Translate

22 Aralık 2018 Cumartesi

SANATIN OLDUĞU YERDE SANAT KOKAR
Fırında ekmek, memleketimin dağlarına-tepelerine çıktığınızda ise kır çiçekleri kokar.
Şiirin, hikâyenin, romanın, resmin, fotoğrafın, heykelin olduğu yerde ise sanat kokar… Bu kokuların biricik sahibi sanatçıdır. Sanatçının engin düşleri, yenilikçi düşünceye olan açlığı, edinimleri ve en değerli sezgisi; bu kokunun mayasıdır.
Sanat kokan yerler bir başka olur. Her gün yığınla kargaşanın yaşandığı, kentlerin insanları almadığı X, Y, Z kuşaklarının yan yana yaşadığı dünyamız sanata uzak görünse de, sanatın yalnızlığı, kendine özgü yetinmesi; o muazzam dengenin kendisidir.

Asi ve Mavi’si babama ithaf en yazıldı… Mavinin hâkim olduğu kitap kapağı üzerinde güneşe doğru uçuşan kelebekler;  ilk fırsatta ve neredeyse bütün şiirlerinin özüne yerleştirdiğim sevgiyi, barışı, özgürlüğü, hiçbir sınıra,sınıfa  ait olmamayı anlatıyor…
İçi sevgiyle mayalanmış her insan gibi babamı çok sevdim. Bu sevgiyi şu dizelerde bulabilirsiniz;
“ Gülüşü yüreğinde asılı adam/ ben seni çok sevdim! / sadece babam olduğun için değil/ iyi bir insan olduğun için/ sözde değil özde namuslu/ onurlu bir insan olduğun için sevdim/ “

Asi ve Mavi ikinci şiir kitabım. Her daim açılıp bakılacak; yaşamın değişkenliği, teknolojinin sonsuz hizmetleri son hızla devam ederken bile insanın sevgisiz yaşayamayacağını evrensel bir dille anlatıyor. Bu anlatıma bu şiirimle  örnek verebilirim;

“ Diyar diyar sevda üfledim dizelerime, üfledikçe sevdadan başka bir şeye inanmıyorum.
Toprak kokusu olmayan yağmur, tuzsuz bir yemek, yolu olmayan bir dağ, mavisiz gökyüzü, çocuksuz anne, dalgasız deniz, aşksız hayat nasılsa ‘şiirsiz bir hayatta’ bana öyle.”
İnsanlar, insanlık yolunda bugüne gelmeden önce masalları, destanları, hikâyeleri çağırdılar. Her daim onların yanındaydı düşlerden, umut ve ümitlerden süzülen masallar, mitolojinin sıra dışı gösterileri. Gerçeği arayan filozoflar da nasırlaşan düşünceleriyle elediler çağlar boyu, insana yakışacak en özgün erdemi.
Nice savaş; korkunç ölümler ve iktidarlar; kahramanlığın yanında hilebazlığın en denenmemişini yaparken bile tutunamadılar insan yolculuğuna öncü olan sevgi, özlem kuşağına maya olamadılar.”
 Üretiyorsa insan, gelişime, döngünün ilahi iradesiyle katkı veriyorsa, büyük girdaplardan ne kadar uzak ve yaşam içinde yaşatmaya ne kadar çok olduğunu düşündüm..

Olcay Kasımoğlı



Şiire bakış Açım

Şiirlerim de toplumu anlama ve algılama çabalarımın yanında, en temel duygumuz olan özgürlük ve özgürleşmeye, öğretilerden arındırılmış sevgilere, erkek egemen toplumun sosyal, psikolojik ve ideolojik bütün dayatmalarına karşı bir sesin yükselişidir aynı zamanda...
Seviyorum, şiirle
 yaşama uzanan yolculuklarımı, derinliklerimi ve küçük insan koylarını...
Ve şiir; kendime, yaşama karşı duyduğum en büyük sorumluluklardan biridir.
Bunun yanın da sadece düşünmek var etmez insanı; duygularını, ruhunu ve hatta zekasının geliştiren asıl öğreticiler acılardır.
Toprağın  kokusu,rüzgarın türküsü,yolların hikayesi,
ve yüzümdeki gülüşün beslediği kuşlar ve aşklar...Hayatın düşlere borcu olduğu gerçeğinden umutla,içsel seyahatimin yoluna ateşler yaktım aydınlatsın diye...


Böylesine öfke ve nefret dolu bir dünyada, Sanatın; halden bilene, hali okuyabilene, halden anlayabilene ihtiyacı var.
Özellikle sanatın, bir hesap ya da bir usa vurma işi olmadığını düşünüyorum.
Sanat var oldukça, bilim ve sanatla beslendikçe; doğanın ve insanın yoldaşlığı daim olacak..
Gördüğünü anlamak,yorumlamak, empatı ayağını kullanmak ne kadar önemliyse, duygu ve düşünceleri şiirle anlatmak bir o kadar önemli.
Ve şiirin içsel yolculuklarıdır bizi yeniden, yeniden doğuran.
Düş dünyamızı besleyen, insan bahçemize değer katan, üreten ve yaşama incecik dokunuşlar bırakan bütün edebi paylaşımları saygıyla selamlıyorum.


Tek bir mısra yazmak için bile;
insanları, hayvanları tanımak, doğanın sesini kalbimizde duymak ve sabahları çiçeklerin açılırken “nasıl titrediğini '' yüreğimizde hissetmemiz gerekir.
Çünkü şiir, insanı kendisinin dışına çıkartır ve yine kendisine yolculuk başlatır.
Bilinmez diyarları, gelecek kavuşmaları,beklenilmeyen rastlamaları, çocukluk günlerinin iç çağlayanlarını, geçen sessiz günleri, denizin kendisini ve yıldızlarla uçuşan yolculuk gecelerini yeniden yaşamak, yeniden dillendirmek gerekir derken;
şiirin içsel yolculuklarıdır bizi yeniden yeniden doğuran

Yeni gün doğumlarına şahitlik etmek, sevgiyi bütün derilerinden soyunmuş olarak yaşamak; bunun yanında ölüme şahitlik etmek ve gidenin yüreğimizde bıraktığı acıya, yoksunluğa yeniden biçim vermek ve hayatın eksikliklerini, aldıklarını ŞİİRLE tümlemeye çalışmak gerekir.
Ve en önemlisi: ortak bir duyarlılık, vicdan oluşturmak, olayları ve olguları güzel ve farklı bir dil kullanarak gündeme getirmek, toplumun sözcüsü olmak gibi işlevleri de vardır şiirin.
Topluma kazandırılmak istenen değerlerin sözcülüğünü yaparken; değişen, gelişen dünyayı anlamaya ve tanıtmaya çalışmak,demokrasi ve özgürlük kavramlarının kalıcı olmasında önemli pay sahibi olmuştur şiir...
Bütün bunların, sabırla, bilinçle süzülüp; mısralardan ahenkle bize akması için, yaşamı şiirle taçlandırmamız gerekir. Şiir sadece kendimiz için değildir ''bilgidir'' bizden sonra gelecek kuşaklara rehberdir aynı zamanda.

Olcay Kasımoğlu

SARIKAMIŞ DESTANI

Uluslar, kahramanlarını önemsedikleri oranda güçlü oluyorlar…
Palavradan kahramanlık menkıbeleriyle değil…
''Osmanlı ordusu, 22 Aralık 1914 sabahı, 75 bin 660 savaşçısıyla toplam 118 bin 660 kişilik, 94 piyade taburu, 20 süvari bölüğü ve 228 topuyla "Sarıkamış Kuşatması" adıyla tarihe geçen harekata başladı. Oysa o sabah, dehşetli bir kar fırtınası ve tipiyle açılmıştı. Hava çok kötü olmasına rağmen ilk gün, harekat planı aynen uygulandı. İkinci gün kar ve tipi bir türlü aman vermiyordu, erzak ve teçhizat ileri hatlara taşınamıyordu. Askerler aç, çıplak, donanımsız, yalınayak başı açık durumdaydı. Zemheriler diye bilinen en soğuk günlerdi ama, onbinlerce asker dinmek bilmez bir tipi altında dağlara sürüldü.
Bir asker, anılarında şöyle anlatmıştı yaşadıklarını:
“Bu yaz, iki alayımızla Yemen’den buraya naklonulduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık ki, Arabistan’ın cehennemî sıcağı Köprüköy’deki ayaz yanında nimet-i ilâhi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım, beni sıhhiyeye nakletmiş ise de, tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekrar takımıma döndüm. Akşam yaklaşınca Köprüköy’e civar dağlardan tipi boşanır. Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen yazlıklarını atacağımızı müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Başkumandan Paşa Hazretleri’nin gelmesi ile, Moskof’un kahrolacağından ve kâfirin, karşımızdaki tepelerde geceleri seyrettiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden subaylarımız çok emin. Şafak söktüğünde 2059 rakımlı Kızkulağı Tepesi’nden Moskof obüs yağdırır ama şükrolsun, zafer bizim olacak. Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa Hazretleri acele gelse ki, ateşe kavuşsak...”
Oysa, Enver’in gelip taarruzu başlatması, felaketin de başlangıcı olacaktı… Ne yazık ki, geleceği söylenen kışlık kıyafetleri taşıyan gemiler Karadeniz’de Ruslar tarafından batırılmıştı. Bunu bilen, ama hiç açıklamayan Başkumandan Vekili, şu sözlerle soğuktan tir tir titreyen askerin maneviyatını okşamayı düşünmüştü:
“Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarık, sırtınızda paltonuz olmadığını gördüm. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda Kafkasya’ya gireceğiz. Orada her türlü nimete kavuşacaksınız. İslâm aleminin bütün ümidi sizsiniz...”
Türk askeri, sayıca az ama kış şartlarına hazırlıklı Rusların üzerine imkansızlıklar içinde yürümeye başladı. Gündüz başlayan yürüyüşte yumuşayan çarıklar gece donuyor, bir mengene gibi ayakları sıkıyordu. Adım atmak imkansız hale gelmişti. Ayaktan başlayan donma, yavaş yavaş tüm vücuda yayılıyordu. Askerler olduğu yerde zıplıyor, atlar, kendini karların içine atıyordu. Ruslar ise Sarıkamış'taki sıcak karargahlarında bekliyorlardı. Mehmetçikler durmaksızın yürüdüler, Bardız yaylasına, Çerkezköy'e, Oltu’ya, Allah-u Ekber dağlarına, Sarıkamış'a giden mevzilere yürüdüler. Açlık, soğuk, yorgunluk aman vermiyordu. Artık savaşmak için değil, hayatta kalabilmek için yürüyorlardı ama, ölüm birer birer değil onar onar vurmaya başladı birlikleri… Arada sırada Rus askerleriyle çatışmaya giriyorlardı. Ama en büyük savaş doğaya karşı veriliyordu. Şiddetli tipi yüzünden 2 Türk tümeni birbirine saldırmış ve bu olay 2000 askere mal olmuştu. Donup kalan neferler, ordunun geçtiği yola bırakılan işaret taşları gibi diziliyordu. Kimi çömelmiş, kimi oturmuş, kimi yuvarlanmış, kimi de bir ağacın gövdesine dayanmış kardan heykellere dönüşmüşlerdi.
9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köprülülü Şerif İlden, şahit olduğu manzarayı şöyle anlatıyordu:
''…En nihayet dağa çıktık. Bizi çok geniş ve uçsuz bucaksız sanılan bir kar yaylası karşıladı. Pek yorulmuş ve takatsiz düşmüştük. Tam yayla üstünde keskin bir rüzgâr ve şiddetli bir tipi başladı. Bu andan itibaren göz gözü görmez oldu. Kimsenin kimseye yardım etmesi ve hatta söz söylemesi, sesini işittirmesi imkânı kalmadı. Uzun, sonsuz denecek kadar uzamış olan yol kolu dağıldı. Herkes kendi canının derdine düştü. Asker enginlerde, dere içlerinde, orman bucaklarında, nerede bir kara nokta, dumanı çıkan bir ocak gördüyse oraya saldırdı ve kolordu çözülüp eridi... Subaylar çok uğraştılar, fakat kimseye söz işittirmek gücü kalmamıştı. Hala gözümün önündedir; yol kıyısında karların içine çömelmiş bir er, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış, titreyerek, feryat ederek dişleriyle kemiriyor, tırnaklarıyla kazıyordu... Kaldırıp yola götürmek istedim. Er önceki hareketlerini hiç bozmadı ve beni hiç görmedi. Zavallı cinnet geçiriyordu... Böylece şu uğursuz buzullar içinde biz belki 10.000'den çok insanı bir günde karların altında bıraktık ve geçtik...''
23 Aralık 1914’te, harekatın acı sonucunu, Hafız Hakkı Paşa şu cümleyle açıkladı Enver’e:
“Bitti paşam, ordumuzun kısm-ı küllisi mahvoldu. Toust est Perdu, Sauf L'Honneur!!!” (Şeref hariç, herşey bitti...)
Bu haber üzerine Başkumandan Vekili atının yönünü geriye çevirdi; önce Bardız, ardından Pasinler üzerinden Erzurum’a ulaştı. Orada kimseye görünmeden bir araç temin ederek İstanbul’a kaçtı. Kimseye bir açıklama yapmadı ve Sarıkamış hakkında konuşulmasına da engel oldu. Dönüşünün hemen ertesinde, Çanakkale’deki 19. Tümen’in komutanlığına yeni tayin edilmiş olan Yarbay Mustafa Kemal’le Harbiye Nezareti koridorlarında karşılaştı. M. Kemal’in savaş hakkında sorduğu “Nasıl geçti?” sorusuna kısaca “İyi geçti, vuruştuk işte…” diyecekti…
Bu facia hakkındaki düşüncesini o günlerde bir sohbet sırasında Harbiye Nezareti Ordu Daire Başkanı Behiç Bey’e, “Bunlar nasıl olsa birgün ölecek değiller miydi?” diyerek açıklayan Enver Paşa, Kuvayı Milliye döneminde Moskova'da karşılaştığı ataşemiliter Saffet Arıkan'ın sorularına, "Askerimiz zaten açlıktan ölecekti. Hiç değilse cephede düşmanla çarpışarak öldüler" yanıtını vererek, yıllar sonra bile olaydan ders almadığını, pişmanlık duymadığını kanıtlayacaktı...
Köprülülü Kurmay Yarbay Şerif İlden, sonunda esir düştüğü Sarıkamış Harekatını anlattığı anılarını şöyle bitiriyor:
“…Enver, devlet işleriyle ilgili her girişime atılırken belki can atarak ‘Aman batıyor, kurtarayım’ demiştir. Fakat girişimi başarısızlığa uğrayınca sadece basit bir dudak büküşüyle ‘Zaten batacaktı, battı’ deyip geçtiği ise kesindir…
… Tarihlere ant olsun ki, büyük bir Türk ordusu bilgisiz ve deli komutanının hırsıyla yüksek dağlar üstünde kara kışın tipisiyle yüzyılların düşmanının güllesi ve kurşunuyla uğraşa cenkleşe ulusal bağımsızlık uğruna tümüyle mahvoldu da, bir eri bile sırt çevirmedi…
Sarıkamış’ta hiç panik olmamıştır…”
Görünüşe bakılırsa; Sarıkamış’a ulaşmayı başaran, ama kentin hemen dışında soğuğa teslim olan bir Türk birliğinin askerleri, Rus kurmay başkanı Pietroroviç’i Enver’den daha fazla etkilemişti. Şöyle not aldı anı defterine Rus subayı:
“….Allah-u Ekber Dağları’ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel tanrılarına teslim olmuşlardı. 24.12.1914 Perşembe...”
Enver bu kadar kanla da doymayacak, dört ay sonra Filistin ve Çanakkale’de, bir yıl sonra da Galiçya’da harcayacaktı binlerce Türk askerini…
Ertesi ilkbaharda, karlar eriyince felaketin boyutu daha bir belli oldu, ortaya çıktı. Türk askerlerinin cansız bedenleri, bütün kış boyu kurdu kuşu beslemişti… Yöre köylüsü, ağaçların üstünde at, katır ya da insan iskeletleri görüp dehşete düşüyordu; “O iskeletler nasıl çıktı oraya?” diye…
Oysa, ağacın üstüne çıkan iskeletler değildi; ağacı tümüyle örten karların üzerinde yol almaya ve dağı geçmeye uğraşan 3. Ordu erleri donup kalmışlardı kıvrıldıkları yerde… Cesetlerini önce vahşi hayvanlar parçalamış, sonra da kuşlar, kargalar didiklemişti. Etlerinden sıyrılan iskeletler de karların erimesiyle ağaçların tepesinde kalmışlardı.
Sarıkamışlı bir ihtiyar şöyle anlatıyordu gözlemini:
“Buradan o dağlara baktığımızda, üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların, kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu yanlarına gidince anladık…”
Yetkin İşcen



Sarıkamış Şehitleri
Daha on dördünde gül dalı tomurcuklar
Üşüyor eller, ağlaşıyor ayaklar
Esiyor rüzgar nar kesiyor yanaklar
Dağlar, kuşlar, kurtlar feryat figan
Doksan bin fidan Sarıkamış'ta
Karlar üzerinde sırt sırtta diz dize yatıyor
Ağlıyor toprak donuyor çocuklar
Yazıyor tarih...
Sahi
Davalı kim
Davacı kim
Hangisi alacaklı insanlıktan...

21 Aralık 2018 Cuma

Bütün tenler hüzünlü anla.
Ama ben, seni bağrına basan...

Hayatın bize sundukları güzelliklerle dolu olabilir ama hırs, aç gözlülük insanların ruhunu zehirliyor.
Bolluk getiren makineleşme, neden bizi insan yoksulu kılıyor?
Edindiğimiz bilgiler, insanlarla aramıza, neden görünmez duvarlar örüyor?
Zekâmız genişliyor, genişledikçe çok fazla düşünüyor ama çok az hissediyoruz, gülüşlerimiz tutsak, samimiyetimiz azaldı. Asık suratlı, sabahına yorgun ve bitkin uyanan gözlerle yaşamı kucaklıyoruz.
Komşuluk ilişkileri neredeyse yok denecek kadar azaldı. Yardımlaşma, paylaşma ve dokunma duyguları sudan sebeplerle sığ sularda yüzüyor.
Kullandığımız teknolojik aletlere fazla anlamlar yüklüyoruz.
Online bir yalnızlıktayız ve teknolojinin sunduğu imkânlara kapılmış gidiyoruz. Seçici olmadan, bilgiyi sorgulamadan fikir sahibi oluyoruz.
Burada teknoloji kötü diye bir sonuç kesinlikle çıkmamalı.
Bizler birer makine değiliz, insanız.
Bu buluşların var oluş nedeni, doğaları gereği; evrensel kardeşliği oluşturmak ve sınırları ortadan kaldırmak için geliştirildi.
Ne olursa olsun makine kafalı, makine kalpli adamlar olmayalım.
İnsanlar; makineleri yapacak güce sahip olduğu gibi mutluluğu da koruyacak güce ve bu hayatı özgür, güzel kılacak algıya sahip olmalı.
Bu hayatı olanğanüstü bir maceraya çevirecek olan yine bizleriz.
İnsanca bir dünya için, evreni, doğayı korumak adına ihtiyacımız kadarını tüketelim. Herkese çalışma şansı vererek, gençlere gelecek, yaşlılara güvenlik sağlayacak bir dünya için mücadele edelim.
Yaşamın köhne alışkanlıklarına bağımlı olmak, sınırlara ve öğretilere boyun eğmek doğaya aykırıdır.
Doğal hayatı koruyarak, doğayı beton yığınına çevirmeden, ilimle, bilimle yol alalım.
Dünyayı özgürleştirmek için, ulusal sınırlar olmadan yaşayabilmek için, hırstan nefretten, kibirden, hoşgörüsüzlükten kendimizi arındırmak için, sağduyulu bir dünya için çalışalım.
Bilimin ve teknolojinin hayatımıza olumlu katkılar sunacağı ve mutluluk getireceği bir dünya için mücadele edelim.
#olcayKasımoğlu
DEĞİŞİME DİRENENLER

İnsanın kendine yatırım yapmasının ne olduğunu bilmeden, dünya malına yatırım yapa yapa ömürden saya saya bir yol tutturmuş gidiyoruz.
Hayatın bize sundukları güzelliklerle dolu olabilir lakin hırs ve aç gözlülük insanların ruhunu zehirliyor.

Zekâmız genişliyor, genişledikçe çok fazla düşünüyor ama çok az hissediyoruz, gülüşlerimiz tutsak, samimiyetimiz azaldı. Asık suratlı, sabahına yorgun ve bitkin uyanan ruhlarla yaşamı kucaklıyoruz.
Komşuluk ilişkileri neredeyse yok denecek kadar azaldı. Yardımlaşma, paylaşma ve dokunma duyguları sudan sebeplerle sığ sularda yüzüyor.
Online bir yalnızlıktayız ve teknolojinin sunduğu imkânlara kapılmış gidiyoruz. Seçici olmadan, bilgiyi sorgulamadan fikir sahibi oluyoruz.

Bunun yanında, birde değişime direnenler var ki; teknolojiye, yeni oluşumlara, yeni fikirlere şiddetle karşı çıkarlar.
Değişimi ihanet olarak algılarlar. Toplumdan, aileden aldıkları öğretilerle,toplumsal kural ve kaidelerle yaşamlarına yön verirler.
Bunun aksi davranış gösterenleri erdemsizlikle suçlarlar, saygısız ve dönek diye nitelendirirler.

Mademki, değişme,yenilenme ve gelişme ”Dünya’nın temel koyucu kuralı” ise, niçin; değişmeme, değişmemekte direnme ve değişmediği için de kişi erdemli kabul edilmekte?
O zaman, yıllarca sağcı olup daha sonra solcu olan bir insanı nasıl değerlendiririz?
Ya da tuttuğu takımı değiştiren bir insana hangi gözle bakarız?
Tutucu ve kapalı bir yaşamı olan bir insanın radikal bir kararla yaşamının bütün yönünü değiştirmesine nasıl anlamlar yükleriz?
Bu kavramlar üzerinden soruların yanıtını aradığımızda bu kavramlar ana ilkeler midir, ana ilke deyince ne anlıyoruz?
Milliyetçilik, solculuk,sağcılık, gibi bir sürü kavram ana ilke midir?
Diyelim ki ana ilkedir, bunları tümüyle terk etmek, değiştirmek bir gelişme midir, yoksa belli bir kesimin tanımıyla döneklik midir?
Ben hiç değişmedim önce neysem, bugün de oyum demek ‘tutarlı’ ve tutarlı oldukları içinde ‘erdemli’ sayılmak, bunun gerekçesi nedir ?

Aslında sorun değişmemekte değil, değişmenin nasıl gerçekleştiğindedir.
O zaman, tutarlılık bağlamında erdem; değişmemeyi değil de, değişmenin tarzıyla ilişkilidir.
Dünya görüşünün değişmesini ”mazur” gösterebilecek ”makul” gerekçeler her zaman vardır.
Gençliğinde belli bir siyasal görüşü savundu diye, yaşamının sonuna kadar o görüşü savunmasını tutarlılık saymak, savunmadı ve değişti diye de döneklikle suçlamak haksızlıktır.
Burada ki en hassas ayrıntı ise ”siyası ve politik tercihlerin değişimi” rüzgarın yönüne göre esiyorsa, ‘yükselen değerleri” kollayan bir ideolojik kaypaklık içerisinde ise, sadece kendi egosuna hizmet edecek bir yol çiziyorsa; böyle bir değişimi ”varoluşun temel koyucu ilkesidir” diye izah edebilir miyiz?

Tabii ki edemeyiz, kaldı ki, mazeret; makul gerekçelere dayandırıldığı sürece kabul edilebilir.
İnsanlar yaşamla birlikte inandığı şeyleri sorgulayabilir, yaşadıkları; aldığı kararı bozdurabilir, kaldı ki gerekçe sağlamsa bu ayıp da değildir.
Zaten mantığı ve gerekçeleri açıklanamayan bir değişimin içinde ne samimiyet nede içtenlik olur çünkü değişim bir süreçtir, sağlam gerekçeleri ve mantığı vardır, sabahtan, akşama veya akşamdan sabaha olmaz.

Değişim; başkalarının yaşam hakkına daha hoş görülü, daha insancıl bakış açıları getiriyorsa, bu gelişime kim dur diyebilir.
Yeter ki “insan hayatına saygı, doğaya ve içinde ki bütün canlıların yaşamak hakkına saygı olsun.

Evrensel değerler dışında; benim için değişmeyecek şey yoktur.
Sığ düşünce, katı anlayış, insana ve evrene bir şey katmaz.
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, ırkçı,faşizan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
İnsan yaşamına gereken özeni göstermeyen, sadece kendi varlığına hizmet eden, saygı göstermeyen, doğal ve sosyal çevreyi kirleten; her türlü düşünce faydacı değildir.
İster değişmeden kalsınlar, isterlerse her gün değişsinler ne fark eder.
Dünyaya bir güzellik bırakmadıktan sonra, , başkasının canı yanarken sesin çıkmıyorsa, ateşi sana gelene kadar kapını kapatıyorsan, hangi düşünceden olursan ol, hangi değişimin içinde bulunursan bulun, benim için hiç bir anlam ifade etmez.
Ne kadar çok bizi destekleyen olumlu, yararlı ve güçlü düşüncemiz varsa, o kadar başarılı seçimler yaparız. Buda; yeni değişimlere bizi açık kılar ve olumlu gelişmeyi sağlar.
Olumsuz, yararsız düşüncelerse, bizi yeterince güçlü bir halde tutamadığı için yaşamımızda başarılı seçimler yapamaz ve yaşamımızın sorumluluğunu alamayız.
Konfüçyüs *sadece en akıllı ve en aptal insanlar hiç bir zaman değişmez.* derken, olayın özünü özetlemiş aslında… Algıda seçicilik yoksa değişim olmaz…..

Sezgilerimizi, derinliğimizi ve farklılığımızı geliştirelim.
İyi bir gözlemci olmaya çalışırsak, yaşamda var olan birçok şeye insanlık değerlerini örselemeden ulaşabiliriz.
Özellikle bilimi iyi tanımlamalı ve anlamalıyız.
Putlaştırılmış inanç ve değerler yerine, teknolojiyle birlikte; açık, basit, anlaşılır vicdani değerleri koruyalım, geliştirelim.
Yaşamın köhne alışkanlıklarına bağımlı olmak, sınırlara ve öğretilere boyun eğmek doğaya aykırıdır.

Unutmayalım ”yalnızca dünyayı aşmış olanlar” iyi bir dünya yaratabilirler.
İyi bir dünya ”mutlu ve dingin insanlarla” süreklilik arz eder.
Mutlu ve dingin insanlar daha açık, tutarlı, istikrarlı ve yaşamla uyum içindedirler.
Değişimi, yenilenmeyi; olumsuzluğa çevirmeden, yaşama sevinci ile yaşamın içerisine ‘özgürce” akabilen insanlar, huzur ve dinginlik katar yaşama..
Sağlıklı değişimlerle, bilimin ve teknolojinin hayatımıza olumlu katkılar sunacağı ve mutluluk getireceği bir dünya için mücadele edelim.

Olcay KASIMOĞLU
Savaşın Vahşeti
''Yönetenlerin söylemleri, yönetilenlerin suskunluğu''ile
Yeryüzü çocukları pay edilirken kurtlar sofrasında,
Komut verenle komut alan bir-örnek,
ikisinin de dünya umurunda değil...
Pablo Picasso/ İnsanın kendi gerçekliğine yabancılaşmasını ne güzel tasvir ediyor.
Resim yağlı boya olmasına rağmen siyah beyazdır.
"Guernica nedir? Guernica tablosunun kısa hikayesi
Yıl 1937 yer İspanya , Francisco Franco başta ve kanlı bir iç savaş devam etmekte. Franco İspanya'nın kuzeyinde Hitler'e hava kuvvetlerinin yeni silahlarını bu bölgede bulunan, Guernica isimli köy üzerinde deneme izni veriyor.
O güne kadar görülmemiş şiddette olan bombalama sonrası Guernica yerle bir oluyor. O sıralar Paris'de yaşayan İspanyol sanatçı Picasso bu kanlı bombalamayı anıt boyutunda bir tuvale resmediyor.
Sanatçının resimde kullandığı semboller uluslar arası,böylece tüm dünyada olan savaşların dili oluyor bu tablo adeta.
Guernica'da, acı çeken insanlar ve hayvanlar ile kaos içindeki yıkılmış binalar betimlenmiştir.
Tüm sahne bir odanın içindedir, sol tarafta yer alan büyük gözlü boğa, kucağındaki ölü çocuğa ağlayan bir kadının üzerinde durur.
Resmin merkezinde acı içinde yıkılmak üzere olan, mızrakla vurulmuş bir at bulunur.
Atın burnu ve üst dişleri, bir insan kafatası şeklindedir.
Atın altında bir askerin parçalanmış cesedi vardır. Asker, üzerinde çiçeklerin büyüdüğü kırılmış bir kılıç tutmaktadır.
Acı çeken atın üzerinde, göz şeklindeki çıplak bir ampül parlamaktadır.
Atın sağ üst tarafında, bu vahşi sahnelere tanıklık ederek camdan içeri girmekte olan, korku dolu bir kadın figürü vardır. Kadın, elinde yanan bir gaz lambası taşır.
Korku içindeki bir başka kadın sağdan yalpalayarak merkeze doğru ilerlemektedir. Kadın, parlayan ampüle boş gözlerle bakmaktadır.
Boğanın, atın ve çocuk için ağlayan kadının dilleri olarak çizilmiş olan hançerler çığlıkları simgeler.
Atın ayakları altında ezilmiş asker figürü
Sağ uçta, dehşet içinde kollarını kaldırmış bir adam, yukarıdan ve aşağıdan ateşlerle sarılmıştır.
Resmin sağ ucunda, açık bir kapıyla sonlanan siyah bir duvar vardır.
Ortada sırtında mızrak olan at, insaniyetin kaba kuvvet karşısında pes edişini sembolize ediyor. Boğanın yanında belli belirsiz gözüken güvercin barışı temsil ediyor ama olanlara ağlamaktan başka yapabileceği bir şey yok. Atın yanına düşmüş sürücünün kırılmış kılıcı yenilgiyi sembolize ediyor..
Kucağındaki ölü çocuğuna ağlayan kadın
Tabloyu bir gecede yapan Picasso bir sergisi sırasında ''Bu tabloyu siz mi yaptınız'' diyen bir genarele '' Hayır, siz yaptınız'' demiştir.
Bazı eleştirmenler Guernica’yı 20. yüzyılın en önemli tablosu olarak görür. En ünlü savaş karşıtı tablo olduğuysa kesin. Guernica, sadece İspanya İç Savaşı’nın vahşetinin değil, modern savaşın neden olduğu ıstırabın da bir simgesi oldu."
insanın kendi gerçekliğine yabancılaşması çok acı. Bütün bunlar gerçeklik, toplumun gerçeği,toplumdan götürüyor.
Belirleyici olan sanat; unutkan insanı,hatırlamak,anlamak ve irade kullanmakla ödüllendiriyor. Vahşetin bile sanata hizmet etmesi,sanatçının algı,hisleri,vicdanı ve sezgisinin yüce buluşmasıyla mümkün olmuş...

Olcay Kasımoğlu

18 Aralık 2018 Salı

Vicdan,başkalarının size söyleyeceklerini, size önceden fısıldayandır...
Sadece kendi işleri için çalışan, yaşadığı dünyaya hiç bir özveride bulunmayan, bunun yanında zarar da vermeyen bir insanin ''Zararsız'' ve ''Yararsız''yaşaması olması iyi olabilir mi ? 
Bence iyi olmanın da bir bilinci olmalı. Bir başkasının canı yandığın da sesi çıkmıyorsa, konuşulması gerektiği yerde susuyorsa tamda o noktada insan olma sorumluluğuna sahip çıkmıyorsa bunun neresi iyi olabilir. 
İyi olmanın da bir onuru olmalı. Kendine, ait olduğun çevreye ve ortak alanları paylaştığın bu dünyaya vefa borcun olmalı.
Yoksa etliye,sütlüye karışmadan ''Yararsız'' insan olmanın neresi zararsızlıktır...



Bir gülüşüne bin ömür feda dediğimiz yavrular
Biz size hasret bin kere ölüyoruz.
İstediğimiz çokmu sizce?
İnsanca yaşamak
Biz ölümün bekçileri değiliz.
Ölüm ki yaşa bakmaz,ölümüde yıllara bölmez
Yoktur sözleşmesi yaşlı,genci bilmez alır gider.
Bilirim bilirimde gururuma yediripte dillendiremem
Bu dünyadayken size hasret olmanın
ölümden de beter olduğunu
Başıma yastığım evim değil,cananım benimle değil
Kötü dediğim zalimler bile bu kadar dokunmadı yüreğime
Sevdiğim bahçede güle durmayan beni neyleyim
İçimdeki fırtınayı sezmemişler ki rahat uyumuşlar evlerinde
Ah ömrümün çırası evlatlar ,sönmüş yangın yerine döndüm
Eğildi başlar,büküldü belim anladım aldı yıllar
Duvarların dili olsada konuşsa i
çimdeki baharları ,alanda yıllarmı acaba !
Ömrümün deminde açan abu hayatımın gülüşleri
Ben gülüşlerimi biraktim
sizin olduğunuz bensiz açan yerlere...

Şimdi dinle beni !
Sımsıcak gülüşlerimiz var
yüzlerimizdeki çizgilere hayat veren
Özlem duyarız doğrudur sımsıcak,yumuşak bir sese
İyiki varsın diyen birine...
Binbir sevinç sığdırırız gözlerimizdeki harelere
En küçük umuda büyük umutlar bağlayan biz değilmiyiz
Çocuklarımız için bir yaşamın gönüllü savaşcıları olan
Şimdi sitemim minnet değil
Sadece yalnızlık canımı çok yakıyor
Bir köşenin bekçileride değiliz
İstediğimiz bu dünyada sevdiklerimize hasret kalmamak...


Olcay Kasımoğlu.
SOKAK ÇOCUKLARI!

Sokak çocuklarının bu dünyada ki ayakları sıcak basmaz yere.Bastıkları yerler onlara düşmanmış gibi.Hayattan ötekileştirilmiş gibi yaşamın içine serpilmişlerdir.
Vurgun yemiş gibi soğuktur yüzleri.
Gözlerinin içleri gülmez, kederli ve suçlu bakarlar.
Öyle çoğu kimsesizde değildir aslında; ancak içinde bulundukları aile bağlarının zayıf, ekonomik dengelerin yetersizliği küçük yaştaki çocukları sokakların sahibi yapar.
Bu çocuklar sokaklarda çalışarak aile bütçesine yardımcı olmaya çalışırlar.
Bu çocuklar sokakların ‘kimsesizleridir.
Onlar, içinde yaşamak için uğraş verdikleri sokaklarda topluma yabancılaşmışlardır.
Birçoğu uyuşturucu kullanmaya, suç işlemeye ve mafya çetelerinin elinde yerlerini almaya adaydırlar.
Birçok kirli işin ya mağduru ya da sanığı olma tehlikeleri ile karşı karşıyadırlar.
Bu çocukların bir bölümü, yoksulluk, aşırı kalabalık, fiziksel, ekonomik, cinsel ya da duygusal istismar gibi etkenler nedeniyle ailelerinden kopmuş, terk edilmiş, yalnız ve çaresiz bırakılmışlardır.
Bizim ülkemizde bu sorun yeterince ele alınmamıştır.
Her geçen gün sokaklarda dilenen, tiner çeken çocuk sayısında gözle görülür biçimde artma olmuştur.
Özellikle kırsal kesimlerden kente göç eden aileler çok nüfuslu olmanın getirdiği ekonomik sıkıntılardan dolayı çocukları sokaklarda sokak satıcısı olma mesleğiyle tanıştırıp hayatın içine katmışlardır.
Bazı ailelerde istismara maruz kalan çocuklar kendi benzerinin dünyasında yanı sokaktaki çocukların yanında yerini alır.
Okuyamazlar eğitim sisteminin dışında sokak öğretisiyle dünyayı algılamaya ve dışlanmış insan olma psikozuyla yaşamlarını sürdürmeye çalışan bu çocukların duygu dünyaları istismara açıktır.
Sevgisiz büyürler sevgiye hasret, sevgiye aç.
Ve bu çocuklar fiziksel/cinsel istismara, hastalık ve yetersiz beslenmeye maruz kaldıkça yaşayan ölülere dönecektirler.
Kayıp dünyanın taze goncaları açmadan solup gidecekler.Bütün dünyaları kötülerin elinde şekil bulmaktadır.
Bu işin ne kadar ciddi boyutlarda toplumsal bir sorun olduğu aşikârdır.
Lütfen herkes elini taşın altına koysun bir çocuk bir dünya demekse neden o bir dünyanın sahibi biz 
BİZ SOKAKLARIN UMUDA HASRET ÇOCUKLARIYIZ...
Ben sokak çocuğuyum…
Hani uçurtmaları hayallerde kalan.
Gökyüzüne hasret bilyeleri torbasında
Ve oyuncaklara hasret, hayaller kuran.
Şeker tadına hasret çocuk o benim işte.
Benim sevgiye aç bir yüreğim var nedendir bilmem canım acıyor.
Ben dudaklarımda neşeli şarkılar bilmezler
Sahi tadı nasıldı anne sütünün?
Anneler güzel kokarmış mis amber.
Kimbilir nasıldır, niye hasretim ki?
Bir anne hayatsa, ben neden yoksunum o hayata.
Karanlığın kar soğuğu parmak uçlarımı ısırıyor.
ve ben üşüyen bedenime yenik, umutsuzum.
Ben yangın yeri gibiyim yandıkça yanan.
Sahi ben neden sokaklardayım.
Bir köprünün soğuk, gergin ve karanlık bedeni gibiyim.
Sahi ben korkuyorum da serçe gibi düşecek bedenim.
Gülen gözlerden dökülen bakışa hasretim.
Babamda olmalıydı değil mi?
Bana yaşamı avuçlarıyla yedirecek.
Elleriyle beni hayata katacak, şefkat arayacağım bir insan.
Bayramlarda dostluklar tazelenir.
Oysa ben hiç bir bayram sabahına uyanmadım
Ben o zaman nasıl yüreği bayram sevinci dolanları anlayacağım.
Sahi ben yaşamadan nasıl hayata akacağım.
Göremediğin rüyanın düşünü kurar mısın hiç.
Ben hep düşlere sığınacağım.
Köprü altında hayat nasıl karışır ki ruhuma oysa ben ruhumu
soğuk ve geç gelen bir gecede utanırken buldum kucağımda.
Bir ip bağlasam gökkuşağına,
yüreğimi yazsam üstüne kimbilir birinin ayağı takılırda görür.
Görürde alır mı beni yutan sokaklardan.
Oysa bende çocuğum korkuyorum karanlıktan.
Korkuyorum gövdeleri bana büyük kocaman ağızlı adamlardan.
Bizler sokakların yitik çocuklarıyız
Ellerinden bir tutanı olmayanlar.
Nerede insanlık hani insanlar?
Hadi verin ellerinizi, koyun yüreklerinizi.
Bizde karışalım hayata.
Yansın bizde de yeşersin umutlar...
Sıcak bakın, bakın ki buz tutmuş yüreklerimiz ısınsın.
Bakın gözlerimizin içine...
Tutun ellerimizden korkmayın adam yemeyiz o kadar muhtacız ki size.
Kıpırdasın suskun, küllenen acılarımız.
Bir kez olsun bizi de hatırlayın.
Düşünün ayrılıkları, geceleri karanlıkları, yoklukları.
Çocuklarınız size, sizde onlara hasret değilseniz
Birazda koyuverin kendinizi bizim yerimize.
Düşünün savunmasız beni.
İşte onlar sahipsiz kimsesiz sokak çocukları.
Kim sahip çıkacak kim?
Gülmek istiyorum bir daha çocuk olmayacağım.
Benden çalınan o çocuk gülüşlerimi kim geri verecek kim?
Hepimiz çok yılgın ve küskünüz bu hayata.
Birde düşlerimde kurduğum sokak çatılar var...

Olcay Kasımoğlu
O esrik mavilik seçiliyordu
İnsan önce kendine ayna olmalı, ancak o zaman kendi iç sesini duymaması diye bir şey söz konusu değildir. Yeter ki insan kendinin ve sınırlarının farkında olsun.
Hermen hesse'nin anlatımıyla büyülendim.
''İlkgençlik yıllarımda yüce dağların üzerinde dikildim sık sık, gözlerimi ..uzaklardan hayli zaman ayıramadım, hemen arkalarında dünyanın derin ve mavi bir güzelliğin içine dalıp görünmez olduğu en sonnazlı ve narin tepelerin ince ve nurlu sisine bakıp durdum. Ziyadesiyle arzulu körpe ruhumdaki tüm sevgi bir araya gelip büyük bir özlem oluşturdu ve büyülenmiş bakışlarla uzakların yumuşak maviliğini yudumlayan gözlerimi yaşarttı. Hemen yanıbaşımdaki, yurdumun yakınlığı bana işte öylesine soğuk, öylesine hoyrat ve aydınlık, sisler, buğular ve gizlerden öylesine yoksun göründü; oysa karşılarda, uzak tepelerin ardında her şey alabildiğine yumuşak bir atmosfer içinde saklı yatıyordu ahenk dolu, bilmecemsi ve baştan çıkarıcı.
Zamanla gezgin, göçebe bir yaşama özendim, sisler ve puslar içindeki uzak tepelerden ayak atmadığım hiçbiri kalmadı. Soğuk, hoyrat ve aydınlıktı hepsi; ama karşılarda, daha ötelerde yine o mavilik, eriyip giderek, çözülüp dağılarak sezgilere dönüşen o esrik mavilik seçiliyordu ? daha bir soylu, daha bir özlem uyandırıcı...
İleride de sık sık bakıp durdum uzaklardaki bu ayartıcı maviliğe, büyüsüne karşı duramayıp onu kendime yurt edindim; hemen yanıbaşımdaki, hemen elimin altındaki tepelerde bir yabancı olup çıktım. Şimdiyse mutluluk dendi mi aklıma gelen şey şu: Karşılara doğru eğilmek, akşamsı uzaklara bürünmüş mavi kırları ve bayırları seyretmek, yakınların soğukluğunu birkaç saat olsun unutmak. İşte şimdi mutluluk bu benim için, gençliğimde mutluluk bildiğim şeyden değişik biraz, sessizlik ve yalnızlık taşan bir mutluluk, güzel olmasına güzeldir, ama şenlikli olduğu söylenemez...
Benim bu sessiz münzevi mutluluğum, bilgece bir şey öğretti bana: Tüm nesnelerdeki uzakların buğusuna ilişmemek, hiçbir şeyi gündelik yakınlıkların soğuk ve acımasız aydınlığı içine çekip almamak, her şeye üzeri sanki yaldızla kaplıymış gibi el sürmek, öylesine hafiften, öylesine usulcacık, öylesine gözetip kollayarak ve derin bir huşu ile önünde eğilerek....''

Bununla birlikte bu şiirle kendime yürüdüm
Kadıköy rıhtımın da
Gün bir bilmece gibi duruyordu yüzünün kıvrımlarında
Yüzün denize dönük,
yüzün yalnız kuyuların dibinden de derindi
Utangaç ellerinde bana bakan gözlerin,
kontrolsüz bir gülyeliydi sanki
Gözlerin sevdadan alacaklı
Gözlerin kaçak düşlerin yatağı
Sanki yer-gök varolalı oradaydın
Zamansız
Amansız
Apansız
Ve o gün, uzak denizlerin tuzu şahit ki sevgilim
yangın artığı değildi ağzının kıvrımını yurt edinmiş kırmızı
Ben mi sende ne buldum?
Yeryüzü ıssızlığında,
var olamayacak kadar güzel olan o aşkı tarif edişi
Düpedüz aşka dair olan ne varsa seziş
Canı tene aşılayan alnının ışıklı yamaçlarından
Dudağımın kıvrımına bıraktığın öpüş
İncinmiş sevinçlerimi soyuş
Dişi bir meşe olma hakkı veriş
Bu nedenle güçlüsün
Bu nedenle delik deşik değil kalbin
Onaran bir ışık var Prometeus gibi içerde;
Hep taze
Hep yeni
Çok uzun bir sonsuzluktan
Uysal tanlardan
Kutsalın kutsalı
İçi can'la dolu bir hece göğsümde
Hep sevdiğim şey,
saf hiçlikti…
Seviyorum sevdiğim diyen dilini
Can diyen sesin rengini

15.05.2016


Çocuk kalacağım

İnsan "Elalem ne der?" diye yaşamaya başlayınca, kendisi olmaktan vazgeçer..!
Arınmamışsa insan geçmişinden, sancılı rüyalar görür, kavgalar eder durur boşu boşuna,
Tutkular içinde kemirir durur yüreği boşu boşuna...
Yaşam, insanın ancak dünyanın verdiklerinin üstünde ve ötesinde bir şey yaratınca hak kazandığı bir ödül olarak kabul edilebilir.
Hayatın ne olduğunu görmek için, önce içimizdeki kargaşadan sıyrılmak gerekiyor.
İnsan kendi dar sınırlarından çıkıp daha zengin bir yaşam deneyimine ulaştıkça bakış açısı da değişiyor.
Duymak, görmek yetmez bazen;
Yeni bir güne
Yeni bir hayata tohumlanarak
Yeniden anlamalı yeniden dinlemeliyiz
Binlerce kök salarak kavramalıyız hayatı yeniden...
Marcela Galeano, da bize rüzgarın diliyle sesleniyor ''Rüzgar, içimde ıslık çalıyor. Hiçbir şeyin hiç kimsenin efendisi değilim, kendi inançlarımın bile.
Rüzgara karşı duran, rüzgarın çarptığı şu yüzüm ben yalnızca: yüzüme çarpan rüzgar da benim...''
hiç ummadığın yerlerden,
 güneyden kuzeyden
esen rüzgarların incinmedik yerinden
 gün geceye karışırken, gece sabaha inerken
güneşe dokun, uyandır uykusundan
 ister sarı sıcağından
 ister güngörmüş maviler içinden
 süzülüp gelirim
yeter ki
 yüreğinde ki yerimi hep sıcak tut
sevdikçe seni
hep çocuk kalacağım....

Olcay Kasımoğlu

İnsan bir yerlere varmak için önce kendine uğramalı

Yeniden başlamalı
Yeniden anlamalı
Yeniden dinlemeli
Yeniden dillendirmeliyiz
Yitip giden zamanları

”Benim doğduğum coğrafyada önce kadınlar uyanır, sonra güneş doğardı; güneşi kadınlar doğururdu”

Benim çocukluğum ise, küçük bir kasaba da geçti. Yaşam koşullarının zor olduğu, feodal düzenin etkin olduğu, bahçeli,tek katlı evlerde büyüdük.

Bu coğrafyada, yeni yaşamlara uzanmak, yeni dünyalar büyütmek sanıldığından daha zordu.

Medeniyetlerin beşiği Asya Anadolu, Mezopotamya…bütün genetiklerin süzülüp günümüze taşındığı bozkırlarda, çöllerde, yalçın dağların kervan geçmez yerlerinde yaşam savaşı veren, törelerin biçtiği yazgıyı kader diye kendilerine laik gören zihniyetin çocukları olmak zorken; bunu bilgiyle, görgüyle eğitimle taçlandırmak gerekirken, sürgüne laik görülen bu topraklarda insan olmak kolay değildi.

Düşlerimizi ise tek sosyal alan olan okul da büyütür, beslerdik. Çoğu öğretmen bilmezdi yüreğimizde ki korkuları. Nasıl açtık bilgiye, ilime, yaşamı anlamaya ve anlamlandırmaya.
Değişen ve gelişen dünyayı takip ettiğimiz tek yer okuldu.
Babamızın fabrikası yoktu.Tarlada çalışanın iş sigortası da yoktu. Bu umutsuz bir haykırış değildi aslında. Çocuk hallerimizle o hayatın içinde hepimiz bir fidandık, hepimizin kendince umutları vardı. Hepimizin yaşadığı ve unutmadığı derinlikleri vardı.

Benimde unutamadıklarım arasında yer alan hatıram ilk kez renkli kalemlerimin oluşuydu.
Öğretmenimiz, verdiği bir resim ödevin de bizlerden denizi çizmemizi istemişti. Oysaki sınıfımızın büyük bir çoğunluğu denizi hiç mi hiç görmemişti. O yıllarda günümüzün görsel iletişim araçlarından eser yoktu.

Nasıl bir şeydi deniz?
Denizin uçsuz bucaksız masmavi sulardan oluştuğunu ve üzerinde kocaman kocaman gemilerin yüzdüğünü sanıyor beklide hayal ediyorduk…
Üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen anadolu coğrafyasındaki her çocuk gibi denizi ve martıları çok geç gördüm, tanıdım ve sevdim.
O gün bugündür denizin ismini duymak bile beni büyülemeye yetiyor. İçime dalgaların coşku yüklü devinimi akarken; derinliklerim de sevinçten kum tanelerini kıpırdatarak gülümsetiyor. Bundan olsa gerek oğlumun adını Özgürdeniz koydum.
Dedim ya siyah önlüklü yılların çocuklarıydık.
O bıraktığımız yerden, çektirdiğimiz fotoğraf karelerinde kalan yaşımız bize gülümserken, kaç yıl geçmiş üzerinden.
Hani sıralarda yan yana otururken samimiyetin, içtenliğin olduğu, yalanın dolanın aramıza sınırlar koymadığı o yıllar ne güzeldi. Yüzümüzde ki çizgilerin,saçlarımıza düşen beyazların; ilk tohuma durdukları yerden, yeniden yaşama sarılmak için ne çok nedenlerimiz oldu.

Yaşam koşullarımız ne kadar zor olursa olsun, aydınlanmak acıdan kaçmak değildı, acıyı anlamak, ıstırabı anlamak, mutsuzluğu anlamaktı. Zor yaşam koşulları, sıkıntı ve imkansızlıkların üstünü örtmüyordu bu gerçekle nasıl mücadele edileceğini öğretiyordu, bizi hayata karşı mücadeleci ve güçlü kılıyordu.
Zaten, üstünü örtmek, bir şeyin yerini tutmak değildi.
Yaşam nedir, diye sorduğumuz derin bir kavrayıştı. Bunları görebilmek,anlamak istemek,sorgulamak onlardan özgürleşmek demekti; ve hayat, insanın umut ettiği ve yaşamak istediği kadardır. Çocukken bunu tam olarak kavrayamamış olabilirim, lakin geldiğim yer ve yaşadıklarıma baktığım da insanın bulunduğu ya da yaşadığı yerin büyük ya da küçük oluşundan daha çok, düşüncelerinin boyutu ve hayatı sorgulama biçimi insan yaşamı için daha elzemdir.

Hiç kimse kendi içinde yaşamadıkça, başkalarının ruhundaki kıpırtıyı duyumsayamaz...
Ülkemin yol bilmez,kervan geçmez yerlerinde; yüzlerce beşikten, sayısız vedalarla, sayısız sevinçlerle ve yeni günlerin taşkınlığında, sayısız hayatlarla karşılaştım.
Bilirim; iç parçalayan insan seslerini, örtüsüz kimlikleri; iklimlerin dilinden öğrendim, yaşayarak !
Bundan olsa gerek; umuttan,sevgiden hiç caymadım, kendimi insanların kafasında ki sınırlara hapis etmedim; özgürleşmenin, üretmenim tadın da bir yaşama durdum.
Ve üzerinden aylar, yıllar, mevsimler geçti. Bahar yine aynı bahar kışlar yine kış ya biz, bizler, yaşamın döngüsünde nelere kadir olduk, nelerin tanıklığını yaptık, hangi diyarlara bağdaş kurup, kurduğumuz düşleri gerçek yaptık.
Yaşam ise her zaman planlandığı gitmez, her zaman adıl davranmaz insana, kimi zaman neşeli bir opera kimi zaman ağlayan bir neyin yüreğinde ağırlar ve bir gün; hiç ummadığın bir yerden vurulursun.
*Herkes vurulur bir gün biraz
Herkes, biraz kanar hiç ummadığı yerden.

‘’Bende mi’’deme ‘’Evet’’ sende*

olcay kasımoğlu
· YAŞAM DEĞERLİDİR


Ey gülüşü cananım
Ey yüreğime yakışanım
Görünce gül yüzünü
Unuttum ruh fukarası sözleri
Bir tılsımlı baharla kon dallarıma
Sarıl sessizliğime
Ver elini elime
Sevgi
En büyük armağan değil mi..!
Ölümün kanıksandığı, sizden bizden algısına dönüştüğü yerde, hangi vicdandan bahsedebiliriz ?
O kadar çok kayıtsızlık örneği yaşamaya başladık ki artık yeter diye çıkıp bağırasım geliyor.
İnsanların bencilliği ile başlayan kayıtsızlık, zamanla içselleşerek; akılsızlaşmayı, vicdansızlaşmayı ve beraberinde omurgasızlaşmayı başlattı.
Sevgiye kayıtsızlık, şiddete kayıtsızlık, yaşananlara kayıtsızlık, emeğe kayıtsızlık almış başını yürümüş.
Yaşadığımız acıları, kayıpları görmemezlikten gelen kör vicdanların, sağır kulakların canı cehenneme diyorum.
Her akşam televizyon dizilerinin başında, hayatlarını başkalarının hikayeleri üzerinden yaşayanlar, dizi kahramanlarıyla özdeşleşerek gerçeklik algısını yitirenler, kendi hayatlarına ne kadar ilgi gösterirler veya kendi hayatlarının sözcüsü olabilirler?
“Hissetmediğimiz yaraları iyileştiremeyiz.” demiş S.R.Smalley.
”Başkalarından uzak durabilirsiniz ama kendinizden değil. İçinizdeki bildiğiniz değil, bilmediğiniz sizi yönetir. Önce içinize sonra çevrenize bakın ve ilgi gösterin; yıkıcı bir sona doğru gitmemek için”
Umursamazlık almış başını gitmiş, şiddet ve ölüm haberlerin, etkili bir korku filmi tadında izleyen seyircinin “kurban etkisi” denilen şiddete kayıtsız kalma durumuna dönüşmüşse yeniden silkelen meliyiz !
Kendi hayatının anlamını değil, başka hayatların anlamı üzerinden yaşama yürüyenler, kendi hayatlarının yaratıcısı nasıl olabilirler.
Kendi sosyal statüsünü kaybetmekten korktuğu için susmak, yaşanan kıyımları görmemezlikten gelmek ve her şeyi akışına bırakmak, bana dokunulmasın da ne halleri varsa görsünler düşüncesi hakim olmaya başladıkça; amaçsız, bencil, hoyrat benlikler çoğalmaya devam ediyor. Bunları gördükçe midem kabarıyor.
Albert Camus’nün Veba kitabında” toplumsal tükeniş tasviri” 3. bölümünde şunları yazar;
“Belleksiz, umutsuz, yaşanılan anın içindeydiler. Aslında zaten her şey onlar için yaşadıkları an demekti. (…) Başka bir deyişle artık seçecekleri bir şey kalmamıştı. Veba bütün değer yargılarını ortadan kaldırmıştı. Bu da en çok, insanların giydikleri elbiselerin kalitesinden ya da satın aldıkları yiyeceklerle hiç ilgilenmeyişlerinden belli oluyordu. Her şeyi olduğu gibi, bütünüyle kabul ediyorlardı. (…) Vebanın kurduğu düzeni kabul etmişlerdi. Etkisi kuvvetlendikçe, o ölçüde de bayağılaşıyordu. Artık içimizde büyük duygular yok olmuştu. Herkes en monoton duygularla yaşamaktaydı. (…) Değişmişti, veba onda bütün kuvvetiyle inkar etmeye çalışsa da, gene de şiddetli bir azap halinde sürüp giden bir KAYITSIZLIK yaratmıştı.”
Kayıtsızlık, akıl sağlığının ve sağ duyunun yitirilmesine yol açarken, insanlar kendi hayatlarına sahip çıkmadıkları sürece siyasi iktidar değişikliğiyle var olan hiçbir şey değişmeyecektir.
Nereden gelirse gelsin her türlü şiddet, insan vicdanını rahatsız etmeli.
Şiddetin her türlüsüne karşıyım, kayıtsızlık da bir şiddettir. İnsanlar acı çekerken, bundan rahatsız olmuyorsan, yaşam içerisinde zombiden bir farkın yoktur.
Acılar zamanla dilsizleşir, unutur geldiği yeri. Bıçak gibi keser, keseni bile unutur. İnsan olmak onurdur, onurlu olmak insan olmaktır.
Yaşatmak, yaşamak bir değerse, duyarlılık da bu sürecin tamamlayıcısıdır.
Onuru ve sağlıklı bilinci olan herkes haktan ve adaletten yana tavır alır.
Şu an bu topraklar üzerinde yaşıyorsak, kime ve kimlere vefa borcumuz olduğunu unutmayalım, çocuklarımıza öğretelim...Kurtuluş savaşının nasıl kazanıldığını unutanlar ülkesinde, .İnsan olalım, insanca yaşayalım, yaşatalım yeter.
Suçlamak sorumluluk almaktan kolaydır.
Hayatındaki herhangi bir şeyi değiştirmek istediğinde bakacağın tek bir yer var: kendi için.
"İçine baktığında, bunu sevgiyle yap."
2. Her şeyi kontrolünüz altında tutamazsınız
Elbetteki olan her şeyden haberiniz olmadığı için, onları kontrol edemezsiniz. Dünyaya emredebileceğinizi düşünmek egosal bir hatadır. Şu anda dünyada neler olduğunun çoğunu egonuz göremediğine göre, sizin için en iyisine egonuzun karar vermesine izin vermek hiç de bilgece olmaz. Seçim sizin elinizde, ama kontrol değil. Ne deneyimlemeyi tercih edeceğinize karar vermek için bilinçli zihninizi kullanabilirsiniz, ama onu ifade edip edemeyeceğinizi ya da bunu nasıl ve ne zaman yapacağınızı kendi haline bırakmalısınız. Teslimiyet anahtardır.
3. Yolunuza her ne çıkarsa onu iyileştirebilirsiniz.
Yaşamınızda önünüze çıkan her şey, oraya nasıl geldiğine bakmaksızın, iyileştirmek içindir, çünkü şu anda sizin radarınızdadır. Buradaki varsayım, eğer onu hissedebiliyorsanız, onu iyileştirebilirsiniz de. Eğer onu bir başkasında görebiliyorsanız ve bu sizi rahatsız ediyorsa, o zaman iyileştirmek için oradadır demektir. Ya da Oprah'ın bir keresinde söylemiş olduu gibi, "Eğer onu farkedebiliorsanız, ona sahpsinizdir." Onun neden hayatınızda olduğuna ya da oraya nasıl geldiğine dair hiçbir fikriniz olmayabilir, ama artık farkında olduğunuza göre, onu serbest bırakabilirsinz. Karşılaştığınız şeyleri ne kadar iyileştirirseniz, tercih ettiklerinizi ifade etmede o kadar net olursunuz, zira başka şeyleri kullanmak için gereken enerjiyi serbest bırakmış olursunuz.
4. Tüm deneyimlerinizden %100 sorumlusunuz.
Hayatınızda başınıza gelenler sizin suçunuz değildir, ama sizin sorumluluğunuzdadır. Kişisel sorumluluk kavramı söylediğiniz, yaptığınız ya da düşündüğünüzün ötesindedir. Hayatınızda yer alan diğer herkesin dediklerini, yaptıklarını ve düşündüklerini de içerir. Yaşamınıza meydana gelen her şeyin sorumluluğunu tamamen alırsanız, o zaman herhangi bir kişi bir sorunu su yüzüne çıkardığında, o sizin de sorununuz olur. Bu üçüncü ilkeye bağlanır, yani yolunuza çıkan her şeyi iyileştirebilirsiniz. Kısacası, şu anki gerçeğiniz için hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi suçlayamazsınız. Tüm yapabileceğiniz onun sorumluluğunu almak, yani onu kabul etmek, ona sahip çıkmak ve onu sevmektir. Karşılaştığınız şeyleri ne kadar çok iyileştirirseniz kaynak ile o kadar uyumlu olursunuz.
5. Sıfır limite iletiniz "seni seviyorum" cümlesini söylemektir.
Sizi her şeyin ötesindeki huzura, iyieştirmeden ifade etmeye götürecek bilet sadece "seni seviyorum" cümlesidir. Bu cümleyi Tanrı'ya söylemek içinizdeki her şeyi temizler ve böylece şu anın mucizesini yaşayabilirsiniz: sıfır limiti. Amaç her şeyi sevmek. Fazla kiloyu, bağımlılığı, sorunlu çocuğu ya da komuyu, eşi sevin; hepsini sevin. Sevgi sıkışıp kalmış enerjiyi değiştirir ve serbest bırakır. "Seni seviyorum" demek Tanrıyı deneyimleme dileğinizin gerçekleşmesidir.
6. İlham niyetten daha önemlidir.
Niyet zihnin oyuncağıdır;esinlenme Tanrı'dan bir bildirimdir. Bir an gelir, yalvarmak ve beklemek yerine teslim eder ve dinlemeye başlarsınız. Niyet egonun sınırlı görüşünü temel alarak hayatı kontrol etmeye çalışmaktır; esinlenme ise Tanrı'dan gelen mesajı almak ve buna göre hareket etmektir. Niyetler işe yarar ve sonuç verir; esinlenme ise işe yarar ve mucizeler getirir. Hangisini tercih edersiniz?