Translate

7 Mart 2019 Perşembe

8 MART İŞÇİ KADINLARIMIZ

Dünya Emekçi Kadınlar Günü, her yıl 8 Mart'ta kutlanan ve Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür.Tüm dünyada, kimilerinin samimiyetle, kimilerinin “duyarsız” ithamına hedef olmamak için, bazılarının da kalabalığa uymuş olmak için, hepsinin mecburen insancıl ve yaklaşımlarla ele aldığı, hiç şüphesiz tamamı sembolik eylemlerle, kadın haklarının korunduğu, kadın haklarını hatırlama ve hatırlatmaya dönük bir ikaz, bir ayar çekme günü..
Ancak kadınların sıkıntılarının hiçbir zaman bitmediği göz önüne alınırsa, bu günlerin ‘toplu bağırma seansları’ olmaktan öte gidemediği anlaşılıyor.
Erkeklerin dünyada ki tarihsel formatına baktığımızda ; tüm dünya, erkek söylemine esirdir. Sözü söyleyen, ülkeleri yöneten hep erkekler olmuştur. Bu nedenle kadın ülkesizdir ve bu kötü bir şey olmaktan çok, bir reddediştir bana kalırsa. Ülkesiz olmak tüm dünyayı “ülke” benimsemek onun tüm acılarına ortak olmak anlamına gelir. Bu bir anlamda kimliksizleşmeyi, kendini sınırların olmadığı bir yerde, devletlerin söyleminin dışında var etmeyi gerektirir. O nedenle barış çığlıklarının yükseldiği bu günlerde en önde görürsünüz kadınları, kimliğini sormadan kimse ölmesin diyebilen barış anneleri o nedenle tehlikedir ve yok edilmesi gerekir otoriteler için. Kadının dünyadaki “ötekiliğini” olumluluğa çevirebilmesi de bu nedenledir işte. .
Bu ve bunlar gibi sayısız soruların bizi sevk etmesi gereken nokta, evvela kadın-erkek ayırımı yapmadan, insan haklarına saygı ve bunun yanında toplumsal hayattaki yeri ve rolü ile kadınların maddi ve manevi haklarının korunmasıdır.''
Kadınlar, genel olarak, ekonomik gelir dağılımı, siyasi iktidar, entellektüel birikim, vb gibi alanlarda, bölüşümün en altlarındaki bir kesim, yada böyle olmaları istenen bir kesim olarak görülürler.
Bu nedenle, sömürü ve şiddete uğramaları da daha fazla oluyor.
Sorunlar biçim değiştiriyor, çeşitleniyor ve artarak devam ediyor.
Güç ilişkilerine göre kurulmuş yaşamlar içindeyiz hepimiz. Taciz ve şiddet de bu güç ilişkilerinin bir ürünü. Aynı zamanda da çeşitli ve karmaşık. Şöyle ki, aktif- pasif taciz, fiziksel, duygusal, cinsel taciz olarak adlandırabiliriz.
Kadınlar özgürleşmeden ve toplumsal Kimliklerini, özgürlüklerini tamamıyla kazanamadan hiç bir zaman özgür bir birey olamayacaklardır. Onlar birey olmadan hiç kimse özgür olamayacak.
Kadın olmak, tüm insani kimliklerin kavşağı olmaksa; kadınları köleleştiren, emeklerini sömüren, maddi ve cinsel bir meta olarak gören sermayeyi, tümüyle kapitalist sistemi yok edelim.
Kadınlar bu dünyanın kapı eşikleridir, içe doğru açılan ve ışık süzmelerini gönüllere taşıyan. Acının, çoğalmanın, mutluluğun eşiği, yerkürenin ana rahmidir kadınlar.
Kadının, cinsel ve ekonomik istismarına dur diyelim.
Kadın, kocasının namusu değildir, kadın babasının namusu değildir, kadın erkek kardeşinin namusu değildir.
Kadının vücudu kendine aittir, kendinden sorumludur, bedenleri ve ruhları satılık değildir.
Birde bazı kadınların, sorgusuz sualsiz kendilerine reva gördükleri toplumsal öğretiler vardır. Her şey kadermiş gibi, hiç değişmeyecekmiş gibi. Aşılamaz sorunları olduğuna, ezildiklerine, ikinci sınıf vatandaş olduklarına öylesine inanmış durumdalar ki, bunun aksini düşünmek koskoca bir yalanmış gibi görünür.
Evet bunları bir çok kadın yaşıyor olabilir fakat artık yaşam koşullarının, teknolojinin bu kadar ilerlediği bir çağda, insanın kendi beynini programlayabileceğinin kabul edildiği bir dönemde, her iki cümlesinden birisini “sindirilmişiz, daha doğarken ölmüşüz, kaderimizmiş, yazgım böyleymiş-miş gibi kendine acımakla ömür tüketiyorsa, tüketmeye de devam ediyorsa kadınlar; bir yerlerden başlamıyorsa, başkaları bu kadınlar için ne yapabilir ki veya nereye kadar ne yapabilir ki ?
Öyle ki, hayatın içinde hep ardına bakan ve ardında bıraktıklarıyla yaşayan kadınlar var..o kadarki bugünü yaşamayı kendine zehir edecek kadar. Her şeyi didiklerler, mazisinin gölgesinden, anılarının küf kokan yükünden bir türlü arınamayan, yürekleri yarına yorgun kadınlar... Ne istediğini bilmeyen, nerede duracağını hiç bilmeyen kadınlar, ne çok çelişkiye gebedirler.
Kadınları tümden mutsuz eden sadece erkek davranışları ve toplumsal dayatmalar değildir evet bende bunu üzerine basa basa söylüyorum.
Kadınları mahveden gereksiz, bilinçsiz, yaşanmadan dayatılan ayrıntılar ve bu ayrıntılara ıtıraz etmeyen kadınlardır. Kadınlar bekler, bekletilmeye alıştırılmışlardır birileri gelsin onları kurtarsın diye !
Ummak, beklemek, çaresizlik kadınlığa verilmiş en büyük cezaymış gibi.
Köpek balıklarıyla ilgili yapılan bir deney vardır; köpek balığı bir cam bölmeyle ikiye ayrılan devasa bir akvaryuma bırakılır. Bölmenin diğer tarafında küçük balıklar vardır. Köpek balığı küçük balıklara saldırır fakat her seferinde aradaki cama çarpar. Aradaki bölme kaldırılıp da küçük balıklar özgürce yüzmeye başladıklarında köpek balığı saldırmayı denemez artık çünkü o balıkları yakalayamayacağına inanmıştır artık. Öğrenilmiş bir çaresizlikle yüz yüzedir. Bizim de annelerimizden devraldığımız ve kızlarımıza belki farkında olmadan aktardığımız çaresizliklerimiz var.
Hayat tecrübelerimizi onlara aktarırken kullandığımız dilin işlevi acaba onları yeni yaşama öfkeyle mi, kalkanlamı hazırlıyor, sanki karşı tarafta savaşmamız gereken bir insan soyu(erkek) varmış gibi, böyle hissettirip hayata hazırlamış olmayalım !
Bize, eşlerimize ve çocuklarımıza bağımlı olmamız öğretildi. Ancak başkalarının ihtiyaçlarını karşıladığımız zaman mutlu olacağımız söylendi, birey olmayı, bencillikle karıştırmamak gerekir.
Tıpkı bağlılığı, bağımlı olmakla karıştırmamak gerektiği gibi.
Ne olursa olsun, insan yaşamı değerlidir ve öncelikler konusunda topyekun bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var.
Kadınların: saygı görme, kimliği ve kişiliğiyle, kimseye muhtaç olmadan yaşama hakkını insanca yaşadıkları, akılları ve becerileriyle sosyal hayatın içinde olduklarını belirttikleri, bedenlerine kendileri istemediği sürece hiç kimsenin dokunamayacağını, bedenleri hakkında kıyafetleri hakkında kimseden emir almayacakları, kendi kararlarını vereceklerini haykırdıkları bir dünyada yaşam büyütmelerini diliyorum, buda benim ütopyam.
Kadınlar, hiç kimsenin kölesi değildir, kadınlar birer kuluçka makinesi değildir, olmayacaklar. Kadınlar ayaklarının altında cenneti değil, bu dünyada adaleti istiyorlar.
Vicdanımızın sesi hiç susmasın, susanlara da fırsat vermeyelim.
Bütün dünyada kadın olsun erkek olsun, aklın ve ruhun içsel gelişimini destekleme adına kitlesel bir eğitim şart derken !
Gönül isterdi ki….
**Çok küçük yaşta, kendilerinden çok büyük adamlara satılmasaydı.
**Kocası ölünce sorgusuz sualsiz, kocasının kardeşiyle evlendirilmesiydi.
**Saçı uzun aklı kısa diyen akıl fukaralarıyla bir ömür beraber yaşamak zorunda olmasaydı...
**En yakınları tarafından ensest ilişkilere maruz kalmasaydı...
**Kız çocukları okul yollarına yasaklı olmasaydı...
**Kadınların namusu erkeklerin tekelinde olmasaydı...
**Şiddet mağduru kadınlar, bu utancı kendine değilde, yaşatana fatura edecek kadar yürekli olsaydı...
**Kendi değerimiz, bizimle hayatı paylaşanın bize biçtiği değerle, anlamını bulmasaydı...
**Hayat, bize de geldiğimiz dünyanın kapılarını koşullara bağlamasaydı...
**Mutluluğumuz, kendi içimizden gelen güçle yaşamda yerini alsaydı...
**Kadın, şefkatin ana vatanıyken, şefkate hasret bırakılmasaydı...
**Yüzümüzdeki, yüreğimizdeki yaralar, bereler gözyaşlarımız sizi utandırsaydı.
Kendimizi kitlelerin ruhundan arındırmak, kelimelerimizi otoritelerin elinden almak, “hiç” hissetsek bile “hiçliğimizi” kendimiz belirlemek, değerimizi kendi irademizle fark etmek, ülkesiz olup tüm dünyanın “ötekileriyle” birleşmek ve güzel bir dünyanın düşüne uyanmak dileğiyle...

Kendinle barış, dünyayla barış

İnsanların duygularını anlamak; kendimize olan güveni artırdığı kadar, başkalarının da bize güven duymasına neden olur.
İlişkilerin kırılganlığını ve insanlar açısından taşıdığı önemi anladığımız zaman, daha dikkatli ve özverili oluruz.
Başkalarının duygularını örselemeden, onları anlamaya çalışırız. Kendimize ve başkalarına kulak verdiğimiz zaman evrende bizi dinler.
Yoksa; zenginlerin tezgahlayıp, yoksulların öldüğü savaşlara, adaletsizliğe, yalana, iç görüsüzlüğe, hoşgörüsüzlüğe, paranın kirli saltanatına, tahammülsüzlüğe, ırkçılığa, etnik ayrımcılığa, ilime-bilime düşman olanlara ve sadece dünyanın kendisi için döndüğünü sanan ahmaklara karşı durmayı onurunuz sayıyorsanız daha umut bitmedi, daha yaşanacak çok şey var dünya üzerinde...
Hepimiz aynı evrenin çocuklarıyız. Büyüdük ayrı yollardan aynı olmasa da adına aşk denilen, acı denilen, kayıp denilen duyguları yine aynı evrenin altında, farklı mekanlarda yaşadık...
O zaman sloganımız; kendinle barış, doğayla barış, evrenle barış, hep beraber barış...çakallara yem olmasın bu dünya....
Yoksa; aklı başında hiç kimse barışa hayır demez...çıkarlar şahsı ve ideolojik olmadığı sürece...sadece; bir kesimin ''ayrıcalığı'' olmadığı sürece...ve kişisel hesaplar üzerine kurulmadığı sürece...zaten; içinde çıkar ve menfaate dayalı bir yol varsa bunun ismi ''barış'' olmaz.
Bu nedenledir ki; kendi istemini kendi belirleyen ve yaşamına sahip çıkan ve başkalarının yaşamı üzerinden kendine prim yaratmayan insanlar, her zaman değerli ve kalıcı olarak yaşam da var olacak ve var olmaya devam edecekleridir'akil ve adil' olarak (!)
Olcay KASIMOĞLU

4 Mart 2019 Pazartesi

Toprağın tuzu belgeseli


(http://unutulmazfilmler.co/the-salt-of-the-earth-topragin-tuzu.html#comment–130144 )

(http://unutulmazfilmler.co/the-salt-of-the-earth-topragin-tuzu.html#comment–130144 )
“ Fotoğrafçı, sözcükleri ışıkla, gölgeyle çizen kimsedir.”
 ''İnsanoğlu toprağın tuzudur'' belgeselini izlerken, insanlık için yola çıkanların, yaşamı ve yaşamın hangi süreçlerden geçtiğini çok iyi irdelemek gerektiğini ve insanların hırs ve egolarının nasıl bir çağ yarattığını çok iyi gözlemleyip gözlerimizin önüne sermiş.
Kimi bunu şiiriyle, kimi,romanla, kimi resimle kimide Sebastiao' na gibi fotoğrafla eylemsel bir seramonıye çevirmiş.
Çekimler fotoğraf olmanın çok ötesine taşınmış.
Altının kölesi olanlar, fox'ları kareye alırken o şafağın doğuşu, Açlıktan suratları yaşlanan insanlar, Yola çıkan yalnız çocuğun direngen duruşu, sınır tanımayan doktorların mücadelesi, yakın tarihde ki saddamın petrol kuyularını ateşe verince kanatları yapış yapış olan kuş sürülerini görüntüye alması, savaşlar, kıtlıklar, küresel pazarlama yüzünden yaşanan acıları objektifiyle bütün dünyanın gözlerinin önüne sermek için verdiği mücadeleyi hayranlıkla izledim.
Özellikle ''Türümüzün tehlikeli olduğunu görmek için herkes bu fotoğrafları görmeli' kısmına kesinlikle katılıyorum.
Karanlığın kalbini gören ve nefretin nasıl bulaşıcı olduğunu çektiği fotoğraflarıyla anlatmaya, uyandırmaya ve şahitliğini yapmaya gönüllü bu adamı hayranlıkla izledim.
Bütün fotoğraf çekimleri sonucunda sanatçının ulaştığı şey;
“ Anladım ki bende, bir kaplumbağa, bir ağaç veya çakıl taşı kadar bu doğanın bir parçasıyım…”

Olcay Kasımoğlu

İRADEM İYİMSER...

Sevmek, hissiyat ile iradenin işidir.

Aklını ve yüreğini sevgiye,derine, sanata, bilime ve sonsuzluğa atmışsan korkma sessizlikten, seslerden, gün doğuşundan, ne de gün batışından...
Duvar olmakla, katı olmakla, tavır almakla, mazeretlerin arkasına saklanmakla bulamayız yaşamın o incecik yolunu…

Geleneğin gücü, bizim eşsiz bir şey ortaya çıkarmamıza izin vermediği sürece ona bağlanıp kalmamızın bir anlamı yoktur.
Sözler yerine deneyimi, öğreti yerine birey oluşu olumla-malıyız.
Seviyorum;
Kendini bilenleri, gösterişten uzak doğanın yüreğinde bir nefes soluklananlari ve yaşami bir bütün görüp; içindekileri gözlemle, duyulan seslerden öte yürek titreşimlerini duyanlari ve sevginin cesaret ve cömertlik olduğunu yaşam felsefesi yapanları...


Başkalarıyla bir arada olmak, illa ki onlara benzememizi, onlara öykünmemizi ya da onların istediği gibi olmamızı da gerektirmiyor.
Olaylara, insanlara bakış açımız;
Seçenekleri görmemize, değişmemiz gerektiğinde kendimizi güncellememize yardım eder.
Her bireyin doğasında kendi güzelliği vardır ve her aklın kendi yöntemi muhakkak olmuştur,olacaktır.
Kendimize karşı ”açık, sade, duru olmak” her zaman kendimizi ”İFADE” etmemizde, gereksiz olanların elenmesine de yardım edecektir…

sevdiğimin ışık saçan gülüşüne
yoksul evlerin umuduna
birde ekmek kokusuna hayranım
gökyüzündeki ay ışığının tutkun bakışlarına
beni güne katan
canım ol diyen sesine hayranım
sevgiye dönüşen gülüşlerin
gelip bana dokunmasına hayranım
hayranım işte
dünyaya güzellik katan yüreğine
bölüştüren  ellerine
canım derken yüreğinden akan
sevgi pınarına hayranım...



Aslında her şey vicdanla başlar, vicdanla biter.

Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir ~ Emma Goldman

ARKA KAPAK:
Emma Goldman, ya da herkesin bildiği adıyla 'Kızıl' Emma:
Evlilik insan doğasına aykırıdır, esas olarak kadınları baskı altında tutmaya yarar ve bir kurum olarak kadınların cinselliklerini özgürce yaşamalarını engeller...
Kadın ile erkek arasında aşkla kutsanmamış, doğal olmayan her türlü birlik fuhuştur.
Kıskançlık ise, aşkın meyvesi olmaktan ziyade, erkeklere seks tekeli kurmayı sağlayan bir bahanedir...
Teizm insan zihnine bir hakaret, ateizm ise hayatın, güzelliğin ve insan bilincinin en güçlü biçimde ve ebediyen onanmasıdır.
Vatanseverlik, dünyamızın her biri demir parmaklıklarla çevrili, küçük parçalara bölünmüş olduğunu ve bazı özel parçalarda doğma şansına sahip olanların, üstünlüklerini başka parçalarda yaşayanlara göstermek için onlara savaş açma ve onları öldürme hakları olduğunu öngörür.
Anarşizm insanın ufkunu açıp onu özgürleştiren bir güçtür; insanlara kendi yeteneklerine güvenmeyi, herkesin eşit ve güvenlikte olacağı bir hayat uğruna mücadele etmeyi, tek birimiz bile tutsaksak hiçbirimizin özgür olamayacağını öğretir.
Pek çok insan hayata bakar, ama onu yaşamaz. Onların gördükleri hayatın kendisi değil, sadece gölgesidir. (sf.1)
Anarşizm, hayatın manevi alanlarındaki büyük öğreticileri ve önderlerine göre, bir dogma değildi; insanların kanını kaynatıp onlardan fanatikler, diktatörler ya da iflah olmaz baş belaları çıkarmak isteyen bir akım hiç değildi. Anarşizm, insanın ufkunu açıp onu serbest kılan ve özgürleştiren bir güçtür; çünkü insanlara kendi yeteneklerine güvenmeyi, onlara özgürlüğe inanmayı öğretir, kadınları ve erkekleri, herkesin özgür ve güvende olacakları bir toplumsal hayat için mücadele etmeye teşvik eder. (sf.3)
Ben inanıyorum, hatta aslında biliyorum ki, insanın düşündükleri ve yaptıkları iyi ve güzel olan ne varsa, bunların hepsi hükümetlere rağmen vardır, onlar sayesinde değil. (sf.10)
Din, insanın doğal fenomenlerin aslını çözmedeki zihin yetersizliğinden kaynaklanan bir fenomendir. (sf.15)
Aşk, ezelden beri insan ilişkilerinin en güçlü faktörüdür; aşk, insan eliyle yapılan her türlü yasadan üstün gelmiş ve Kilise'yle ahlâkın dayattığı parmaklıkları her çağda kırıp atmıştır. Evlilik ise genellikle salt ekonomik bir düzenlemedir; kadına süresi ömür boyu olan bir sigorta poliçesi sağlar, erkeğe de kendi türünü devam ettirmesini sağlayacak tatlı bir oyuncak. Yani evlilik, ve bu yolla sağlanan eğitim düzeneği, kadını asalakça, bağımlı olarak ve çaresiz bir hizmetkârmış gibi sürdüreceği bir hayata hazırlarken, erkeğe bir insanın hayatını tapulu mülkmüş gibi sahiplenme hakkı tanır. (sf.16)
Kıskançlık, gerçekten de aşkı güvenceye almak bakımından zavallıca bir yoldur, fakat özsaygıyı yok etmenin de en keskin yoludur. (sf.42)
Kilise ya da toplum öyle kabul etsin etmesin, aşkla kutsanmamış, doğal olmayan bütün birlikler fuhuştur. (sf.73)
Oy hakkı, eşit sosyal haklar çok güzel talepler olabilir, ancak esas özgürleşme, ne oy sandıklarında ne de mahkemelerdedir. Özgürleşme, kadının ruhunda başlar. (sf.87)
Gerçekten de kibir, anlamsız gurur ve egoizm, vatanseverliğin ayrılmaz bileşenleridir. (sf.99)
  

Sevgiyle çalkalanmadıkça dünya...

"İnsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, geniş meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz.
İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır."
Montaigne / Denemeler
İyilik ve kötülük de işte bu anlayışın ürünü oldu.
Kötülükler pervasızca sahiplenildi, iyilikler birer birer terk edildi.
Belki de aynı ruhun, birbirinden uzaklara düşmüş milyarlarca parçalarıyız.
Ortak duygular, düşünceler ve hatta yaşamın kendi içindeki işleyişi öyle aynı ki, her seferinde hafızasını unutup aynı şeyleri yapan biri gibiyiz...
Değil mi ki;
Hükmünü yitiren bir çağın suskunluğunda
Soğuyan bunca sözün içinde
''Yasalardan daha çok, daha ağır,
daha geniş haksızlıklara yol açan ne vardır?"
Yaşayıp da
farkında olmadığımız hayatlarımız gibi
'Sevgiyle çalkalanmadıkça dünya
Huzur da rüya mutluluk da'
''Montaigne

Fotoğraf: İnternet görsellerinden

Sevgiler peri masalı oldu

"Sözün anlatamadığını yaşam anlatır. Hakikati öğrenmek için söze değil, yaşamaya ihtiyaç vardır."
Dünyanın insandan başka anlamı yok. Geleceğimizi kurtarmak istiyorsak, insanı kurtarmamız gerekir.
Her insan yaşadığı toplumda, var olması için muhakkak bir bedel ödemiştir.
Hiç kimse, bedelsiz kendi olamaz. Bu bedeller herkes de aynı olması gerekmiyor. Kişi ve kişilerin sosyal statüleri,eğitim durumları ve yaşadıkları toplumsal çevre bu bedellerde kriter rol oynar.
Yaşamla birlikte evren ne kadar çok teknolojide uzun yol aldıysa insanlar arasında ki insanı iletişimde bir o kadar kısaldı.
Gittikçe uzaklaştılar birbirlerinden,kendilerinden.
Önceden gözce aşklar vardı. Sevdasını yudum yudum yüreğe indiren.
Ya çocuklar,çocuklar çocuktu.Yaşına ,ayına uygun çocuktular. Şimdiler çocukluk vurgun yemiş,zıpkın yutmuş gibi..ilkbaharı yaşamadan kuzgun güneşe çevirmişler yüzlerini.
Gelecek kaygısı küçük bedenlere çok erken giydirilmiş, kelime dağarcıkları pervasız, incelik den yoksun. Sabir denilen meziyet paranın saltanatında kendine ucube bir yer bulmuş.
Evet; gittikçe uzaklaşıyoruz birbirimizden.
Çocuklarımızı; kendi korkularımızın içinde yetiştirirken onları korumak adına sanal dünyanın kucağına itiyoruz. Yalnızlaşıyorlar, dokunmadan,dokunmatik yaşamayı öğreniyorlar.
En fazla 20-30 yıl önce birbirlerinin saç teline dokunurken heyecan yapan, dokunmaya kıyamayan sevgililer bir peri masalı oldu sanki.
Gerçek hayat sadece para kazanmak için ayrılan zaman diliminden ibaret.
olcay kasımoğlu

Yaşamalı ve Sevmeli

İnsan zafiyeti hiç bir şeye benzemez...
Bir çok insan; hiç kimsenin ya da hiçbir görüşün etkisi altında kalmadan, olayları olması gerektiği gibi objektif değerlendirmek ve yorumlamak olgunluğuna, bilgeliğine sahip değildir.
Özellikle kendi düşüncesi konusunda fanatik, eleştiriyi kaldıramayan, insanlara zarar veren, em-pati yoksunu insanların verdiği zarar tahminler ötesidir.
Tarafsızlığın, renksizliğin, vurdumduymazlığın, neme lazımcılığın kurbanı yüz binlerce insan var.
Şairimiz Gülten Akın da seslenmiş;
dipsiz hüzün ve bezginliğin şu tekrarlı günlerinde,oraya gidip,dünyayı unutmak,unutmuş ve unutulmuş olmak,incelmek,uçuşmak,bulutları mekan eylemek istiyorum...
zira hayat çıplak gözle katlanılası bir ahvalde değil nicedir.sevgisizlik,sevebilme özrü,yalan-dolan aşklar,kurgulanmış,pazarlıklı ilişkiler...benim soframda değilse de,eline-koluna çarpıyor insanın her adımında.
soluduğumuz maviyi kirletmiyorlar mı? göğün türküsünü bulandırmıyorlar mı?''
Bunca renksizlik içerisinde, kıyamın olduğu yerde her şeye rağmen insanlar; sevginin, dostluğun, iyiliğin gücüne inandıkları için nefreti reddetmekte birleşiyorlar.
Fikirlerin, ilimin, bilimin müzakeresini, rekabetini değil 'sen ben' davasının küçük adamları gibi hesapçı yaşıyoruz. Büyük sürülerin çelimsiz ayaklarına dönüşüyoruz. Her adımda kendimize çarpıp düşüyoruz..

“Tıpkı bir mumun ateş olmadan ışık veremeyeceği gibi, bir insanın da maneviyat taşımadan aydınlanabilmesi mümkün değildir.’’
Güzel sözün eyleminde yaşamak, anlaşılmak, gerçekten bir ödüldür hepimiz için, anlatabilmek ise yetenek.
En güzel birliktelikler en ince çizgide gönüllere yazılır. Bunlar damla damla yüreklere damıtılır. Sevginin cesareti ve gücü burada başlar.
En küçük bir esintide yok olup gitmez.
Hepimiz sevgiyiz ve ''sevgi'' sahip olduklarımızı paylaşır.
Sevgi her şeydir..
Çünkü sevgidir kalplerimizi ortaya çıkaran güç.
Sevgiyi ortaya çıkaran, kalplerimiz değildir.
Zaten hakiki sevgiler aydınlatandır.
İnsan tuttu mu elini sevdiğinin, bütün evren ona yol verir.
Öptü mü yüreğinden sevdiğinin, ruhunun kapıları, tokmağını sonuna kadar açar.

Hayatınızdaki tüm insanlar ve eylemler ''bir özelliğimize'' ayna tutmaktadır.
Oysa sevgisiz insanlar tsunami gibidirler dokundukları her şeyi yakar, yıkarlar.
Ne mutluluk verirler nede huzur. Sürekli şikayet eden,sorun çıkaran hep kaderi suçlayan, mazeretlere sığınan, geçmişi deneyimlemeyip sürekli geleceğe taşıyan sevgisiz insanlar hayatımızdan çalarlar.
Bu insanlar kardeşimiz olsun, arkadaşımız olsun vs er geç kendi uzaklıklarını yaratırlar.
İyi insanlar ise çoğu zaman yanında olmasalar da'' histen köprüler kurarsın, mesafelerin anlamı kalmaz, yüreğin konuşur, gözlerin görmesede.
Aynı amaç için çarpar kalbin, acısının içinde olamasan da...sarılırsın, aynı acıya ağlarsın, onun kaybı senin kaybındır, yaralarına tuz basmazsın,gönüllü paylaşırsın yaşamı.
Hayatımızdan gün çalanlarla değil, hayatımıza anlam katanlarla çoğalmak hayatın içinde, sevgiyle-umutla...
İnanıyorum ki dünyada sevgisizlikle birlikte, yanlışlığın hükmü başlar. Biz bu hükme geçit vermeyelim.
Bizim hükmümüz bu olsun 'YAŞAMALI VE SEVMELİ'' yüreklilik ve güç verir insana..
Şafak vakti kanatlanmış bir gönülle uyanmak sözün hale ayanıdır ve onu yaşamak tamamen bizim algı ve bakış açımızla kendine yer bulur.
olcay kasımoğlu

Fotoğraflar İnternetten alıntı

Hali okuyabilene, halden anlayabilene

İnsan, ne çok şeyi barındırır derinliğinde ve ne çok şeyi ıskalar yaşam dehlizinde...Bunun farkına varmak bazen bir ömür alır. Haklısın yaşama dair ne varsa,bıkmadan, usanmadan kendimize yolculuklar başlatmalıyız.Bu yolculuğun eni iyi yoldaşları resim,şiir, deneme yazıları, romanlar ve antik çağlara yeniden yolculuklar başlatmak, doğanın sesine ses katmak. Yaşama dair ve söylenenlere dair  bir tur daha atmak atmak yaşamın dehlizlerine.
Kelimeler ve davranışlar üzerinde yoğunlaştıkça yaşamın zorlukları ile de karşılaşıyoruz. Düşünmek, düşünmek her insana verilmiş bir özellik olarak düşünülse de, maalesef bu özelliği kullanan sayısı dünya üzerinde çok fazla değil..Bunun içinde sadece bakmak yetmiyor. Gördüğünü anlamak,yorumlamak,empatı ayağını kullanmak ne kadar önemliyse, duygu ve düşüncelerde samimiyet de bir o kadar önemli. Mitoloji, insan dünyasının kilimine en büyük nakıştır. Düş dünyamızı besleyen, insan bahçemize değer katan edebiyata saygı duymak kadar önemli..
'Elimden gelse hiç konuşmazdım' der Konfüçyüs.
'İyi ama o zaman nasıl anlatacağız insanlara?' diye endişe eder öğrencileri. 'Göğün kendisi konuşuyor mu ?' diye devam eder Üstat. 'Ama dört mevsim pekala birbirini izliyor ve bütün var olanlar çoğalıyor.'
Göğün ve aşkın konuşmaya ihtiyacı yok.
Halden bilene ihtiyacı var. Hali okuyabilene. Halden anlayabilene.
Olcay Kasımoğlu

1 Mart 2019 Cuma

İyiye çağıran gücü aşılayalım

Güzel şeylere sahip olmak zaman alıyor biliyorum.
Çocuklarımıza; emekle kazanılan alın terinin vicdani zenginliğini anlatalım, yaşatalım.
En büyük savaşın, kişinin nefsine verdiği savaş olduğunu anlatalım.
Kitapların; mucizelerle dolu olduğunu ve o mucizelerin insanı nasıl değişimlere uğrattığını,
Dünyayı getirip avuçlarına koyduğunu, ufkunu genişlettiğini
Göze, nasıl sayısız renkli pencereler açtığını anlatalım.
Sonra çocuklara; insanı, doğayı, kuşu, kurdu yüreğiyle dinlemesini,
Onların gözündende dünyayı görmesini öğretelim.
Çocuklarımıza; kalbin ve ruhun etiketi olmadığını,
Kalbin ve ruhun bu dünyanın cenneti olduğunu,
Ve yaşam da üretenlerin her zaman,
Işıklarla dolduğunu, etrafını aydınlattığını öğretelim.
Aklın dinginliğini, hiç bir şeyin yerini almayacağını,
Mutluluk ve başarının insanı yaşama nasıl bağlayacağını,
İyimserliği, iyiye çağıran gücünü fark etmesini,
Ve neşeli bir yüzün açamayacağı kapı olamayacağını öğretelim.
Zamanı değerli kullanmanın, hayatın anahtarı olduğunu,
Başkalarını haksız yere eleştirerek, yererek geçirilen zamanın kayıp olduğunu,
Çalışmadan başarmayı, sevmeden sevilmeyi, mutlu etmeden mutlu
Olmayı beklememelerini öğretelim.
Öğretelim ki balık hafızalı olmasınlar hiç değilse aynı hataları, aynı bahanelerle tekrarlamasınlar...ve kendilerine inansınlar her ne kadar iyi olmanında bir bedeli varsa değer yaşamaya...

“Sorgulanmamış yaşam, yaşanmaya değmez.”

şimdilerde
içimiz titrek
içimiz ince
içimiz göçmen kuşlar gibi
söyle
daha kaç bahar
sessizliğe uyanacak bu yürekler...


Sokrates’in söylediği gibi, “Sorgulanmamış yaşam, yaşanmaya değmez.”
Yoksa körü körüne bir fikre bağlı olmak bizi aydın, aydınlanmış yapmaz.
Fikirler, doğru bilgiye dayalıysa tutarlı olur, bilginin dayanağı tutarlı değilse, ne söylenirse söylensin boş.
Ancak, sıradan anlamakla yetinmeyen insan, zihinsel sorgulamaya başlayınca; bilgiyle taçlanan fikirler ”ilimin-bilimin” önünü açar.
Ancak o zaman; ”günü kurtarmak adına değil, kendi egosuna hizmet eden zihniyete değil” bütün çıplaklığıyla zihinsel sorgulamaya başlayarak çelişkili ve sorunlu durumları, karışıklığı, bulanıklığı ” pozitif düşünce ile” meydan okuyarak ve karşı duruş sergileyerek ortadan kaldırabiliriz.
Ancak o zaman; evrenin düzenini, yaşamın değer ve amacını, madde ve ruh ilişkisini, bilgilerimizin güvenirlik derecesini, iyi, güzel ve doğrunun niteliklerini öğrenebiliriz.
Ancak o zaman; insanı insan yapan ve onu bir hiç olmaktan kurtaran araştırma, anlamlandırma, yorumlama ve değerlendirme etkinliğini, yaşama sanatını öğrenebiliriz.Mutluluğu amaçlar, ruh güzelliği yaratabiliriz.
Sığ düşünceleri bize empoze eden zihniyete ”bilgi çeşitliliğimizle,derinliğimize” karşı çıkabiliriz.
Evren hareketi sever, hiç bir şey yapmadan seyredenlere, üretmeden mazeret üretenlere bir şey katmaz.
Öğrenmeden, sorgulamadan ”fikir sahibi olmanın” insanı nasıl ön yargılı, sabit fikirli düşünmeye alıştırdığını, öngörüden, sağduyudan uzaklaştırdığını, en küçük bir dalga da fırtına koparan agresif insanlar sürüsü oluşturduğunu gördükçe ”felsefi düşünmenin” insana; sürekli kendini yenileme, geliştirme gücünü sağlaması ve bu güç sayesinde bilimsel buluşlar ve icatlar yapmış, evreni tanıma ve anlama çabası içerisine girmiş insanları görünce ‘filozofların öğretilerini” ellerim acıyana kadar alkışlıyor, minnetle anıyorum...



Olcay Kasımoğlu

Bütün bunları yaparsan sonra ne olacak?


Hep merak ederim, eğer "savaş ilan edenlerin ve savaş kışkırtıcılığı yapanların çocukları cephenin en ön mevzilerindeki ilk birlikte yer alacaklar" diyen bir kural olsaydı, tarih bu kadar çok savaşa şahit olur muydu?

Yarın sabah yapılacak ilk saldırıda ölecek ilk askerin kendi oğlu olduğunu bilerek kaç siyasetçi, kaç general savaş kararı verecek, kaç gazeteci "hadi çocukları cepheye gönderelim" diye bağıracaktı.

Savaş isteyecekler miydi o zaman?
Savaşa gönderecekler miydi çocukları?

Ve eğer aralarından biri, ilk ölecek askerin kendi çocuğu olacağını bilerek savaşa karar verecek olsaydı onu "bir kahraman" olarak mı yoksa "oğlunun ölümüne kayıtsız kalan taş kalpli bir canavar olarak mı" görecektik?

Soracak mıydık kendimize, "yeryüzünde insanın evladından daha kıymetli bir toprak parçası var mı?" diye.
O "başkasının" çocuğu olduğu zaman mı savaştan rahatça söz ediliyor?
Sonsuz kainatın en uzak, en ücra, en ıssız köşelerindeki küçücük mavi bir gezegenin üstündeki canlılar neden yaratıldıklarından beri birbirlerini öldürüyorlar?
Niye içimizde tükenmeyen bir öldürme isteği var?
Ve, niye her toplum "öldürenleri ve öldürtenleri" alkışlıyor?

Tolstoy"un muhteşem eseri Savaş ve Barış"ta, Prens"in karısı edebiyat tarihinin en olağanüstü karakterlerinden biri olan Pierre"e anlamaya çalışarak sorar:
Hiç anlayamıyorum, neden erkekler savaşsız yaşayamaz?
Niye biz kadınlar böyle bir şey istemeyiz, niye bizim buna ihtiyacımız yoktur?

Bir başka sayfada, ertesi sabah meydan savaşına katılacak olan Prens Andrew"ın düşünceleriyle karşılaşırız.
O gecenin son gecesi olabileceğini, ertesi gün ölebileceğini düşünür.

Birçoklarıyla birlikte ölümün onun da kapısını çalabileceğini aklından geçirirken hayal kurmaya başlar, ertesi gün savaş kaybedilirken kendisi ortaya çıkacak, yeni bir saldırı planı ortaya koyacak, emrine verilen kuvvetlerle düşmana saldırıp onları bozguna uğratacak, bunun üzerine ordu kumandanlığına getirilecektir.

İçindeki bir ses "sonra ne olacak" diye sorar ona, "bütün bunları yaparsan sonra ne olacak?"
Sonra ne olacağını bilmiyorum, der Prens kendi kendine, bilmek de istemiyorum. Ama bütün bu şanı şöhreti, insanlar tarafından sevilmeyi istiyorsam ve hayatta tek istediğim buysa, sadece bunun için yaşıyorsam, bu benim suçum değil. Evet, sadece bunu istiyorum. Bunu kimseye söyleyemem ama, aman tanrım, bütün yapacaklarımı şanı şöhreti çok sevdiğim için mi yapacağım?
Ölüm, yaralanma, ailemi kaybetme ihtimali, hiçbirinden korkmuyorum. Bütün sevdiklerimden, bu ne kadar aykırı görünürse görünsün, bir zafer anı için, hiç tanımadığım insanların hayranlığı için vazgeçmeye hazırım.

Bunun için mi savaştı erkekler binlerce yıl?
Diğer erkeklerin saygısını ve hayranlığını kazanmak için mi?
Bunun için mi öldürdüler?
Bunun için mi öldürttüler?

Prens Andrew, başkalarının hayranlığını kazanmak, şana şöhrete ulaşmak, erkekçe bir saygı görmek için kendi hayatını tehlikeye atmayı hayal ediyordu, bunlar için kendi hayatından ve ailesinden vazgeçmeye razı oluyordu ama bugünkü "kahramanlar" cephelerden çok uzaklarda gizliler, kendi hayatlarını değil çocukların hayatlarını tehlikeye atıyorlar, kendi ailelerini değil başka insanların ailelerini acılara sokuyorlar.

Bugünkü kahramanlardan hangisi, hangi başkan, hangi lider, hangi önder, ilk ölecek olan kendi çocuğu olacak olsaydı bu savaşı başlatacaktı?
Hangisi, Prens Andrew gibi kendisiyle yüzleşme cesareti gösterebilecekti?

Hangisi, "binlerce genç çocuğu sırf kendime şan şöhret sağlamak için ölüme gönderiyorum, adımı taçlandıracak bir zafer anı için binlerce insanı ölümün kucağına bırakıyorum" diyecekti?
Ve hangisi, "yıkılmış binaların, çökmüş evlerin, göçmüş mağaraların içinde ölen çocukların hayatını, o çocukları öldürten silahları yapanların servetlerini biraz daha arttırmak, yaptığım gizli anlaşmalarla kanı paraya çevirmek için feda ediyorum" diyebilecekti.

Hangisi, bir ölüm anını düşünecekti?
Kim çocuğunun böyle ölmesini istiyor?
Kim çocuğunun kendisinden önce ölmesini istiyor?
Kim şanı şöhreti, zaferi, parayı çocuğundan çok seviyor?
Kimin için bir toprak parçası çocuğundan daha önemli?
Kim, kendi çocuğunu korumaya uğraşırken başkalarının çocuklarının ölümüne alkış tutuyor?
Ve kim çocukları üstlerindeki üniformalara göre ayırıyor?''

Bu küçücük
Bu fani dünyada
Söyleyecek ne kaldı ki
Hepimiz yaşamaya gelmiştik yeryüzüne

Olcay kasımoğlu

iyi olmanın da bir şerefi vardır

Meslek hayatımda analarını, babalarını hastane yatağında birakanlari da, gelip görmeyeneleride gördüm. Bir dönem huzur evine gönüllü gidip bakımlarına katılıyordum.
Gördüm, yaşadım o terk edilmişlik duygusunu, vefasizliğin soğuk yüzünü...

'Bir gülüşüne bin ömür feda dediğimiz yavrular
Biz size hasret bin kere ölüyoruz' diyenlerin sesi hala kulağımda.

Vicdan, başkalarının size söyleyeceklerini, size önceden fısıldayandır...
Hassasiyete vurgusunu yapan Yılmaz Odabaş "Herkes duyarliliği ve bilinci kadar iyidir" demiş..
Evet, yanlışı görmemizi sağlayan bilince, pencerelerimizi kapatmadiğimiz duyarlılığa minnetle..

"Bir insan kişisel çıkarlarından başka hiçbirşeyle ilgilenmiyorsa,
Toplumsal bir güzellik için hayatında hiçbir özveride bulunmamışsa,
Cebinde katlı duran bir şiiri iki insana okumamışsa ,
Üşüyen birinin üzerini örtmemişse,
Ve hep "Zararsız"
Ve hep "Yararsız" yaşamışsa,
iyi olabilir mi hiç!
İyi olmanın da bir şerefi vardır
Ve herkes duyarlılığı, bilinci kadar iyidir..."

Bu sesleniş aynı zamanda klavye kahramanlarına, vicdanını sığ sularda yüzdüren zir zoplara da gelsin.

Sadece kendi işleri için çalışan, yaşadığı dünyaya hiç bir özveride bulunmayan, bunun yanında zarar da vermeyen bir insanin ''Zararsız'' ve ''Yararsız''yaşamiş olması iyi olabilir mi ?
Bence iyi olmanın da bir bilinci olmalı.
Bir başkasının canı yandığında sesi çıkmıyorsa, konuşulması gerektiği yerde susuyorsa tamda o noktada insan olma sorumluluğuna sahip çıkmıyorsa bunun neresi iyi olabilir.
İyi olmanın da bir onuru olmalı.
Kendine, ait olduğun çevreye ve ortak alanları paylaştığın bu dünyaya vefa borcun olmalı.
Yoksa etliye, sütlüye karışmadan ''Yararsız'' insan olmanın neresi zararsızlıktır...

Olcay Kasimoğlu

Her mevsimin hakkını vereceğiz

Gerçeklerin iç yüzünü ancak yaşadıktan sonra kendimize teyit ettiriyoruz...
Mevsimler gibidir, üzerimizden geçmedikleri sürece anlamayız nedir, neye kadirdirler...
Eğer bir fırtınada, fırtınaya teslim olursan arkasından açacak güneşten nasiplenemezsin yada sağanak yağan bir yağmurun ardından doğan yediveren gök kuşağını göremezsin...
Tıpkı kasvetli ve bulutlu bir havanın ardından kendini gösteren güneş gibi olabiliriz...
Mevsimler gibiyiz, hayatın bütünlüğünden vazgeçemeyiz, her mevsimin hakkını vereceğiz...
Bir mevsimin yıkımları, gelecek mevsimlere gölge olmasın...
Hayatımızı bir dönem yüzünden yargılamak hem kendimize, hem bizimle hayatını paylaşanlara haksızlıktan başka bir şey değil...
Senin dünyayı sorgulayan kelimelerinin içinde
Derininde, manasında bilge bir ruh bulurdum
Geceden sabaha kirpiklerine asılmış gözlerinde
Ve kendini sorgudan sorguya çeken
Hesaplı bir dünyanın duvarlarına çarpan bir ruh
Soruların soru olmaktan çok
Sanki üzerinde durduğun dünyaya karşı
Kükreyen bir aslanın pençeleriydi
Gözlerinse, karanlığın sonsuzluğunda yorgun düşüp
Aydınlığı arayan güneşi, omuzlarında taşıyan bir ruhtu
Yaşamanın özlemiyle buruklaşan bir yüreğin
Umuda hasret açlıklarıyla gelirdi kelimelerin
Sen en çokta sorular sormayı severdin
Bense senin gözlerinle
Senin ruhuna bağdaş kurmuş
Yüreklerimizi sıcak ve hilesiz bir sevgiye kilitleyip seni beklerdim
Beklerdim, her hazan bir gül getir ki
Sevdamızın ateşiyle yakalım saçlarını yeryüzünün
Belki biraz yorgun belki biraz durgun
Yine de umutlu yine de mutlu
Dünyanın dört bir tarafında, barışa ve umuda şarkılar söyleyelim...
Olcay Kasımoğlu.

Sesin karışsın kuş cıvıltılarına

Sevgi üzerine söylenmiş o kadar çok şey söz var ki !
Alman şairi Goethe “Bir Şeyi Sevmeden Onu Anlayamazsınız’’ der.
Bir diğer ise “Ne Kadar Seviyorsanız, O Kadar Yaşıyorsunuz’’der.
Gerçek sevgiyi ve anlayışı bilen, bunu başkalarıyla paylaşabilen insan aranmaktadır günümüzde.
Mutluluk büyük isteklerin şöhretin, paranın ve ihtişamın ardında gizli değildir.
Mutluluğu sağlayan en temel duygu sevgi ve ona yol açan anlayıştır.
Sevgiye sahip olmak kadar, sevgiyi korumakta gerekiyor.
Gitme...
Dağ başları yüce olmaz, büker boynunu
Turnalar göçer bilinmezlere, mevsimler küser
Memlekette bülbüller ötmez, bülbülün olmadığı yerde gül bitmez
Çiçekler bahçesiz figan eyler...
Gitme...
figan düşer can evime
Yağmurlar yağar, yağarda gökkuşağına küser
Sana donanmış ağaçlar boynunu büker
Sabah dallarda çiğe duran damlalar, yapraklarla sevişmez
Gitme...
Yıldızlar göğü sensiz sevmez
Şaşar, şaşırır bütün rüzgarlar
Bütün nehirler denize küser
Bahara bezenmez kırlar, gelincikler açmaz
Gitme...
Tüm acılar geri döner, sessizliğime
Ardından fırtınalar gelir biçer kalır yalnızlıkla, anılar
Kuruya dal olur aşklar, sevdalar
Alışamam, sesin karışmamışsa kuş cıvıltılarına
Gitme...
İçimdeki bütün merdivenlerim kırılır
Çıkamam güneşin açtığı sabahlara, üşürüm
Bütün yeryüzü bereketini içime dökmüşken
Kuşlar da giderse can evimden, ölürüm
Gitme...
Kır çiçekleri dağlarda açsın
Yalnızlık ummanında boğma beni
Yokluğun zemheri, üşürüm bütün sevmelere
Bırakma beni, yalnızlığın soğuk mevsiminde
Ölürüm, kalakalırım, yüreğimin yıkıma düşmüş çaresizliğinde
Gitme, kal öylece...
Olcay Kasımoğlu.

Sökülsem kırılan yerlerimden

Rüzgar yorgun ışıklar ölgün
Olsam kızıl bir bulut yağsam kırlara
Umuşlar kalbimi yıpratıncaya kadar
Sökülsem kırılan yerlerimden
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, ırkçı,faşizan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
İnsanlar gerçeklerden uzaklaştıkça, gerçeği hatırlatanlardan nefret eder oldu.
Eteklerimizde taşlar ve ruhumuzda yaralar var oldukça kanayacak hep bir yerler.
O zaman taşlarımızı ayaklarımıza düşürmeden, kanamadan geçebilir miyiz bu hayatın içinden ve kimseler incinmeden geçmişin acılarını çıkarabilir miyiz gün yüzüne ?
Yaşanan toplumsal olayları incelemeden, irdelemeden, sorgulamadan, sağlam gerekçelere dayandırmadan suçlamak ve yargılamak sağduyudan, öngörüden uzak insanların işidir.
Hiç kimse, yaşanan toplumsal olayların üzerinde durup düşünmüyor. . Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes bencilce kendini düşünüyor.
Peki, hangimiz; özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya, yada kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
Arınmanın olduğu yerde, yeni tomurcuklar filizlenir, öfke kin nefret fışkırmaz..
Herkes yüzleşmeli ve silkelenmeli tarihin küf kokan odalarından, çıkarmalı yalanı-dolanı,kıyımı...
Ancak o zaman; demokrasiden, insan haklarından, korkmadan,ürkmeden,sancılı rüyalar görmeden bahsedebiliriz..
İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
olcay kasımoğlu

Kalbimizin sesini dinleyelim

''Sevgiye dudak bükenler, kemirir dururlar umudu!''
İnsan ne yaşayacaksa, yürekli yaşamalı.
Yaşama dair ne verecekse; emek sarf etmeli...İçten olmalı, samimi olmalı....
Parayla pulla da ilgisi yok bu işin...Sevgiyle ilgisi var..
İnsan; insan olmanın ayırdı na varamadıkça, erdemli olmayı becerebilir mi ?
Ve hangi ''kitaba çağırırsan çağır'' çağrıları duymadıkça duyabilir mi....
İnsan bir başkasının canı yandığında canı yanmıyorsa, egosunu arka cebine koyup da ''empati'' kurabilir mi?
Artan yemeği veremeyen ''nefsine rağmen'' verebilir mi?
İnsan kendiliğinden büyük olmaz; insanı ''olumlu eylemleri'' büyük yapar.
Nefretle, hakaretle, kinle, öfkeyle ''büyüyen bir güzellik'' yoktur dünya yüzünde.
Sağlıklı düşünen beyinlerde büyür insanın güzelliği...
Yaşam, avuçlarımız da sıcacık dururken, uzaklarda aramak ne hazin..
Bunu ancak ölümün kıyısında bir nefes soluklanıp dönenler bilir..
Broch' da böyle seslendirmiş;
''Birlikteliği, aşkı, uzaklıkları ancak ölümün eşiğine ulaşmış olanlar bilebilir..''
'Sevgiyle çalkalanmadıkça dünya
Huzur da rüya mutluluk da'
Olaylara, insanlara bakış açımız;
Seçenekleri görmemize, değişmemiz gerektiğinde kendimizi güncellememize yardım edecektir.
Kendimizi tanımadan, birey olmadan, özgür olamayız.
Kendimize karşı ''açık, sade, duru olmak'' her zaman kendimizi ''İFADE'' etmemizde, gereksiz olanların elenmesine yardım edecektir...
İçsel motorlarımızın çalışması için, zihin kıyaslamalardan tamamen özgür olmalı ( ben hiç kimseyim, ben kimim) arınmalı kendini bulmalı.
Çalışan iç motorlar; zamanı, zamanları, zamansız kılıyor, kaldırıyor aradan tülleri.
Ancak o zaman; içimizde gömülü olan yaşamı gözlemleyebilir, kendimizi öğrenebiliriz.
Kendimizi bilmek, başkalarını da anlamamızı kolaylaştırır.
Yaşamı anlamlı ve üretken kılar.
Başkalarının üzerinden yaşama tutunmakla, başkasını oynamakla olmuyor.
Dar döngülerden kurtulmak için, kendimizi sorgulamalıyız !
Ve inandığımız, kalbimizin götürdüğü yere gidelim, kalbimizin sesini dinleyelim.
''Gün olur güneşler doğar
Gün olur karanlıklar parçalanır
Yeter ki sen yaşama sevgili
Sevgiliye can ol
Ol ki “kendin” ol
Ol ki yaşamın kendisi ol''...
Olcay kasımoğlu

28 Şubat 2019 Perşembe

Kemal Sunal ve Charles Chaplin'in dünyasında ''Gülme'' ölümsüzlüğün takma adıydı. İkiside bize mizahın ve gülmenin bir gönül işi olduğunu göstermişlerdir.
Charles Chaplin, sinemanın sessiz döneminin yüce tanrısı olan, sesli sinema yaygınlaşmaya başlayınca bile kendine has tavrını koruyup hızlandırılmış değişimin karşısında dimdik duran, yapımından neredeyse yüz yıl sonra izlenildiğinde bile, sessizliğin işlevselliğini büyük ustalıkla içimize sindiren efsane adam Şarlo' nun ''Şehir ışıkları'' filmini izlerken ruhum ısındı.
Şarlo, yine aşık olur. Hem de bu kez en az kendisi kadar fakir ve kör bir çiçekçi kıza… Sakarlıklarla örülü güldürü seanslara eşlik eden bu beden ötesi aşk, aslında Chaplin’in ve yarattığı dünyaların derin naifliğinde dinlendirici bir yolculuktur.
Chapline'nin, bir filmin karesinde ayakabısını ıslatıp yemeye çalıştığını görüyoruz.. Bizim Kemal Sunal' ımız da ekmeğini hayalı bandırıp yer. İkiside karışık duygular verir. Kah neşeye kah hüzne gark oluruz. İkisini görüncede içimiz ısınır.
İkisi de filmde çok fakir ve aynı zamanda hayat enerjimizi yükseltecek kadar umut ve sevgiyle dolu dopdolular..
Yaşadığımız 21. yüzyıla derinlemesine dokunan bu filmler bize ayakta kalmanın çok katmanlı sırlarını fısıldıyor.
İkiside en sevdiğim insan modeli ''İyi kalpli ve zeki.''
Rahmetle anıyorum, iyi ki bu dünyadan geçmişsiniz.

27 Şubat 2019 Çarşamba

Şimdi değilse, ne zaman?

Akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve bize hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı; keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek niye ?
Hepimizin kendine ait veya başkalarından alıp sakladığı sırları, sırlardan kurduğu surları ve yıkamadığı kaleleri var.
Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar bilmezler mi; üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız, eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz bir ömür boyu.
Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında.
Bunun yanında, her bireyin gelişimi, fiziksel, zihinsel ve duygusal yönlerini kullanma tarzı farklıyken, hayatı mücadele etmeye değer kılan ve şaşırtıcı hale getiren şey de bu seçim ve farklılıklar değil midir ?
Kendimizle kurduğumuz diyaloğun niteliği, kendimize dair hissettiklerimizi doğrudan etkilerken;
farklılığı anlayıp, yaşadıklarımız karşısında aldığımız tavırla, kendi iç benliğimizle yüzleşmek, bize yaşamın nadide kollarını açar.
İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Peki hangimiz, özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya ya da kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
William Shakespeare, bunu çok güzel özetlemiş.
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor. 
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. 
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. 
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. 
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için. 
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için. 
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi birşey vermedigi için. 
Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için.''

Yeterince iyi olamadığımız düşüncesinden korkmamalı ve kendimizle yüzleşmeliyiz. Korkularımız ancak birer birer masaya yatırıldığında ve onlarla yüzleşebilmek cesareti gösterebildiğimizde hayatımızdan çekilirler.
Korktuğumuz ve kendinizden uzak tutmak için uğraştığımız şeylere bilinçsizce karşı direnç oluşturarak kendimize çekiyor, yaşamımıza sokuyoruz. 
Korkularımızın samimi anlamda farkına varabildiğimizde, realitemizi değiştirmiş olacağız.
Çünkü geçmişten öğrenmek ile geçmişte yaşamak aynı şey değildir.
''Neresinden bakarsak bakalım; kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu, dışarıya akamayan bir irin gibi bedenimizi ve ruhumuzu ele geçiriyor.
İçimize hapsettiğimiz her duygu aynı zamanda içimizin hapishanelerini yaratıyor.
Oysa yapabileceğimiz yegane şey alamadığımız ilgiyi, saygıyı, duygularımıza dair anlayışı, korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebilmemizdir''
Kendi iç benliğimizle barışık olup, içimizdeki çocuğu özgür bırakalım.
Korkularımızla yüzleştiğimizde, bizi kölesi ve şakşakçısı yapmaya çalışan asosyal topluma karşı duruş geliştirebiliriz.
Her şeyi belki yapamayız ama kendimize saygılı bireyler olarak bu hayatın içinde değerli, üreten, paylaşan, sevdiklerine ve sevdiğine omuz olan başlar olabiliriz. Bunu için hiç bir zaman geç değildir, yeter ki biz kendimize geç kalmayalım.
Sorunlardan, insanların hayatımızdan çaldıklarıyla ve kendimize yaptığımız haksızlıklarla göçüp gitmek bu yaşama en büyük haksızlık değilde nedir ?
Değil mi ki, oyduğu bir kayadan akan bir suyun şırıltısı bile, varlığını belli eder.
Kendi benliklerinin farkına varanlar, yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz gerektiğini bilirler.
Ve yanıtımızın doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerektiğinide.
Ancak o zaman, insan kendi kendinin ebeveyni olabildiğinde, kendi kendiyle yüzleştiğinde; yetişkin, özgür ve mutlu olabilir, karanlığın bilincine vararak aydınlanabilir.
Olcay Kasımoğlu  

26 Şubat 2019 Salı

Sanat İstikrarı Seviyor: Can dostum..

Sanat İstikrarı Seviyor: Can dostum..: https://www.filmmodu.com/good-will-hunting-altyazili-izle "Kusursuz erkek yoktur. Kusursuz kadın da yoktur. Ama bu kusurlu insanla...

Can dostum..

https://www.filmmodu.com/good-will-hunting-altyazili-izle
"Kusursuz erkek yoktur. Kusursuz kadın da yoktur. Ama bu kusurlu insanların, ilişkileri kusursuz olabilir. Kusursuz olan ilişkidir, insanlar değil. Ve bu ilişkiyi kusursuz yapan o minik kusurlardır. Başkalarının bilmediği o minik, o özel kusurları sadece siz bilirsiniz.
Bunları sadece sizin bildiğinizi de bilirsiniz."

Sonra misal verir.
"Ne kadar garip değil mi? Karımı düşününce aklıma, heyecanlandığı zaman gaz kaçırmasının gelmesi. Bir gece uyurken öyle bir kaçırmıştı ki, sesinden kendisi de uyandı ve bana 'Sen mi yaptın' diye sordu. 'Hayır sen yaptın' diyemedim. 'Evet ben yaptım' dedim.
İnsanın yalnızca çok özel kişiler tarafından bilinen kusurları.
Hiç düşündünüz mü bunu? O minik kusurların, aslında aşkın anlamı, kusursuz ilişkinin tarifi olduğunu hiç düşündünüz mü? Ne kadar doğru değil mi?
İyi, üstün, başarılı yanlarımızı bütün dünya bilir. Ama kusurlarımızı bilme hakkı kaç kişide var hiç düşündünüz mü? Kaç kişiye bizi en güçsüz halimizle bile görmesine izin veriyoruz?
Kaç kişiye en maskesiz, en kusurlu, en çirkin halimizi iki ölçek dahi çekinmeden gösteriyoruz?
Ya da siz acaba gerçekten kimin tüm küçük kusurlarını biliyorsunuz?
Yanızca sizin bildiğiniz küçük kusurlar kimde var? Kim size o kusurlarını utanıp, sıkılmadan gösteriyor?
Sevgilimizin kusurlarından nefret etmek yerine, onların farkında olma ayrıcalığının yalnız bize verildiğini düşünmek. Düşünebilmek.
Ona her haliyle, her şekliyle, her kusuruyla aşık olmak. Olabilmek.
Aşk tam da budur işte!
Birini dünyanın en güzel, en zeki, en çekici, en asil, en sevimli, en komik insanı zannetmek aşk değildir. Karşındaki kızı Marilyn Monroe kadar muhteşem bulmanın aşkla bir alakası yoktur.
Bu olsa olsa cazibeye kapılmaktır.
Aşk ise tam tersine..
Onun dünyadaki en güzel, en zeki, en çekici, en asil, en sevimli, en komik insanlardan biri olmadığını fark etmiş olmana "rağmen", binlerce kusuru olduğunu anlamış olmana "rağmen" yine de onu seçmektir. Ondan başkasına katiyen göz süzmemek, onsuz olmayı aklının ucundan dahi geçirememektir.
Onu en makyajı akmış, en gözlerinin altı çökmüş, en pespaye haliyle bile "peri masallarından fırlamış" gibi bulmaktır.
Karşına artık salt şık kıyafetlerle çıkmak yerine, pijamasıyla, saçı başı dağınık halde çıktığında. Onun artık en kötü, en berbat haliyle bile senin karşına çıkmaktan çekinmediğini, sana bu denli güvendiğini algılayıp mutlu mutlu sırıtmaktır.''
Aşk tam da budur işte!
Glamdring'den alıntı.

"Birine öfkelenme özgürlüğümüz yoksa onu sevemeyiz. Sevmeme özgürlüğümüz olmayan birini gerçekte(n) sevemeyiz."