılayıp, yeri geldiğinde, hoşçakal demenin zerafeti de bir başka.
Yeterki canlar sağolsun, kalpler kırılmasın.
Olcay Kasımoğlu
"Simurg Olmak Zamanı" Romanından
''Düşmüşüm elden ayaktan kaldır beni beni, beni dost''

Yalanın, vefasızlığın, hainliğin, kindarlığın, sinsiliğin tavan yaptığı bu hain çağda;
Yüreklerinde körükledikleri iyilik ateşiyle halen sevgiyi, aşkı, masumiyeti, dostluğu küçük hesaplara yedirmeyenlere, esen yele sevdiğinin kokusunu emanet edenlere gelsin bu türkü...
herkesin derdi bir başka
kiminin ekmeği yavan
kiminin tuzu kuru
kiminin pırlantası ufak
kiminin yürekleri daracık
kimi de
biat etmişken dolar tanrısına
hayat işte
''ne sevgi sığıyor içine
nede insanlık...''
yaşamak için
özgürlük için
bu dünyalık dışı usuma
gökyüzünün mavi giysisi altında
gönül sığınağı verin
yürek başka bir şey nasıl olsa...
Her şey mümkündür
Gittikçe arınıyorum kendimden...
Hayatımıza bir bütünlük içerisinde baktığımızda, eğitim ve öğretimin yaşam fenerimiz olduğunu görüyoruz.
Bununla birlikte çocuklarımızı sevgi diliyle yetiştirmek, onlara rol model olmak, aklı ve vicdanı hür kişilikli bireyler yetiştirmek için önce kendimizin kişilikli ve sevgi dolu olması gerekir.
Yetiştiğimiz çevrenin imkan ve koşulları kısıtlı olabilir. Bu aslında çok da önemli değildir. Hepimiz, toplum ve sistemin getirdiği kurallarla bir çocuğun yetişmesinde köprü görevi üstleniriz. Önemli olan onları geleceğe hazırlarken çocuklarımızı donanımlı yetiştirmektir.
Okula başlama çağı gelen çocuk, ailesi tarafından kendine öğretilen davranış modelleriyle ve duygu birikimiyle yaşamın başka bir kapısından içeri giriş yapar. Yeni insanlarla tanışır. Bu tanışmanın en önemli ayağı öğretmendir.
Öğretmenin dünya görüşü, bakış açısı, yaşama ve insanlara yüklediği anlam çok önemlidir. Evinde anne ve babasını örnek alan çocuk için artık öğretmen bir adım öne geçmiştir.
Özellikle ilköğretim aşamasındaki çocukların kahramanları ilkokul öğretmenleridir. Bu yüzden çok önemlidir bir öğretmenin sağlıklı bir ruh yapısına sahip olması.
Bununla birlikte yaşadığı bölgeyi tanıması ve toplumun yapısını bilmesi de çok önemlidir. Nitelikli bir öğretmen eğitimin sadece okuma -yazma öğretmek olmadığını bilir.
Sorgulayan, araştıran, yaşama anlam katan, üreten ve ezber bozan, fark yaratan bireyler yetiştirmenin önemini kavramış iyi bir öğretmen, aynı zamanda iyi bir vatandaştır.
Diğer türlüsü sadece verilen müfredatı uygulayıp, mesaisini tamamlayıp, arkasına bakmayan sıradan bir devlet memurudur.
İyi yetişmiş öğretmenlere ihtiyacımız var.
Nitelikli öğretmenler iyi bir insanın yetişmesinin, emekle, sabırla ile işleneceğini bilir. Bizlerin bu hedefe ulaşmada etkin olabilmesi için de önce kendimizi güncelleyip, yenilememiz gerekiyor.
Eğitim sisteminin uygulayıcısı öğretmenler olsa da sizler olmadan bizler eksiğiz. Bu yüzden öğretmenlerin sorumluluklarını yerine getirecek şekilde hazırlanmaları yaşamsal bir önem taşırken, sizlerinde bizimle birlikte olmanız gerekir.
İyi bir vatandaş yetişmesinden sorumlu olması gereken insanın, sorumsuz olması kadar vahim bir şey olamaz. Özellikle eğitim kurumları, sağlık ve yargı tümüyle politikadan bağımsız olmalı. Vicdanı ve aklı hür, adaletli insanlar öğretmenlik yapmalı. .
Para eğitimin kalitesini belirlememeli. Kaldı ki sosyal devletin vatandaşına vermek zorunda olduğu sosyal bir haktır eğitim.
Çocuklarınızın da en doğal hakkıdır.
Çocukları sadece okutmak önemli değildir. Okumak isteyen çocuk okur, okumayı öğrenmek isteyen bir şekilde okumayı öğrenir. Önemli olan bu çocuklara okuduklarını sorgulamayı öğretmektir.
Hayatın sorumluluğunu yüklenmemenin, hiç bir şey yapmadan seyretmenin en büyük tehlike olduğunu ve cehaletin olduğu yerde hiç bir güzelliğin yeşeremeyeceğini öğretmektir.
Kızlarımızı okul yoluna yasaklı kılan cehaleti, kadınları eksik gören zavallı zihniyeti, aydınlanmaktan korkan yobazları, siyaseti tekelleştiren sistemi yok etmenin tek yolu, sağlıklı düşünen ve yaşadığı dünyaya değer katan bireyler yetiştirmekle mümkündür.
Eğitimin bilginin anahtarı olduğunu, bu anahtarı kullanmayı öğrendikçe arkasından cesaretin ve mutluluğun geleceğini ve eğitimi bir yaşam biçimi haline getirmemiz gerektiğini öğretmeliyiz.
Öğretirken de iyi rol modeller olmalıyız.
Bu sadece öğretmenlerin görevi değildir. Hepimizin görevi ve sorumluluğudur. Eğitimin olmadığı yerde cehalet olur. Hem bu bir günlük bir şey değil tam tersine iyi gençler yetiştirmek için okumak, gözlemlemek ve kritik yapmak bir ömür boyu süren yolculuktur. Eğitim ömür boyu devam eden bir süreçtir.
Düşünceyi ve eylemi uzlaştırmak için, bireysel ve toplumsal yaşamı uyumlaştırmak için, bencilliğe karşı cömertliği anlamak ve yaşamak için, ayrımların karşısına bütünleşme fikrini koyarak; hoşgörü, sevgi, anlayış, saygı gibi değerleri anlamak ve yaşamak için sağlıklı düşünen beyinlere ihtiyacımız var.
Yaşamın bilinçli bir kaşifi olabilmek için, daha iyi bir dünya ve iyi bir yaşam için; insan olduğunun farkına varan; maddi ve manevi faaliyeti sırasında hem kendi hem de toplum hayatının şartlarını oluşturan motivasyon ve eğilimlerini iç çatışmaları azaltacak şekilde örgütleyip kaynaştıran; diğer kişilik ve karakterlere karşı uyumlu davranış sergileyen, başkalarını türlü açılardan ve değişik yöntemlerle değerlendirebilen kişilikli insanlara ihtiyacımız var...
Bu bağlamda üzerime düşen sorumluluğu gerek meslek yaşamımda olsun gerekse sosyal ve toplumsal olaylarda aldığım rollerde, yazın dünyasına verdiğim emekle ve kendime duyduğum sevgi ve saygı çerçevesinde, insanların duygularını istismar etmeden, üzerime düşeni yerine getirmeyi insanı sorumluluğum olarak görüyorum.
İnsan yaptıklarından ve yapamadıklarından sorumludur.
Bende bir şeyler yapmak adına pedagojik formasyon eğitimi aldım.
Umarım güzel işlerde bize rehberlik eder..
Sevgi ve Saygılarımla...

Bazı hikayeler yarımdır

Anlamadıysan yeniden yaşarsın
Fark ettiysen yenisini yaşarsın.
Mevsim sonbahar, göçmen kuşlar çekildi yuvalarına. Tomurcuklar başını gömdü toprağın karnına ve her şey bir o kadar suskun bahara..!
Ya insan, insan kendiyle boğuşuyor, çelişiyor unutuyor insan olduğunu.
Her şey yaşamak üzerine kurgulanmışken, tüm şarkılar, türküler buram buram yaşam ve sevda kokarken, insanlar da bir dünya, bir mal mülk edinme telaşı!
Yaşarken mi öldürüyoruz sevdiklerimizi, yada gülde dikeni unutan biz miyiz ?
Dokundukça ''Ah'' diyen sese kulaklarımız sağır, yüreğimiz kör, kapılarımız kilitli, ruhlarımız sakat.
Bir dünya telaşına kapılmışız, bir ben bilirim, bir ben haklıyım nidalarıyla kendi içimize yuvalanır dururuz.
Telaş dediğinde, maldan mülkten, mevkiden, diplomalardan, başkalarının gözünde değerli olma, onanma sancılarıyla etrafımıza örülmüş bir cendere.
Sevmiyoruz kendimizi.
Yaşamı kutlamak değil, ölümü kutsamak öğretiliyor bize.
Ölüme dair, Seneca’nın seslenişi oldukça etkileyicidir;
“Ölümün olduğunu öğrenir öğrenmez, hayattan çekilmeye karar vermemişsek, burada bulunmamızın tek nedeni var mutlu olmaktır.
O zaman, üçgenin ille de üç kenarı olacak diye bir kural koymaya biliriz…” Ama insanoğlu kural koyar, insan oğlu nefsinin kölesidir, çok azı nefsini terbiye eder. ben ben diye bağırır durur, bencildir.
Kendimize adil, kendimize namuslu, kendi egolarımız tavan oldukça , aramızdan usul usul kayanları göremeyeceğiz, sessiz çığlıkları duyamayacağız.
Ozanın dediği gibi, “Hayat sunulmuş bir armağandır insana.” ama ne kadarımız bu armağanın değerini biliyor, ona hakkını veriyoruz?
Yoksa, hoşumuza gitmeyen bir armağan gibi, onu bir kenara koyup, eskimesini, yok olmasını mı bekliyoruz?
Ya da kaybetmek midir ölüm?
Varlığın esas olan huzura, serbestliğe kavuşması mıdır?
Her ölüm, erkendir diyen şair yanıldı mı bir yerde?
Esas olan, yaşamın ne manaya geldiğini çözemeden ayrılmanın garip yoksulluğu mu, yoksa sonsuzluk dediğimiz, aslında yaşamdaki sonsuzluk değerinde bir an mıdır?
"Çoğumuz ömürlerimizi sadece minik bir "kelebek etkisi" için yaşıyoruz belki de. Ama o etkiyi yaratacak dönüşümlerden ya da çabadan fersah fersah uzağız. Haliyle dünya bir bumerang gibi bize geri dönüyor bu durumda, hiç değişmeden... İşte bizim trajedimiz bu, içten dışa büyüyen bir kısır döngü."
Oysa, insanın huzur ve memnuniyeti dışarıda değil içindedir.
Ve bizler ölümlü dünyaya, bitimli hayatlar almaya çalışıyoruz, birde bakıyoruz ki;
“Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrümüz, vakit gelip, sandıktan çıkarttığımızda bakıyoruz tedavülden kalkmış.
Evren bile tamamlanmamış hiç bir şey bırakmazken, eksiğe müsemma gösterir mi yaşam sizce?
Bitmemiş aşklardan düğümlere, yaşanmamış duygulardan tatmin olunmamış ilişkiye, dengesi şaşan terazinin eksik kalan kefesine, gizliye saklıya, arkadan iş çevirene, hırsından delirene, tutkusuna yenik düşene, can yakana, can alana, dönüşüme direnene, dönüştüremeyene, ben deyip bize geçemeyene yaşam bir şey verir mi sizce?
Bir insanın yaşama kattıkları, kültürü, ahlak anlayışı, ait olma bilinci kendine namuslulardan olmamalı.
Yaşama kırgın, kendimize küs, umutları ayağından vurup, bir ipe dolayıp boynumuzu yada kör bir kurşunla hoş çakal diyenler kadar, yaşarken kendini bulamayanlarda beni bir o kadar üzer...
Olcay kasımoğlu
17.12.2018

17 Aralık 2018 Pazartesi


DOĞRU OLAN YAŞAMDIR

Yaşamınızda her neyi deneyimliyorsanız, onun ötesine geçmek ve yeni bir kapı açmak üzere deneyimlediğinizi bilin ve bunu hatırlayın. Zira tüm zorluklar sizi pişiren, hamlığınızı alan ve olgunlaştıran bir etkiye sahiptir.
''Bir delinin haykırışı/ Andrei Tarkovsky...'' O derinlikli ve yenilmez bir özgünlüğe sahip...
''Birbirimizi anlayabiliriz, ama yorumlamaya gelince herkes yalnızca kendisini yorumlayabilir''
Çağ yorgunuyuz, insanların çoğu konuşmuyor,”Bağırıyor” bilmeden konuşuyor, başkalarının söylediklerini mantık süzgecinden geçirmeden kabulleniyor, birkaç kez duyduğu, izlediği şeyleri kendi fikriymiş gibi söylemeye başlıyor.
Aydınlamanın farkındalığına, farkındalık yaratmaya; hayatı deneyimleyerek, yıldızları, kuşları ve bilgeleri açık kalple dinleyerek ulaşabiliyor insan...
Kimsenin kalbini kırmamak ya da sevimli görünmek adına, olur olmaz her isteğe, doğru bulmadığımız düşünce ve fikirlere “evet” demeyi bıraktıkça; neyin değerli neyin daha az değerli olduğunu anlamaya başlıyoruz.
Bu algı oluşunca da;
İhtiyacı olanı istemekle, muhtaç olmak arasında çok ince bir fark olduğunu fark etmeye başlıyoruz.
İnsanın kendini tanıması, hayatına sahip çıkması, yapması gerekenleri kendi iradesiyle yapması kadar güzel bir şey olamaz.
Emeğin hiç bir zaman sorgulanmadığı bir yaşam ve sağlıklı sevgi anlayışıyla büyümek, ahlaki olgunluğa erişmek, iyiliğin, sevginin parçamız olduğunu bilmek, insanın asıl doğasına ait tüm özellikleri unutmadan, varoluşumuzun, özümüzün güzelliklerinden utanmadan yaşama yürümek, yaşamı değerli ve anlamlı kılıyor.
Öte yandan, hayatta en iyi ve en mutlu yaşam, olumlu düşüncelerdeki yaşamdır. Bu nedenle iyi, yapıcı ve yaratıcı düşüncelerin insana verdiği mutluluğu hayatta hiçbir şey veremez.
Ve hiç bir şey ölmüyor yaşamda. Ölen, insanların kendi kafalarında, kalplerinde öldürdükleri aslında..
Velhasıl yaşamak ve yaşatmak ince bir iştir.
Olcay Kasımoğlu

16 Aralık 2018 Pazar

Yaşamdan beslenenler
Ne yalnız başına övgü ne de sövgü, yaşama bir şey katmaz.
İnsanı insan yapan; üretim, paylaşım ve doğa ile bir bütünlük içinde, huzurlu ve güven ortamında, yaşama devam etmek, hayatın anlamına, bütünlüğüne güzellik katmaktır.
İnsanların; dil, ırk, mezhep gibi, yaşamda pek karşılığı olmayan gerekçelerle çatışma ortamına sürüklenerek, yaşamdan kopmaları, hayatın anlamına da büyük haksızlıktır.
Her günün yeni bir gün ve yeni bir başlangıç olduğunun farkında olanlar, yaşamdan beslenirler.
Değişim ve yenilenmek; hayata ve kendimize karşı görevlerimizdendir.
Gerçeğimizin farkında olmak, iyi insan olmanın gereğidir.
O halde insan her koşulda, enerjisini olumlu olana harcayarak yaşamı daha sağlıklı ve anlamlı kılabilir.
İnsan; yaptıklarından ve yapamadıklarından sorumludur.
İnsanın eylemlerinde ki güzelliği, yaşamın hakkını verdiği oranda bir önem taşır.
Ya yaşamın tanığı yada seyircisi olur..


Olcay KASIMOĞLU