Translate

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Aramak için inanmak gerekir; inanmak içinse belki yaşamak için gerekenden daha fazla güç.

Okudum, bir daha okudum.
Paylaşmak istedim.


Milena Jesenská kimdir?” dendiğinde dünyanın pek çok yerinde insanların aklına “Franz Kafka’nın sevgilisi” yanıtı gelir muhtemelen.
Ataerkinin elindeki tarih ve medyanın aksine Milena, Kafka’yı gözü yaşlı bekleyen bir kadından çok daha fazlası. Resmi tarihin silik harflerle yazmayı ‘tercih’ ettiği kadınlardan biri.
Annesini 16 yaşında kaybeden Milena’nın babasıyla ise problemli bir ilişkisi vardı. Annesini kaybetmesinin ardından içinde dolaşan asilik babasının sevgisizliği ile birleşerek Milena’nın karakterinin şekillenmesinde oldukça etkili oldu.
Milena’nın babasına karşı verdiği mücadele aslında kendisine çizilmeye çalışılan tüm sınırlara karşıydı; hem otoriteye hem de belli bir zümreye, bir nevi burjuva ahlakına.
Özellikle ''Yuvadaki Şeytan'' yazısı muhakkak okunmalı.
''Bizlerin bugünkü evliliklerimizin tümünün -veya-, hiç olmazsa çok büyük bir kısmının- mutsuz olduklarının iddia edilmelerinin nedeni nedir ki? Sual günceldir ve ciddi kaynaklara göre, koca bir edebiyat bu konu etrafında odaklanmıştır, ciddi olmayan kaynaklara göre de, konu five o'clock tea'lerin dedikodularının merkezini oluşturmaktadır. Konu, her yüzü ile, monden gevezeliklerin olduğu kadar felsefe denemelerinin de ilgi odağıdır, biz gazeteciler ise güncel olan bu konu ile ilgilenen ne ilk ne de son kişi olacağız. Vurgulamak isterim ki, bu konu beni gerçekten hep şaşırtır. Bu durum, evliliklerin mutsuzluklarının nedenini bilmediğimizden kaynaklanmış değildir. Benim, esas olarak, kendime hep sormakta olduğum soru, evliliklerin neden mutlu olmalarının gerekliliğidir.
Zira, işin esası, budur! İki varlık... iki küçük insan larvası... Yalnız, umutsuzluklarla karşı karşıya bırakılmış, kaçışı olmayan bir varoluşun mateminde... Ürkütürcesine kocaman ve korkunç dünyamızda iki ufacık insan, sabahın dokuz buçuğunda bir apartman dairesinde kapalı... aynı soyadı, aynı beklenti ve aynı yazgı içinde kapalı iki zavallı... Ve bunların sade ve sade ikisi oldukları için mutlu olmalarını mı beklersiniz?
Bana göre mutlu olmaları umudu ile birbirleriyle evlenen iki kişi, en azından bu kararı vermiş oldukları anda dahi mutlu olma şansına sırtlarını çevirmiş durumdalar. Evlilikte mutluluğu amaçlamak, iki milyona otomobil ya da asalet ünvanı elde etmeyi amaçlamaktan farklı bir şey değildir. Kesin olan tek şey, hesap ile sayıların aşk konularında daima öç almakta olmalarıdır. Başka türlü hareket etmelerinin imkansızlığının bilincinde olduklarında, bu iki kişinin evlenmesinde tek neden, her ikisinin de diğerinin yokluğunda yaşamanın imkansız olduğunu görmeleridir. Bu, olabilir; en ufak bir romantizm, en ufak bir duygusallık, en ufak trajik bir öğe olmaksızın.... Bu, her gün olabilir... Aşk veya diğer herhangi başka ne ad verilirse verilsin, bu dünyanın en güçlü ve de en farklı duygusudur. Ne var ki, pek çok kişi, yaşamları süresince bundan kaçınır ve de bunu reddeder.
İki kişi, birlikte yaşamaları için evlenirler. Evet... Bu husus kocaman, olağanüstü bir şeydir; ancak, neden buna mutluluğun da ilave olması beklenir? Ama, neden insanlar gerçeği süslerden arındırılmış olarak görmek istemezler? Neden yaldızlanmış yalanlar ararlar? Neden ne kendilerinin, ne dünyanın, ne doğanın, ne göğün, ne yazgısının ne de yaşamın kendilerine veremeyeceği ve kendilerinin de beklememelerinin gerektiği, gerekeceği bir şeye bağlanırlar? Neden gerçeğe, dünyaya ait bir anlaşmaya, mutluluk gibi bir romantik fantezileri de eklemeye çalışırlar? Neden karşısındakinden, senin veremeyeceğin şeyi vermesi istenir? Neden, ortak yaşam gibi öylesine büyük, öylesine ciddi, öylesine derin bir olaya "mutluluk vermek" gibi zorlamalar da yapılır?
Şayet bizler, evlenmeden önce düşünmeye vakit bulamadığımız bazı konuları hesaplayabilirsek... Mesela, ortak yaşamın tek yaşamdan kolay değil de, daha güç olduğunu... Kolaylıkların tümü yalnız yaşayanlara verilmektedir... Nispi bir sorumluluk, özgürlük, aklımıza estiğinde Avustralya'ya gidebilmek gibi başınıza buyruk olma... Bağlandıktan sonra, size verilmeyen her şeyden vazgeçmeniz gerektiği için de, evlilik çok zordur. Ve işte bu nokta, bugünkü evliliklerin özellikle üstüne çarpıp parçalandıkları temel nedendir: İnsanlar, yetinmek zorunda kalacakları ile vazgeçmeleri gerekecek olanlar arasında doğru dürüst seçim yapmadan, yahut, başka bir deyimle, vazgeçecekleri hakkında tam bir karar varmadan evlenirler.
Karşındakini tanımak kadar güç bir şey yoktur. Birisini ilk kez olarak, yarım saatlik bir konuşma sonunda tanıyabilmenize karşılık, aynı kişiyi ikinci kez olarak ancak on yıllık bir beraber yaşamdan sonra tanıyabileceğinizi söylersem, abartmış olmayacağımı zannediyorum. Aynı şekilde, evlenmelerinden önce iki kişinin birbirleri hakkında ve her birinin kiminle evlenmekte olduğuna dair bir fikir sahibi olmalarına olanak olmadığı kanaatindeyim. Keza karşılarında bulunan bir kimsenin tüm hareketleri, fikirleri, coşkuları ve inançları ve de şüphe ve katiyetlerini bilseler dahi, daha henüz çoraplarını, uykulu gözlerini, sabahları dişlerini fırçalamalarını veya gargara yapmalarını, bir garsona bahşiş bırakma tarzlarını bilmemekteler.
Zira, biri bizi derinliklerde aldatabilirse de, yüzeysel alanda hiçbir zaman aldatamaz. Aynı şekilde, bir evlilik bin bir beklenti yıkımı tehlikesini beraberinde getirdiği gibi, önceden kabullenmekten başka herhangi bir kurtuluş simidinin bulunmadığı beraber yaşamın doğurduğu bulutları da getirir. Beraber yaşama, aşk adına, karşısındakinin içsel değişikliklerinin yumağında ki her şeyi, milliyetini, politik ve dinsel görüşlerini ve daha bir çok şeyi affetmemizi ister. Bu konuda biraz daha ileri gidersek, karşımızdakinin ufak tefek hatalarını da affedelim. 
Karenina'vari bu modern histeriden kendimizi kurtararak hoşgörülü bir gözle bu kanat gibi duran kulaklara, kocaman bağlanmış şu kravata bakalım. Herkesin, kendi içinde kendine özgü bir dünyası vardır; o dünya ne kadar kendine özgü ise o kadar tamdır; yetileri ve yetenekleri sayıca ne kadar az ise, onlara o kadar derin ve gerçek anlamda sahiptir; ve şayet tek bir yeteneği varsa, o yeteneği herkes tarafından makbul ve değerli sayılır. Ve, sarışın olan birisinden haftada iki gün esmer olmasını istemeyeceğimiz gibi, aynı şekilde boş kafalı bir ukaladan shimmy dansını sevmesini, bir aptaldan Kierkegaard'ı anlamasını, bir ressamdan matematik ile ilgilenmesini, melankolik bir kimseden şansonetlere katılmasını, yalnız yaşayan birinden gece toplantılarını tertiplemesini de isteyemeyiz.
İşte size; insanların bir türlü anlayamadıkları basitin basiti bir hesap. Genelde, kişiliklerinin derinliklerine kadar inseler de, evliliğin esasının, karşılarındakinin, kendini olduğu gibi görme hakkına kadar varan kişiliğine katlanma olduğunu görmezler. Zira hesabın sonunda, daima karşısındakinden beklenen bir kendinin olma durumunun kabulü mevcuttur. Burada, "buna rağmen"ler söz konusudur. Ve, bizleri mutsuz edenler de hep o "buna rağmenler"dir.
 Beni, insanların cinsel, ekonomik, sosyal ya da erotik gereksinimlerini karşılayabilmeleri için beraber yaşadıklarına inandıramazsınız! İnsanların beraber yaşamalarının tek nedeni, yanlarında birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir; dünyanın bu boşluk ve yalnızlığında , kendilerinin tüm zaaf ve hatalarına rağmen kendilerinin var olmalarını kabul ve tasdik edecek birisinin bulunmasından başka bir şey değildir; cürümden, öç almaktan, kötü düşünceden, adaletten, vicdan azabından kaçabilmeleri için yanlarında bir diğer kişiyi bulundurmak ihtiyacından başka bir şey değildir.
Zira, gerçekten, bir ev, bir "yuva"nın "koruma amacı"ndan, dünyaya karşı ve özellikle içsel "ayna"ya karşı "koruma"dan başka herhangi nihai ve kutsal bir amacı olabileceğini düşünebilir misiniz? Bir erkeğe bir kadının ve de bir erkeğin bir kadına yapabileceği en büyük lütuf, çocuklara gülümseyerek söylenen bir cümleyi söylemektir; "Seni hiç terk etmeyeceğim!" Bu söz, "ölüme kadar seni seveceğim" veya "ebediyen sana sadık kalacağım"dan farklı değildir. Başkasına karşı namus, gerçeğe bağımlılık, ev, sadakat, karar, dostluk, aidiyet gibi kavramların tümü bu ufak cümlenin içindedir. Şu zavallı mutluluğa karşı sürülen, yerine getirilmesi olanaksız vaatlerdir.
Kısacası, kanımca, evliliklerimizin böylesine mutsuz olmalarının nedeni işin kolayına kaçmakta olmamızdır. Çünkü, tutulmayacağı bilinen ve tutulmayacağı için de bir yıl sonra valizlerin toplamasına neden olacak vaatleri kabul etmemiz kolayımıza gelmektedir. Bunun yerine, tutulabilinecek ve dolayısıyla uzun süre tutulacak şeylerin vaadi hem daha kolay, hem daha dürüst olur, diye düşünüyorum. Tüm bu hayali derinlikler, ileride rastlanacak ve seviyeli bir davranışı gerektirecek ilk gerçek güçlük karşısında kırılıp bin parçaya ayrılacak iddialardır. Neden insanlar, hiçbir zaman bir portakal veya bir menekşe demetini, yeni bir kalemi veya bir kese İzmir üzümünü getirip hediye etmeyecek kadar "ilgisiz ve uzak" kalmayacakları vaadinde bulunmazlar?
Neden insanlar, evlenme gecesinin ertesinde ve ondan sonraki sabahlarda sabun ve su kokuları içinde ve doğru-dürüst giyinmiş olarak kahvaltıya ineceklerine dair söz vermezler? Neden insanlar, kızgınlıklarını böylesine aşağı-pis-iğrenç davranışlarla göstereceklerine, kızgınlıklarını açık ve hatta darbelerle dahi olsa daha seviyeli bir şekilde gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? 
Neden insanlar, diğerine ve onun çıkarlarına kendilerinin sanat tarihi, futbol veya kelebek avına verdiklerinden fazla önem verecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar, karşılıklı olarak, birbirlerinin susma özgürlüğüne, yalnız kalma özgürlüğüne, herkesin kendine ait bir odası olma özgürlüğüne saygı gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar mutluluk gibi gerçekleşemeyecek laflar peşinde koşacaklarına, yukarıda sözünü ettiğim o hiçbir zaman yerine getirilmeyen, ancak çok önemli olup yerine getirilmesi mümkün olan "ufak tefek şeyler"in vaadinde bulunmazlar?
Evliliğin bir anlamı olması için, mutluluk beklentisinden çok daha geniş ve gerçek bir temel üzerine oturtulması gerek. Oh, Tanrım! Azıcık acı, azıcık ıstırap, azıcık mutsuzluktan neden böylesine korkuyoruz? Hiç olmazsa, bir kez, açık bir gecede yıldızlarla bezenmiş bir göğün karşısında, tam bir içtenlikle kendimizi tümüyle vererek beş dakika için oturmayı deneyiniz. Veya, vadi ve ovaları gökten bakarcasına seyredeceğiniz birkaç dağa tırmanın. Ve, o hallerde, anlayacaksınız ki, mutluluk serabı yerine yaşamın önemini kavrayabilmeniz için tek bir an dahi yeterli olacaktır. 
Mutluluk! Sanki, mutluluğu ve mutlu olmayı kendimizden, kendi içimizden başka herhangi bir yerde bulabilirmişiz gibi... sanki, mutlu olma yeteneği yazı yazma, şarkı söyleme veya siyaset yapma yeteneği gibi gerçek bir yetenek değilmiş gibi! Bir kişiye arzulamakta olduğu her şeyi veriniz... Kendisini aşkla, hediyelerle, ayrıcalıklarla... isteyebileceği kadar her şeyle doldurunuz... Ve bunlara rağmen, o gene mutlu olmayacaktır. Bir başkasını her tarafını kanatıncaya kadar dövünüz... ve, belki de o kişi yolda taze, nemli, yeşil yapraklarla bezenmiş ve güzelim bir kırmızılıkla dolu bir havuç yığını görüp mutlu olacaktır.
İki yaşam şekli mevcuttur. Birisi, sana düşen payı, onu tanımadaki ve de kaybetmedeki imkanlarla imkansızlıkları ve mutluluklarla mutsuzlukları ile dürüstçesine ve cesaretle, tüm cömertliği ve alçakgönüllülüğü ile kabul etmek ise de; diğeri, yazgısını aramak ve elde etmek üzere yola çıkmaktır. Ne var ki, bu ikincisinde insanlar sadece güçlerini, zamanlarını, hayal ve umutlarını, içgüdülerini kaybetmekle kalmayıp kendi öz değerlerini de kaybederler, fakirleşirler... Bunların gelecekleri, daima dünlerinden kötü olacaktır...''

Milena Jesenska, "Yuvadaki Şeytan", Tribuna, 1930.  

Milena ile 1940’da Ravensbrück kadınlar toplama kampında tanışıp arkadaş olan yazar Margarete Buber-Neuman, yıllar sonra orada yaşadıklarını kaleme aldı.
Yaşadıkları o acılı günleri birbirlerine dayanarak geçirdiklerini belirten Margarete, Milena’yı şu sözlerle anlatıyordu:
“Hapishanenin soluklaştırdığı, acı çektiği belli, o narin yüzün arkasındaki ışık, bakışlarındaki güç ve hareketlerindeki canlılık beni ilk bakışta etkilemişti. Korkunç kurallar ve baskılarla kuşatıldıkları bu cenderede onuru kırılmamış, özgür bir insandı Milena. Gazeteci Milena, röportajcı kimliğine bürünerek beni dinler; ama kendi ıstıraplarından zerre söz etmezdi. Maskelerden uzak olmak, konuştuğu kişiyle kendini tamamen özdeşleştirmek Milena’ya has bir özellikti çünkü. Karşısındakinin acısını derinden hisseden bu kadın, teselli etmek konusunda çok içtendi.”
Margarete, Milena’nın ölümünden önce kendisine “En azından beni unutmayacağınızı biliyorum. Senin aracılığınla yaşayacağım ”dediğini aktardı.
Milena’nın ardından tarihçi Marie Jirásková, Milena için ‘Korkusuz bir kalpti’ ifadesini kullandı.
Kızı Jana Cerna, annesi Milena’nın hayat öyküsünü kaleme aldı.
Milena’nın Kafka’ya yazdığı mektuplar ise Milena’nın isteği üzerine yok edildi bu nedenle bugüne kalanlar yalnız Kafka’nın ona yazdıkları.
Yıllar yıllar sonra bugünse Milena adına verilen gazetecilik bursu ile kadın gazeteci adaylarının arkadaşı olmayı sürdürüyor. Bir de ve en önemlisi hissettiği ve inandığı gibi yaşamanın zorluğunu da kıymetini de bilenlerin gözlerindeki ışıkta var hala.
O haklıydı, hala yaşıyor.


18 Ağustos 2019 Pazar

Bu düz bir keşif değildir; hüzünle dönüşürüz, yürürüz kendimize..

Sözcüklerin sanatına sığınmak önemlidir.
Yeter ki söz maksadını aşmasın.
Durugörünün anlamini bile unuttuğumuz bu zamanda yaşam dediğimiz şeye körpe ruhumdaki sevgiyle bakarken, uzakların yumuşak maviliğini yudumlayan gözlerim yaşardı.
Şu an ruhuma serpiştirilen yağmurla beraber gelen çiçeklerin kokusuna ilişmek ve yakınların soğukluğunu biraz olsun unutmak, kırları, bayırları seyretmek...
İçinde sevgi ve sağlıklı bilgi olan hiçbir şeyden korkmamayi, aşk için çaba sarfetmek gerektiğini öğreneli hayli bir zaman oldu.
Nefretle hiç bağım olmadi.
Ve dar döngülerden kurtulmak için;
"Yaşamın devinimleri her daim esnekliği, esnemeyi, insiyatif almayı ve önce karşısındakini anlamayı hak ediyor... Hiç kimse sonsuz minnet, saygi, sevgi içerisinde yanıp tutuşmuyor; eğer ki genlerinde, nöronlarında tanrısal bir korku onun ruhunu hapsedememişse..."
Olaylara, insanlara bakış açımız seçenekleri görmemize, değişmemiz gerektiğinde kendimizi güncellememize yardim eder.
Insanlari tanımak, anlamaya çalişmak ve yaşami iyileştirmek, insana yakışır hale getirmeye katkı da bulunmak da yaşama sanatıdır.
Eğer insan, sağlıklı bir ruhsal olgunluğa ulaşmışsa; yetmezlik içinde bile mutlu ve dingin olabilir. Her şey doymazlikda gizlidir.
Kaldi ki;
"Sevdanında; küskünlüğe, bekleyişe, kaybedişe muhtaç olduğunu, eğriden doğruya, parçacıklardan büyük görkemli olana eşsiz ve sonsuz bir yolculuğun içinde sıfır hacimden büyük patlama ve büyük genişleme içinde kendi boyutu ve evren galaksisi içinde bir yer edinme telaşı, hüneri olacağını öğreniyor..." insan zamanla... diyen yazarin seslenişi gibi...
Öğreniyoruz, her gün yeniden.
İnsan dünyasının yine insan eliyle yapıldığını ve değişime açık olduğunu ve insan kaderinin yine insan olduğunu...
İnsan dönüştükçe, sevgiyi özümsedikçe;
Bilgili, cesur ve sevgi dolu bir dostun, bütün kuru kalabalıklardan daha önemli olduğunu anlıyor.
Bunun farkında olanlar, buna özen gösterenler, emek verenler, sahip çıkanlar... aklı ve kalbiyle yaşam büyütenler...anlıyor samimi, içten ve kendi olmuş, kendinin farkında olan, haddini bilen bir dostun dünya malından daha değerli olduğunun...
Hayat bizi yargılamaz. Kendi içinde ki öze ulaştırmak için bütün evreni kalbimizle dinlemeye davet eder.
Ve tercihlerimizden bizi sorumlu kılar.
Dostluktan, aşktan, sanattan ve farkliliklarmizin farkında olmayıp, bütün bunlardan düştüysek uzağa, çığlıksız bir kuyudan öte bir şey değildir bu dünya...
Sevgi ve dostluk, insanları doğru anlamak ve onlarla doğru iletişim kurmakla mümkün olacaktır.
Olcay KASİMOĞLU

Hepimizin ihtiyacı olan..

Mutluluğu sağlayan en temel duygu sevgi ve ona yol açan anlayıştır. Belki de yeniden öğrenmemiz gereken budur…
Kendimizi ve doğayı tanımak için, duyguları, düşünceyi ve eylemi uzlaştırmak için, bireysel ve toplumsal yaşamı uyumlaştırmak için, bencilliğe karşı cömertliği anlamak ve yaşamak için, ayrımların karşısına bütünleşme fikrini koyarak; hoşgörü, sevgi, anlayış, saygı gibi değerleri anlamak ve yaşamak için, yaşamın bilinçli bir kaşifi olabilmek için, daha iyi bir dünya ve iyi bir yaşam için;
insan olduğunun farkına varan, maddi ve manevi faaliyeti sırasında hem kendi hem de toplum hayatının şartlarını oluşturan motivasyon ve eğilimlerini iç çatışmaları azaltacak şekilde örgütleyip kaynaştıran,
diğer kişilik ve karakterlere karşı uyumlu davranış sergileyen, başkalarını türlü açılardan ve değişik yöntemlerle değerlendirebilen kişilikli insanlara ihtiyacımız var.
Dinlemesini bilen insan, sorunların tespiti ve çözümünde daha az hata yapar. Dinleyerek daha iyi gözlemler yapar, farklı bakış açıları edinir. Ön-yargıdan uzak objektif kararlar verebilir. Problemlere yeni çözüm yolları bulur.
İnsan kendi iç sesini dinlediği zaman başkalarının sesine de derinlik kazandırır. Empati yeteneğini geliştirir. Başkalarını duygu ve düşüncelerine, kim olduğuna ve neler yaşadığına daha derinlemesine yaklaşır.
Kendimizi dinlediğimiz de güçlü ve zayıf yanlarımızı keşif ederiz böylece başkalarının da artı ve eksilerine yaklaşım tarzımız değişir. Daha insanı bakış açıları kazanırız. Aynı zamanda dinlemek öze inmektir, bakılan ama görünmeyenlere dokunmaktır.
İnsanların duygularını anlamak kendimize olan güveni artırdığı kadar başkalarının da bize güven duymasına neden olur.
İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman daha dikkatli ve özverili oluruz.
Başkalarının duygularını örselemeden onları anlamaya çalışırız.
Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman evrende bizi dinler.
Yoksa, neden ve niçinlerle, endişe ve kuruntularla geçen bir yaşamın değer ve anlamı ne kadar olabilir ?

Yaşam Tuhaftır

https://evrenselfilmlerim.net/etiket/en-guzel-gun-der-geilste-tag-altyazili-izle

''Hastane ortamları yaşam dersi verir niteliktedir. Hemen hemen birçoğumuzun bu ortamlarla ilgili acı, komik bı şekil deneyimleri de vardır.

Tesadüfen izlediğim Alman yapımı 'Der Geilste Tag' 'En güzel gün' filmi bu deneyimlerden birini konu almış.
Andı ve Berno yakalandıkları ölümcül hastalıkları sebebi ile bir dostluk arkadaşlık kurarlar.

Yaşamın ölümle sorgulandığı yaşamda, hayatları ile ilgili kurdukları hayalleri gerçekleştirmek bu dostluğu pekiştirecektir.
Tek bir amaca kitlenirler.
Sınırlı olan yaşamlarında 'En güzel günü'' nasıl yakalayabilecekleri? 


Birlikte oluşturdukları bir dizi macera.. 

Andı ve Berno'nun ölüme bu denli yakın olmanın ötesinde yaşama isteğini coşturan onca olayda neler yapabildiğini görmek adına sıradan gibi görünen izledikçe içinde yaşanılan bir film.

2016 yapımı 'En güzel gün'..Ölümü beklemenin tezatları üzerine kurulmuş en güzel filmlerden biri diyebilirim.''


Hayatta böyle bir şey...
Bazen insanlar bilmeden yüreğinin ana-vatanını öldürürler.
Başkalarına oynarız çoğu zaman, nerede olduğumuzdan çok, kimin için olduğumuz önem kazanır çoğu zaman... Unuturuz kendimiz olmayı...
Sağaltan bir iç döküşle;
Olaylara bakış açımız ve takındığımız tutum çok önemli.
Kirlenme-dikçe yüreği, bulaşmadıkça hileye, hurdaya, sarılmadıkça yalana dolana ve vazgeçmedikçe sevginin, doğrunun gücünden kim sarsabilir inanmış sevgi dolu bir yüreği...

Olcay Kasımoğlu.

17 Ağustos 2019 Cumartesi

Anlaşılır Olmak

Dünya yeterince karışık, gelin anlaşılır ve tutarlı olalım. Birlikte olduğumuz insanlar kendilerini güvende hissetsinler. Anlaşılır olmak hayatta yeni fikirlere açık olmayı kolaylaştırır. Sağlam ve anlaşılır olmak, insanların güvenle bir arada çalışmalarını, risk almalarını ve kendileri olmalarını sağlar. Anlaşılır ve tutarlı olmak karşımızda ki insanlara rahatlık hissi verir, güven duygusu sağlar. Bunun için akıl oyunlarına ihtiyacımız yok. Samimi ve içten olmak yeter.
Ne kadar ayrı fikirlerde olursak olalım insanları birleştiren duygulardır. Sevgi her zaman hissettiğimiz, özgürlük ise her zaman istediğimiz bir şeydir.
Özgürlük öğretileri ve toplumdaki sözleşmelerimizi yener. Kesinlik akılla açıklanabilir ama duygular taşıyan insan karşısında, kesinliğin hiçbir kıymeti yoktur.
Sevgi bir düşünce ürünü değildir, sevgi bir zeka oyunu da değildir. Sevgi nesnelleştiğinde, bir metaya ve ego tatminine döndüğünde bütün mecrası değişir.
Özellikle sevgiyle kurulan bağlarda en etkili iletişim gönül birliğidir buda nihai noktada hayat birliğini oluşturur burada samimiyet yoksa gönüldaşlık olmaz. Üstüne basın, adına çağdaşlık denilen safsata içi boş söylemlerin.
Bütün ilişkilerde olumsuz diye nitelendirdiğimiz davranışları kişiye yamamadan, kişiselleştirmeden tamamen teorik düzeyde anlatmak önemli.
Özellikle ikili ilişkilerinizde anlaşılmadığınızı, yanlış anlaşıldığınızı hissediyorsanız bunu sadece mantıkla izaha gitmeyin lütfen. Sevdiğiniz ve değer verdiğiniz biriyse anlamaya çalışın. Duygusal iletişimin yoğun olduğu gönül ilişkilerinde bazı şeylerin mantıklı bir izahı yoktur.
Kendini insanlardan bir insan olarak görmek bütün egoları, meziyetsiz meziyetleri siler temize çeker.
Birde açık iletişimde açık sözlü olmakla, patavatsız olmayı birbirine karıştırmamak lazım.
Herkese sevgi, saygı ve samimiyetle muamele etmek Hz. Ali ne güzel demiş: “İnsanlar içinde bir insan ol.” Sade, yumuşak ve sevecen.

16 Ağustos 2019 Cuma

Kayıplar ve Kazanımlarla

"Nedir dedi yaşamak
Bir düş, dedi...
Bir kaç görüntü..." Ne güzel dersin Hayyam, ruhuna minnetle...
Akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve bize hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek, yaşamsal tatlara sırtımızı dönmek niye?
Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar bilmezler mi üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız, eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz bir ömür boyu.
Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında. Ve yaşamdan bize ne yansıyorsa, o biz davet ettiğimiz için burada.
Bu algı, evreni ve içindekileri onurlandırmadığımız anlamına gelmemeli aksine bize yansıyan bu güzellikleri içselleştirmemizdir, ''onlar ve siz'' ayrımını ortadan kaldıran.
Yaşam ki bizden kendi gücümüzü, benliğimizi keşfetmeye cesaret edin diye bağırıyor, bunları bize sık sık hatırlatıyor.
Yaşam içerisinde ki iniş ve çıkışlarla, kayıplar ve kazanımlarla.
Bu yaşamı ertelemeyelim, bir başka uygun anı beklemeyelim, şimdi yaptığımız seçimler küçük görünsede kendimizi olduğumuz halimizle kucaklamanın, kendimize doğru yürümenin ödülü bize özgürlüğümüz olarak dönecektir.
Yeter ki biz buna inanalım, inanmaksa tamamen bize kalmış. Ne dersiniz, çok geç olmadan, yaşamın yüreğine yüreğimizi değdirmeye değmez mi?
Kanatlarımızı enginlere açmaya, keşkeleri olumlamaya, kalbimize aldıklarımızla aydınlık bir umuda el ele yürümeye değmez mi ?
Yaşadıkça, yetersizlik ve güvensizlik duyguları yaşamın her alanında karşımıza çıkacak, bunu zamanda yol aldıkça görüyoruz zaten.
Onu göğsümüzde büyütmediğimiz sürece geldikleri gibi giderler. Görüyoruz yaşadıkça.
''Ruhsal sağlığımızın ölçüsü tökezleyip tökezlemediğimiz değil, tökezlediğimizde ne yaptığımızdır. Ayağa kalkar, üstümüzü temizler ve yaşamaya devam ederiz.'' diyen düşünüre hak vermemek mümkün mü!
Yaşam hep bir karşılama ve uğurlama değil midir zaten.
Kaldı ki hayat hep devam eder taa ki etmeyene kadar.
Bakış açımız, algılama zerafetimiz bütüncül olduğu sürece yaşamın yedek oyuncuları değil, yaşamın göbeğinde terimizi akıta akıta, kana kana içerek bu yaşamın ırmaklarında derinleşebiliriz.
Ne kadar uzun ne kadar kısa yaşadığımızın bir önemi de yok aslında.
"Zamanın iki boyutu var.
Uzunluğu güneşe, derinliği tutkulara bağlı..." diyen Amin Maalouf zamanın gizemini fısıldamış kulaklarımıza..
Yaşadığımız talihsizlikleri, şansızlıkları, yanlışları başkalarına yükleyerek başarılı olamayız, içimizdeki bizi mutlu kılamayız.
İçimizdeki biz, herkese yalan söyleyebilir lakin kendine asla! Başımıza gelen kötü sonuçlar için kötü insan olma şartı yok.
Neden ben diye sorarken kendimize, iyiliğe güvenmek güzel ama o’na dayandırmak akıllıca değildir.
Başımıza gelenlerin ne olduğuyla değil, içimizde olanların ne olduğu ile ilgilidir.
Olcay Kasımoğlu

12 Ağustos 2019 Pazartesi

illâ ki SEVGİYLE...

"Yaşamın iki anlamı vardır: Sevgi ve üretim. Severek üretmek, üreterek sevmek..''
Ama illâ
illâ ki SEVGİYLE...

Bazen de her şey o kadar anlamsız gelir ki;

İçimizdeki ıssızlığı doldurmaz hiçbir oyun.
Korkariz sözcüklerden, sessizlikten, bakamayiz aynalara, yüzleşemeyiz gerçegimizle...

İnsanların eylemleri ve söylemleri hiç şüphesiz ki, hayatla olan ilişkilerinin rengini ve biçimini tayin ediyor.

Benim de hayatla yegane bağım hep sevgi odaklı oldu. Sevmediğim hiç bir şeyle gönül bağı kuramam.

Şiir yazarken, kitap okurken, film izlerken, yemek yaparken, ağaçlara, çiçeklere dokunurken kalbim heyecanla çarpar.
Her defasında, tekrar tekrar aynı duyguyu hissetmekten alıkoyamam kendimi.

Aynı anda, o kadar çok şeye aşk duydum ki;
Çocuklarıma, aileme, acılarıma, olgunlaşmama, sevginin şifacılığına, göldeki nilüfere, gökteki kuşa, yerdeki ağaca.
Tüm bunlarla birlikte sınırlarımı, neredeyse tüm zayıflıklarımı tanıyarak kendim hakkında bilgi edindim. Aşkı da aşağı yukarı öğrendim. Ama yaşam hakkında daha bilmediğim çok şey var.

Bütün bu senfonilerle birlikte;
Sanatı, doğayı, insanı, yaşamayı seviyorum.
Yazarken evrenle kurduğum bağı seviyorum.
Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak, yazıya oturup sonu gelmeyen cümleler kurmak, şiirlerin içinde bir cambaz ipine tutunmuş gibi bazen ürkek bazen hüzünlü bir peri bazende dünyanın pasını kırını silmek için eline bir bez alan camcı kız gibi düşünüyorum kendimi ve camdan dışarı bakıp şarkılar mırıldanmak, ruhuma dinginlik veriyor. Böyle zamanlarda, her şey birbirinin yerini alıyor..

Bazende;
Boş bir çuval gibi, eski bir çerçeve gibi, hani unutsam her şeyi dersiniz ya o misal yani !
Yeni bir iklime, yeni bir kente, başımıza gelmiş bir felakete dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi; bir anın, yalnızca bir anın, bütün bir hayatımızı nasıl kapladığını anlarız.

Bitmez sandığımız hayat, günü gelince sormadan alır kendini bizden. Bitmez sandığımız kadar uzun değilmiş diye şaşarız. Giden herkesin arkasından bakarak.
Kirpiklerimizin birbirine değmesi kadar kısa olmasına bir kez daha şaşırarak....

Herkesin içinde söze düşmeyen
hasretlerin közü var
Ölesiye huzursuz yürüdüğü yollar
biteviye yorgun
Savaşların
ihanetlerin geride bıraktığı şehirler gibi

Herkesin içinde yaşamın imbiğine
sarılı sözler var
Yasak bir dilde sevdalanmak gibi
Sığdırmaya çalıştıkça dünyanın dışında kalan
Hüznün her tonunu çağırır kimi zaman

Kimi zamanda kimsesizliğe yenik
nice umutların başkenti cümlelerle ayaklanır yürekler
bir sevincin ölümü kadar sessiz
ve kimsesiz kelimeler

Yasaklı bir ülkenin
mavi göğe kanat çırpan kuşları gibi
dökülür yüreklere
tutsağı olur söylenmemiş her söze

Sessiz bir dokunuş gibi
süzülürken evrenin gerdanına
bir ömür bozan ayrılığıyla başlayan
sözler aşınır
can ağlar
insanlar neden buza kesmiş saçaklardan
daha soğuk
daha beter diye

Bir ömür
bir söze yenik düşerken
yeryüzünün ağlayışını duyuyorum
derinlik
ve yaşama bilgeliğiyle
korkusuz aşklar doğursak çoğalsak yeniden...

Olcay Kasımoğlu

Biz bu hikayenin sonunu boşluğa bıraktık...

Yürürken başını çevirip zemin kattaki pencerelerden içeri bakmayanınız var mıdır?" Diyen Fransız fotoğraf sanatçısı Floriane de Lassee; "Inside Views" adını verdiği fotoğraf serisinde çatılara tüneyip metropollerin uyku tutmayan, yalnız sakinlerini habersizce fotoğraflamış.
Metropolleri, insan oğlunun aşırılığının, dahiyaneliğinin ve çılgınlığının yansıması olması sebebi ile tercih ettiğini söyleyip eklemiş; "Bizleri yutmak üzere."
2016'da Floriane de Lassée'nin kadınların endişe verici durumlarına tanıklık ettiği Rajasthan'da (Hindistan'ın Kuzey-Batı eyaletinde) çekilmiş fotoğrafların estetik gücüne hayran olmamak mümkün değil.
Yaşamın yer ve zaman problemi yok. Çünkü insanın olduğu her yerde bir hikaye ve hikayeye eşlik eden yaşanmışlıklar var.
Özellikle seçtiğim ve paylaştığım her fotoğraf kendi içinde derya-deniz.
Sadece bir gezi veya bir gezintide öylesine fotoğraf çekmekten çok öte bir derinlik bu. Her karenin bir ruhu var.
'''Her fotoğraf, incelenen bir kompozisyonda sembolik elementleri sentezler ve iç gözlemi ve izleyiciye meditasyon yapan derinlik kazanır.''
''Varlıklar” insan vücudunun aklımızdaki yeriyle oynuyor. Vücudumuz sınırlarımızı oluşturur; insan ruhunu taşır ve sınırlarlar.
Ne anlattıklarımızla ve ne sakladığımızla hangi hikayeleri anlatırız?
Dünyaya ne göstermeyi seçiyoruz?
İnsan vücudu gerçekten bütünüyle “gösterilebilir” mi?''
Fotoğraflar arındırıcı bir ateş gibi, hem yakıcı hem serinletici.
Bu arındırıcı ateşin;
Düşünmeye, zamana karşılık gelen kırılgan ışığın, yalnızlıkla işaretlenmiş bir dekorun birleşmesiyle; hepsi temel insan haklarına saygı gösterme mücadelesinin bilincini gerektirir.
Bu titizlikle, derinliğin içsel boyutlarına yolculuk yapmış.
Deklanşörüne basarken bir boşluğu doldurmaktan ziyade ruhların boşluğuna doğru aralamış tülleri...
Karanlığın içinde kalan gölgelerle dans etmiş.
Hayran kaldım.

Hassas yürekler taşıyoruz

Akıllı insan, düşündüğünü söyleyen değil, söylediğinin sorumluluğunu ve getirdiği sonuçları da bilerek üzerine alıp konuşan insandır.''
Yaşam içerisinde dış görüntümüze, görüntülere çok fazla önem veriyoruz, büyük anlamlar yüklüyoruz. Düşünce ve algılarımızı geliştirmek için kendimize emek vermiyoruz, hayatı ve içindekileri sorgulamıyoruz.
İnsan: düşünmeyi, düşündüğünü ifade etmeyi, farklı düşünceleri dinlemeyi , gerektiğinde uygun bir biçimde itiraz etmeyi, sorgulamayı olanaklı hale getirerek, özgür bir birey olmanın yollarını açarak, yaşamı ve içindekileri kucaklayabilmeli.
Bunun içinde;
Egolarından arınmış, kendine emek vermiş ve ruhsal bir olgunluğa ulaşmış olmalı. Bu olgunluğa ulaşan insan, insanlığın doğuştan yaşam hakkı olan değerleri sonuna kadar savunabilen, evrensel değerleri içselleştirebilendir.
Aklın ve bilimin ötelenmesine, doğanın talan edilmesine, özgürlüğün önündeki engellere, şiddete, haksızlıklara, eşitliksizliklere, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, egemen olana, cinsiyet ayrımcılığına sonuna kadar hayır diyebilme cesaretini ve yürekliliğini göstere-bilendir...
Kazım Koyun'cunun ''Herşeye rağmen'' seslenişinde olduğu gibi;
''Kötü şeyler gördük.
. Savaşlar, katliamlar,
ölen-öldürülen çocuklar gördük.
..Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük.
Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar,
her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük.
.... Biz de öldük.
Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.''
İnsanlar, doğuştan getirdikleri ırk, cinsiyet vb. bireysel biyolojik farklılıkların yanında, toplum olarak tarihsel gelişim sürecinde kazandıkları
pek çok kültürel farklılıklara da sahip bulunmaktadırlar. Kaldı ki söz konusu farklılıklar, tarih boyunca insanlar arasında eşitsizlik ve toplumlar arasında
çatışma sebebi olarak devam etmiş, tarihte bir çok savaşın tetikleyicisi olmuştur.
Ve uygarlık düzeyi çerçevesinden olaylara baktığımız zaman, bütün bu farklılıkların birer ayrılık, çatışma sebebi değil aksine, zenginlik, paylaşma ve bütünleşme vesilesi olabileceklerini görebiliriz. Görebilmek içinde insanda sağlam bir kişilik ve sağlam bir benlik olması gerekiyor.
Tüm acılar bilgisizlikten kaynaklanır. Bilgi, insanın ufkunu aydınlatan, sevgi ile biçimlenen bir ögedir. İnsan özellikle karşındakini anlamak için, onda olanı anlamaya niyetli olmalı. Buda kuru bilgiden uzak, açık bir zihin ve sevgi ile biçimlenen bir anlayışla mümkündür. Çünkü, ancak o zaman doğru bilgiye, sağlıklı bir bakış açısıyla ulaşabiliriz.
''Zaten, çağdaş toplumların ve aydınlanmış bireylerin yapması gereken; kendi farklılıklarını ötekine dayatmak değil, farklılıklarının farkında olmak, olduğu gibi kabul etmek ve uzlaşılabilecek ortak değerler zemininde buluşarak iletişim kurmak ve kendini ifade etmek olmalı. Böyle bir atmosferde kendi zenginliklerini karşı tarafa göstermek daha kolay olabileceği gibi, evrensel barış ve huzur ortamının tesisine daha fazla katkı sağlama imkanı da
yakalanmış olacaktır''
Şiddetin, egemen olanın bildiğini okuma ve okutma trajedisi o kadar uzun zamandır devam etmekteki, bunca telaşın, şaşkınlığın dip yaptığı insan coğrafyasında; düşünen, sorgulayan her insan, hangi şartlar altında olursa olsun, 'insanı ve yaşamı' değeri ve değerleriyle değerlendirir.
Rabindranath Tagore'nin seslenişi de oldukça anlamlıdır!
''Biliyorum, bu yaşam sevgi olgunluğundan yoksun, bütün bütüne yok olmadı.
Biliyorum, gün doğarken solan çiçekler, çölde kuruyan dereler bütün bütüne yok-olmadılar.
Biliyorum, ne varsa geride kalan, ağır ağır ilerleyen bu yaşamda, bütün bütüne yok olmadılar.
Biliyorum, daha gerçekleşmedi düşlerim, şarkılarım söylenmedi, ama senin çalgının tellerinde geziniyor hepsi, bütün bütüne yok olmadılar.''
İnsan öz farkındalıktan yoksunsa, farklı olanı anlaması neredeyse imkansızdır. Ve insan kendine kısır olunca; hayatla, insanlarla kırık ve bağlantısız oluyor... Bu yüzden özümsemek, her zaman her yerde her şeyi özümsemek farklı olanı anlamak açısından çok önemlidir.

Olcay Kasımoğlu

Bedenden önce akıl ve vicdanların özgür olması gerekir.

Hisart Canlı Tarih ve Diorama Müzesi
''Gerçek savaşlar, barıştan bin gün sonra başlar. Bu savaşlar ekonomik,sosyal ve kültürel savaşlardır. Ve cephedeki savaşlardan daha tehlikelidir.''
Ormanların tarihini aslanların değil, avcıların belirlediği; tarihi de haklıların değil kazananların yazdığı bir dünyada yaşamaya devam ediyoruz.

“Kazananlar” avuçlarındaki kan kurumadan kaleme sarılarak resmi tarihlerini yazdılar
ve yazmaya devam ediyorlar. Tarih mi bizi değiştirecek, biz mi tarihi (?)
Onu zaman hepimize gösterecek... Tarih tekevürden ibaret...
İshak sergisini dolaşırken, baktığımız hiç bir karede yaşam sevinci göremedim. Hayatta kalmanın kanlı mücadelesi yüzlerde soğuk bir iz bırakmış.
İnsanın allak bullak olmaması mümkün değil. Ne olursa olsun kim çıkarırsa çıkarsın savaş savaştır.
Martın Heideger' ın atalari da savaşmış tıpkı benim atalarım gibi.
Savaşın erki, şiirin diliyle başka bir boyut kazanıyor.
Eline silahı değil kalemi alıyor, mermisi şiir ise;
Kim yeryüzünün neresinden gelmiş, ne zaman,
Kim karışmış kimin kanına ne kadar?
Taşıllaşmış sözcüklerdir bunlar artık.
Bütün akılları denesen,
Bütün duygulardan geçsen,
Bütün kitapları okusan.
İnsan dediğin, insanca düşünen,
İnsanca davranandır, yok ötesi!
Şu düşündürücü çağımızda,
daha da düşündürücü olan,
bizim hala düşünmüyor olduğumuzdur..." diyor..
Bertil Brecht'de boş durmuyor "Çağrı" sini yapiyor;
''Sizsiniz uluslar, kaderi dünyanın.
Bilin kuvvetinizi.
Bir tabiat kanunu değildir savaş,
Barışsa bir armağan gibi verilmez
insana:
Savaşa karşı
Barış için
Katillerin önüne dikilmek gerek,
" Hayır yaşayacağız!" demek.
İndirin yumruğunuzu suratlarına!
Böylece mümkün olacak savaşı önlemek.
Onlar demir çeliği elinde tutan birkaç
kişidir''
Geçmişten bugüne savaşın tarihçesine bir yolculuk başlatınca Pir Sultan Abdal'ın dediği gibi ''Bir gün tarih önünde çocuklarımız bizden hesap soracak''
"Nesini söyleyim canım efendim...Benim bu gidişe aklım ermiyor..." demek içimi ferahlatmıyor..
''İnsansız adalet olmaz. / Adaletsiz insan olur mu ? / Olur, olmaz olur mu ! / Ama, olmaz olsun''
Hepimiz kendi hapishanemizin gardiyanları değil miyiz, duvarlar da korkularımız !
Dünyanın her yerinde, insanın insan üzerinde ki, ekonomik, sosyal, siyasal, etnik, cinsel, vb...şiddetin, sömürünün ortadan kalktığı gün ''sağlıklı toplumlar, uygar kentler kurabilecek, büyük resim ışıl ışıl parlayacak.
Yoksa: mal, makam, şehvet, şöhret, parti, ideoloji ve kullara esir olmuş akıl ve ruhun bedeni özgür olamaz.
Bedenden önce akıl ve vicdanların özgür olması gerekir.
Önyargıların, cehaletin, baskının, ağır sosyoekonomik eşitsizliklerin, insan haklarındaki yetersizliklerin kol gezdiği yeryüzünde, her dönem kendi palyaçosunu ve sirkini inşa etti, edilmeye de devam ediyor.
İnsanı insan yapan duygular, bize yaşamak hakkı verirken bunca kıyımın, vahşetin nasıl haklı bir nedeni olabilir ki?
Müzeyi gezerken gördüğüm kareler canımı acıttı. Mutlu ayrılmadım.
Sevginin, umudun, barişin, güzelliğin, adaletin, yaşamak hakinin savaşçısıyım..
Olcay Kasımoğlu

9 Ağustos 2019 Cuma

“ Anne ve babamdan şikayetçiyim. Beni dünyaya getirdikleri için…”

Zain'in zorlu ve haklı mücadelesini izlerken içinizin burkulmaması mümkün değil.
Nadine Labaki’nin çarpıcı, çarpıcı olduğu kadar gerçekçi, bir o kadar da duygusal, ama daha da önemlisi isyan ettiren filminde;
Yoksulluk, çocuk işçiliği, çocuk istismarı, göçmenlik,, kimliksizlik ve tabii hepsiyle birlikte yabancı düşmanlığı gözler önüne seriliyor.
Cahillik ve tutuculuk çözüme izin vermiyor.
“Kefernahum”, “Beni niye dünyaya getirdiniz?” diye ailesine diklenen bir çocuğun filmi değil. Tam aksine, mücadele etmeyi tercih eden bir çocuğun filmi...
Dünyanın başka şehirlerinde yaşayan Zain gibi çocukların varlığından haberdar olmak için, için de bulunduğumuz koşulları daha iyi anlayabilmek için izlenmeli...
Filmin gelişen olaylara birçok perspektiften bakarak kafamızı karıştırdığı dahi söylenebilir. Yönetmen Nadine Labaki'nin, dünyaya çocuk getirmekten ziyade, çocukların içine doğduğu toplumsal yapıyı tartışmaya açmak istediği de söylenebilir.
.
Kefernahum, Ortadoğu’daki mülteci sorununu ve bu sorun nedeniyle artan çocuk hakları ihlal ve istismarını tüm çıplaklığıyla anlatan bir film olduğunu söyleyebiliriz.
Filmde ki oyuncuların çoğu ilk kez kamera karşısına geçen Lübnan’daki sokak çocuklarından oluşması yönüyle de benzerlerinden ayrışıyor. Belki de filmi bu derece etkileyici yapan karakterlerin de bu kadar içerisinde olması.
Filmin baş rolündeki Zain gerçek hayatında Suriyeli mülteci. Lübnan’da getir-götür işleri yaparken yönetmen Nadine Labaki ile yolları kesişiyor.
Filmde, bebek yaşına rağmen ciddi bir rolü olan Yonas (Boluwatife Treasure Bankole) ise masumiyet ve hissiyatın merkezi olmuş desek abartmış olmayız.
Filmi izledikten sonra kendi kendime dedim ki;
Bir çok insanın kalbinde zincirler var. Kim bilir belki bir çok insanın kalbinde ki o zincirleri kırıp, dünyaya bakışlarını değiştirir, kim bilir..!!
Olcay Kasımoğlu

8 Ağustos 2019 Perşembe

Ardahanda iki dağ çiçeği


Bilmez olur muyum hiç;
Binlerce rengin içerisinden sıyrılıp, mutluluğun rengine tutulmuş hayatı kucaklamak isterken, yürek bir kez görmeye görsün o içi gülen gözleri, sıcaklığı bir ağustostur artık...
Geldiğim yerle şuan olduğum yeri seviyorum.
Acılara, hayal kırıklıklarına, sevinçlerime kendim sahibim.
Ben seçtim, ben yaşadım.
Sağlıklı sevgi anlayışıyla büyümek, ruhsal olgunluğa erişmek, iyiliğin ve sevginin parçamız olduğunu bilmek, yaşamı ve insanı değerli görmeyi sağlıyor.
Hangi dinden, dilden, coğrafyadan, düşünce ve fikirden olursa olsun herkesin yaşama, kendini tanımlama ve değerli kılma hakkı vardır.
Önemli olan; yaşadığımız acı tatlı, iyi kötü, olumlu olumsuz her ne deneyim varsa her birini özümsemektir. Yaşamımız onların bütününden oluşur..

Yaşadığım coğrafya da;
Kendi küçük, düşleri büyük, henüz hayallerindeki dünyaya yelken açmamış, kocaman gözleri yıldızlarda olan bir çocuğun yaşamdan alacakları vardı.
Tüm aileler çok çocuklu, gelir düzeyi düşük, evler bahçe içinde tek katlıydı.Benim de tam burada başlayan ve dağların arkasına göz dikmemi hızlandıran öyküm böyle başlamıştı...
Görünüşün çok önemli olduğu çağlardaydık. Öyle ki çorabımız yırtık olsa (çoğu zaman olurdu) bir yere tesadüfen misafir olsak çorapları parmak uçlarından alta dolar, öyle içeri girerdik. Ayakkabılarımız çok sağlam değildi, çoğu zaman delik olurdu, su çekerdi. Çok da önemli değildi.
Biz kendimizle barışıktık,kendi kendimizle sorunumuz yoktu.
Dostluk ve arkadaşlık bizim yaşamımızda çok özel bir yerdi. Birbirimize çok sıkı kenetlenmiştik. Bizi en çok mutlu eden hepimizin okul formalarının aynı olmasıydı.. En azından kıyafet sorunu yaşamazdık.Sadece saçlarımız konusunda bazen birbirimize takılırdık. Jöleyle,saç kremiyle çok tanışıklığımız yoktu lakin limon en önemli saç şekillendiricimizdi.. Hatta fazla sürenlerle dalga geçer ''Dana mı yaladı?'' diye gülüşürdük.

Yine böyle günlerden bir günde dersteyiz.

Konu Türkiye'nin batısı, doğusu üzerine. Eğitim ve yaşam koşullarını konuşuyoruz. Dersin öğretmeni hayat dolu, umut dolu sözlerle bize görmediğimiz şehirleri anlatıyor. Merakın gizini birinin ağzından dökülenlere sığdırmak, bilmediğin,merak ettiğin yerleri dinlemek,düşünde büyütmek. Bunu yaşamayanlar bilemez.
İşte o gün, dağların arkasındaki yaşamlar benim aklıma, yüreğime düştü.
Sohbet ilerledikçe öğretmenimiz, insan yaşadığı yer kadardır, dedi ama bilmedi (bilemezdi) bu kara kızın yüreğinde nasıl bir sancıya sebep olduğunu, bu kara kızı nasıl bir (o anki öfke) yelkenlere savurduğunu. İçin için kızmıştım. Ne demek biz şimdi bir avuç içi miyiz? Kapladığımız evlerin karesi miyiz? Aklımız, sevdamız kasabamız kadar mı? Daha neler neler. Tabi söz yüreğe düşmüştü. Uzun zaman kafamın içinde hep o söze takılı kalmıştım. Kendimce küsler yaşamıştım.
Bizi yaşamadan yaşamımız üzerine söylediği bu söz beni yeni sorgulamalara
taşımıştı. Süzülmeliydi bunlar, akmalıydı bir yerlere, yeni bir şeyler söylemenin zamanı gelmiş miydi yoksa yol olmak değil yolda olmak mı çok önemliydi ?
Öğretmenimizden izin alıp dersten çıkmıştım. İlerleyen günler içerisinde de ders anlatırken öğretmenimin yüzüne bakmadım.
Bunu fark etmiş olacak ki yanıma geldi, neden benimle konuşmuyorsun dedi.
Ben de, neden böyle bir şey söylediniz dedim. Kendi makul gerekçelerini anlattı anlatmasına, o an ki bilinçle bana yeterli gelmemişti.
Büyüdükçe ben onu anlamaya, umarım ki o da yaşadıkça umudun, sevginin insanın yaşadığı yer kadar olamayacağını yaşayarak anlamıştır.
Hayat insanın umut ettiği ve yaşamak istediği kadardır. Ben bunu o an belki anlamamış olabilirim; ama şunu da kesin olarak biliyorum ki, insanın bulunduğu ya da yaşadığı yerin büyük ya da küçük oluşundan daha çok, düşüncelerinin boyutu ve hayatı sorgulama biçimi insan yaşamı için daha elzemdir.
Ve bize kader diye sunulan yaşam koşullarını, öğretileri kendi azmimle aştım,umut ettim kendimi sınırlara hapis etmedim.
Yedi kardeşli, işçi bir babanın kızı olarak yaşama yelken açarken, önce kendime inandım.
Yaşamın çok özel bir hediye olduğuna, sen izin vermediğin sürece hiç kimsenin senin düş bahçeni tarumar etmeyeceğine, yaşayarak yaşamla birlikte yaşamlar büyüterek anladım. Geldiğim yerle şuan olduğum yeri seviyorum.
Bütün acılara, hayal kırıklıklarına, sevinçlerime kendim sahibim. Ben seçtim ben yaşadım.
Sağlıklı sevgi anlayışıyla büyümek, ahlaki olgunluğa erişmek, iyiliğin ve sevginin parçamız olduğunu bilmek, yaşamı ve insanı değerli görmeyi sağlıyor.
Önemli olan, yaşadığımız acı tatlı, iyi kötü, olumlu olumsuz her ne deneyim varsa her birini özümsemektir. Yaşamımız onların bütününden oluşur. Bundan daha güzel özgürlük olur mu?

Olcay Kasımoğlu


Sanat SEVMEYİ onurlandırır...

Kişinin sahip olduğu düşünce tarzı, bakış açısını belirler !!!
Ve kendisini bilmek;
Kendisinde olanı bilmektir.
Güçlü ve zayıf yanlarını bilen ve onları kabüllenendir.

Sevdikçe kıymetlenen, kıymetlen-dikçe tepeme çıkmayan, aynı hizada omuz omuza... bir nefeste soluklanan sevgilere minnetle...
Sevgi bir tutumdur, hissiyat ile iradenin işidir ama aşk öyle değil işte.
Aşk kalite sormaz. Aşkta kibir ve ego vardır, bencildir. Çabuk usanır. Sürekli değişiklik arar ama bu yenilenmek anlamında değildir. Duygular yelpaze misali rüzgarla savrulur. Halk tabiriyle her ota ve ... konabilir aşk... Oysa sevgi sabırlı, cömert, cesur ve şefkatlidir. Koruyan, gözeten gözünden sakınan.
Aşk öyle değil işte bencil ve yaralayıcıdır. Aşkta onur yoktur. Gün gelir kişiyi kendine olan saygısını bile kaybedebilir. . Yüreğine sevgi değenler ama gerçekten değenler aşkın bu gel-geç hallerine bir gün bir şeklide farkına varırlar...... İnsanız bazen yanılabiliriz ama oda çok sürmez gün gelir insanlar kendi kendilerini bitirirler. Hani bir çuval inciri batırmak gibi..
Aşkı ''aşk harmanlayan sevgiyle'' karıştıranlara hep üzülmüşümdür...Yazık; bir buğday tanesi, bir çiçek tohumuyla iç içe geçen sevgiyi içi boş kavramlarla sıvazlayan aşklara...

Hoşuma giden, derinliği olan bir alıntıyı paylaşmak isterim;
''Fikirlerinizi etkili bir biçimde ifade etmeye giriştiğiniz zaman, bunu muhatabın yüzüne bakarak yapma cesaretiniz yoksa bir saygı uyandırmanız mümkün olmaz.
Çünkü ciddiye alınma isteği, mutlak bir açık yüreklilikle mümkündür, kaçamak dövüşle değil...'' Alıntı
Evet sevmek, hissiyat ile iradenin işidir.
Bütün ruhuyla sevmemişler anlayamaz bunu...
''Bir insan sizden kolaylıkla vazgeçiyorsa ya da yokluğunuza hemen alışmışsa onunla yaşadığınız her şeyi unutun.
Yara almış kalplerin, samimiyetine inanırım.
Aklını ve yüreğini sevgiye, derine, sanata, bilime ve sonsuzluğa atmışsan korkma sessizlikten, seslerden, gün doğuşundan, ne de gün batışından...
Geleneğin gücü, bizim eşsiz bir şey ortaya çıkarmamıza izin vermediği sürece ona bağlanıp kalmamızın bir anlamı yoktur.
Sözler yerine deneyimi, öğreti yerine birey oluşu olumla-malıyız.
Duvar olmakla, katı olmakla, tavır almakla, mazeretlerin arkasına saklanmakla bulamayız yaşamın o incecik yolunu…
Kendini bilenleri, gösterişten uzak, yaşamı seslerden öte yürek titreşimleriyle hissedenleri seviyorum.
Değil mi ki; 
Sevgi sanattır, sanat SEVMEYİ onurlandırır.

6 Ağustos 2019 Salı

Yüzümüzü, yüreğimizi güldürenlere selam olsun...💙

Hiç dinmeyen o büyük fısıltı ile insanin arayacağı yegane şey yine sevgidir.🌹
Beni gözlerine beni ırmaklara bağışla
Bu bir direniş bir meydan okumadır sana
Yoksa ahımın rüzgarı üşütür seni
Söze dökülmeyenin tenhalığında
Hangi kapan düşleri yakalar söyle
Yaşamak için sevdiğim
Bütün umutlarımız bağlı bir söze
Sözlerini yüreğimden geçirmem gerek
Nefesten yumuşak teninde ipince bir tül gece
Çık gel gözlerine yurt eyle..
Bin yıldır beklediğimsin söyledim işte...
Hayatın olağanüstü güzelliklerle, içinde cıvıl cıvıl yaşam sevinci taşıyan melodileriyle birlikte sertliklerle dolu bir alan olduğunu çaylak bir gülüşün gölgesinde öğreniyorum...
Ve insanın insan olma yolculuğunda önemli bir maya olan sevgi muhteşem bir dem.
"Hafif hayallerin şehrinden çıktım
Bir serçenin çınardan yere indiği arayıştayım
Bir pencere ile ışığın savaşındayım"
Geçti serserilik mevsimi
Eledim çoktan;
Kadir kıymet bilmeyenleri
İçimde bir çakıl taşı,
yürüyorum kendime...
Olcay Kasimoğlu
"Sohrap Sepehri

''Sizin ki canda, bizim ki patlıcan mı?''

Kafaları ve gönülleri aydın insanları seviyorum.
Cezalandırma, intikam duygusu taşımazlar. Fışkıran pınarlar gibidirler, gür konuşurlar..Örtüsüz kimlikleri vardır, duygu adamıdırlar, yarı yolda gördüğüne değişmezler. ..Güzelliğin sesi bu zinde canlara yaraşır. Çünkü, berrak gözleriyle yanıtlarlar gülüşlerinizi (!)

'Sizin ki canda, bizim ki patlıcan mı?'' adlı tiyatroyu gençlik yıllarımda izlemiştim. 
Yeniden izlemek ve ülkemin hallerine bakarak iç geçirmek..

Kültürel besinden payını alamayan bireyler ve toplumlar gelişemez. Bütün yaşanmışlıklar, tarihteki bütün değişimler bunun kanıtıdır.
Ve bu çağ sermayeden yana işleyen bir sistem olarak karşımızdadır.Neyin parçası olduğunu bilmeden gök-taşı gibi boşlukta yuvarlanıp giden o kadar çok insan var ki!!
''Görmüyoruz sanmayın iç yüzünü işlerin,
O doğru duruşların, o eğri gidişlerin,
Neler çiğnediğini hiç durmadan dişlerin,
Ne yolda olduğunu o yaldızlı fişlerin,
Biliriz yenileni kuzu mudur, tavşan mı?
Sizinki tatlı can da bizimki patlıcan mı?
Maroken koltukların çıkardınız tadını,
Yokladınız güzelin elcilini, yadını,
Şu ince belli kızı, şu fıkırdak kadını,
Ne dediniz olmadı, bir yosma mı, civan mı?
Sizinki tatlı can da bizimki patlıcan mı?
Sizler de bizdendiniz, ne çabuk ayrıldınız?
Her biriniz en yüce yerlere kayrıldınız,
Kiminiz doğruldunuz, kiminiz eğrildiniz,
Böylece zevk içinde yaşarsınız, yalan mı?
Sizinki tatlı can da bizimki patlıcan mı?
Yok mu ata malından azıcık pay bize de?
Adımız hiç görülmez pasaportta, vizede,
Biz de gezmek isteriz Londra'da, Gize'de,
İsterseniz gideriz hatta Portekiz'e de.
Bizim yerimiz sade Sivas, Erzurum, Van mı?
Sizinki tatlı can da bizim ki patlıcan mı?
Ne sorulur bilseydik, amcamız, dayımız mı?
Değilse nemiz eksik aklımız, boyumuz mu?
Yoksa beğenilmeyen bir kötü huyumuz mu?
İnanımız mı bozuk, kanımız, soyumuz mu?
Bizim kanımız başka, sizinki başka kan mı?
Sizinki tatlı can da bizimki patlıcan mı?
Bizler de sizin gibi yorulmak istiyoruz,
Divanda, encümende kurulmak istiyoruz,
İnsanlar sırasında görülmek istiyoruz,
Kırk yıl posteki gibi sürünen de insan mı?
Sizinki tatlı can da bizim ki patlıcan mı?
Süründük bu kadar yıl Aydın'da, Muş'da, Van'da,
Kahve gibi kavrulduk, dövüldük bu havanda,
Şöyle bir yaşamadık Karlisbat'da, Lozan'da,
Fakat arılar gibi çalıştık bu kovanda,
Balı, kaymağı sizin, bize acı soğan mı?
Sizinki tatlı can da, bizimki patlıcan mı?''
Namdar Rahmi Karatay'a teşekkürlerimle...
İnsanlar her şeyi bilemez. Herkes sayısız konu da bilgisiz yaşar, bilgisiz ölür. Bu doğal ve pasif bilgisizlik kişiseldir. Fakat tehlikeli bir cehalet türü var:
Düşman gösterilerek yönlendirilen cehalet örgütlenmiş olur ve tehlikeli cehalettir. Tarihte de bunun sayısız örneği var.
Olcay Kasımoğlu