Translate

20 Ocak 2020 Pazartesi

Koş ve dans Et!

https://unutulmazfilmler.co/zorba-the-greek.html
Çağ yangını bu... kalpleri kurumuşlarin sözde söylemlerinde sevgi üşüyor...
Acıları yüreğinde hissetmeyenlere, şefkatle, samimiyetle yaşam büyütme-yenlere kitaplar ne yapsın?
Zorba'nın hayat felsefesi; yenilgileri umursamamaktır. .
Muhakkak okunması ve iyi özümsenmesi gereken çok değerli bir kitap;
Her satırında evrensel bir boyutu yakalamanız mümkün. İnsana dair o kadar çok şeyi bir arada, birlikte ilişkilendirerek okuyucusuyla buluşturmuş ki, insanin şapka çıkarası geliyor. Ben çıkardım ve saygıyla eğildim. Okuyalım, boş zamanlarımızı değerlendirmek için değil, boş zihinlerimizi şarj ve deşarj etmek için okuyalım.
Başımızı kuma gömerek değil, sadece okumuş olmak içinde değil, okuduğumuzu sindirerek, özümseyerek ve en önemlisi bakış açımızı güncelleyerek, farkındalık oluşturmak adına okuyalım. Kaç kitap okuduğumuz değil, okuduğumuzdan ne anladığımız daha önemli. Kitaplar insani bir yakadan diğer yakaya taşımıyorsa, başkalarının acılarına duyarlı kılmıyorsa, hepsinden daha değerlisi; sevgi, barış, ortak yaşam alanlarına duyarlı kılmıyorsa, bilgelik aşılamıyorsa, çıkarmıyorsa bizi aydınlığa ne anlamı var?
''Hey okumuş adam! Neden gençler ölüyor? Neden insanlar ölüyor? Söyle bana. - Bilmiyorum. - Bütün o kitapların ne işe yarıyor? Sana bunu anlatmıyorlarsa, ne anlatıyorlar? - Bana... senin sorduğun tip soruları cevaplayamayan insanların ıstıraplarını anlatıyorlar. - Onların ıstıraplarına tüküreyim..!''
Kitaptan alıntıları paylaşmaktan son derece mutluyum.

1."Herkes kendi yolunu izler. İnsan bir ağaç gibidir. Neden kiraz vermiyor diye incir ağacını hiç azarladığın oldu mu?"
2."Yağmur yağarken insanın kalbi acı çeker," dedi Zorba.
3."Dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir
misin? yarım işler, yarım konuşmalar, yarım
günahlar, yarım iyiliklerdir. sonuna kadar git be
insan.!"
4."Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türktür, bu Bulgardır, bu Yunanlıdır. Ben vatan için öyle şeyler yaptım ki patron tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim... Neden? Çünkü bunlar Bulgarmış, ya da bilmem neymiş... Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum, hay kahrolasıca herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır bu kötü adamdır. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk. Hepsi bir benim için. Şimdi iyi mi kötü mü yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça buna da bakmamaya başladım. Ulan ister iyi ister kötü olsun be. Hepsine acıyorum işte... Boşversem bile bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor,(...) o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek... Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be... Hepimiz kurtların yiyeceği etiz.''
5."Onları belki kurtaramayız," diye ekledi. Ama kurtaralım derken, biz kurtuluruz. Öyle değil mi? Bunları söylemek istemiyor musun hocam? Kendini kurtarmanın tek yolu başkalarını kurtarmak için çabalamaktır.
6.Burada insanı şaşırtan bir şey oluyor patron...Bu tuhaflık içinde aklın şaşıyor. Biz çetelerin yaptığı bütün o alçaklıklar, hırsızlık, kıyımlar, Girit'e Prens Yorgus'u yani özğürlüğü getirdi"
Gözleri iyice açılmış şakınca baktı.
"Sır!" diye mırıldandı. "Büyük sır! Dünyaya özğürlüğün gelmesi için bu kadar cinayetler ve alçaklıklar mı gerekli yani?
7.Ruhum" diyordum, "şimdiye kadar gölgeye bakıp doyuyordun; şimdi seni tene götürüyorum.
8.Gübre ve pislikten bir çiçek nasıl filizlenip beslenir? Varsay ki Zorba, insan gübre, özgürlük de çiçektir.
9.'' Ruhumu tenle, tenimi ruhla doldururdum; kısacası, içimde barıştırırdım bu yüzyıllık iki düşmanı...
10.''Hayır özgür değilsin," dedi. “Senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden daha uzun; hepsi bu kadar...''
Zorba karakteri, temel insani özgürlüğün, toplumsal boyunduruğa başkaldırının bir sembolü olarak görülebilir.
Başkaldırının, özgürlüğün ve bütün bir insanlığın simgesi olmuştur.
Haksızlığa, üzüntüye ve sevince karşı santuruyla, dansıyla karşılık veren bir adamın hikayesidir zorba.
İzleyelim bu dansı ve en önemlisi kanatlarını bir kartal gibi açmış ''Anthony Quinn'' 'yi ''Zorba' mizi izleyelim...
''Hayata karşı yenilebiliriz..
Sevgiye ve dansa karşı asla!
Sevgisizlikden boğulduğunu hissettigin an..
Koş ve dans et!
"Bana dans etmeyi öğret.
Dans mı?
Hadi bakalım delikanlı.
Beraber
Başlıyoruz
Hop!
Tekrar Hop!
Çök
Haydi bre!
Patron sana anlatacak o kadar çok şeyim var ki..
Seni sevdiğim kadar hiç bir adamı sevmedim.
Hop!
Hey patron!
Bundan daha muhteşem bir çöküş gördün mü?
Görüyor musun?
Sen de gülebiliyor musun?
Sen de gülüyorsun be!
Gördün mü? Nasıl kaçtıklarını.
Özellikle de şu keşişlerin.
Üçüncü posta:En iyisi üçüncü postaydı.
Her şey dümdüz oldu.
Daha hızlı..
Hop! Hop! ''
Özgürlük timsali, ani yaşayan, duygularını dışa vuran ve insanlara da bunu aşılayan güçlü bir karakterdir zorba.
Görsel şöleniyle, mimikleriyle, yaşamsal fark edişleriyle Anthony Quinn zaten ayrı bir lezzet.
Nikos Kazancakis'in usta kurgusuyla okunmayı ve yönetmen Mihalis Kakoyannis'in muhteşem yetkinliğiyle izlenmeyi hak ediyor.
https://unutulmazfilmler.co/zorba-the-greek.html

Olcay Kasımoğlu

19 Ocak 2020 Pazar

Sen Dağların Kır Çiçeği

Düşle başlayan sabrın, sırrın imtihanından geçip, küçük duyarlılıkların sırrına erişmeli insan. Taze güne yayılmanın serüveni gibi...
Ancak o zaman yaşam değişir, kımıldar yer değiştirir.
Mutluymuş gibi yaşayan bir sürü insandan uzak döngünün en güzel serüvenidir bu....
Ve şiir, şiirlerim; toplumu anlama ve algılama çabalarımın yanında, en temel duygumuz olan özgürlük ve özgürleşmeye, öğretilerden arındırılmış sevgilere, erkek egemen toplumun sosyal, psikolojik ve ideolojik bütün dayatmalarına karşı bir sesin yükselişidir aynı zamanda...
Seviyorum, şiirle yaşama uzanan yolculuklarımı, derinlikler-imi ve küçük insan koylarını...
İnsan, kendi dar sınırlarından çıkıp daha zengin bir yaşam deneyimine ulaştıkça, bakış açısı da değişiyor.
Duyguma ve düşüncelerime serpiştirilen her güzellik adına teşekkür ediyorum...
Yüreğimin yurdu, can evim şiirler;
Kendime, yaşama karşı duyduğum en büyük sorumluluklardan biridir.
Tek bir mısra yazmak için bile;
insanları, hayvanları tanımak, doğanın sesini kalbimizde duymak ve sabahları çiçeklerin açılırken 'nasıl titrediğini' yüreğimizde hissetmemiz gerekir.
Çünkü şiir, insanı kendisinin dışına çıkartır ve yine kendisine yolculuk başlatır.
Bilinmez diyarları, gelecek kavuşmaları,beklenilmeyen rastlamaları, çocukluk günlerinin iç çağlayanlarını, geçen sessiz günleri, denizin kendisini ve yıldızlarla uçuşan yolculuk gecelerini yeniden yaşamak, yeniden dillendirmek gerekir.
Ey gülüşü cananım
Ey yüreğime yakışanım
Görünce gül yüzünü
Unuttum ruh fukarası sözleri
Bir tılsımlı baharla gel
Kon dallarıma
Ver elini elime
Sevgi en büyük armağan değil mi...
Şiirin içsel yolculuklarıdır bizi yeniden yeniden doğuran
Yeni gün doğumlarına şahitlik etmek, sevgiyi bütün derilerinden soyunmuş olarak yaşamak; bunun yanında ölüme şahitlik etmek ve gidenin yüreğimizde bıraktığı acıya, yoksunluğa yeniden biçim vermek ve hayatın eksikliklerini, aldıklarını şiirle tümlemeye çalışmak gerekir.
Ortak bir duyarlılık, vicdan oluşturmak, olayları ve olguları güzel ve farklı bir dil kullanarak gündeme getirmek, toplumun sözcüsü olmak gibi işlevleri de vardır şiirin.
Bütün bunların, sabırla, bilinçle süzülüp; mısralardan ahenkle bize akması için, yaşamı şiirle taçlandırmamız gerekir.
Şiir sadece kendimiz için değildir 'bilgidir' bizden sonra gelecek kuşaklara, rehberdir aynı zamanda.
Topluma kazandırılmak istenen değerlerin sözcülüğünü yaparken; değişen, gelişen dünyayı anlamaya ve tanıtmaya çalışmak,demokrasi ve özgürlük kavramlarının kalıcı olmasında önemli pay sahibi olmuştur şiir...
Bunun içinde;
Düşünceyi ve eylemi uzlaştırmak için, bireysel ve toplumsal yaşamı uyumlaştırmak için, bencilliğe karşı cömertliği anlamak ve yaşamak için, ayrımların karşısına bütünleşme fikrini koyarak; hoşgörü, sevgi, anlayış, saygı gibi değerleri anlamak ve yaşamak için şiire ve sanatın bütün dallarına ihtiyacımız var.
Yaşamın bilinçli bir kaşifi olabilmek için, daha iyi bir dünya ve iyi bir yaşam için; insan olduğunun farkına varan, maddi ve manevi faaliyeti sırasında hem kendi hem de toplum hayatının şartlarını oluşturan motivasyon ve eğilimlerini iç çatışmaları azaltacak şekilde örgütleyip kaynaştıran; diğer kişilik ve karakterlere karşı uyumlu davranış sergileyen, başkalarını türlü açılardan ve değişik yöntemlerle değerlendirebilen kişilikli insanlara ihtiyacımız var...
Sen türkülerin
Sen hürriyetin
Sen dağların kır çiçeği
Sevginin;
Ayıplara kurban edildiği bu çağda
Gel tut ellerimden verme beni yaban ellere...

14 Ocak 2020 Salı

Sevmek Kimseye Zarar Vermez.

Bazen gidersin
Sadece gidersin...
Yağmur damlaları gökten nazlı nazlı yağarken, sessiz bir rüzgarın kanadında uykuya dalmış gibi, sessizce durup sonra uçan... yerini yurdunu arayan aşık gibi...
Sonra... sonrası mi, hep aynı masal...
Bitmeyen bir düşün içinde
Taş üstüne düşen
yağmur damlası gibi
sükutu öğüten..
Akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve bize hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı; keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek niye?
Kötülük neyi kurtarır ki, yalan neyi?
Masum birine karşı kim tanık olabilir ki?
Anlaya bilmeli insan... Gerçekten insan olan...
'Göynüm değdiğinde titremiyorsa o yürek,
sadece kan pompalıyordur' der Neşet Ertaş..
Bazende insan en çok kendine yorulur ve özlemek uzaklığın ayıramadığıdır.' der Oruç Aruoba...
Düşündüm, düşündüm de kırılan dalıma sözüm hiç geçmedi.
Halen hala sızısı kaldığı yerde neler koparır götürür sevdalı yürekten kaç ahla bir bilsek...
Hep ondan oluyor bunlar
İnsanın en az gittiği, içindekileri görmeye korktuğu yer yine kendi içidir.
Neşet Ertaş'imiz ne güzel der;
"Elini kalbine götürdü; “burası var ya” dedi. “Taşa, toprağa gerek kalmadan insanın gömüldüğü tek yer..
Kalbimle, ruhumla,
sakin ve saygın olan o yeri bulacağım
''Aşkı, sevgiyi,
şiiri ve çiçeği ıskalayıp da
mutlu yaşayabilen var mi?''
Sus ve gülü sula
Bin yıldır beklediğimsin...
Tavır, sevgi ve ilgi, bunlar bazen ilaçtır bazen de zehirdir, mühim olan sağlıklı şartlarda yaşanmasıdır.Mesela sıcak su patatesi yumuşatır ama yumurtayı sertleştirir...Bizi aşağı çeken şeyleri bırakmayı öğrenmeliyiz, hayatımızdaki her şey bizimle kalmak zorunda değil.İnsanlar dayanabilme eşiğinin kendilerini güçlü kıldığını zanneder oysa insanı güçlü kılan asıl şey bırakabilme eşiğidir...''
Olcay Kasımoğlu

13 Ocak 2020 Pazartesi

Özümsemek

''Nasıl bir sessizlikti bu kardeşler? Niçin başını kaldıran kimse yok unutuşa?
Niçin bu kadar ölü var? Ve niçin bu kadar çok unutmak istediğimiz şey var?''
/Onat Kutlar..
Parçalı kişiliklerin kendisine has bir düşünceleri yoktur, onlara göre yaşam siyah ve beyazdan ibarettir...
Oysa;
Ne yalnız başına övgü ne de sövgü yaşama bir şey katmaz.
İnsanı insan yapan, üretim, paylaşım ve doğa ile bir bütünlük içinde, huzurlu ve güven ortamında yaşama devam etmek hayatın anlamına, bütünlüğüne güzellik katmaktır.
Yaşamın en zengin ve en özel duygusu, yaptığımız bir şeyin yalnız bizim hayatımız için değil; diğer insanların hayatlarına da bir katkı sağlayabileceğini biliyor olmamızdır...
İnsanların dil, ırk, mezhep gibi, yaşamda pek karşılığı olmayan gerekçelerle çatışma ortamına sürüklenerek, yaşamdan kopmaları, hayatın anlamına da büyük haksızlıktır.
Her günün yeni bir gün ve yeni bir başlangıç olduğunun farkında olanlar, yaşamdan beslenirler.
Değişim ve yenilenmek hayata ve kendimize karşı görevlerimizdendir...Gerçeğimizin farkında olmak, iyi insan olmanın gereğidir. O halde insan her koşulda, enerjisini olumlu olana harcayarak yaşamı daha sağlıklı ve anlamlı kılabilir.
İnsan yaptıklarından ve yapamadıklarından sorumludur. Sadece kendi yüreğinin kabuğunda yaşayan insanların bize verebileceği hiçbir şey olmaz...
İnsanın eylemlerinde ki güzelliği yaşamın hakkını verdiği oranda bir önem taşır. Bu da ancak özümsemekle, her zaman her yerde her şeyi özümsemekle mümkündür. Yüreğinde sevgi olanlar bunu başarır.
Olcay KASIMOĞLU

Hayatta Oluşturduğumuz Eylemlerimiz Kadarız.

Yürekli insan olmak; cesaret ve sağlam karakter ister.
Hayatın ''sorumluluğunu yüklenmemek'' hiç bir şey yapmadan seyretmek en büyük tehlikedir.
Bir insanın ''düşünme gücü'' satın alınırsa bütünlüğünü yitirir, ya korkak ya da kaçınılmaz nankör olur...

Ruhsal olgunluk ve sağlam karakter her şeyin özüdür.
Karakteri zayıf ''donanımı yetersiz'' insanların yargılama gücü zayıftır.

İçsel derinlikleri ''öngörüden'' yoksundur her duyduklarına inanırlar.
Kendiyle savaşı bitmemiş, kendine değer vermeyen, olgunlaştıra bilir mi gönlünü?
Bu nedenle, baş eğen bireylerin oluşturdukları toplumlar ''içtenlikten yoksun'' büyük saygı göstermeye, korkuya daha açıktırlar ''ne yaptığını bilmeyen'' karasız insandan daha korkağı yoktur.


Sokrates bir gün derste öğrencilerine birer beyaz kağıt dağıtır ve üzerine bir daire çizmelerini ister. Dairenin tam ortasına da bir nokta koymalarını söyler…
Ve “Büyük mü yoksa küçük mü bir daire çizdiniz” diye sorar.
Bazıları küçücük bir daire çizerken bazıları tüm kağıdı doldurmuştur…
Ve sonra, “Dairenin, tam ortasındaki nokta sizsiniz. Daire ise sizin yaşadığınız hayata koyduğunuz sınırlamayı temsil eder. Siz kendi dünyanızın merkezisiniz” der.
Daha sonra,
“ Şimdi daireyi silin. Geriye sadece nokta kaldı. Şimdi sınırı olmayan bir dairenin merkez-indesiniz…”


Her şeyin özüne gitmeli insan, görünene değil.
Bazen bildiklerimiz, gördüğümüz kadardır.
Gördüğümüz baktığımız kadar ve baktığımız düşündüğümüz kadardır.
Baktığımızı görmez, gördüğümüzü düşünmezsek eğer, gördüğümüzün bildiğimize sığmadığını da göremeyiz.


Belki de en büyük farkındalık; içimizden geldiği, doğamızın gerektirdiği gibi ve tam da neyi neden yaşadığımızı bilerek yaşamak gerekir.
Belli mi olur ''bir tek kelime'' yeniden yeşertir umutları, bir kökün bin dala durması gibidir, hayat.!

olcay kasımoğlu

Bizler, Tercih Ettiklerimiz Kadarız.

Bilgiyle
Sevgiyle
Şefkatle
Beslediğimizde kendimizi
Ancak o zaman ulaşabiliriz
İnsan olmanın erdemine...
''Sevgiyle yaşamak ve sevgi için yaşamak dururken, bir insan, ömrünün sonuna ya da zaman onu azat edinceye kadar kendi koyduğu geçersiz kanunların kölesi olarak kalabilir mi? Dikenler ve kafatasları arasında kendi bedeninin gölgesini görmemek için gözlerini yere dikerek ya da yüzünü güneşe dönerek sonsuza kadar durabilir mi?
Kalbime giden yol nereden geçer, artık biliyorum...
Biliyorum....nerede durulur, nerede susulur, gözce ne konuşulur....
Öyle çok değerliymiş ki zaman, kendimi buldukça anladım...
Usta ''sevgiyi seçen kişiymiş'' her durumda, her koşulda...
Hepimiz sevgiyiz ve ''sevgi'' sahip olduklarımızı paylaşır.
Ve aşk;
Hiç bir aşk mükemmel değildir, zaten mükemmel aşkta yoktur varsa da aşk değildir.
Ama bir şey var ki, en yoğun olduğu anlarda bile seni düşündüğünü hissettiriyorsa ,sen onun için anlamlısın ve değerlisin.
Seni iki kez düşündürebiliyorsa ve gereksiz kuşkulara acabalara düşürmüyorsa, onu seninle tutmaya çalış ve ona verebileceğin sevgiyi esirgeme.
İnsanlara hiç kimsenin günde yirmi dört saat boyunca sevemeyeceği öğretilmeli; dinlenme dönemlerine ihtiyaç vardır ve hiç kimse emir üzerine sevemez.
Sevgi kendiliğinden olan bir olgudur. O ne zaman olursa olur ve o ne zaman olmazsa olmaz.
Mesele günün her anını seni düşünerek geçirmek değil, geçen zaman içinde yaşama senide kattığını, değerli olduğunu hissettirmek...
Böyle bir insan zaten sağlıklı düşüne bilen bir insandır, bilir karşısındakinin de bir insan ve et parçasından ibaret olmadığını.
Onu değiştirmeye çalışmayalım, çözümlemeye kalkmayalım.
Kendimize empoze değil onun kendi olmasını sevelim ve seni var olan özelliklerinle seven bir insanı kendimize benzetmeye çalışmayalım,ona kendi olma fırsatını verelim.
Bizi mutlu ettiğinde gülümseyelim, kızdırdığında fark etmesini sağlayalım. İhmal edildiğimizi düşündüğümüzde nedenini soralım ,aldığımız cevap bizi tatmin etmiyorsa bir sorun var demektir.
Bu, ilişkimizi tekrar gözden geçirmek için bir sinyal olabilir. Kendimize öz eleştiri yapalım, kesinlikle onu haklı göstermek için kendimize duygusal baskı yapmayalım, Kalbimiz rahat değilse muhakkak yolunda olmayan bir şeyler vardır.
Bu illada, sevmediği anlamına gelmez ama her iletişim özen ve itina ister.
Eyer kendimizi özel ve iyi hissetmiyorsak bir daha düşünmek ve karşında ki insanı yıkıcı değil ama çözüme ulaştıracak geniş bir bakış açısıyla yeniden gözden geçirmek gerekir.
Kim bilir belkide hiç ummadığımız bir ayrıntı nice yollar çizer.
Yeter ki niyetlerimiz temiz olsun yoksa bu dünyada her şeyin çözümü ve yolu var.
Zor olan ne istediğini bilmemek yada ne istediğine karar verememek.
Hiç kimse bulunmaz hint kumaşı değil, sadece imkanlar ve koşullar insanların seçim seçeneğini ya azaltır ya çoğaltır.
Nice insanlar var parasıyla konuşur, kimileri doğuştan sahip oldukları artıların onlara sağladığı imkanlarla merdivenleri atlar.
Kimi ise o merdivenin basamağına gelmek için bile bir ömür harcar.
Ne olursa olsun yüreği ve dünyası geniş insanlar er veya geç olgun ve doyumlu olurlar.
Şayet ruhun atlası sevgi değilse ne yaparlarsa yapsınlar boş.
En sonunda yine boş tencerenin çıkardığı sese dönerler.
Kendimizi gördüğümüz yüreğe serilelim, sıcaklığını, samimiyetini, gülüşünü bize koşulsuz bağışlayan insanı bulduğumuzda sımsıkı sarılalım ve sarılırken yanında huzuru buluyorsak o bizim cennetimiz ve o cenneti boş avuntularla örselemeyelim...
Çünkü sevgidir kalplerimizi ortaya çıkaran güç. Sevgiyi ortaya çıkaran, kalplerimiz değildir.
Zaten hakiki sevgiler aydınlatandır, sorgulamalara ihtiyaç duymaz..
Hayatı ''olgun, bilinçli, doyumlu, istikrarlı'' ve sevgi dolu insanlarla paylaşalım.
Sahi herkes seviyor o zaman neden bunca acı, keder ?
Sorun sevgisizlik mi, yoksa yanlış sevgi anlayışı mı?
Sevgisizliğin toplumun temel sorunu olduğu hep yazılır, çizilir acaba asıl sorun sevgisizlikten çok sağlıksız sevgi anlayışı olmasın ?
İnsanlar daha çok sahip olmak istiyor...sahip çıkmak değil.
Egemen olmak istiyor...beraber özgürleşmek değil.
Benim olmalı diyor...hayatı beraber paylaşmalıyız demiyor.
... Üzerine yatırımlar yapıyor...fikrini sormadan.
... Bu ve benzer şeyleri sevgi ile karıştırıyor ya da bunların birkaçını sevgimize
"katıştırıyor" olabilir miyiz ?
İki insanın gönüllü olarak kuracağı beraberliğin temelinde hiçbir biçimde "razı olmak" ya da "katlanmak" olgusu yatmamalı.
Kişiler; benim can yoldaşlığı yapmak istediğim insan ve istediğim yaşam bu diyebilmeli.
Bana göre tek başına mantık evliliği de, tek başına aşk evliliği de yetmiyor.
Yazdığım bir köşe yazısın da (aile içi şiddeti anlatırken) bunu dile getirmiştim.
*İki insanın aşk ve duygusal uyumu olmalı.
*Kişilik,mizaç,dünya görüşü uyumu olmalı.
* Günlük yaşam tarzı çok zıt olmamalı.
* Yakın ve uzak gelecekten beklentiler de uyum olmalı.
*Menfaat ve çıkar üzerine kurulu hiç bir birliktelikte insancıl duygu olamaz bunun ayrımında olunmalı.
*Vicdan ve merhamet olmalı.
* Vefa duygusu muhakkak olmalı.
Hepsini bir arada bulmak zor olsa da en azından üzerinde düşünmeye değer...
Yaşam gönüllü alıp vermedir.
Bırakın hayatla geçinmeye niyeti olmayanlar gitsin,yollarını zorla kapamayın/

Olcay Kasımoğlu

Yaptıklarımız Kadarız

Mutlu olamazlar ki değerini bilmeyenler mutluluğun.
İnsan, en çok kendisinden korkar.
Kendi duygularından, güçsüzlüklerinden, zaaflarından, acılarından, coşkularından ürker.
Onun için kaçar yaşamdan, aşktan, öfkeden, sevinçten, kendisinden kaçar.
Sonra yaşam, hepimizi kendi sofrasında ağırlar.
İnsan, hayatı keşif etmeye, değişmeye başlar.
Hayatın özü değişimken değişmemek, dönüşmemek için direnmek bir çiçek tohumunun hayır ben büyümeyeceğim böyle kalmak istiyorum demesine benzer...
Oysa;
Yaşam bir bütündür.
Her şeyin özüne gitmeli insan, görünene değil.
Bazen bildiklerimiz, gördüğümüz kadardır.
Gördüğümüz baktığımız kadar ve baktığımız düşündüğümüz kadardır.
Baktığımızı görmez, gördüğümüzü düşünmezsek eğer, gördüğümüzün bildiğimize sığmadığını da göremeyiz.
Hayat büyük bir koşturmanın göbeğinde "yorulmak ve yoğrulmak" arasında geçiyor.
Atık biliyorum tüm yanlış yolları
beni buraya getiren düşmeleri
Sahi neredeydin daha önce
O güzel yüzünü gördüğüm günden önce
Biliyor musun aşka inanırım ben
Ve inanırım bu yolu da yürüyeceğimizi seninle birlikte
Gelmek istersen yürek yurduma
yönlendirsin yaradan seni benim kollarıma

Mülklerin En Tehlikelisi Dildir...

"Ya susmalı yada suskunluktan daha kıymetli bir söz söylemeli..Pisagor
En büyük sanat iletişimdir.
Gerçek insan yürekten gelenin doğal rengini hep arar durur.
Ve sözcüklerin sanatına sığınmak önemlidir..
''Ve ilerledi kadın;çağlayanların yer çekimi seslerine doğru. İlerledi suskun göllerin susmayan seslerine, esintinin saz hışırtılarına... dimdik ve içindeki bütün zenginliği dizelerin ölümsüzlüğüne bırakmanın yüksek ahengiyle..."
Doğa ve doğanın en gelişmiş ve en güzel bir parçası olan biz insanların oluşturduğu yaşamın da temel amacı bu değil midir?

Bu yüzden dökülmüyor mu zaman zaman dudaklarımızdan şu dizeler:
Yaşamak bir sanattır. Hem de sanatların en güzeli. Güzel ama zor….
Hani “Yarin yanağından gayrı her şeyde” diyerek, kardeşliği savunan Nazim Hikmet gibi.
"Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini.. "
Şimdinin çığırtkan, bencil ve bir o kadar da arsız,duyarsız ilişkilerden ne kadar uzak dizeler...
Bütün mesele bilinçte, sağlıklı sevgi anlayışında ve koşulsuz,şartsız paylaşmak sevdayı hemde acıların imbiğinden imbik imbek geçmiş olanlarla...

Nazım Hikmet Anısına

''Yaşamak ne güzel şey...
Yaşamak;
Birer birer ve hep beraber ipekli bir kumaş dokur gibi...''
Bugün Türk şiirinin Mavi Gözlü Dev'i Nazım Hikmet'in ölüm yıl dönümü, benim kalbimde hep yaşayan günü  ...
İyi ki bu dünyadan geçmişsin. İyi ki şiirin ruhunu sevgiyle, barışla, bilinçle, felsefeyle, inançla ilmek ilmek işlemişsin.
Ne mutlu bana, bugün ruhuma şiirlerinle bir yolculuk yaptım...
Ne çok biz, ne çok biziz ve ne çok hasret,özlem....
İnsan, bir kez sökülmeye görsün yamalı yerlerinden, bir daha kimse tutamaz onu. Bir kez daha anladım bugün bunu.
Biz güzel insanlarız.
Ve ''Tepeden tırnağa insan'' deyişin yok mu, bir kez daha insan olmak ne demek ve bir kez daha sana o şiirleri yazdıran yüreği sevdim, o yüreğe su taşıyan elleri sevdim...
Bizden de selam olsun gittiğin yerlere...
''Ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
ben
tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret..
Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum,
hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler.
Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan, hem
zindandan
dönen insan ruhundan, hem kitlelerin
daha güzel günler için savaşından, hem
bir tek
insanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak
istiyorum,
hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan
bahseden şiirler yazmak
istiyorum...''
Nâzım Hikmet
''Nâzım Hikmet 1902‟de Selanik‟te doğdu. Nâzım Hikmet, Osmanlı İmparatorluğu‟nda birçok örneği görülen kozmopolit bir aileye mensuptur. 1921‟de Nâzım Hikmet Moskova‟ya
gider ve “Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi”nde sosyoloji, politoloji ve sanat tarihini okumaya başlar.
Çağdaş Türk şiirinde Nâzım Hikmet‟in önemli yeri vardır. İlk şiirlerini hece vezniyle yazar. Moskova‟da fütürist ve konstrüktivizm akımlarıyla tanışır ve özellikle Vladimir Mayakovski‟den etkilenir. Böylece Nâzım Hikmet Türk dilinin zengin ses sisteminden ve ses uyumlarından yararlanarak Türk şiirine serbest nazmı getirir. Şiirleri elliyi aşkın dile çevrilmiştir.
Kitaplarını yazarken ilhamı hayatından ve dünyada yaşayan insanlardan, özellikle Türkiye‟de ve Sovyetler Birliği‟nde yaşayan insanlardan alır.
O, şiirlerinde, hayat, ölüm, adalet, barış, hapis, kadın, eş, adam, anne, baba, çocuk, sevgi, köyler, şehirler, vatan ve insan sevgisi için yazar.''
O insan, tepeden tırnağa insan.
Nâzım Hikmet 1963‟te Moskova‟da vefat etti.
Şiirleri kaldı... Gömülmeyecek, solmayacak, eksilmeyecek şiirleri...

Anlamak Adına

Bugün, sabahın erken saatlerinde, bu resim karesinden çok da uzak olmayan bir çocukla kesişti yolum.
Yaklaştım yanına 'ürkek, yılgın ve korku dolu gözleriyle' baktı bana. Yan tarafımda duran diğer bir genç çocuk ''Abla boş ver onlar Suriyeli'' dedi. Çocuğun yüzüne daha bir dikkatli baktım. Suriyeli olunca ne oluyor? Değişiyor mu kimliği, duyguları, masumiyeti ve çocuk olma hakki? Diğer taraf da ''Boş ver onlar çingene'' Diğer daha diğer tarafta ''Onlar doğulu'' vs vs ve böyle böyle uzayıp gidiyor insan denilen canlının bir soluk fani dünya dediği bu handa kendini bu dünyanın hakimi ve sahibi sanma hezeyanları...
Bir diğer tarafta şatafatli iftar yemekleri, diğer tarafta üç kuruşa boğaz tokluğuna talim eden insanlar.
Yine diğer taraftan meslek yaşantımda her türlü insan profiliyle iç içe olmanın getirdiği farklı bakış açılarından olsa olsa gerek içi boş kavramları, sözde sloganları, senin için ölürüm deyip, iş emek vermeye gelince hastahanenin arka kapısından kaçanları gördükçe sözle- eylem kardeştir söylemi daha bir içi dolu ve sıcak geldi bugün bana.
Ve ne olursa olsun;
Ön yargılarla, korkularla, endişelerle hiç bir şey yatağını bulmuyor. İnsan yüzleşmeli yaşamın gerçekleriyle.
Hiç kimsenin tekelinde değil insanca yaşamak.
Saraylardan, şatolardan, kendi yaşadığımız alanların karesinden ibaret değil yaşamlar.
Hayatım boyunca ''ön yargıyı,gösterişi, gövdemi düşüncemden önce öne sürmeyi, egoyu, kibri ve ne oldum delisi olmayı'' kendimden hep uzak tutmaya çalıştım.
Yaşamak doğuştan sosyal bir haktır, kaldı ki 'adalet, özgürlük, insanca yaşamak lüks değildir. Yaşamın olmaz olmazıdır.
Sözüm o ki;
Herkesin kendini ifade etme hakkı ve özgürlüğü vardır.
Hele birde çocukların geleceği söz konusuysa, hani deriz ya ''Akan sular durur'' o misal yani...
Gördüğünüz bu resim kareleri hayal değil, gerçeğin ta kendisi. Halen Türkiye'nin bir çok bölgesinde öğretmene hasret çocuklar var. Yaşam koşullarından dolayı okula gidemeyen binlerce çocuğumuz var. Halen açlık sınırında yaşayan insanlar var.
Perişan halde ki bir çocuk için ''O Suriyeli'' diyen o gencin bu ülke için, kendisi için nasıl sağlıklı bir ülke ve insan sevgisi olabilir, dedim kendi kendime yürürken...
Hırsların kirlettiği,
Kibirlerin körlettiği
Ne çok gizli utanç var yeryüzünde
Dar bir inancın
Ağır bir aldanışın coğrafyasında
Türkülerin ateşini kurutanlar
Sökemezsiniz umudu
Bütünlüklü bir sevgiyle
Mavi eller tırpan olsun zulüme
Hiç bir şey insandan daha kutsal değil...
Olcay Kasımoğlu

11 Ocak 2020 Cumartesi

Yarın Geç Olmakla Meşhurdur

Sadece kendi yüreğinin kabuğunda yaşayan insanların bize verebileceği hiçbir şey olmaz♥
'Sevdiklerinizi yüreklerinden sımsıkı tutun. Yarın, geç olmakla meşhurdur...''🌹
Her an bir umutla
Her an bir ışıkla
Ve her son bir hüzünle perçimlenirken
Binlerce kök salarak kavramalıyız hayatı yeniden
İlla yaşadıkça
Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesidir.
Hepimiz aynı derinliklerden çıkıp geliriz. Derinliklerden çıkıp gelen bir varlık olarak, her birimiz, kendi öz amacımıza varmak için uğraşıp didiniriz, birbirimizi anlamaya çalışırız ama yorumlamaya gelince, herkes yalnızca kendisini yorumlayabilir.
İçimdeki çocuğa yolculukta, saçları örgülü, yüzü güneşten, ayazdan yanık, ayakları çıplak, üstündeki elbiseleri basmadan küçük bir kız çocuğu görüyorum; biraz ürkek, biraz haşarı ve bir o kadar da güzel.
Anlat diyor, ıskalamadan yaşamı ve yaşadıklarını, acıların eleğinden geçerken, yaşam sevincinin ve umutların seni nasıl sen yaptığını haykır, diyor. O içimdeki küçük çocuk, kükredikçe umutlanıyorum.
Bir dağın, bir ağaca söylediği şarkıdan, nehirlerin dingin su seslerinden, ovadaki tek çiçekten, bir tayın yelesinden, şafağın mor kızıllığından geliyorum.
Bülbülün türküsü gibi, sözcüklere dokunan, onları yoğurup köy kokusu sunan; daldan dala konup uçan küçük kuş gibi; tuval, fırça elde, renkten renge, durmadan, gökyüzünü, yeryüzünü boyuyordum.
Yıllar içerisinde çok gezdim, başka ışıklar gördüm. Bitkiye, insana gerekli aydınlığın; göklere, güneşlere ve denizlere göre değişen eşsiz renklerini bir bir saydım. Ama hiçbir şey, kendi içinde, kasabamın sokaklarındaki güneşin yarattığı o değişmez beyazlık kadar yer etmedi anılarımda. Şüphesiz, bu göz kamaşması sadece içten gelen bir şeydi. Yada sadece hafızanın geçirdiği başkalaşımlar da vardı ve ben bunun gerçekliğinden emindim.
Güneşin sarıya boyadığı kül rengi evler, aralarında yeşil otların fışkırdığı bahçeleriyle, çocukluğumu yaşadığım yerler, unutmayacağım kadar göz kamaştırıcıydı.
Sanki ben değil de, bembeyaz bir ışık içine gömülen kendi çocukluğum söz konusuymuş gibi; ilk acıların karşısında gözlerini kırpıştırarak, bütün masumluğuyla duran ve yüreği bambaşka çarpan bu ürpermiş çocuğu tekrar görüyordum.
Olcay Kasımoğlu
''Simurg Olmak Zamanı'' Romanımdan

8 Ocak 2020 Çarşamba

Bilgeliğin Başlangıcı

Yorgunluğumuz sesleri duymayacak kadar derin...

Ne diyor Gülten Akın 'Yol yürüyüş öğretir.'

Yürümek ancak içe doğru yapılırsa anlamlıdır.

''Bazı yolculuklara çıkmak için bavulları doldurmaktan ziyade boşaltmak gerekir, boşaltıp öyle çıkmak o yolculuklara...
Çünkü elinizdekiler değil elinizdir lazım olan, aklınızdakiler değil aklınız, yüreğinizdekiler değil yüreğiniz...''

Ve ne hikmetse  herkes doğru insanı bulamamaktan dert yakınıyor.
Oysa;
Uzun soluklu, sağlıklı ve doyumlu bir beraberlik sadece doğru kişiyi bulunca değil, karşılıklı doğru davranınca sağlıklı yürür.

Önce kendimizin doğru insan olup olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek gerekiyor. Bilgeliğin başlangıcı budur.
Ancak o zaman kendimizle yolculuğumuz başlar.

İnançla yürüyelim kendimize...

#olcaykasımoğlu

Fotoğraf: Yaşar Koç

Hoşgörü

İnsan yaşamını, ifade özgürlüğünü, sadece yasayla korumak mümkün müdür?
Mümkün olmadığını yaşadıkça görüyoruz.Bunun da bir çok nedeni var.
Her şeyden önce toplumda hoşgörü ruhu olmalıdır.
Hoşgörülü insan olmak ruhsal olgunluk ve sağlam karakter ister, buda büyük resmi net görmemizi sağlar.


Hoşgörümüz sayesinde diğer insanları anlamaya başlarız ve onlarla iletişim kurarız.
Hoşgörülü insan olmak insanın değer yargılarını genişleteceği gibi, çevresinde sevilen, saygı duyulan bir insan olmasını da sağlar.
Hoşgörü temelde bizden farklı olanları kabullenmeyi, farklılıklardan doğan zenginliği fark etmemizi sağlar.
Hoşgörü; Farklı açılardan hayata bakmamıza, yanlış algılamalarımızı da düzeltmemize neden olur.

Empati yapmamıza, kişiler arası iletişim de diyalog kurmamıza vesile olur. 

Diyaloğun kurulduğu iletişimlerde ise sorunlar daha kolay hal olur. Hoşgörünün hakim olduğu toplumlarda ortak paydada buluşmak kaçınılmazdır.
Toplumda refah, huzur, güven, sevgi ortamı oluştuğunda bireyler hayattan zevk alırlar, geleceğe güven duyarlar, gergin ve agresif olmazlar.

Velhasıl ‘insanlıkta ve yalınlıkta’ başlı başına bir sanattır hoşgörülü olmak !
Sonra bir türkü tuttursak çıksak dağlara
Özlemleri yüceden yeli inceden
Yalçın dağlarda kendimizi deme bıraksak
Hiç yılmazsak dağ sularına karışsak, arınsak
Düşünü kurduğumuz dünyanın düşüne beraber uyansak..!
Olcay KASIMOĞLU

Benliğimizin Farkına Varmak

Rüzgar yorgun ışıklar ölgün
Olsam kızıl bir bulut yağsam kırlara
Umuşlar kalbimi yıpratıncaya kadar
Sökülsem kırılan yerlerimden..
İnsanlar gerçeklerden uzaklaştıkça, gerçeği hatırlatanlardan nefret eder oldu.
Eteklerimizde taşlar ve ruhumuzda yaralar var oldukça kanayacak hep bir yerler.
O zaman taşlarımızı ayaklarımıza düşürmeden, kanamadan geçebilir miyiz bu hayatın içinden ve kimseler incinmeden geçmişin acılarını çıkarabilir miyiz gün yüzüne ?
Yaşanan toplumsal olayları incelemeden, irdelemeden, sorgulamadan, sağlam gerekçelere dayandırmadan suçlamak ve yargılamak sağduyudan, öngörüden uzak insanların işidir.
Hiç kimse, yaşanan toplumsal olayların üzerinde durup düşünmüyor. . Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes bencilce kendini düşünüyor.
Peki, hangimiz; özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya, yada kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
Arınmanın olduğu yerde, yeni tomurcuklar filizlenir, öfke kin nefret fışkırmaz..
Herkes yüzleşmeli ve silkelenmeli tarihin küf kokan odalarından, çıkarmalı yalanı-dolanı,kıyımı...
Ancak o zaman demokrasiden, insan haklarından, korkmadan,ürkmeden,sancılı rüyalar görmeden bahsedebiliriz..İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
olcay kasımoğlu

Sevme Sanatı

"Bir kadın sevdiği adamın yüzünü bir denizcinin açık denizi bildiği kadar iyi bilir” diyor Balzac.
Ne güzeldir birine “İyi ki Varsın” Diyebilmek
Ayağa adım, dile söz, omuza dokunuş, cana can olur.
Her şey kendiyle çoğalır
Sevgi sevgiyle çoğalır, sürekli bir devrim gibi
İyi ki Varsın Ne Güzeldir "İYİ Kİ VARSIN" Diyebilmek....
Ve Beklemek, nedeni olan için çok güzel..
Her şeye rağmen, yaşamın içinden bir lezzettir beklemek, yüreği bükerek eğiten, sabrı öğreten, ruhu geliştiren bir zaman yolculuğudur beklemek...
Erich Fromm, sevme sanatı kitabında;
“bir insan başka birine sahip olduğu en değerli şeyden, yaşamından verir.
sevinçlerinden, anlayışından, bilgisinden, üzüntüsünden içinde canlı olan her şeyden verir der ve ekler:
“bazen bir şeyler vermek için bir bakış bile yetebilir”...
Biliyorum bir şeyler var
Senden gelip
İçimi maviye boyayan
Bir ışık yumağı gibi
Yıldızlı geceyle buluşturan
Bir şeyler var bir türlü vazgeçemediğim...

6 Ocak 2020 Pazartesi

Düşünce Zenginliği 🌹

Düşünce zenginliği;
Parayla, makamla, diplomayla satın alınacak bir şey değil...
Bakış açısı ve yaşamın içerisindekileri bir değer olarak kabul görme anlayışı...
Her insanın değeri ve değerleri vardır. Değeri belirleyen, statü ve makamlar değildir, kaldı ki statüler insana değer katmaz, makam ve statülere değer katan insandır.
Yaşamımızın her alanı, ilişkilerimiz, bize kim olduğumuzu hatırlatmak adına ışık tutarken; yaşamımıza hakim olan düşünce tarzlarımız, davranışlarımız, inançlarımız, duygularımız, tepkilerimiz; bizim yaşam üzerinde ki rollerimizi de belirleyici kılıyor.
Yaşam içerisinde her insanın yaptığı iş, ürettiği değer bizim için önemlidir..
Sadece bir insanın var olması, üretmesi bile yaşama ciddi bir destektir.
''Birinin yaralarını sarmaya çalışıyor olmamız tamam olduğumuz anlamına da gelmiyor, tastamam olmayan halimizle de birbirimize iyi gelebiliriz.''
Bu bilince sahip olduğumuzda sıfatlar ve makamlar değil, insanın yaşama kattıkları önem kazanacak..

Hayat Eşya Değildir..


“Kendim ve dostlarım için ve zamanın akışını yumuşatmak için yazıyorum.” demiş, Jorge Luis Borges
Bende: kendi bilincimle, irademle,seçimlerimle,seçtiklerimle, değerlerimle, insanı sorumluluklarımla, bir nebzede olsa, yaşama dokunmak için yazıyorum..
Çünkü, hayatı ezberlemek başka; anlayarak, gözlemleyerek, deneyimleyerek, sevgiyle dokunmak bambaşka...
Kendimizi deneyimleyerek, olanaksızlıkları öğrenerek kendimizi bulduğumuzda, yaşamın en kıymetli hediye olduğunu göreceğiz.
Yaşamı ''yedeğimde saklamak değil'' yaşamı, yaşanılır kılmak ve anlamlı yaşamak istiyorum diye bilmektir, YAŞAMAK...
Biliyorum ki, irademiz dışında; güneş doğacak, çiçekler açacak, rüzgar esecek, yağmur yağacak ve olması gerekenler kendiliğinden olacak.
Önemli olan, bu dengenin içinde biz ne öğrendik neye şahit olduk ve hayatımızı bunlarla ne kadar bütünleştirdik, sesimizi ne kadar katabildik ?
Her günün ''yeniden doğmak olduğu'' her nefesin ışık süzmesiyle yeniden yaşamak olduğunu; kötülüğün, sevgisizliğin olmadığı bir ''erguvan imparatorluğunda'' yaşam tacını takıp, içtenlik, erinç, coşku ne varsa, olanca görkemiyle yaşamaktır, YAŞAMIN ANLAMI...
Hayatın sevgi diliyle öğrenildiğini, öğrenilirken de sorgulamaktan hiç korkmamayı, sanata ve bilime önem vermeyi, bilmediğimizi araştırmayı, kendimizi güncellemekten asla vazgeçmeyeceğimizi söyleyebiliriz, yaşam işçisi yüreğimize..!
Çoğu zaman, başkalarının dayattığı kurallara ve değerlere göre yaşıyoruz. Yalanları, oyun bozanları, sorgulamadan kabul ettikçe içimizdeki sızı ve yalnızlık daha da arttı.
Her şeye sahip olmak için uğraştıkça, hayatlarımıza sahip olundu.
Düşlerimize birer birer el koydular.Her şeyin ucuz bir metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı bir ortamda sevgiyi, dostluğu, bilgiyi, güveni, içtenliği parayla satın almaya ve mutlu olmaya çalışıyoruz.
Kimse yuvasında değil, herkes başkasının kapısını çalmakta, başka hayatlarla avunmakta, hazıra konmayı amaç edinmekte. hazır söylemlerle yaşama sarılmakta, ne olduğunu bilmeden kendine sunulan yaşam tarzlarını benimsemekte.
Bizi hep başkaları tanımladı, hangi mesleği yapacağımıza bizim adımıza karar verdiler. Kiminle evleneceğimize, hangi partiye oy vereceğimize, hangi takımı tutacağımıza hep başkaları karar veriyor
Sonuç: mutsuz, umutsuz, kuruntulu, endişeli, arabesk söylemler yaşamın merkezi olmaya başlıyor.
Yaşamın doğasına aykırı sularda yüzüyoruz. İnsan doğasına uygun olmayan ne varsa onları işlemeye çalışıyoruz.
Bilincinin güzelliğini ve yaşamının değerinin sürekliliğini korumak istiyorsak, önce kendimizi öğrenmeye ve organize etmeye, ardından da hayatı tanımaya ve olumlamaya özen göstermeliyiz.
Değil mi ki; kalbimizin çıkarttığı sesin bile bir anlamı olmalı..
Değil mi ki; dilimiz söylediğinde, kalbimizin sesinde, dolup boşalmasında herhangi bir değişiklik olmuyorsa, ne anlamı var söylenenlerin.
O’nun sözlerini kulaksız duy, ona dilsiz dudaksız söz söyle.Çünkü dille, dudakla söylenen sözün ayrılıklar vermemesine, insanı incitmemesine imkan yok, demiş (Mevlana)
Anlamak sadece sözcüklerle değil, duyarlıkla da mümkündür aynı zamanda.
Biz kendi şişkin egolarımızı söndürmedikçe, havasını indirmedikçe, birbirimizle değil konuşmak, sadece kendimizi anlatmaya devam edeceğiz.
''İnsanlar kelimelerle, sözlerle bir şeyler anlarlar ama birbirlerini o kelimelerden, o sözlerden dolayı anlamazlar. Sözleri aşan bir anlaşma alanı vardır insanlar arasında. Tabii burada sözlerin vazgeçilmez bir yeri vardır ama insan anlaşması sadece sözle olmaz. İnsan anlaşması sezgi ile olur, sezginin de ne olduğunu bilmiyoruz.
Yani insanlar birbirlerini sevdikleri için birbirleri ile anlaşırlar ve birlikte bir şey yaparlar.
İnsanlar birilerini kendilerine uzak, yabancı, nefret edilecek diye saydıkları için onlarla savaşırlar. Ve bunların kelimelere dökülebilir bir tarafı yoktur. Biz kelimelerden o sonuca varmak için bir şey elde ederiz.''
Kendi varlığımın sınırlarını fark edip, kendi egomu söndürerek diğer varlıklarla, doğanın sesine, ritmine, müziğine yüreğimin sesiyle katılmak istiyorum.
Görmeden bakan, duymadan dinleyen, hissetmeden dokunan, düşünmeden konuşan insanlardan uzaklaşarak;
Tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek, herkesten daha çok daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak istiyorum....
İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına kulaklarımızı tıkamadan; kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça; kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi; amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor.
O zaman başkalaşır dünya/ tutkular ten olur, düşünce tenleşir/ ruhlar özgürleşir, yok olur prangalar..
İnsanın duruşu ne kadar derinse, ne kadar özgürse ruhu, ne kadar güzel görebiliyorsa; o kadar geniş, o kadar uçsuz bucaksız, o kadar güzeldir yaşam manzarası.
Bunun içinde, sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak gerekiyor. Nede olsa, onlarda tozlanır, katılaşır, sağırlaşır, koylarına çekilir zaman zaman...

Tanrım Ne Büyük Şey Şu Huzur

Sadece kendin ol.
Kendi hikayenin kahramanı ol.
Başkalarını ışığınla aydınlat, mutlu olduğunla yoluna devam et.
İnsanın hayattaki en büyük başarısı kendini bilmesi, kendinin farkında olmasıdır.
Kaldı ki herkesle aynı olmak zorunda da değiliz.
İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına kulaklarımızı tıkamadan kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başlıyor.
Kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor.
Bunun içinde, sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak gerekiyor. Nede olsa, onlarda tozlanır, katılaşır, sağırlaşır, koylarına çekilir zaman zaman...
Hayat, eşya değildir; gerçek olan yaklaşımlarımız ve içimizdeki sesimizdir...
İnsanlar vardır
Ömrümüzden gelip geçerler
Kimileri masal tadında kalarak
Kimileri silinmeyecek izler bırakarak
Yorgun ömre su olur giderler
İnsanlar vardır
Kirpiklerimizden doğmuş hüznü
Göz uçlarına alarak
Ve ortasından geçerek acının
Zamanın sonsuzluğuna giderler...
Yaşama tüten çiçekler gibi
Ben kalanlardan yanayım
Özgün ve özgür sevdası olanı
Kalbi bir yudum su
Bir dilim ekmek olanı
Sevgiyle
Bilgiyle
Şefkatle kendini besleyin severim...

3 Ocak 2020 Cuma

Kendi Acımızdan Başka Acı Tanımaz Olduk !

Bir çocuk gördüm, ağlıyordu. Çünkü evlerinin kapıcısının oğlu ölmüştü. Ana, babası önce bıraktılar ağlasın, sonra sıkıldılar bundan.
-Niye ağlıyorsun? dediler. Senin kardeşin değildi ki o.
Çocuk gözyaşlarını sildi. Korkunç bir şey öğrenmişti: Demek ki, yabancı bir çocuk için ağlamak gereksizdi. Simone de Beauvoir

Kanıksanmış duyarsızlık algısı böyle oluşuyor, oluşturuluyor.

Her akşam televizyon dizilerinin başında, hayatlarını başkalarının hikayeleri üzerinden yaşayanlar, dizi kahramanlarıyla özdeşleşerek gerçeklik algısını yitirenler, kendi hayatlarına ne kadar ilgi gösterirler veya kendi hayatlarının sözcüsü olabilirler?

Umursamazlık almış başını gitmiş, şiddet ve ölüm haberlerin, etkili bir korku filmi tadında izleyen seyircinin “kurban etkisi” denilen şiddete kayıtsız kalma durumuna dönüşmüşse yeniden silkelen meliyiz !

Kendi hayatının anlamını değil, başka hayatların anlamı üzerinden yaşama yürüyenler, kendi hayatlarının yaratıcısı nasıl olabilirler ?

Ölümün kanıksandığı, sizden bizden algısına dönüştüğü yerde, hangi vicdandan bahsedebiliriz ?

Kendi sosyal statüsünü kaybetmekten korktuğu için susmak, yaşanan kıyımları görmemezlikten gelmek ve her şeyi akışına bırakmak, bana dokunulmasın da ne halleri varsa görsünler düşüncesi hakim olmaya başladıkça; amaçsız, bencil, hoyrat benlikler çoğalmaya devam ediyor.

Özellikle eğitim ve kültür-sanat alanındaki gündelik politikalara, bilimle-sanatla asla yan yana gelemeyecek tutumlara, dayatmalara ve anti-demokratik yasalara, yoksullaşmaya, sadaka kültürünün normalleştirilmesine baktığımızda; toplumda yaratılan algı ile insanlar da sürü bilinci hakim olmaya başlıyor.

Sonuç;
İnsanların bencilliği ile başlayan kayıtsızlık, zamanla içselleşerek; akılsızlaşmayı, vicdansızlaşmayı ve beraberinde omurgasızlaşmayı başlattı.

Olcay Kasımoğlu

Ülkene Götürdün Beni

Karanlık geçmişin, sessiz bir tablosudur Zerkalo.
Sinema ve şiir; düşleri, sonsuzluğu ve aşkı, kısacası insanın kendisini anlatmak için kullandığı ifade biçimlerinin başında gelir.
'Ruhumuz bedensiz / Bir günahkar sanki/ Ve sanki cevapsız bir bilmece… / Ve ben rüyamda/ Bana bir başka kılıkta /Başka bir ruh gibi görünürüm / İnançsızlıktan, umuda koşar...'
İnsan;
''Şu an için kendisini yüksek binalara, kafeslere, hapsetmenin peşinde olsa da, insanoğlu için doğaya ve çocukluğun saf huzuruna kanat çırpma vakti gelecektir.''
Evet gelecektir, buna kalben inanlardanım.
Yeter ki kendimize yürüyelim. Önce kendimizi dışarı çıkartalım. Bir görelim iç doğamızı aynamızda.
Sürekli şüphe içindeyiz ve telaşlıyız. Durup düşünmeye zamanımız yok.
İnsan hiç elinde ki bardak kırıldı diye su içmekten vazgeçer mi?
Değersizlikten ve anlamsızlıktan kurtulmak ve ruh mükemmelliğine ulaşmak için Ayna’ya bakmayı, orada görülen tabii derinliğe sahip çıkmayı önerir bize Tarkovsky.
Film bizi;
"Şiirsel ve bazen gittikçe ağırlaşan bir zeminde, geçmişin kapılarını aralayıp çocukluğun coğrafyasını, ergenliğin ve bir adam olmanın anlamlarını yoklayan bir genel bir tutuma sahiptir.
Ağırdır Ayna, evet, zordur ama bu ağırlığa ve karmaşaya rağmen kendi yüzümüze çekinmeden bakmaya çağırır."
Ta ki içimizde ki öze ulaşıncaya kadar...
“Buluşmalarımızın her anını/ Bir mucize gibi coşkuyla kutlardık/ Yeryüzünde yalnız biz vardık/ Sen bir kuş kanadından daha hafif ve inceydin/ Bir hayal gibi, merdivenleri uçarak/ Yağmurlarla ıslanmış/ Leylakların arasından/ Geçirip, aynanın ötesindeki/ Ülkene götürürdün beni''
Tarkovsky’nin Ayna’da yaptığı 'değerli olan anların şiirsel renklerle süslenmesi' onun filmleri sadece hissedilmelidir dedirttiriyor bana.
Ve dünyalara sığamazken, bir çift göze, bir dizeye sığdığı sığındığı zamanlar...
''Çağlar elbet değişecektir, ancak insanlığın özü ilelebet korunacaktır...'' der Tarkovsky'mız🌹
Aslında böylesi bir sorgulama herkes için, hayatın her anında gereklidir.
İzlenmeli, duru bir zihin ve açık bir kalple...
#olcaykasımoğlu

Yaşamak Azmi

Sadece gördüğüyle yaşamı yorumlayanlara, yaşama gereksiz anlam yükleyenlere fazla bir şey vermez.

Yaşamın mücadele ve azimle nasıl bir döngüyü tamamladığını Ağustos böceklerinin serüvenini okurken bir kez daha hayranlıkla içselleştirdim.

Okuyalım bakalım;

”Dişi Ağustos Böcekleri yumurtalarını ağaçların taze dalları içine bırakır. Ağaç dalı içinde
yumurtadan çıkıp, bir kurtçuk olarak dünyaya gelen Ağustos Böceği, dört hafta boyunca ağaç
dalının özsularını içerek beslenir. Yani onun süt annesi ağacın dalıdır. Bu dört hafta içinde
büyür, serpilir, çok güçlü bir çift ön ayak ile gagaya benzer güçlü bir ağza sahip olur. Sonunda
dalda bir yarık açıp, dışarı çıkar ve bırakıverir kendini toprağa. Bu zorlu bir hayat sürecinin
başlangıcıdır. Hemen toprağı kazmaya başlar ve dibine düştüğü ağacın köklerine ulaşarak,
köklerin öz suyu ile karnını doyurur. Yıllar boyu durmadan, bıkmadan ve yorulmadan açtığı
tünellerle beslenmek için diğer köklere de ulaşır ve böylece aradan koskoca onyedi yıl geçer.
İşte Ağustos Böceği’ nin yaşamı; karanlıkta, toprak altında geçen ve büyük bir mücadele,
sabır, çaba gerektiren bu zorlu onyedi yıldır! Şaşırdınız değil mi?
Bu onyedi yıl sonunda iyice olgunlaşıp büyüyen Ağustos Böceği için artık yeryüzüne
çıkma vakti gelmiştir. Kabuğu iyice kalınlaşmış, bir çift güçlü kanatı oluşmuş ve artık uçmaya
hazırdır. Nihayet Ağustos ayında toprağın üstüne çıkar, birkaç gün güneşin altında sabırla
üstündeki sert kabuğun yırtılmasını bekler. Solunum yolu üzerinde kalan sert iki kabuk ve
kabuk üzerindeki ince bir zar ile bu zara bağlı kaslar onun sesi soluğu olur. Onyedi yıllık
suskunluğun ardından, vücudundaki bu kasları saniyede yaklaşık beş yüz kez hareket
ettirerek, sesini bütün dünyaya duyurmaya başlar adeta. Ama artık onun yeryüzünde sadece
dört haftalık ömrü kalmıştır. Ömrünün son deminde, çoğalmak ve neslini sürdürmek
içgüdüsüyle hareket eden erkek Ağustos Böceği’nin, artık kendine bir eş bulması gereklidir.
Bunu da sesiyle seranad yaparak başarır. Çok kısa süren bir aile hayatından sonra dişi Ağustos
Böceğine tohumlarını bırakır ve Eylül gelip, dişinin yumurtlaması tamamlanınca, herikisi
birden hayata veda ederler.”
İşte böyledir Ağustos Böceğinin mücadele azmiyle hiç vazgeçmeden sürdürdüğü gerçek
hayatı.


Olcay Kasımoğlu