Translate

4 Ocak 2019 Cuma

Damıtılma, büyük insanlık yolu. 

Her şey olabilir.
Her şey mümkün ve olası.
Güzel şair'imiz Sohrap Sepehri ne güzel demiş;
''Bu devranda ağaçlar insanlardan daha hamdır. Dağlar arzulardan daha yüksektir. Kamışlar, düşüncelerden daha doğru. Kar, yüreklerden daha ak.''
Kimi zaman tüm çevrenin ve şartların tarafsız bir gözle resmini çizemeyiz, değerlendiremeyiz. Bu nedenle, eskilerin deyimi ile, “Mülahaza kapısı”nı açık bırakmalıyız.
Yeni düşünce ve alternatifleri dinlemeye, yeniden düşünmeye ve sonuç çıkarmaya açık olmalıyız.
Bilincinin güzelliğini ve yaşamının değerinin sürekliliğini korumak isteyen insan, önce kendini öğrenmeye ve organize etmeye, ardından da hayatı tanımaya ve olumlamaya özen göstermeli. Bunlar için ise sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak mühim.
İnsanlar bunu bir kez görmeye başlasa, tercihlerinin yönü muhakkak değişecek.
Yaşam, cesur ve mücadelecileri sever. Her günün yeni gün, her yeni gününün yeni bir başlangıç olduğu düşünüldüğünde, akan bir ırmak gibi olmak, herkesin harcı değildir.
Biz insanlar bahaneleri severiz. Bir insanın elinden bahaneleri almaya görün, hemen çılgına döner ve etrafına saldırmaya başlar.
Hayatın gerçeklerini iyice kavrayabilmeliyiz ki, vicdanımız rahat bir şekilde sorgulama gücüne sahip olsun.                                                                                                                                                        
Gerçekten insanlar açık ve anlaşılır olmalılar.
Ne güzel özetlemiş Paracelsus' umuz;
''Hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevmez. Hiçbir şey yɑpɑmɑyɑn, hiçbir şeyden ɑnlɑmɑz. Hiç bir şeyden ɑnlɑmɑyɑn insɑn değersizdir.
Oysɑ ɑnlɑyɑn hem sever, hem her şeye kɑrşı duyɑrlı olur, hem de görür.
Bir şeyde ne kɑdɑr çok bilgi vɑrsɑ, o kɑdɑr büyük sevgi vɑrdır. Bütün meyvɑlɑrın çileklerle ɑynı ɑndɑ olgunlɑştığını sɑnɑn kişi, üzümleri hiç tɑnımıyor demektir.''
Gerçekliğin naif tezgahında;
Hayatı ezberlemek başka, anlayarak dokunmak bambaşka.
Bilinci olmayan, kendini tanımayan, yenilemeyen, gelişime açık olmayan biri bunun nasıl farkında olacak ki?
Şiddetin dili ve kanıksanmış cehalet hakim oldukça ,vicdanların kimliklere yenik düştüğü bir dünyada hiç kimse özgür değildir.
Olcay Kasımoğlu

Görseller; Yaşar Koç
Ölüm her yerde
''Hangi sözcük anlatır nasıl yandığımızı
Küle dönmüş bir yangın ortasındayken ömür...''
Bir düşünce; her kesimin dünya görüşüne-ideallerine ve yaşamına iyilik aşılıyorsa evrenseldir.....
I.
Ölüm
Her yerde beklerken
-----------------------
Mevsim hazan mevsimi
Mevsim ayrılık mevsimi
Nereye dokunsam
Tarifi olmayan
Bir hüznün sarmalındayız
Durmadan
Yüreğimizin üstüne
Gözyaşı dökülüyor
Alnımızın çizgilerine
Kederler izini vuruyor
Neyin öcüdür bu Allah aşkına
Turnalar
Katar katar göçüp gidiyor
Yapraklar üşüyor
İnsanlık ölüyor
II.
Oysa
Tomurcuk tomurcuk açmak için
Dünya çiçekleri
Sevgisizlikle solmamak için
Yaprak yaprak
Umut ister
Sevgi ister
İncelik ister
O zaman
Yüreklerimizi
Sonsuz bir sevgiye kilitleyip
Umutla özlemle
Geleceğe dair
Apak düşler kursak
III:
Belki biraz yorgun
Belki biraz durgun
Yine de umutlu
Yine de mutlu
Sevgiyi işleyip
Bütün alemlere nakş etsek
Ve
Kinleri
Düşmanlıkları
Kötülükleri
Bu sefil ihanetleri
Kaf dağının ötesine
Zamansız sürgünlere göndersek
VI.
Her şeye rağmen
Yüreğinde
Umut taşıyan çocuklar olsa
Baharlar
Onların gelincik dallarını süslese
Dünyanın dört bir tarafında
Barışa ve umuda
Şarkılar söylense
Nasıl olsa ölüm her yerde
Olcay KASIMOĞLU


Başımı yaslayayım göğsüne, varsın arz ile arşın olsun yerim yurdum kimene...

sevdalı bir uyku tutunurken geceme
ah her şeyden uzak
güneş yanığında parlayan
ebedi sıcaklıkla ışıldayan o gözler
bir avuç su gibi serpilir içime

çıplak bir gecenin rüzgarı
rüyasına daldığım bir vaha
suyunu içtiğim bir testi gibi
gecenin esrikliği
çalkalanıyor ağzımda

ey ısırılmış ağız
dudağının kıvrımından
sızıyorum gecene
ey umut ve sabrın
ellerimde oynaşan bağlanışı
o kadar çok ki
unutmak istediklerim
sıcak bir aydınlık içinde
ittim geceyi geriye
sevgi umut boşaltsın içlere
bir fanus gibi
içine alıp sonsuz sevecenliği
şarkı kuşlarının kanatları
 yükselsin sende
ruhumun toprağında
kollarımın arasında
öyle içten ki yerin
parmak uçlarımdan çekilip
kucaklaşacak ruhla beden
yüzüme işlediğin gülüşünle
beraber yürüyelim olur mu...


Olcay Kasımoğlu
Sevgi Mucizedir
Bende ki sevgiler; dünyaya yeni gelen ürkek bir çocuğun gözleri gibi asılı üzerimde...
Ne yapacağını bilmeyen şaşkın bir çocuğun şeker beklentisine benzer...hesapsız, kitapsız...
Bende ki hesaplar; denizden yeni çıkmış bir balık gibi çıplak ve sonu belli...
Bende ki umutlar; kanadı kırılmış bir kuşun, iyileşmeyi bekleyen umudu ve sabrı gibi tereddütsüz .!.
içimizin mevsimi hep baharı bekler
gelsin turnalar konsun dallarımıza
şakısınlar gönül yurdumuzda
tamamlasınlar boşlukları,
yeşersin umutlarımız
lal olsun acılarımız
ömür dediğin nedir ki
yüreğini al avuçlarının arasına
sevgini yaşamaktan asla utanma
dünyada en büyük mucize
sevgi değil midir
sevgi insanları sınırlara bölmez
sevgi evrenseldir
sevgi evrendeki en büyük mucizedir
en büyük vicdandır
bu sebeple inan
inan ki
sev
sev sev
kalbini sevgiye ayarla
şimdi
bu dakika
bu saniye
yaşı olmaz
yaşa bölünmez
sevgi ihtiyarlamaz
sev
sev
şimdi
bütün güzellikler aşkına...
Olcay KASIMOĞLU
Taşsın tutkuyla yanan yüreğin...

Daldan düşen kiraz çiçeği gibi
Göğsümde raks eden hayatın gürültüsünü
 Ondan başka kim duyabilir ki...
Sevgiyi değerli kılan bütün güzel insanlara gelsin..
Kadınlar;
Yürekli bir kadın;
Sevildiğini bildiğinde hayat düşer içine,
Harman yerine döner bütün değirmenleri.
Bir çocuğun mahzun bakışları gelir oturur yüreğine.
Lakin her yüreğin işçisi olmaz o demleneceği yüreği tanır.
Sevmeye hazır yüreği de bilir, o yüreğe hürmeti de.
Yüreğine giden yolun karmaşasına düşmez.
Öyle aya güne vurmaz, çetelesini tutmaz, hesap, kitap yapmaz.
Duyarlı bir kadın;
 İçindeki gücün farkındalığını bilecek kadar derindir.
Hatta erkeklerin zayıflık dediği bir çok nokta onda erimiştir.
Bu gücün yaşama serilişini sadece kendine rehber etmez.
İster ki erkeğin dinlendiren gücünde sevgiye dursun.
Bilir, er kişi huzurun anahtarı, dünyanın da beşiğidir.
Olgun kadın; 
İnsan olmanın, insana durma boyutunda harmanlanacak,
Erkeğinin sahip çıkma duygusuyla berekete duracak.
Kadın gücünü göstermekten hoşlanmaz bunu yaşatmaktan sonsuz keyif alır.
Yapmak istediği bir şey varsa hiç bir güç ona engel olamaz.
İstikrarı seven kadın; 
Bütün mevsimlerin toplandığı takvim gibidir.
Hangisini açarsan seninle oradan başlar.
Sevdikleri için sabırlı olmak onun için duaya durmak gibidir.
Sever sevmesine de istikrar yoksa içinde düşmez peşine.
Eyer sevgide istikrar yoksa boşunadır bütün emekleriniz.
Sevgi dolu bir kadın;
 Sevgisine inanmadığı bir erkeğe asla kokusunu vermez,
çünkü kadınlar sevdiklerinde koku üretirler.
Hayatı yudumlayan, saran, toplayan, sevdiren, özleten bir koku...
Eyer sevmemişse zorla sevdiremezsiniz, sevmediği hiçbir şeye şefkatını vermez.
Yüreklerinde ki sevgi bahçeleri kuraklığı hiç sevmez…özen, saygı, itina ister.
Akıllı bir kadın; 
Bütünüyle yalnız bir şeye bağlanmaz, hayatı bütünüyle algılar.
Kendine ait bir dünyası muhakkak vardır, soran, sorgulayan, anlayan...
Bakmayın göze duran sulu çeşmelerine, o çeşmeler çorak yüreklere dökülmez.
Yalnızlık kendi tercihleriyse asla izin vermezler birilerinin o yere girmesine.
Onlar yalnızlığın çoğalttığı şeyleri de bilirler, dünyayı yüreğinin sesiyle dinlemesini de.
O’ dünyanın anahtarını da, istemedikleri sürecede hiç kimseye vermezler.
Güçlü bir kadın; 
İsterse dünya yeniden, yeniden şekil bulur.
Neler olabileceğini hayal bile edemezsiniz.
Bunun için siz bir fenersiniz erkekler.
Siz doğru yerde tutun fenerleri, bakın nasıl aydınlanacak cennet bahçeleri.
O’ kadınlar ki elleriyle toplayan, işleyen, dünyaya şiirden resimler çizen.
Engin bir kadın; 
Binlerce nehir gibidir, önünü açtığında, denizlere dökülen.
Yaşamak, onların yüzüyle daha bir başka gülüyor, gülceler çoğalıyor,
Yemek yemek, su içmek, sevmek bile; onların gamzelerinde aydınlanıyor.
Bir kadının elinden çıkan her iş kendi içinde hayat buluyor hem de nakış nakış.
Evet, her kadın;
 Bir deniz ve dalgaların anası, içindekini de koruyan.
İçinde yüzdüğünüz denizi tanımayanlardan olmayın.
Hepimizin gönül vadileri var, o vadiler aşk, marifet, gönül tokluğu, farkındalık ve kötüye meyillenmemektir ve her kalbe bir gönül gözü gereklidir...
Yürekte yıllanmış kederler, boğaz da düğümlenmiş, kelimelere dökülmeyen ve gözümüzdeki nem, yanağımıza süzülen iki damla gözyaşı, hayatın tüm duygularını kendin de toplayan yüreğimizi temize çeken  şey anlamlı yaşamaktan ve  sevmekten geçer (!)
Balzac, bir kadın kahramanına şunları söyletebildiği için:nazarımda büyük bir yazardır  "Sevmenin ne olduğunu bu dünyada ancak üstün erkekler bilir. Neden öyledir, artık anlıyorum. Bir erkek iki buyruğa uyar. Gönlünde ihtiyaçla duygu karşılaşır. Aşağı ya da zayıf erkekler ihtiyacı duygu sanırlar; üstün erkeklerse ihtiyacı duygunun o olağanüstü, insanı hayran kılan gücüyle örterler. Duyarlılık ancak bir insanın iç dünyasının zengin oluşuyla mümkündür." Ve tek bir ilgili davranış, sonsuz bir dalga oluşturur, size geri dönecek bir dalga...
Ne güzel bir derinliktir bu...
Olcay Kasımoğlu

3 Ocak 2019 Perşembe

Ellerin yerim yurdum
Demlenmiş hüzünlerin tatlı telaşıyla, içimdeki çocuk kanat vuruyor; tutuştur yanan düşleri...
Mutlu olmak için gerekli koşulların oluşma-sini beklemek ne kadar hazin bir bekleyişse kıpırdamadan durmakta o kadar hazin...
Taze güne yayılmanın serüveni
Düşleri aydınlatan maviler
Deniz 
Dağ ve doruk
Işığın
Sevincin
Yaşamın en güzel haliyle
Sonsuz hepsi
Hadi kalk silkelen
Yeni bir gün başlıyor...

Nasıl da hemen
Yanı başımızdaki gizeme değip geçiyor
Sabır ve sükunet içinde
Hiçbir şey söylemeksizin
'' Tadında bırak her şeyi'' diyor
Bağırıp çağırmaya gerek yok.

Düşle başlayan sabrın, sırrın imtihanından geçip, küçük duyarlılıkların sırrına erişmeli insan. Ancak o zaman yaşam değişir, kımıldar yer değiştirir..
Ağır ağır adımlarla
Yürüyen gün doğumu
Hayat verirken usulca gölgelere
''Yağmur konuşuyor
Diyor ki;
'Ağlama aşkım, sevdiğin burada'
Yeni bir başlangıca
bir gün daha...
Aklın ve yüreğin saf ışığıyla
Sabır ve sükunet içinde
Kıymetini bil her şeyin diyor...
Resim. Fas'ın en huzurlu şehri Şafşavan'ın sokakları

hepimiz kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız


Hayat tekdüze değildi. Yaşamda kalıcı olan değerleri aramaya, karşılaştığım insanlarda bu özelliklerin ne kadarının bulunduğunu gözlemlemeye başlamıştım.
Aslında böylesi bir sorgulama herkes için, hayatın her anında gereklidir. Ozanın dediği gibi, “Hayat sunulmuş bir armağandır insana.” Ama ne kadarımız bu armağanın değerini biliyor, ona hakkını veriyoruz? Yoksa, hoşumuza gitmeyen bir armağan gibi kenara koyup, eskimesini, yok olmasını mı bekliyoruz? Ya da kaybetmek midir ölüm? Varlığın, esas olan huzura, serbestliğe kavuşması mıdır? Her ölüm, erkendir diyen şair yanıldı mı bir yerde? Esas olan, yaşamın ne manaya geldiğini çözemeden ayrılmanın garip yoksulluğu mu, yoksa sonsuzluk dediğimiz aslında yaşamdaki sonsuzluk değerinde bir an mıdır? 
Bütün bu soruların yaşamda bir karşılığı olmayabilirdi ya da yeterli cevapları bulamayabilirdim. Lakin benim yaşadıklarım ne fantastik bir kurgu ne de bir hayalin mahsulleriydi. Bu, kaybedenlerin hikayesi de değildi. Nerede başlayıp nerede biteceğini bilemediğimiz, okudukça binlercesini eklediğimiz, ilintiler bağlantılar kurduğumuz, dinleyip çoğalttığımız, seyredip zenginleştiğimiz, yaşayıp elediğimiz yaşamlara; yeniden, yeni yollar açan, yaşama ince, derin izler bırakan bir insanın, yaşamı anlamlı ve yaşanılır kılma mücadelesiydi.

İnsan yaşadıkça, yitip giden zamanları ve iç sesimizin ayaklarına, kulaklarımızı tıkamadan; kendi iç sesimize yöneldikçe, içsel sorgulamaların ve yeniden uyanışa geçen bir ruhun çığlığını duymaya başladıkça; kendine yetebilmeyi, ayakta kalmayı, farklılıkları kabullenmeyi, kendini eleştirmeyi, kendiyle yüzleşmeyi amaç edindiğinde, yaşamı yeniden sorgulamaya başlıyor. Mutluluğun, insanın değiştiremeyeceği şeyleri kabul etmesinde, değiştirebileceği şeyler için harekete geçmesinde ve ikisinin arasındaki farkı görebilmesinde yatıyor. İşte o zaman başkalaşır dünya, tutkular ten olur, düşünce tenleşir, ruhlar özgürleşir, yok olur prangalar. Hepimiz, kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız.
İnsanın duruşu ne kadar derinse, ne kadar özgürse ruhu, ne kadar güzel görebiliyorsa o kadar geniş, o kadar uçsuz bucaksız, o kadar güzeldir yaşam manzarası. Bunun içinde, sıkça kalbin ve beynin kapısını tıklatmak gerektiğini unutmamak gerekiyor. Nede olsa, onlarda tozlanır, katılaşır, sağırlaşır, koylarına çekilir zaman zaman. Benim yaptığım ise, geçmişimin içinden geçerek, kendimi yeniden eritiyor, kendi içimde kayboluyor ve düşünerek yankı ve uçurum yaratıyordum kendime. Derinleşerek kendimi çoğaltıyordum.


''Simurg Olmak Zamanı'' Romanımdan
Unutursam fısılda hayat
Bu dünya zamanından hepimiz göçüp gideceğiz, üstelik her şeyimizle göçeceğiz. Yaşadıklarımızdan, konuşanlardan geriye hiçbir şey kalmayacak.
İşte bu yüzden, dünyayı açıklama iddiasından, aptalca bir sürü gereksiz mal ve mülk edinme hastalığından, savaşlardan, sevgi ve umudu tırmalamaktan çok geç olmadan vazgeçsek daha iyi olmaz mı?
Hani, Tarkovski’ der ya, ‘’Umut ve sevgi insanın gerçekliği.” Gerçekten insan olmak büyük bir nimet. İnsan, umutla doğuyor, gerçeklik karşısında umudunu yitirmiyor, çünkü akıl an itibarıyla içinde bulunulan koşulların değişeceğini biliyor.
Umudumuz, günümüz kirlenmiş toplumlarına karşı güçlü olmalı. Çünkü; kötülük, her iyilik gibi, umudunu koruyan inançlı bir insanda duyguları harekete geçirir.
Soyunmuştum bütün libaslarımdan. Öğretmişti hayat bana, insanlar korkarlar gerçeği hatırlatanlardan, kefenlenmiş öykülerle yaşarlar.
Oysa, gerçek yolculuk kendine yapılan yolculuktur ve nefes aldıkça umut vardır. ‘’Ve tüm dünya ‘’Vazgeç’’ dediğinde umut fısıldar; bir kez daha dene..’
Demlenmiş hüzünlerin tatlı telaşıyla, içimdeki çocuk kanat vuruyor; tutuştur yanan düşleri, Simurg olmak zamanı...
Bağırıp çağırmaya gerek yok. Bu küçücük, bu fani yaşam, tohumun ağaca, ağacın tohuma dönüşmesinden başka bir şey değil. Karanlıkta ışığı beklemek gibi, herkes kendi umudunu yüreğinde taşır. Bu zorlu süreçte, mücadele ruhumu besleyen umudu çok sevdim, olur da bir gün unutursam; fısılda hayat!

''Simurg Olmak Zamanı'' Romanımdan
Karanlık geçmişin, sessiz bir tablosudur Zerkalo.

Sinema ve şiir; düşleri, sonsuzluğu ve aşkı, kısacası insanın kendisini anlatmak için kullandığı ifade biçimlerinin başında gelir.
'Ruhumuz bedensiz / Bir günahkar sanki/ Ve sanki cevapsız bir bilmece… / Ve ben rüyamda/ Bana bir başka kılıkta /Başka bir ruh gibi görünürüm / İnançsızlıktan, umuda koşar...'
İnsan;
''Şu an için kendisini yüksek binalara, kafeslere, hapsetmenin peşinde olsa da, insanoğlu için doğaya ve çocukluğun saf huzuruna kanat çırpma vakti gelecektir.''
Evet gelecektir, buna kalben inanlardanım.
Yeter ki kendimize yürüyelim. Önce bir kendimizi dışarı çıkartalım. Bir görelim iç doğamızı aynamızda.
Sürekli şüphe içindeyiz ve telaşlıyız. Durup düşünmeye zamanımız yok.
İnsan hiç elinde ki bardak kırıldı diye su içmekten vazgeçer mi?
Değersizlikten ve anlamsızlıktan kurtulmak ve ruh mükemmelliğine ulaşmak için Ayna’ya bakmayı, orada görülen tabii derinliğe sahip çıkmayı önerir bize Tarkovsky.
Film bizi;
Şiirsel ve bazen gittikçe ağırlaşan bir zeminde, geçmişin kapılarını aralayıp çocukluğun coğrafyasını, ergenliğin ve bir adam olmanın anlamlarını yoklayan bir genel bir tutuma sahiptir. Ağırdır Ayna, evet, zordur ama bu ağırlığa ve karmaşaya rağmen kendi yüzümüze çekinmeden bakmaya çağırır.
“Buluşmalarımızın her anını/ Bir mucize gibi coşkuyla kutlardık/ Yeryüzünde yalnız biz vardık/ Sen bir kuş kanadından daha hafif ve inceydin/ Bir hayal gibi, merdivenleri uçarak/ Yağmurlarla ıslanmış/ Leylakların arasından/ Geçirip, aynanın ötesindeki/ Ülkene götürürdün beni''
Tarkovsky’nin Ayna’da yaptığı “değerli olan anların şiirsel renklerle süslenmesi” onun filmleri sadece hissedilmelidir dedirttiriyor bana.
''Çağlar elbet değişecektir, ancak insanlığın özü ilelebet korunacaktır...''der Tarkovsky
İzlenmeli, duru bir zihin ve açık bir kalple...

2 Ocak 2019 Çarşamba

Umut iyi bir şeydir, belki de en iyi şeydir ve iyi şeyler ölmezler...

kar yağan kentin
kar beyazının
kara çocukları
kışı çetin
okul yolları buzlu
hayallerimiz sıcak
gözlerimiz ateş
türkülerimiz sevda kokar
bir başkadır
üzerine kar yağan
çocukların
hayatla buluşması
soğuk ayazların
çatlak ellere durması
çocuklarda ki her şey
her şeye rağmen
umut dolu
saçaklarda
büzüşmüş serçeler
bizi seyre dalar
biz onlara
onlarda bize benzer
yarı aç yarı tok
fakir kentlerin
karı da soğuk olur
ayaklarda çizme olsa da
bir yerinden delik olur
ayaklarımız üşür
yanaklarımız soğuk
ellerimiz soğuk
ama biz soğuk değiliz
soğuklukla
soğuk olanın farkı
kış...
duyarsız ,
anlamaktan uzak
zengine alternatif
olsun...
bizim içimiz sıcak
onların içi soğuk...

Yaşam ikiyüzlü bir madalyon gibidir. Bir yanda mavi, yeşil, sıcak gülüşlü açan çiçekler, diğer yanda ayrık otları, ısırgan ve dikenler. Ayıkla ayıklayabilirsen…
Olcay Kasımoğlu
Ve sevdiğim her şeyi yalnız sevdim.
İnsan ne yaşayacaksa; yürekli yaşamalı.
Yaşama dair ne verecekse; emek sarf etmeli..İçten olmalı, samimi olmalı....
Parayla pulla da ilgisi yok bu işin...Sevgiyle ilgisi var..
İnsan; insan olmanın ayırdı na varamadıkça, erdemli olmayı becerebilir mi ?
Ve hangi ''kitaba çağırırsan çağır'' çağrıları duymadıkça duyabilir mi....
İnsan bir başkasının canı yandığında canı yanmıyorsa, egosunu arka cebine koyup da ''empati'' kurabilir mi?
Artan yemeği veremeyen ''nefsine rağmen'' verebilir mi?
İnsan kendiliğinden büyük olmaz; insanı ''olumlu eylemleri'' büyük yapar.
Nefretle, hakaretle, kinle, öfkeyle ''büyüyen bir güzellik'' yoktur dünya yüzünde.
Sağlıklı düşünen beyinlerde büyür insanın güzelliği...
ah hayallerin
düşlerin ülkesi sevdiğim
ah gözlerime en yakışanım
sevdim
soluğunu rüzgar kılan insanları
soluğumu soluklarına kattım...
Olcay kasımoğlu
Hiç kimse kimseden üstün değildir.
Böyle duvar olmakla, katı olmakla, tavır almakla, mazeretlerin arkasına saklanmakla, bulamayız yaşamın o incecik yolunu…
Başkalarına önyargıyla yaklaşan insanlar, yenilikten korkarlar.
Kendi dünyalarında farklı, içinde bulundukları ortamda farklıdırlar.
Resmi görüşleri ayrı, içsel düşünceleri farklıdır. 
Bunlar için yaşamın etkinliği, işine ve çıkarına geldiği gibidir.
Neyi savunuyorlar, neye göre, kime göre yaşamlarını düzenlerler bilinmez.
İnsanı insan yapan en büyük özellik ''adaletli olmasıdır'' ve yaşamın içerisinde üretim, paylaşım ve bütünlük içinde daha huzurlu ve güven ortamında yaşama devam etmesidir.
Bunları ıskalayıp, bir yığın neden veya gerekçe ile düşmanlık üretenler ise akıldan, aydınlıktan, düşünceden uzaklaşmış, hedefinden sapmış demektir.
Kendi dışımızda ki yaşamlara saygı duymak tercih nedeni değil zorunluluktur,
insan varolduğu süre içinde, yaptıklarından veya yapamadıklarından sorumludur.
O halde, insan varoluş sürecinde yaşamın hakkını ve yaşamın içerisinde; başkalarının hayatına da anlam kattığı sürece bir önem taşır, ya yaşamın yürütücüsü, ya gözcüsü ya da sözcüsüdür.
Hiç kimse kimseden üstün değildir ,sadece farkındalığımız ve aydınlanmaya kattığımız değer bizi yaşamın içinde sağlıklı bir birey yapar.
Birey olmayı başaramamış insanlar hep başkalarını oynarlar.Kendi düşünce ve fikirleri yoktur. Ya günün adamıdırlar yada günü kurtarma telaşı içinde anlamsız yaşamların ve zamanın esiri olurlar.
Bir dostum çok güzel özetlemişti yaşamdan tat almayı;
'' Asaletten, üstün ırktan söz edenleri dinlemek,ruhsal kramplar girmesine neden oluyor. İnsanın ve evrenin yolculuğunda böyle şeylere hiç mi hiç yer yok. Zarar veren can yakan insan var, iyilik yapan,yolları açan,gülümseyen, el uzatan insan var; başka hiçbir canlının bu korkunç ve güzel telaşı yok;onların yolu çok basit; yaşamdan an ve an tat almak; ne hoş..''
Hiç kimse kimseden üstün değildir ,sadece farkındalığımız ve aydınlanmaya kattığımız değer bizi yaşamın içinde sağlıklı bir birey yapar.
Birey olmayı başaramamış insanlar hep başkalarını oynarlar. Kendi düşünce ve fikirleri yoktur. Ya günün adamıdırlar yada günü kurtarma telaşı içinde anlamsız yaşamların içerisin de, zamanın esiri olurlar.
Olcay KASIMOĞLU
 KENDİ ACIMIZDAN BAŞKA ACI TANIMAZ OLDUK !


Bir çocuk gördüm, ağlıyordu. Çünkü evlerinin kapıcısının oğlu ölmüştü. Ana, babası önce bıraktılar ağlasın, sonra sıkıldılar bundan. 
-Niye ağlıyorsun? dediler. Senin kardeşin değildi ki o. 
Çocuk gözyaşlarını sildi. Korkunç bir şey öğrenmişti: Demek ki, yabancı bir çocuk için ağlamak gereksizdi ! Simone de Beauvoir

Kanıksanmış duyarsızlık algısı böyle oluşuyor, oluşturuluyor.

Her akşam televizyon dizilerinin başında, hayatlarını başkalarının hikayeleri üzerinden yaşayanlar, dizi kahramanlarıyla özdeşleşerek gerçeklik algısını yitirenler, kendi hayatlarına ne kadar ilgi gösterirler veya kendi hayatlarının sözcüsü olabilirler?

Umursamazlık almış başını gitmiş, şiddet ve ölüm haberlerin, etkili bir korku filmi tadında izleyen seyircinin “kurban etkisi” denilen şiddete kayıtsız kalma durumuna dönüşmüşse yeniden silkelen meliyiz !

Kendi hayatının anlamını değil, başka hayatların anlamı üzerinden yaşama yürüyenler, kendi hayatlarının yaratıcısı nasıl olabilirler ?

Ölümün kanıksandığı, sizden bizden algısına dönüştüğü yerde, hangi vicdandan bahsedebiliriz ?

Kendi sosyal statüsünü kaybetmekten korktuğu için susmak, yaşanan kıyımları görmemezlikten gelmek ve her şeyi akışına bırakmak, bana dokunulmasın da ne halleri varsa görsünler düşüncesi hakim olmaya başladıkça; amaçsız, bencil, hoyrat benlikler çoğalmaya devam ediyor.

Özellikle eğitim ve kültür-sanat alanındaki gündelik politikalara, bilimle-sanatla asla yan yana gelemeyecek tutumlara, dayatmalara ve anti-demokratik yasalara, yoksullaşmaya, sadaka kültürünün normalleştirilmesine baktığımızda; toplumda yaratılan algı ile insanlar da sürü bilinci hakim olmaya başlıyor.

Sonuç;
İnsanların bencilliği ile başlayan kayıtsızlık, zamanla içselleşerek; akılsızlaşmayı, vicdansızlaşmayı ve beraberinde omurgasızlaşmayı başlattı.

Olcay Kasımoğlu

30 Aralık 2018 Pazar

KENDİNE AİT BİR ODA
''Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir olmasaydı dünya hala bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı. Hala geyiklerin iskeletleri ile kırık koyun kemiklerini birbirine sürter çakmak taşı verip koyun derisi ya da gelişmemiş zevkimizi hangi basit süs eşyası tatmin edecekse onu alırdık... 

Çar ve Kayzer ne taç giyerler ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gerekirdi. İşte bu yüzden Napoleon da Musollini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar. Eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi. Bu da çoğunlukla kadınların erkeklere gerekli olduğunu kısmen de olsa açıklamaya yarıyor. 
Ayrıca erkeklerin kadının eleştirisi karşısında ne kadar tedirgin olduklarını, aynı eleştiriyi yapan bir erkeğin verebileceğinden daha fazla acı vermeden, erkeği daha çok öfkelendirmeden kadının, bu kitap kötü, bu resim zayıf filan demesinin nasıl olanaksız olduğunu da açıklamaya yetiyor. Çünkü eğer kadın gerçeği söylemeye başlarsa aynadaki görüntü büzülür; erkek hayata uyum sağlayamaz olur. Kahvaltıda ve akşam yemeğinde kendini olduğundan bir kat daha büyük göremezse hükümler vermeye, vahşileri uygarlaştırmaya, yasalar koymaya, kitaplar yazmaya, süslenip ziyafetlerde nutuk çekmeye nasıl devam eder? ... Ana görüntüsü çok önemli çünkü zindeliği besler, sinir sistemini harekete geçirir. Kaldırın o görüntüyü, o zaman erkek ölebilir, tıpkı kokainsiz kalan kokainman gibi.

Kadınların, iyi eğitim almış çok yetenekli kadınların bile, erkeklere duyduğu saygı,” diye sürdürdü sözlerini. “Atlar üzerinde sahip olduğumuz türden bir güce sizin üzerinizde de sahibiz galiba. Onlar bizi olduğumuzdan üç kat daha bü­yük görüyorlar, yoksa bize asla boyun eğmezlerdi. Tam da bu nedenden ötürü, oy hakkını kazandığınızda bile birşeyler yapacağınızdan kuşku duyuyorum.”

"İki cinsin birbirine kışkırtılması; üstünlük iddialarının ve zayıflığın bir tarafın üstüne yıkılması, insanlığın taraflara bölünmüş olduğu ve bir tarafın öbürünü yenmesi gerektiği gibi konular, kürsüye çıkıp başöğretmenin elinden süslü püslü bir kupa almanın çok önemli olduğu ortaokul aşamasına aittir."

“Galiba aşığım. Neyse, aklımı kaçırdım. Düşünemiyorum, çalışamıyorum, dünyadaki hiçbir şey umurumda değil. Tanrı aşkına Mary! İşkence çekiyorum! Bir an mutluyum, bir sonraki an acılar içindeyim. Yarım saat süresince ondan nefret ediyorum; sonra da onunla on dakika birlikte olabilmek için canımı verecek duruma geliyorum; ne hissettiğimi, niçin hissettiğimi asla bilmiyorum; delilik bu, ama yine de son derece akla yatkın.”
TÜRKÜLER

Zamanda ...
Bir yerlerde ...
Bir an'ın içerisinde ...

''Dünya yalan ,
Türkü gerçek !''

Neşet Ertaş
KİTAPLAR

Okumak insana herzaman ihtiyacı olan üç şeyi öğretir ;
1)Ne kadar az bildiğini.
2)Ne kadar aciz olduğunu.
3)Kendini/onu okumanın en güzel yolculuk olduğunu.
“Her toplum bir kitaba dayanır:
 Ramayana Neşideler Neşidesi veya Kur’an. Senin kitabın hangisi?” Dostoyevski, “Avrupa’yı kendimizden çok daha iyi tanıyoruz”, diyor. Biz ne kendimizi tanıyoruz, ne Avrupa’yı. Tarihimiz mührü sökülmemiş bir hazine. Sosyologlarımız bir Kızılderili köyünü keşfe gider gibi, alan çalışmalarına koyuluyorlar. Avrupa’yı, Avrupa’nın istediği kadar tanıyoruz.
Ne var ki ihtiyar Batı da hafızasını kaybetmişe benziyor. UNESCO, kitap yılında, kitap için yazılmış en güzel eseri hatırlayamadı: Susam ve Zambaklar.

Susam ve Zambaklar Ruskin’in* en çok sevilen, en çok okunan kitabı. Şöyle diyor Ruskin: “Kendimize dost seçeceğiz. En iyilerini seçmek istiyoruz, ama nerede bulacağız o dostları? Kaç kişiyi tanıyoruz? Her istediğimizle tanışabilir miyiz? Talihimiz yâr olursa, uzaktan görebiliriz büyük bir şairi, sesini duyabilirsek ne devlet… Bir bakanın odasında on dakika kalmak, bir kraliçenin bakışlarını bir saniye üzerimize çekmek, ümit edeceğimiz bahtiyarlıkların en büyüğü. Ama hep buna benzer mesut tesadüfler peşindeyizdir. Yıllarımızı, duygularımızı, kabiliyetlerimizi harcarız bu uğurda. Sayısız zilletlere katlamaz. Bize her an kollarını açan bir dostlar topluluğundan habersiz yaşarız. İçlerinde hükümdarlar da vardır, devlet adamları da. Günlerce şikâyet etmeden iltifatlarımızı beklerler. Ağız açmalarına izin vermeyiz. Filhakika seçiş hürriyetimizin hudutsuz olduğu tek dünya: kitaplar dünyası.”

Ruskin kitapları ikiye ayırır: Geçici olanlar, kalıcı olanlar. Geçiciler faydalı veya tatlı birer konuşma: Seyahatnameler, hatıralar. Bunlar kitaptan çok bir nevi mektup, bir nevi gazete. Kalıcı kitap, sohbet değil, yazıdır. Birkaç sayfaya sığdırılmak istenen bütün bir hayat. Ebediyete yollanan mesaj. Kimsenin söylemediği ve söyleyemeyeceği gerçek. Yazar, o birkaç sayfayı kaleme almak için gelmiştir dünyaya. Mümkün olsa taşa kazır fikirlerini.

Kütüphane, bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzleri ile dolu. Bu ulular bezmine kabul edilmenin tek şartı, liyakat. Mabede bayağılar giremez. Diriler naziktir, ölümsüzler titiz. Gerçekten severseniz konuşurlar sizinle. Bir kitabı okurken “ne güzel kitap” deriz, “yazar da tıpkı benim gibi düşünmüş”. Yanlış, şöyle dememiz gerekirdi: “bunu daha önce hiç düşünmemiştim ama, galiba doğru.” Yahut, “belki şimdi anlayamıyorum, birkaç gün sonra anlarım.” Önce teslimiyet, anlamak cehdi. Sonra hüküm. Yazarın gerçekten değeri varsa, düşüncesini, bir hamlede kavrayamazsınız. Söylemek istediklerini bütünü ile söyleyemez yazar, söylemek de istemez. Gizler, istiarelere başvurur.

Güzel sabahlan kucaklayan sis gibi güzel eserleri saran bu sis de tabiî. Düşünceye cazip ve parlak bir biçim vermek küçültür düşünceyi. Büyük yazar içinden gelen sesi olduğu gibi haykırandır. Kelimeleri kullanırken avamın hoşuna gidip gitmeyeceğini düşünmez. Derin bir düşünceyi anlamak, o düşünceyi kavradığımız anda derin bir düşünceye sahip olmaktır. Kendi içine, kendi kalbine inmektir. Nesneleri bulutlar arkasından görürüz. Düşünmek bu sisleri yırtarak aydınlığa varmaktır.

Yazar düşüncesini yardım olsun diye sunmaz. Bir mükâfattır bu. Lâyık mısınız, değil misiniz? Anlamak ister. Tabiat da öyle değil mi? Altın neden toprağın derinliklerinde? Okurken araştırmaya çıkacağınız maden: yazarın düşüncesi veya niyeti. Araçlarınız: zekâ ve bilgi. Kayayı kıracak, madeni eriteceksiniz. Önce kelimeyi fethedeceksiniz, sonra heceleri, harfleri.

Bir aydın yabancı dil bilmese de olur, çok kitap okumasına da ihtiyaç yok. Yeter ki ana dilini gerçekten bilsin. Kelimeleri şecereleriyle tanısın. Asıl olanları âdilerinden ayırsın. Karanlık kelimeler vardır, arılar gibi vızıldayan kelimeler. Taşıdıkları hiçbir düşünce yoktur, kimse tarafından anlaşılmazlar. Ama yine de herkesin ağzındadırlar. Onlar için yaşanır, onlar için ölünür: Hayalimizin rengine bürünürler. Göremeyiz onları, pusudadırlar. Ve bir atılışta parçalar bizi. Dilimizin her kelimesi başka bir dilden gelmiştir. Nice, ülkeler dolaşmıştır bize gelinceye kadar. Ciddi olarak okumak isteyen Yunan alfabesini öğrenmeli (Ruskin İngilizlere söylüyor bunu). Her dilden lügatlar bulunmalı kütüphanenizde. Okuduğunuz metinde hiçbir karanlık kelime kalmamalı.

Büyükler, bayağıları meclislerine kabul etmez. Bayağı, hissetmeyendir. Sevmeyen, sezmeyen, anlamayandır. Akıl doğruyu gösterir; iyi ile kötüyü ayıran: gönül. Büyük ölülerin dostluğuna, iyi ile kötüyü birbirinden ayırmak için de koşmalıyız. Gerçek bilgi, disiplinli ve denenmiş bir bilgidir. Gerçek heyecan imtihandan geçmiş bir heyecan. İlk coşkunluklar boştur, aldatıcıdır. Kapıldınız mı uzaklara sürükler sizi. Duygunun asaleti, kuvvet ve isabetindedir. Açılması yasak bir kapıyı zorlayan çocuğun, efendisinin eşyalarını karıştıran uşağın tecessüsü, terbiyesiz bir tecessüs. İnsanlığın bilgi susuzluğunu gidermeye çalışan tecessüs, asil. Bizi bir dedikodunun teferruatına zincirleyen alâka, serseri bir alâka; can çekişen bir toplumun acılarına ortak eden alâka, insanca.

İngiliz hodgâmdır, heyecansızdır. Bir millet değil, bir yığın. Yığını kolayca kandırabilirsiniz, duyguları hiçbir temele dayanmaz. Yığın düşünmez, mâruz kalır. Nezleye yakalanır gibi tutulur bir fikre. Ateşi yükselince arslanlaşır, nöbet geçince her mukaddesi unutuverir. Büyük bir milletin duyguları ölçülü, düzenli, devamlıdır.

Okumaktan hangi hakla sözediyoruz? Okuma terbiyesinden önce, çok daha mühim, çok daha âcil disiplinlere muhtacız. Böyle bir ruh haleti içindeki insanlar nasıl, neyi okuyabilirler? Büyük bir yazarın tek satırını anlamaları imkânsız.

Kendini yığın hâline getiren bir millet payidar olamaz. Tek kaygısı para olan bir yığın yaşayamaz. Düşünceyi küçümsüyoruz. Kitaba harcadığımız parayı, atlar için harcadığımızla kıyaslarsak, yerin dibine girmemiz gerekmez mi? Kitap sevene, kitap delisi diyoruz. Kimseye at delisi dediğimiz yok. Kitap yüzünden sefalete düşen görülmemiş. At uğrunda iflas eden edene. İngiliz milletinin içkiye verdiği para, kitaba verdiğinin kaç misli, hiç düşündünüz mü? En güzel kitap bir kalkan balığı fiyatına. Alan nerede? Umumi kütüphaneler resmî ziyafetler kadar pahalıya mal olsa idi hükümetimizin daha çok iltifatına mazhar olurdu şüphesiz. Kitaplar bileziklerin onda biri kadar etse beyefendilerimizle hanımefendilerimiz arada bir okumak hevesine kapılırdı belki. Birçokları kitabı ucuz olduğu için almaz. Düşünmez ki kitabın tek değeri okunmasındadır. Bir değil birçok defalar okunmasında, çizilmesinde, tanınmasında.

Felaketimizin kaynağı kültür yokluğu. Bizi helak eden ne ahlâksızlık, ne bencillik, ne kafamızın ağır işlemesi. Bir öğrenci kayıtsızlığı içindeyiz. Hoca tanımadığımız için yardım görmemize imkân yok.

Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekânın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek. İçlerinde böyle bir canlılık, böyle bir hayat coşkunluğu duyanlar dünyanın biricik hâkimleridir. Bütün diğer hükümdarlıklar bu saltanatın maddîleşmesi, fakirleşmesidir: Bir nevi tiyatro krallığı. Gerçek hükümdarlar ebediyen hükümrandırlar. Hazineleri yağma edildikçe zenginleşirler.

Meclisten tahıl için kanunlar geçirdiniz. Şimdi başka bir tahıl sözkonusu. Daha nefis, daha besleyici bir ekmek sağlayacak, bir tahıl: susam. Bu susam, kapıları açan büyü. Harami mağaralarının kapılarını değil, hükümdar hazinelerinin kapılarını: kitap.

Okumak Üzerine

Susam ve Zambaklar’ı Proust çevirmiş Fransızcaya. Ruskin’in bahçesine oldukça uzun bir revaktan giriyoruz. Romancı, elli sekiz sayfalık bir girişle, eseri – daha doğrusu kendini- tanıtıyor:

“Ruskin okumaya çok önem verir. Ben bu fikirde değilim. Çocukken okuduğumuz kitapların yeri başka, cazibeleri büyük, hatıraları aziz. Ama bu okumalardan bizde kalan, daha çok oturduğumuz yerlerin ve günlerin hatırası.”

Proust yanılmıyor mu acaba? Tecessüsümüz yeni fetihlere kanatlanırken, gündeliğe, bayağıya, alışılmışa takılıp kalan bir dikkat ne kadar zavallı. Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir mülakattır. Her yabancı intiba vuslatın büyüsünü bozar. İster güneş ışıldasın gökkubbede, ister duvarda bir petrol lambası yansın. Pencerede şakıyan kuşlardan bize ne. Reel olan tabiat değil, kitaplarda görülen rüyadır. Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule, yani masala, esrara, sonsuza.

Proust’a dönelim: “Okumak başka, sohbet başka. Okurken bir başka düşünceyle temas halindeyiz, ama tek başımıza mıyız, insan fikrî bakımdan çok daha güçlü. Konuşma, bu gücü dağıtır. Okurken sadece ilham alırız, kafamız dilediği gibi çalışır. Hem yalnızız, hem beraber. Bir nevi mucize…” Ne yazık ki, bu sihirli mahremiyetin de hudutları var. “Güzel kitaplar yazar için bir son, okuyucu için bir davettirler. Suallerimize cevap vermezler. Birtakım arzular uyandırırlar bizde, iştiyaklarımızı alevlendirirler. Yazar sözünü bitirince şaşarak farkederiz ki, hiçbir şey söylememiştir henüz…” Kitap her sualimizi karşılayamaz, doğru. Ama, hangi sohbetten doyarak çıkarız? Bu kanma bilmeyen susuzluk insanın alınyazısı değil mi? Şüphelerimizi, tereddütlerimizi arzın ve zamanın bütün büyük zekâları çözemezse, dar bir coğrafyanın ve hasis tesadüflerin karşımıza çıkardığı bir insan nasıl çözebilir? Kitap denen uçsuz bucaksız okyanusta daima yeni keşifler yapmak kabil. Hangimizin irfanı, o sonsuz “belki”yle boy ölçüşebilir?

“Şairlerin coşkunluğu bize de geçer. Ama, bu heyecanın mânâsını anlayamayız. Çizdikleri tablolarda, bildiğimiz dünyadan çok başka bir dünya ile karşılaşırız. Bu manzaralar harikuladedir, çünkü bir dâhinin dikkatini çekmişlerdir. Serseri ve kayıtsız bir dikkat tesadüfen o manzaralar üzerinde durmuş. Tasvir sanatının en büyük hüneri: sis. Sanatçının görevi, tabiatı örten çirkinlik ve manasızlık örtüsünü şöyle bir aralayıvermek. Bak ve gör demek bize, sonra kaybolmak.” Yalnız o kadar mı? Okuyucularını bu sihirli âlemde adım adım dolaştıran yazarlar da var. Iskoçya, Walter Scott’un cazibesine yakalananlar için kendi vatanlarından daha canlı, daha gerçek, daha iyi bilinen bir dünyadır.

“Okuma, içimizdeki meçhul âlemin kapılarını açan bir anahtar.” Pekiyi ama, o meçhul âlemin tekevvününde payı yok mu okumanın? İç dünyamızın sınırlarını genişleten kitap değil mi?

Proust devam ediyor: “Okuma zihnî hayatı uyandırmalı, yerini almamalı onun. Başkalarının hazırladığı bir bal değil hakikat, onu kitap sayfalarından toplayamayız, kafamızın ve gönlümüzün iç hamleleri ile fethedebiliriz ancak.” Doğru. Zihin arı, kitap çiçek, dış dünya kovan. “Aydın okumak için okur. Kitaba kitap olduğu için perestiş eder. Bulduğunu yükler hafızasına. Sindiremez, hayatına katamaz. Kendi kendini zehirler. Bu fetişist saygı zararlıdır, ama çok yaygındır da. Bu “edebî hastalığa” büyük adamlar daha çok tutulurlar. Düşünce ile, doğrudan doğruya temas etmedikleri zaman kitaplarla beraber olmaktan hoşlanırlar. Zaten, kitaplar da onlar için yazılmış değil mi? Büyük zekâlar kitabîdirler. Ama bu, kitabîliğin bir kusur olmasına mâni değildir. Kitabîlik, zekâdan çok hassasiyet için tehlikeli. Dâhi her okuduğunu temessül eder, kendi malı olur fikirler. Bir kucak odun küçük bir ateşi söndürür, büyük bir ateşi daha da canlandırır.”

Aşağı yukarı ayrı yıllarda bir başka düşünce adamı çok daha haşin, çok daha insafsız bir makale yayımlıyordu. Psikolog romancının Revue Philosophique’de çıkan bu yazıyı (“La Manie de la lecture”, Ossip-Lourie, s. 263 vd. 1915) okumamış olmasına imkân var mı? “Okuma Hastalığı” serlevhalı makale şöyle başlıyor:

“Bütün medeni ülkelerde aynı şikâyet: Okumuyoruz. Kitaplar çoğaldıkça okuma sevgisi azalıyor. Ama, yine de birçokları için okuma bir hastalık. Böyleleri incelemek, düşünmek, dinlemek, eğlenmek için okumaz; okumak için okur. Ne sanat heyecanı ararlar, ne zekâlarını geliştirme emelindedirler. Çok okurlar, ellerine geçeni okurlar. Sabırsızdırlar, sırtlarından bir yük atmak isterler sanki. Okuduklarını reddetmek veya tartışmak ihtiyacını duymazlar. Kitap kapanır kapanmaz içindekiler unutulur. En büyük zevkleri kitap değiştirmektir. Her matbua’ya saldırırlar. Kimi yarısını okur kitabın, kimi yalnız sonuna bakar. Kimi de bir baştan bir başa okur (meselâ gazete tiryakileri.) Okur gibi yapanlar da caba. Hepsi de rüya görür gibi okur.” Bu tiryakilik tembelliğin marazi bir şeklidir, yazara göre. “Okuma delisi birçok şeyleri anladığını vehmeder. Başkalarının sözleriyle yetinmek, her konuda başkasının anlayışına, başkasının fikirlerine başvurmak, alışkanlıkların en kötüsü. “Kitapta okudum, gazete yazıyor” gibi sözler iradenin ve kişiliğin yokluğunu gösterir. Aşın ve düzensiz okuma hafızayı, düşünce mekanizmasını bozar. Hasta gündelik hayattan kopar, çevresinde olup bitenleri göremez, anlayamaz. Marazı okumanın belirtilerinden biri hafıza zayıflamasıdır. Hasta gerçek hâdiseleri unutur, okuduklarını hatırlar. Realiteden uzaklaşır, kitaptaki olaylara bağlanır. Düşünceleri birbirine karışır. Kendi başına muhakeme edemez olur.”

Yazar söylediklerini şöyle hülâsa ediyor: “Okuduğunu tahlil etmeyen, daha önce okuduklarıyla karşılaştırmayan, her an kendi kafasını kullanmayan zekâsını mahveder. Okumak, sayfanın bütününü, cümleleri, kelimeleri anlamaktır. Dikkat gevşeyince gölge düşünceler kalır kafada. Çabuk okuyan dikkatini teksif edemez.”

Makalenin yazan bu çeşit okumayı gerçek bir hastalık olarak vasıflandırır. “Okuma ile zehirlenenler uykularını kaybederler. Uykusuzluk psikoz başlangıcıdır. Bu hastalık da, afyon ve esrar gibi, rüyalara, hayallere, sanrılara yol açar. İlletin bir başka tezahürü de mektup yazma, daha doğrusu yazı yazma hastalığıdır.”

Freud’a göre nevrozların başlıca, hattâ biricik kaynağı cinsî hayattır; “Felsefe Dergisi”nin psikolog muharririne göre, marazî okuma. “Ne garipdir ki, şimdiye kadar hiçbir sinir hekimi bu vahim hastalığı incelememiş.”

Asır başı, ruhiyatın kahramanlık çağı. Kimi Fransız şiirini tereddî ile vasıflandırır hekimlerin, kimi sosyalizmi hastalik sayar. Bu dikkate lâyık makalenin aynı mübalâğa ile malûl olduğunu düşünüyoruz. Marazi okuma sebep midir, netice mi? Başka bir tâbirle, insanlar sinir hastası oldukları için mi realiteden kaçar, kitaba sığınır, yoksa uykularını kaybettikleri, kitaba iltica ettikleri için mi sinir hastasıdırlar? Don Kişot’u çıldırtan kitap mı, Don Kişot çılgın olduğu için mi kitap delisi?

Proust’a dönelim: “Okumak da bir dostluk kurmak”, diyor Proust. Diğer dostluklardan farkı samimiyetinde. Konusu bir ölü, bir uzaktaki. Bunun için de hasbî ve iç açıcı. Çirkinliğinden sıyrılmış bir dostluk. Saygı, şükran, bağlılık dediğimiz ve o kadar yalanla karıştırdığımız bütün o merasimler, bütün o nezaket gösterileri kısır ve yorucu. Dostluklarımız çok defa tesadüfün eseri. Bir sempati başlangıcı, düşünülmeden söylenmiş bir söz, yanlış anlaşılan bir iltifat, yazdığımız ilk mektuplar müebbeden çözemeyeceğimiz bir alışkanlıklar ağının ilk düğümleri. Okuma, dostluğu ilk saf hâline irca eder. Kitaplarda merasime ihtiyaç yok. İstersek akşamı onlarla geçiririz. İstersek… Çok defa istemeyerek ayrılırız onlardan ‘hakkımızda ne düşünecekler?’ Acaba bir patavatsızlık yaptık mı? Hoşlandılar mı bizden? Falanı görünce bizi unutacaklar mı? gibi. Saf ve sakin bir dostluk. Ne alâyişe lüzum var, ne gevezeliğe. Sükût içinde bir kaynaşma. Bir kendi kendimizle başbaşa kalış. Sükût, söz gibi kusurlarımızın, sırıtışlarımızın izini taşımaz. Yazarın düşüncesi ile kendi düşüncemiz arasına egoizmleri sokmaz, konuşmayı yabancı unsurlarla zehirlemez. Kitap sahiden kitapsa dili de saftır. Yazar yabancı cisimleri ayıklamış, düşüncesini olduğu gibi sunmuştur bize. Her cümlesi bir sonrakine benzer. Aynı ses, aynı perde. Yazan aksettiren bir ayna.

“Zekâ geliştikçe artar bu sevgi, tehlikeleri de azalır. Sıhhatli bir zekâ kitapları çalışmalarına tâbi kılar. Onun için eğlencelerin en asilidir okuma, daha doğrusu en asilleştiriçişidir. Kitap zekâyı kibarlaştırır. Hassasiyetimizle düşüncemizi ancak kendi içimizde, zihnî hayatımızın derinliklerinde geliştirebiliriz. Ama, zekânın tavırlarını efendileştirmek için okumak zorundayız. Bazı kitapları, edebiyat ilminin bazı inceliklerini bilmemek, dâhiler için bile fikrî bir avamlık işareti. Kibarlık ve asalet, düşünce dünyasında da bir nevi alışkanlıklar francmaçonnerie’sinden, bir gelenekler mirasından ibaret.”


(alıntı)

Şahidim Yaşama 🌎

Suyun üzerine yazı yazmak gibidir yaşam. Sen yazdığını sanırsın, yazdıkça geride hiçbir şey kalmaz. Senin yaptıkların yada yapmadıkların tıpkı bir rüya gibi. Hakikatte olan hiçbir şey yok.

Farz et bir film seyrediyorsun. Kendi hayatının filmini. Niye ciddiye alıyorsun ki? Seyret, oyna, eğlen ve geç…^^ Niye gerçek sanıyorsun ki? İçinde ‘’sen’’ olsan da gerçekte hiçbir şey yok. Seni yanıltan da bu zaten; içinde senin olman (kaptırıyorsun kendini). Sen olsan da çık bak, seyret kendini, nasıl da ciddiye alıyorsun ve tutunuyorsun suya yazdığın yazılara, sanki geriye dönüp baktığında bir şey kalacakmış gibi.

Rüyalarımıza sadece bir rüya diyoruz da, rüya dışındaki rüyaya gerçek sanıp yapışıyoruz. Oysaki içi de rüya, dışı da rüya. Hepsi rüya. Yaptığın, yapıyor olduğun, yapmış olduğun hepsi suya yazdığın yazılar. Hepsi su.


Seyir koltuğuna oturtunca kendini, o zaman oynanan rolleri görüyor ve ciddiye almıyorsun. Biliyorsun ki çevirdiğini sandığın film gerçek değil. Sadece BİR film. Çünkü oynanan bütün roller( kurban, fail, kahraman) boş bir perdeye yansıyanlardır. Hepsi senin zihninden yansıyanlardır. Yönetmenim uyanık ol!:)) sadece senin de içinde olduğun bu filmin şahidi ol! Keyifle…^^

Peki gördüğümüz bu rüyaların, faydası yok mu? Ya da

Şahidi olduğumuz bu filmi niye çekiyoruz?

İçine girip çıktığımız bu rüya aleminin maksadı ne?

Nasıl ki bir rüya gördüğümüzde, sabah uyanıp manasını merak ediyorsak, niye gördüm ki bu rüyayı, anlatmak istediği gerçek nedir? diye soruyorsak.

Hepsi sabah olup uyandığımızı sandığımız dış rüya aleminde suya yazdığımız yaşamlara tutunuyor olmamızdan. Oysaki rüya içinde rüya görmeye devam ediyoruz. Peki neden?

Uyanmak için nihai olan gerçekliğe!

Tüm rüyaların manası, oynanan rollerin içeriği, hepsi seni gerçekliğine, şahitliğine, onun da ötesine taşımak için. Seni taşıdılar fakat onlar gerçek değillerdi.

O yüzden de filmini seyret, keyif al, tanığı ol! Ama kendini filmine kaptırma..

Sana verdiği mesaja bak, seni ulaştırdığı nihai gerçeğe bak.

29 Aralık 2018 Cumartesi

Sanat İstikrarı Seviyor: İnsan ne yaşayacaksa, yürekli yaşamalı. Hayat der ...

Sanat İstikrarı Seviyor: İnsan ne yaşayacaksa, yürekli yaşamalı. Hayat der ...: İnsan ne yaşayacaksa, yürekli yaşamalı.  Hayat der ki duruşunu, doğru bildiğine sarıl ısrarla. Çünkü; Sevgisizlik ağır bir yüktür... ...
İnsan ne yaşayacaksa, yürekli yaşamalı. 
Hayat der ki
duruşunu, doğru bildiğine sarıl ısrarla.
Çünkü;
Sevgisizlik ağır bir yüktür...
Sevgiyi hayatımızdan kovduk ''yerine'' parayı, mevkiyi, etiketi, statüyü koyduk.
Etiketlerle, makamlarla, egoyla sağlıklı üretimler oluşturamayız.
''Daha çok para kazanmak için eğitim görüyoruz, para için meslek ediniyoruz, para için çalışıyoruz, para için birbirimizi çiğniyoruz, para için birbirimizi aldatıyoruz, para için savaşıyoruz.''
Parayla gelen gücü, insanları ezmek için kullanıyoruz.
Haklının değil ,güçlünün yanında yer alıyoruz.
Bütün söylemlerimizi, paraya övgüyle taçlandırıyoruz.
Geldiği yeri hazmedememiş insanlara methiyeler diziyoruz
Para, fiziksel, biyolojik ihtiyaçlarımızı karşılamak için aracıyken, yaşamın amacı haline geldi..
“Aslına bakılırsa fena adam değildi;
arkadaş canlısı, iyilikseverdi.
Ne var ki, mevkini hazmetmemiş,
general sandalyesine oturunca
ne oldum deliğine düşmüştü.”
(Bir Delinin Hatıra Defteri, s. 60)

Sevgimiz olmadıktan sonra; daha çok paramız olsa, mevki-makam bizim olsa, daha çok toprağımız, evimiz arabamız, malımız olsa ne olur?
.Yürek işlerinin pazarlık payı olmaz...
Sevgimiz yok hiç bir şeyimiz yok.
Belki de yeniden öğrenmemiz gereken budur...

Olcay KASIMOĞLU