Translate

1 Mart 2019 Cuma

İyiye çağıran gücü aşılayalım

Güzel şeylere sahip olmak zaman alıyor biliyorum.
Çocuklarımıza; emekle kazanılan alın terinin vicdani zenginliğini anlatalım, yaşatalım.
En büyük savaşın, kişinin nefsine verdiği savaş olduğunu anlatalım.
Kitapların; mucizelerle dolu olduğunu ve o mucizelerin insanı nasıl değişimlere uğrattığını,
Dünyayı getirip avuçlarına koyduğunu, ufkunu genişlettiğini
Göze, nasıl sayısız renkli pencereler açtığını anlatalım.
Sonra çocuklara; insanı, doğayı, kuşu, kurdu yüreğiyle dinlemesini,
Onların gözündende dünyayı görmesini öğretelim.
Çocuklarımıza; kalbin ve ruhun etiketi olmadığını,
Kalbin ve ruhun bu dünyanın cenneti olduğunu,
Ve yaşam da üretenlerin her zaman,
Işıklarla dolduğunu, etrafını aydınlattığını öğretelim.
Aklın dinginliğini, hiç bir şeyin yerini almayacağını,
Mutluluk ve başarının insanı yaşama nasıl bağlayacağını,
İyimserliği, iyiye çağıran gücünü fark etmesini,
Ve neşeli bir yüzün açamayacağı kapı olamayacağını öğretelim.
Zamanı değerli kullanmanın, hayatın anahtarı olduğunu,
Başkalarını haksız yere eleştirerek, yererek geçirilen zamanın kayıp olduğunu,
Çalışmadan başarmayı, sevmeden sevilmeyi, mutlu etmeden mutlu
Olmayı beklememelerini öğretelim.
Öğretelim ki balık hafızalı olmasınlar hiç değilse aynı hataları, aynı bahanelerle tekrarlamasınlar...ve kendilerine inansınlar her ne kadar iyi olmanında bir bedeli varsa değer yaşamaya...

“Sorgulanmamış yaşam, yaşanmaya değmez.”

şimdilerde
içimiz titrek
içimiz ince
içimiz göçmen kuşlar gibi
söyle
daha kaç bahar
sessizliğe uyanacak bu yürekler...


Sokrates’in söylediği gibi, “Sorgulanmamış yaşam, yaşanmaya değmez.”
Yoksa körü körüne bir fikre bağlı olmak bizi aydın, aydınlanmış yapmaz.
Fikirler, doğru bilgiye dayalıysa tutarlı olur, bilginin dayanağı tutarlı değilse, ne söylenirse söylensin boş.
Ancak, sıradan anlamakla yetinmeyen insan, zihinsel sorgulamaya başlayınca; bilgiyle taçlanan fikirler ”ilimin-bilimin” önünü açar.
Ancak o zaman; ”günü kurtarmak adına değil, kendi egosuna hizmet eden zihniyete değil” bütün çıplaklığıyla zihinsel sorgulamaya başlayarak çelişkili ve sorunlu durumları, karışıklığı, bulanıklığı ” pozitif düşünce ile” meydan okuyarak ve karşı duruş sergileyerek ortadan kaldırabiliriz.
Ancak o zaman; evrenin düzenini, yaşamın değer ve amacını, madde ve ruh ilişkisini, bilgilerimizin güvenirlik derecesini, iyi, güzel ve doğrunun niteliklerini öğrenebiliriz.
Ancak o zaman; insanı insan yapan ve onu bir hiç olmaktan kurtaran araştırma, anlamlandırma, yorumlama ve değerlendirme etkinliğini, yaşama sanatını öğrenebiliriz.Mutluluğu amaçlar, ruh güzelliği yaratabiliriz.
Sığ düşünceleri bize empoze eden zihniyete ”bilgi çeşitliliğimizle,derinliğimize” karşı çıkabiliriz.
Evren hareketi sever, hiç bir şey yapmadan seyredenlere, üretmeden mazeret üretenlere bir şey katmaz.
Öğrenmeden, sorgulamadan ”fikir sahibi olmanın” insanı nasıl ön yargılı, sabit fikirli düşünmeye alıştırdığını, öngörüden, sağduyudan uzaklaştırdığını, en küçük bir dalga da fırtına koparan agresif insanlar sürüsü oluşturduğunu gördükçe ”felsefi düşünmenin” insana; sürekli kendini yenileme, geliştirme gücünü sağlaması ve bu güç sayesinde bilimsel buluşlar ve icatlar yapmış, evreni tanıma ve anlama çabası içerisine girmiş insanları görünce ‘filozofların öğretilerini” ellerim acıyana kadar alkışlıyor, minnetle anıyorum...



Olcay Kasımoğlu

Bütün bunları yaparsan sonra ne olacak?


Hep merak ederim, eğer "savaş ilan edenlerin ve savaş kışkırtıcılığı yapanların çocukları cephenin en ön mevzilerindeki ilk birlikte yer alacaklar" diyen bir kural olsaydı, tarih bu kadar çok savaşa şahit olur muydu?

Yarın sabah yapılacak ilk saldırıda ölecek ilk askerin kendi oğlu olduğunu bilerek kaç siyasetçi, kaç general savaş kararı verecek, kaç gazeteci "hadi çocukları cepheye gönderelim" diye bağıracaktı.

Savaş isteyecekler miydi o zaman?
Savaşa gönderecekler miydi çocukları?

Ve eğer aralarından biri, ilk ölecek askerin kendi çocuğu olacağını bilerek savaşa karar verecek olsaydı onu "bir kahraman" olarak mı yoksa "oğlunun ölümüne kayıtsız kalan taş kalpli bir canavar olarak mı" görecektik?

Soracak mıydık kendimize, "yeryüzünde insanın evladından daha kıymetli bir toprak parçası var mı?" diye.
O "başkasının" çocuğu olduğu zaman mı savaştan rahatça söz ediliyor?
Sonsuz kainatın en uzak, en ücra, en ıssız köşelerindeki küçücük mavi bir gezegenin üstündeki canlılar neden yaratıldıklarından beri birbirlerini öldürüyorlar?
Niye içimizde tükenmeyen bir öldürme isteği var?
Ve, niye her toplum "öldürenleri ve öldürtenleri" alkışlıyor?

Tolstoy"un muhteşem eseri Savaş ve Barış"ta, Prens"in karısı edebiyat tarihinin en olağanüstü karakterlerinden biri olan Pierre"e anlamaya çalışarak sorar:
Hiç anlayamıyorum, neden erkekler savaşsız yaşayamaz?
Niye biz kadınlar böyle bir şey istemeyiz, niye bizim buna ihtiyacımız yoktur?

Bir başka sayfada, ertesi sabah meydan savaşına katılacak olan Prens Andrew"ın düşünceleriyle karşılaşırız.
O gecenin son gecesi olabileceğini, ertesi gün ölebileceğini düşünür.

Birçoklarıyla birlikte ölümün onun da kapısını çalabileceğini aklından geçirirken hayal kurmaya başlar, ertesi gün savaş kaybedilirken kendisi ortaya çıkacak, yeni bir saldırı planı ortaya koyacak, emrine verilen kuvvetlerle düşmana saldırıp onları bozguna uğratacak, bunun üzerine ordu kumandanlığına getirilecektir.

İçindeki bir ses "sonra ne olacak" diye sorar ona, "bütün bunları yaparsan sonra ne olacak?"
Sonra ne olacağını bilmiyorum, der Prens kendi kendine, bilmek de istemiyorum. Ama bütün bu şanı şöhreti, insanlar tarafından sevilmeyi istiyorsam ve hayatta tek istediğim buysa, sadece bunun için yaşıyorsam, bu benim suçum değil. Evet, sadece bunu istiyorum. Bunu kimseye söyleyemem ama, aman tanrım, bütün yapacaklarımı şanı şöhreti çok sevdiğim için mi yapacağım?
Ölüm, yaralanma, ailemi kaybetme ihtimali, hiçbirinden korkmuyorum. Bütün sevdiklerimden, bu ne kadar aykırı görünürse görünsün, bir zafer anı için, hiç tanımadığım insanların hayranlığı için vazgeçmeye hazırım.

Bunun için mi savaştı erkekler binlerce yıl?
Diğer erkeklerin saygısını ve hayranlığını kazanmak için mi?
Bunun için mi öldürdüler?
Bunun için mi öldürttüler?

Prens Andrew, başkalarının hayranlığını kazanmak, şana şöhrete ulaşmak, erkekçe bir saygı görmek için kendi hayatını tehlikeye atmayı hayal ediyordu, bunlar için kendi hayatından ve ailesinden vazgeçmeye razı oluyordu ama bugünkü "kahramanlar" cephelerden çok uzaklarda gizliler, kendi hayatlarını değil çocukların hayatlarını tehlikeye atıyorlar, kendi ailelerini değil başka insanların ailelerini acılara sokuyorlar.

Bugünkü kahramanlardan hangisi, hangi başkan, hangi lider, hangi önder, ilk ölecek olan kendi çocuğu olacak olsaydı bu savaşı başlatacaktı?
Hangisi, Prens Andrew gibi kendisiyle yüzleşme cesareti gösterebilecekti?

Hangisi, "binlerce genç çocuğu sırf kendime şan şöhret sağlamak için ölüme gönderiyorum, adımı taçlandıracak bir zafer anı için binlerce insanı ölümün kucağına bırakıyorum" diyecekti?
Ve hangisi, "yıkılmış binaların, çökmüş evlerin, göçmüş mağaraların içinde ölen çocukların hayatını, o çocukları öldürten silahları yapanların servetlerini biraz daha arttırmak, yaptığım gizli anlaşmalarla kanı paraya çevirmek için feda ediyorum" diyebilecekti.

Hangisi, bir ölüm anını düşünecekti?
Kim çocuğunun böyle ölmesini istiyor?
Kim çocuğunun kendisinden önce ölmesini istiyor?
Kim şanı şöhreti, zaferi, parayı çocuğundan çok seviyor?
Kimin için bir toprak parçası çocuğundan daha önemli?
Kim, kendi çocuğunu korumaya uğraşırken başkalarının çocuklarının ölümüne alkış tutuyor?
Ve kim çocukları üstlerindeki üniformalara göre ayırıyor?''

Bu küçücük
Bu fani dünyada
Söyleyecek ne kaldı ki
Hepimiz yaşamaya gelmiştik yeryüzüne

Olcay kasımoğlu

iyi olmanın da bir şerefi vardır

Meslek hayatımda analarını, babalarını hastane yatağında birakanlari da, gelip görmeyeneleride gördüm. Bir dönem huzur evine gönüllü gidip bakımlarına katılıyordum.
Gördüm, yaşadım o terk edilmişlik duygusunu, vefasizliğin soğuk yüzünü...

'Bir gülüşüne bin ömür feda dediğimiz yavrular
Biz size hasret bin kere ölüyoruz' diyenlerin sesi hala kulağımda.

Vicdan, başkalarının size söyleyeceklerini, size önceden fısıldayandır...
Hassasiyete vurgusunu yapan Yılmaz Odabaş "Herkes duyarliliği ve bilinci kadar iyidir" demiş..
Evet, yanlışı görmemizi sağlayan bilince, pencerelerimizi kapatmadiğimiz duyarlılığa minnetle..

"Bir insan kişisel çıkarlarından başka hiçbirşeyle ilgilenmiyorsa,
Toplumsal bir güzellik için hayatında hiçbir özveride bulunmamışsa,
Cebinde katlı duran bir şiiri iki insana okumamışsa ,
Üşüyen birinin üzerini örtmemişse,
Ve hep "Zararsız"
Ve hep "Yararsız" yaşamışsa,
iyi olabilir mi hiç!
İyi olmanın da bir şerefi vardır
Ve herkes duyarlılığı, bilinci kadar iyidir..."

Bu sesleniş aynı zamanda klavye kahramanlarına, vicdanını sığ sularda yüzdüren zir zoplara da gelsin.

Sadece kendi işleri için çalışan, yaşadığı dünyaya hiç bir özveride bulunmayan, bunun yanında zarar da vermeyen bir insanin ''Zararsız'' ve ''Yararsız''yaşamiş olması iyi olabilir mi ?
Bence iyi olmanın da bir bilinci olmalı.
Bir başkasının canı yandığında sesi çıkmıyorsa, konuşulması gerektiği yerde susuyorsa tamda o noktada insan olma sorumluluğuna sahip çıkmıyorsa bunun neresi iyi olabilir.
İyi olmanın da bir onuru olmalı.
Kendine, ait olduğun çevreye ve ortak alanları paylaştığın bu dünyaya vefa borcun olmalı.
Yoksa etliye, sütlüye karışmadan ''Yararsız'' insan olmanın neresi zararsızlıktır...

Olcay Kasimoğlu

Her mevsimin hakkını vereceğiz

Gerçeklerin iç yüzünü ancak yaşadıktan sonra kendimize teyit ettiriyoruz...
Mevsimler gibidir, üzerimizden geçmedikleri sürece anlamayız nedir, neye kadirdirler...
Eğer bir fırtınada, fırtınaya teslim olursan arkasından açacak güneşten nasiplenemezsin yada sağanak yağan bir yağmurun ardından doğan yediveren gök kuşağını göremezsin...
Tıpkı kasvetli ve bulutlu bir havanın ardından kendini gösteren güneş gibi olabiliriz...
Mevsimler gibiyiz, hayatın bütünlüğünden vazgeçemeyiz, her mevsimin hakkını vereceğiz...
Bir mevsimin yıkımları, gelecek mevsimlere gölge olmasın...
Hayatımızı bir dönem yüzünden yargılamak hem kendimize, hem bizimle hayatını paylaşanlara haksızlıktan başka bir şey değil...
Senin dünyayı sorgulayan kelimelerinin içinde
Derininde, manasında bilge bir ruh bulurdum
Geceden sabaha kirpiklerine asılmış gözlerinde
Ve kendini sorgudan sorguya çeken
Hesaplı bir dünyanın duvarlarına çarpan bir ruh
Soruların soru olmaktan çok
Sanki üzerinde durduğun dünyaya karşı
Kükreyen bir aslanın pençeleriydi
Gözlerinse, karanlığın sonsuzluğunda yorgun düşüp
Aydınlığı arayan güneşi, omuzlarında taşıyan bir ruhtu
Yaşamanın özlemiyle buruklaşan bir yüreğin
Umuda hasret açlıklarıyla gelirdi kelimelerin
Sen en çokta sorular sormayı severdin
Bense senin gözlerinle
Senin ruhuna bağdaş kurmuş
Yüreklerimizi sıcak ve hilesiz bir sevgiye kilitleyip seni beklerdim
Beklerdim, her hazan bir gül getir ki
Sevdamızın ateşiyle yakalım saçlarını yeryüzünün
Belki biraz yorgun belki biraz durgun
Yine de umutlu yine de mutlu
Dünyanın dört bir tarafında, barışa ve umuda şarkılar söyleyelim...
Olcay Kasımoğlu.

Sesin karışsın kuş cıvıltılarına

Sevgi üzerine söylenmiş o kadar çok şey söz var ki !
Alman şairi Goethe “Bir Şeyi Sevmeden Onu Anlayamazsınız’’ der.
Bir diğer ise “Ne Kadar Seviyorsanız, O Kadar Yaşıyorsunuz’’der.
Gerçek sevgiyi ve anlayışı bilen, bunu başkalarıyla paylaşabilen insan aranmaktadır günümüzde.
Mutluluk büyük isteklerin şöhretin, paranın ve ihtişamın ardında gizli değildir.
Mutluluğu sağlayan en temel duygu sevgi ve ona yol açan anlayıştır.
Sevgiye sahip olmak kadar, sevgiyi korumakta gerekiyor.
Gitme...
Dağ başları yüce olmaz, büker boynunu
Turnalar göçer bilinmezlere, mevsimler küser
Memlekette bülbüller ötmez, bülbülün olmadığı yerde gül bitmez
Çiçekler bahçesiz figan eyler...
Gitme...
figan düşer can evime
Yağmurlar yağar, yağarda gökkuşağına küser
Sana donanmış ağaçlar boynunu büker
Sabah dallarda çiğe duran damlalar, yapraklarla sevişmez
Gitme...
Yıldızlar göğü sensiz sevmez
Şaşar, şaşırır bütün rüzgarlar
Bütün nehirler denize küser
Bahara bezenmez kırlar, gelincikler açmaz
Gitme...
Tüm acılar geri döner, sessizliğime
Ardından fırtınalar gelir biçer kalır yalnızlıkla, anılar
Kuruya dal olur aşklar, sevdalar
Alışamam, sesin karışmamışsa kuş cıvıltılarına
Gitme...
İçimdeki bütün merdivenlerim kırılır
Çıkamam güneşin açtığı sabahlara, üşürüm
Bütün yeryüzü bereketini içime dökmüşken
Kuşlar da giderse can evimden, ölürüm
Gitme...
Kır çiçekleri dağlarda açsın
Yalnızlık ummanında boğma beni
Yokluğun zemheri, üşürüm bütün sevmelere
Bırakma beni, yalnızlığın soğuk mevsiminde
Ölürüm, kalakalırım, yüreğimin yıkıma düşmüş çaresizliğinde
Gitme, kal öylece...
Olcay Kasımoğlu.

Sökülsem kırılan yerlerimden

Rüzgar yorgun ışıklar ölgün
Olsam kızıl bir bulut yağsam kırlara
Umuşlar kalbimi yıpratıncaya kadar
Sökülsem kırılan yerlerimden
Kendi içinde enginliği ve derinliği olmayan, insana durmayan, ırkçı,faşizan, güzelliği sabote eden her türlü düşünce ve ideoloji değişmeli.
İnsanlar gerçeklerden uzaklaştıkça, gerçeği hatırlatanlardan nefret eder oldu.
Eteklerimizde taşlar ve ruhumuzda yaralar var oldukça kanayacak hep bir yerler.
O zaman taşlarımızı ayaklarımıza düşürmeden, kanamadan geçebilir miyiz bu hayatın içinden ve kimseler incinmeden geçmişin acılarını çıkarabilir miyiz gün yüzüne ?
Yaşanan toplumsal olayları incelemeden, irdelemeden, sorgulamadan, sağlam gerekçelere dayandırmadan suçlamak ve yargılamak sağduyudan, öngörüden uzak insanların işidir.
Hiç kimse, yaşanan toplumsal olayların üzerinde durup düşünmüyor. . Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes bencilce kendini düşünüyor.
Peki, hangimiz; özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya, yada kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
Arınmanın olduğu yerde, yeni tomurcuklar filizlenir, öfke kin nefret fışkırmaz..
Herkes yüzleşmeli ve silkelenmeli tarihin küf kokan odalarından, çıkarmalı yalanı-dolanı,kıyımı...
Ancak o zaman; demokrasiden, insan haklarından, korkmadan,ürkmeden,sancılı rüyalar görmeden bahsedebiliriz..
İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
olcay kasımoğlu

Kalbimizin sesini dinleyelim

''Sevgiye dudak bükenler, kemirir dururlar umudu!''
İnsan ne yaşayacaksa, yürekli yaşamalı.
Yaşama dair ne verecekse; emek sarf etmeli...İçten olmalı, samimi olmalı....
Parayla pulla da ilgisi yok bu işin...Sevgiyle ilgisi var..
İnsan; insan olmanın ayırdı na varamadıkça, erdemli olmayı becerebilir mi ?
Ve hangi ''kitaba çağırırsan çağır'' çağrıları duymadıkça duyabilir mi....
İnsan bir başkasının canı yandığında canı yanmıyorsa, egosunu arka cebine koyup da ''empati'' kurabilir mi?
Artan yemeği veremeyen ''nefsine rağmen'' verebilir mi?
İnsan kendiliğinden büyük olmaz; insanı ''olumlu eylemleri'' büyük yapar.
Nefretle, hakaretle, kinle, öfkeyle ''büyüyen bir güzellik'' yoktur dünya yüzünde.
Sağlıklı düşünen beyinlerde büyür insanın güzelliği...
Yaşam, avuçlarımız da sıcacık dururken, uzaklarda aramak ne hazin..
Bunu ancak ölümün kıyısında bir nefes soluklanıp dönenler bilir..
Broch' da böyle seslendirmiş;
''Birlikteliği, aşkı, uzaklıkları ancak ölümün eşiğine ulaşmış olanlar bilebilir..''
'Sevgiyle çalkalanmadıkça dünya
Huzur da rüya mutluluk da'
Olaylara, insanlara bakış açımız;
Seçenekleri görmemize, değişmemiz gerektiğinde kendimizi güncellememize yardım edecektir.
Kendimizi tanımadan, birey olmadan, özgür olamayız.
Kendimize karşı ''açık, sade, duru olmak'' her zaman kendimizi ''İFADE'' etmemizde, gereksiz olanların elenmesine yardım edecektir...
İçsel motorlarımızın çalışması için, zihin kıyaslamalardan tamamen özgür olmalı ( ben hiç kimseyim, ben kimim) arınmalı kendini bulmalı.
Çalışan iç motorlar; zamanı, zamanları, zamansız kılıyor, kaldırıyor aradan tülleri.
Ancak o zaman; içimizde gömülü olan yaşamı gözlemleyebilir, kendimizi öğrenebiliriz.
Kendimizi bilmek, başkalarını da anlamamızı kolaylaştırır.
Yaşamı anlamlı ve üretken kılar.
Başkalarının üzerinden yaşama tutunmakla, başkasını oynamakla olmuyor.
Dar döngülerden kurtulmak için, kendimizi sorgulamalıyız !
Ve inandığımız, kalbimizin götürdüğü yere gidelim, kalbimizin sesini dinleyelim.
''Gün olur güneşler doğar
Gün olur karanlıklar parçalanır
Yeter ki sen yaşama sevgili
Sevgiliye can ol
Ol ki “kendin” ol
Ol ki yaşamın kendisi ol''...
Olcay kasımoğlu

28 Şubat 2019 Perşembe

Kemal Sunal ve Charles Chaplin'in dünyasında ''Gülme'' ölümsüzlüğün takma adıydı. İkiside bize mizahın ve gülmenin bir gönül işi olduğunu göstermişlerdir.
Charles Chaplin, sinemanın sessiz döneminin yüce tanrısı olan, sesli sinema yaygınlaşmaya başlayınca bile kendine has tavrını koruyup hızlandırılmış değişimin karşısında dimdik duran, yapımından neredeyse yüz yıl sonra izlenildiğinde bile, sessizliğin işlevselliğini büyük ustalıkla içimize sindiren efsane adam Şarlo' nun ''Şehir ışıkları'' filmini izlerken ruhum ısındı.
Şarlo, yine aşık olur. Hem de bu kez en az kendisi kadar fakir ve kör bir çiçekçi kıza… Sakarlıklarla örülü güldürü seanslara eşlik eden bu beden ötesi aşk, aslında Chaplin’in ve yarattığı dünyaların derin naifliğinde dinlendirici bir yolculuktur.
Chapline'nin, bir filmin karesinde ayakabısını ıslatıp yemeye çalıştığını görüyoruz.. Bizim Kemal Sunal' ımız da ekmeğini hayalı bandırıp yer. İkiside karışık duygular verir. Kah neşeye kah hüzne gark oluruz. İkisini görüncede içimiz ısınır.
İkisi de filmde çok fakir ve aynı zamanda hayat enerjimizi yükseltecek kadar umut ve sevgiyle dolu dopdolular..
Yaşadığımız 21. yüzyıla derinlemesine dokunan bu filmler bize ayakta kalmanın çok katmanlı sırlarını fısıldıyor.
İkiside en sevdiğim insan modeli ''İyi kalpli ve zeki.''
Rahmetle anıyorum, iyi ki bu dünyadan geçmişsiniz.

27 Şubat 2019 Çarşamba

Şimdi değilse, ne zaman?

Akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve bize hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı; keşkelerle ve pişmanlıklarla söndürmek niye ?
Hepimizin kendine ait veya başkalarından alıp sakladığı sırları, sırlardan kurduğu surları ve yıkamadığı kaleleri var.
Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar bilmezler mi; üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız, eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz bir ömür boyu.
Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında.
Bunun yanında, her bireyin gelişimi, fiziksel, zihinsel ve duygusal yönlerini kullanma tarzı farklıyken, hayatı mücadele etmeye değer kılan ve şaşırtıcı hale getiren şey de bu seçim ve farklılıklar değil midir ?
Kendimizle kurduğumuz diyaloğun niteliği, kendimize dair hissettiklerimizi doğrudan etkilerken;
farklılığı anlayıp, yaşadıklarımız karşısında aldığımız tavırla, kendi iç benliğimizle yüzleşmek, bize yaşamın nadide kollarını açar.
İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir yerde geçmişin gerçekleri değil, bunların bizim için ne ifade ettiğidir.
Peki hangimiz, özgürleşmek için korkularımızdan arınmaya ya da kendimizle yüzleşmeye hazırız?
Kim olduğumuzu keşfetmeye, özgürleşmeye ve hatalarımızla-eksikliklerimizle yüzleşmeye hazır olmak, en üst anlamıyla kendi benliğimizin farkına varmaktır.
William Shakespeare, bunu çok güzel özetlemiş.
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor. 
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. 
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. 
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. 
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için. 
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için. 
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi birşey vermedigi için. 
Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için.''

Yeterince iyi olamadığımız düşüncesinden korkmamalı ve kendimizle yüzleşmeliyiz. Korkularımız ancak birer birer masaya yatırıldığında ve onlarla yüzleşebilmek cesareti gösterebildiğimizde hayatımızdan çekilirler.
Korktuğumuz ve kendinizden uzak tutmak için uğraştığımız şeylere bilinçsizce karşı direnç oluşturarak kendimize çekiyor, yaşamımıza sokuyoruz. 
Korkularımızın samimi anlamda farkına varabildiğimizde, realitemizi değiştirmiş olacağız.
Çünkü geçmişten öğrenmek ile geçmişte yaşamak aynı şey değildir.
''Neresinden bakarsak bakalım; kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu, dışarıya akamayan bir irin gibi bedenimizi ve ruhumuzu ele geçiriyor.
İçimize hapsettiğimiz her duygu aynı zamanda içimizin hapishanelerini yaratıyor.
Oysa yapabileceğimiz yegane şey alamadığımız ilgiyi, saygıyı, duygularımıza dair anlayışı, korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebilmemizdir''
Kendi iç benliğimizle barışık olup, içimizdeki çocuğu özgür bırakalım.
Korkularımızla yüzleştiğimizde, bizi kölesi ve şakşakçısı yapmaya çalışan asosyal topluma karşı duruş geliştirebiliriz.
Her şeyi belki yapamayız ama kendimize saygılı bireyler olarak bu hayatın içinde değerli, üreten, paylaşan, sevdiklerine ve sevdiğine omuz olan başlar olabiliriz. Bunu için hiç bir zaman geç değildir, yeter ki biz kendimize geç kalmayalım.
Sorunlardan, insanların hayatımızdan çaldıklarıyla ve kendimize yaptığımız haksızlıklarla göçüp gitmek bu yaşama en büyük haksızlık değilde nedir ?
Değil mi ki, oyduğu bir kayadan akan bir suyun şırıltısı bile, varlığını belli eder.
Kendi benliklerinin farkına varanlar, yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz gerektiğini bilirler.
Ve yanıtımızın doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerektiğinide.
Ancak o zaman, insan kendi kendinin ebeveyni olabildiğinde, kendi kendiyle yüzleştiğinde; yetişkin, özgür ve mutlu olabilir, karanlığın bilincine vararak aydınlanabilir.
Olcay Kasımoğlu  

26 Şubat 2019 Salı

Sanat İstikrarı Seviyor: Can dostum..

Sanat İstikrarı Seviyor: Can dostum..: https://www.filmmodu.com/good-will-hunting-altyazili-izle "Kusursuz erkek yoktur. Kusursuz kadın da yoktur. Ama bu kusurlu insanla...

Can dostum..

https://www.filmmodu.com/good-will-hunting-altyazili-izle
"Kusursuz erkek yoktur. Kusursuz kadın da yoktur. Ama bu kusurlu insanların, ilişkileri kusursuz olabilir. Kusursuz olan ilişkidir, insanlar değil. Ve bu ilişkiyi kusursuz yapan o minik kusurlardır. Başkalarının bilmediği o minik, o özel kusurları sadece siz bilirsiniz.
Bunları sadece sizin bildiğinizi de bilirsiniz."

Sonra misal verir.
"Ne kadar garip değil mi? Karımı düşününce aklıma, heyecanlandığı zaman gaz kaçırmasının gelmesi. Bir gece uyurken öyle bir kaçırmıştı ki, sesinden kendisi de uyandı ve bana 'Sen mi yaptın' diye sordu. 'Hayır sen yaptın' diyemedim. 'Evet ben yaptım' dedim.
İnsanın yalnızca çok özel kişiler tarafından bilinen kusurları.
Hiç düşündünüz mü bunu? O minik kusurların, aslında aşkın anlamı, kusursuz ilişkinin tarifi olduğunu hiç düşündünüz mü? Ne kadar doğru değil mi?
İyi, üstün, başarılı yanlarımızı bütün dünya bilir. Ama kusurlarımızı bilme hakkı kaç kişide var hiç düşündünüz mü? Kaç kişiye bizi en güçsüz halimizle bile görmesine izin veriyoruz?
Kaç kişiye en maskesiz, en kusurlu, en çirkin halimizi iki ölçek dahi çekinmeden gösteriyoruz?
Ya da siz acaba gerçekten kimin tüm küçük kusurlarını biliyorsunuz?
Yanızca sizin bildiğiniz küçük kusurlar kimde var? Kim size o kusurlarını utanıp, sıkılmadan gösteriyor?
Sevgilimizin kusurlarından nefret etmek yerine, onların farkında olma ayrıcalığının yalnız bize verildiğini düşünmek. Düşünebilmek.
Ona her haliyle, her şekliyle, her kusuruyla aşık olmak. Olabilmek.
Aşk tam da budur işte!
Birini dünyanın en güzel, en zeki, en çekici, en asil, en sevimli, en komik insanı zannetmek aşk değildir. Karşındaki kızı Marilyn Monroe kadar muhteşem bulmanın aşkla bir alakası yoktur.
Bu olsa olsa cazibeye kapılmaktır.
Aşk ise tam tersine..
Onun dünyadaki en güzel, en zeki, en çekici, en asil, en sevimli, en komik insanlardan biri olmadığını fark etmiş olmana "rağmen", binlerce kusuru olduğunu anlamış olmana "rağmen" yine de onu seçmektir. Ondan başkasına katiyen göz süzmemek, onsuz olmayı aklının ucundan dahi geçirememektir.
Onu en makyajı akmış, en gözlerinin altı çökmüş, en pespaye haliyle bile "peri masallarından fırlamış" gibi bulmaktır.
Karşına artık salt şık kıyafetlerle çıkmak yerine, pijamasıyla, saçı başı dağınık halde çıktığında. Onun artık en kötü, en berbat haliyle bile senin karşına çıkmaktan çekinmediğini, sana bu denli güvendiğini algılayıp mutlu mutlu sırıtmaktır.''
Aşk tam da budur işte!
Glamdring'den alıntı.

"Birine öfkelenme özgürlüğümüz yoksa onu sevemeyiz. Sevmeme özgürlüğümüz olmayan birini gerçekte(n) sevemeyiz."

Bütün katliamları kınıyorum...

Asıl cehennem, acı çektiğimizi kimsenin duymamasıdır.
Kınamalıyız, evren duymalı sesimizi...duysun ki kötülerin kalbine zincir vursun...
soğuyan bunca sözün içinde
karanlık gölgeler kilitliyor gözlerimi
özgürlüğünü kaybetmiş gökyüzü
maviler, bulutlar zincirlere vuruyor beni
güneşi yasaklı mevsimin kar tanecikleri gibi
karanlık gölgeler kilitliyor yüreğimi...
karanlıktan çıkıp gelen haberler
boğazımdan geçmez, acır umudun suyu
köşelerimiz umutsuz, yapılarımız virane
acının öte ki yüzü, bizim yüzümüz
yüreğim ise kanıyor, en derin yerinden
bildiğim bilmediğim her dilden
iyi insanlar, yüreklerinden bağırıyor
daha iyi bir dünya herkesin hakkı diye...
zalimler, korkaklar sağır olur seslere
gün olur, insanlar susturulur
zalim pervasız, zalim çığırtkan olur
yüreğinden konuşanlar
susturulur haksızın meclisinde
haramilerle emeğin terini içenler
gördüğüne kör duyduğuna sağır olur...
yüreğim ise kanıyor, en derin yerinden
bildiğim bilmediğim her dilden
ihanetin olduğu yerler, cehaletle örselenmiş
aydınlık ağır, sessizliğin çuvalında
adam olmayanları, toplayıp bir kefeye koysan
bir karıncanın yüreği eder değil...
gayrı böyle bir devranda
aklıma güzel insanlar düşünce
değişime uğruyor acılarım
düşünsene insanı kamil olmak
her yiğidin harcı değil
pis kokmaz, aydınlığı karanlığa boğmaz
yaydığı ışık, mis kokulu amber
ısıtır insanı, ısıtır dünyayı yeniden...
iyi insanların gözlerinde içmek sevgiyi
varmak can tılsımına
derinden, ince ince
engin olmak yakışır gönle dercesine
hadi gel, çıksın karanlıklar aydınlığa
sende elini koy vicdanına
yürekler titremesin, sönmesin ışıklar
yaşamak hakkı, herkesin...
Olcay Kasımoğlu

Önemli olan yargılamak değil; anlamaktır.

"İnsan ancak kendi kendinin ebeveyni olabildiğinde yetişkin, özgür ve mutlu olabilir"
Nedir ki en doğal haliyle insan olmak?
Koşulsuz, karşılıksız sevmek değilse nedir ki sadece insan olabilmek?
Biri için endişelenmek, onun canı acıdığında o acının içinde olamadığın için sımsıkı sarılmak ve karşılık beklemeden onun varlığına adanmak evet adanmak; yargılamadan, sorguya suale durmadan inanmak, onda erimek, sahiplenmeden sahip çıkmak, elini yüreğine koyduğunda ”sana ihtiyacım var” diyebilmek.
Bunun yanında acı çektiğimizde, kızdığımızda yanlış anlaşıldığımızda dahi sevgi sunabiliyorsak; ruhumuzu huzura kavuşturmayı bilen, iç dünyasında kendisi ile barışık olmayı seçen ve düşünce biçiminde pozitifliği benimsemiş birey olma yolunda, biz sevgi adamı olmayı seçmişiz demektir.
Sevgi her zaman anlamayı da gerektirmez, ilişkilerde ki gerçek bağ, herkesin kendi olduğu haliyle, yapmacıksız bütünlüğe katılmasıdır.
“Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu almak anlamına gelir.”
Üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız çünkü. Eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden. Noksanımızı, bizi zaten noksan bırakandan dileniriz bir ömür boyu.
Oysa yapabileceğimiz yegâne şey alamadığımız ilgiyi, saygıyı, duygularımıza dair anlayışı, korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebilmemizdir. İnsan ancak kendi kendinin ebeveyni olabildiğinde yetişkin, özgür ve mutlu olabilir.

Olcay KASIMOĞLU

Geçmişi geleceğe taşıma...

Yaşadığım bütün bu olumsuzluklar körük gibi içime işlesede, artık her duygu,her algı gerçek olamayacak kadar şişmişti. O zaman bu freni boşalmış arabaya bir çelme takmanın zamanı gelmişti.
''Gün üzerimize karardığı zaman/Gecenin ışığı söndüğü zaman/Kuşlar ve böcekler çekildiği zaman eyvah/ İşte o zaman ben ölürüm, ben ölürüm...''
Emindim bu düzensizlikten, bu karmaşadan, sıkıntılardan bir düzen,duru bir düzen,her şeyi adlandırabileceğim bir kristal çıkacaktı. Sağlığıma yeniden kavuşup, yeniden şifa dağıtıcı olacaktım.
Bugün doğanın koynunda yalnız olmadığım hissettim. İnanmak ve inanamamak arasında bir orta nokta vardır. Huzursuz, kaygılı bakışlar buraya sığınırlar. Şimdi ise bir gerçeklik vardı ve ben bunları deneyimledikçe anlıyordum ki, söylemek ve yapmak arasında ‘’kocaman bir deniz vardır’’ Gerçekten bazı insanları ve olayları incelediğinde evrenin arkasında başka bir şeyler daha olduğuna inanıyorsun; ötekilerse yaşam denen maçın bir yari oynandığını sanıyorlar. Bu durumda her iki taraf da önceden paketlenmiş yüzlerce yanıtla hareket ediyorlardı. Oysa benim kendime verdiğim yanıtlar bir terzinin elinden çıkmış gibiydiler. Tam olarak bana uyuyor, başka hiç kimseye denk gelmiyordu. Bakıyorum da hayatın kendisine, yıllardır karşımda gördüklerim,kurallar, öğretiler ve günler boyunca sırtımda bir palto gibi taşıdığım hüzünler olmuş. Doğanın bu çıplaklığında ve içime işleyen nağmesiyle, varlığımın bir anını bile kurallara teslim etmek istemiyorum.İçimizde bir yerlerde bir şalter vardır.Gereksinmeye göre, bu şalter yüreğin akımını açıyor yada kesiyordu.
Ne olursa olsun; geçmişi geleceğe taşıma ama deneyimle, anların coşkusunu ıskalama ve geleceği korkuya değil umuda bağla ama ya olmasa ihtimaline de, düş kırıklıklarına da hazırla yüreğini.
Ve inandığın, kalbinin götürdüğü yere git, kalbinin sesini dinle, diye bağırıyordu. İç sesim ve ben o sese sarılmaya hazırdık.

'Simurg Olmak Zamanı' romanından
Olcay Kasımoğlu

Kim, hangi ruhu terbiye edebilir ki?

“Güzel ruhların, güzel vücutlar kadar sevilmediği bu dünyada, birbirimize güzel olan neyi öğretebiliriz ki ? Kimsenin kendi günahlarına üzülmediği bu dünya da, kim hangi ruhu terbiye edebilir ki?” – Alıntı
İnsan mümkün olabileceğine inanmıyorsa, yenileşmeyi gerçekleştiremez.
Sürekli yenilenme kabiliyetine sahip bir insan geleceğe güvenle bakar, yeni düşünceleri ve geleceğin getirebileceği değişiklikleri de hoşgörüyle karşılar.
Dünyanın her yerinde, gelecek ufku olmayan insanların hayata karşı tutumları, çaresizlik içinde bilinmeyeni beklemektir. Geleceğe yönelmeyen hiçbir insan kendisini yenileyemez.
Çağımızın güvensizliğine karşı durabilmemizi sağlayacak yöntemler bulmak, içimizde ki güç merkezini ortaya çıkarmak gerekiyor.
Bunun içinde; inandığımız, güven duyabileceğimiz değer ve amaçlara ulaşabilmemizi sağlayacak içsel bütünlüğün, kültürle yaşama dokunmuş bilincin, mücadele ruhuyla beslenmiş cesaretin, kendini bulmuş benliğimizin ”özgür ve özgün” olması gerekiyor.
Ve kesinlikle geçmişin korkularıyla yaşama tutunmak değil, her-şeyiyle yüzleşmek gerekiyor.
Ne güzel demiş;
Kadın inci gibidir Isabel. Bazen senelerce, bazen de bir ömür boyu bir istiridyenin içinde saklar kendini. Fakat bir kez gün ışığı gördü mü çabucak unutur geçmişini. Geçmişte ne kadar saklanmışsa o kadar seyredilmek ister; ne kadar kapalı kalmışsa o kadar açığa çıkmak ister. İşte o an çıkıp geldiğinde artık ona kimse mani olamaz. Kendi bile...
İnsan bir şeye gerçekten gereksinim duyuyor ve istiyorsa, bunu ona sağlayan şey rastlantı değildir; kendi içindeki istek ve zorunluluk onu çekip, istediği her ne ise ona doğru götürmüştür.
Aslında, dışımızda gördüğümüz şeyler de içimizdekilerin aynısıdır. Bu gerçeğe bu kadar aykırı bir yaşam sürmemizin nedeni, kendi dışımızda ki her şeyi gerçek sayıp, içimizde ki dünyaya söz hakkı vermememizdir. Oysa insan bir kez işin bilincine vardı mı, çoğunluğun izlediği yolu seçmesi diye bir şey söz konusu olamaz. O zaman bunu kader, yazgı diye de kabul etmez. Yeter ki bir kez olsun içinde ki dinamiklerle yaşamını buluştursun.
Olcay Kasımoğlu

Gerçekte ne yaptığımız, ne söylediğimizden daha önemlidir...

Bilmek bir durum, inanmak bir duruştur. “Türkiye’de şu kadar kadın şiddete maruz kaldı” bir bilgi, “şiddete karşıyım” bir duruştur. Üretmeyenlerin değerinden söz edemeyiz. Değerler insana hayat verir, can verir.

İnsan hayattaki amacını bilmezse en küçük sapmada umutsuzluğa düşer, yol ayrımlarında karar veremez. Verdiği kararlara hep keşkeler, amalar karışır. Hayattan ne beklediğini bilmeyenler ne yaparlarsa yapsınlar doyuma ulaşamazlar...
 Her insan hayata başlarken hamdır ve hepimizin incinen, su alan yerleri var. Ne olursa olsun  hiç kimse meyveler gibi bekleyerek olgunlaşmaz. İnsanın olgunlaşması için emek vermesi, çaba göstermesi gerekir. Yaşantı insana deneyim katar katmasına lakin tek başına olgunlaşmaya yetmez. Yaşlanan ama hiç olgunlaşmayan insanlar vardır. Eğer kişi farkında-lığını geliştirip kendine emek vermezse, olgunlaştırmazsa gönlünü, aklını  yedisinde neyse yetmişinde de aynı kalır.

Yaşam sürprizlere gebedir. Aynız zamanda hareketi sever. Hiç bir şey kendiliğinden oluşmaz. Her şeyin kendi içinde bir anlamı ve işlevselliği vardır. Bu işlevselliği harekete geçiren kendi kişisel deneyimlerimiz, beklentilerimiz, hedeflerimiz ve yaşamdan ne beklediğimizle yakından alakalıdır. Sadece oturduğumuz yerden  yaşamın döngüsüne hizmet edemeyiz yada sadece seyrederek içimizin akışına bir yol çizemeyiz. İnsan yaşamı yüklenecek ve son nefesine kadar yön verecek bilgeliği önce kendi istem ve iradesiyle harekete geçirebilir. Ondan sonrası zaten enerji ve arzuların,isteklerin doğrultusunda kendine akacak yolu muhakkak oluşturur.

Hayat okulu bir ömür boyu devam eder. Buna rağmen insan yaşamı yerleşik düzene geçtiğinden beri sistemli şekilde eğitim kurumları ile insan eğitim ve gelişim psikolojisi üzerine tez ve anti tezlerle insan yaşamını anlamlı kılmak için bir çok program geliştiriyor. Bütün bu çaba ve verilen emekler yine gelip insanın kendisinde anlam buluyor. İnsan kendi yaşamından sorumludur. Bu sorumluluk bilincini oluşturmak her ne kadar toplumsal sosyolojinin görevi gibi kabul edilse de insan anlayan,sorgulayan bir varlıktır. Varlık bilincinin fakında değilse farkındalik oluşturması zor oluyor. O zaman değişen,gelişen dünyayı ve  toplum yaşantısını anlamaktan uzak kalıyor. Hazır verilen toplum yasalarını peşinen kabulleniyor. Yaşadığı toplumun ortak kazanımlarına, kayıplarına duyarsız kalıyor. Bencil,peksimet kişiler yetişiyor. kendini dev aynasında gören cüceler memleketinde ayaklar baş oluyor. Her devrin eşik öpücüleri muhakkak olmuştur. Her devrin kapı kulları muhakkak kan ve göz-yaşına kendi bencilliklerinden gelen haksızlığı katmış, katılmasına seyirci kalmıştır.

 Hiç bir yanlış devam etmek zorunda değildir zira insanlar ölümlü ve  toplumsal hiyerarşi ise devam eder. Önemli olan yaşarken yaşamı anlaşılır ve anlamlı kılmak. Başkalarının bize biçtiği elbiseler beden ölçülerimize uymuyor.Gün geliyor kopçası bir yerden kopuyor. Koptuğu yerde keder,elem bırakıyor.

 İnsan en çok kendine haksızlık ediyor,en çok da kendinden ürküyor. yaşamla yüzleşmekten ödü kopuyor. Bir can işte ve yaşam sınırlı ne zaman dilimiyle kendini sana bahşediyor.O zaman bu kadar kasıntı, bu gözü açlık,oburluk Niye?

Sonuçta yaşam veresiye verilmiş her haliyle o zaman taksitlere bölünmüş bu ömrü her mevsimin hakkını vererek yaşamak varken neden sığ sularda yüzmeyi seçeriz? 

Başkalarının kayıplarından kendimize pay çıkarır en çok da kendimizde eksik bulduğumuzu başkalarının yanlışlarıyla yamamaya çalışırız. İnsanız işte. 

Ağlayan,seven,acı çeken, soran,sorgulayan ve her zaman insan insana gerek anlayışıyla insan sıcaklığına ihtiyaç duyan ölümlü varlıklarız. Ömür sonsuz değil ki? 

O zaman niye bu kadar acı ve gözyaşı kutsayıp, insan kanından gelecek inşa etmeye çalışıyoruz? Oysa yaşam basit, sade ve bir o kadar da anlamaya muhtaç ve tutkulardan  kurtulmuş bir zihin  kale gibidir,insanların sığınabileceği daha güçlü bir yer yoktur. Herkes  umutsuzca başkalarının  gözlerinde  onay, hayranlık yada sevgi arıyor gayretle. ..

Maalesef bunları okullar da bize  öğretmiyorlar. Bu gerçeğin farkına varmamız da zaman alıyor. Birey olarak  bu farkında-lığa erişip hassas dengeyi yakaladığımız zaman, hayatın bize sunduğu fırsatları daha iyi değerlendirebiliriz. Yaşamı sadece kitaplarda okuyarak inşa etmeye çalışanlara yaşam çok da bir şey katmaz. Yaşamın kendisi hareketin içinde insana bir şeyler katar. Boşuna demiyoruz seyirci değiliz yaşamın ta kendisiyiz.

 Yazanlar, çizenler sadece hayal gücünü kullanarak bir ürün ortaya çıkarmazlar. Yaşantıyla birlikte hayal gücünü harekete geçirerek yaşama kalıcı izler bırakabilirler. 

  Her başarılı, zengin insan mutlu insan demek değildir. Mutlu olmak bazen küçük bir dokunuşta, içten bir gülüşün hüznümüzü dağıtmasında, bazende içten bir sarılmanın enerjisinde saklı. Kalıplar içerisinde veriliyor hayatın içtenliği. Oysa sağlıklı geçirilen bir çocukluk ne kadar önemliyse yetiştiğimiz çevre, aldığımız eğitim, içerisinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik durum ve bununla birlikte yaşamı birlikte paylaştığımız insanların bize yansımaları da bir o kadar önemlidir. Burada kişinin öz yeterliliği devreye giriyor. Eyer insan kendi yetkinliğine ulaşmamışsa her zaman çevresinin etkisi altında kalıp yaşam pratiğini oluşturamaz. İpotekli bir kişilikle, başkalarının kendi üzerinde söz sahibi olmasına sesini çıkarmaz. Çoğu zaman unutur kendini. Gün gelir yaşam kayınca ellerimizden, kaldırıp baktığımızda kaçırdığı zamanlara bir ah çekeriz. İşte o zaman başlar keşkelere, amalar, geriye çevrilemeyen bir zamana üzülmenin insana katacağı sadece keder, elem. Geçmiş zamana, kaçırılmış fırsatlara hayıflanmak insana hiç bir şey kazandırmıyor.

Yaşarken anların kıymetini bilmek, kişisel kaynaklarımızı da seferber etmemiz gerekir.  Herhangi bir işi yaparken ortaya koyduğumuz tavır ve davranışlar kişiliğimizle ilgili önemli ipuçları verir. Bir işi nasıl yaptığımız karakterimizi yansıtır. İnsanların işlerini nasıl yaptığına dikkat edin. Duygularını ifade ederken kullandığı kelimelere, olaylara bakış açılarına, çocuklar ve yaşlılar hakkında ki düşüncelerine dikkat etmek gerekiyor. . İnsan sevmediği bir şeye değer katmaz sadece vazife bilir. Kuralına uygun yapar,İçinde nezaket,hoşgörü, içtenlik olmadan. Teknolojik bir rehberden hiç bir farkı yoktur aynı zamanda.

İnsan hayati olumlu-olumsuz, küçük ya da büyük başarısızlıklarla doludur. Fakat yaşadığımız başarısızlıkların iyi tarafı, bunların bizi daha güçlü kıldığıdır. Karşılaştığımız engeller yeteneklerimizi biler; hiç farkında olmadığımız yeteneklerimizi keşfetmemizi sağlar. Zor bir patronla baş etmek, bir projede yenilgiye uğramak, karmaşık ilişkiler içinde var olmaya çalışmak bize hayat dersleri verir. Başarısız insanlar, genelde yeteneksiz oldukları için değil, hayat onları zorluklara hazırlamadığı için başarısız olurlar. Sorunlar ve zorluklar bu anlamda en değerli öğretmenlerdir. Birçok başarılı insanın mutlu olmaması bundandır. Bu sebeple asıl önemli olan sadece hedefe varmak değil, vardığımız yerde kendimizle barışık olmaktır ve  gerçekte ne yaptığımız, ne söylediğimizden daha önemlidir.

olcay kasımoğlu

İster seyircili,ister seyircisiz...

Yaşam, her şafakla beraber yeniden doğar. Bu doğuşla birlikte hepimiz kendi payımıza düşenle yaşam içinde ki rollerimize döneriz. Ne olursa olsun, nerede olursak olalım bir dünya sahnesi var ve hepimize bir görev dağ-ilimi verilmiş. İster seyircili, ister seyircisiz.
Doğduğumuz yeri seçme hakkımız olmadığı gibi, isimlerimizi, okuduğumuz ilkokulu, çevremizi, ana, babamızı, kardeşimizi seçme hakkımız yok. İnsan yaşamının ilk yedi yılı ''buna kritik evre''de deniliyor çok önemli. İleride yaşayacağımız hayatın temelleri aslında bu ilk yedi yılda atili-yor. Bebeklik ve çocukluk dönemini kapsayan bu evreler kişiliğimizin oluşmasında çok önemli. İnsanların yetişkinlik evrelerini dikkatle incelediğimizde asil sorulması gereken soruyla karşılaşıyoruz.
Davranışlarımızın, söylemlerimizin, eylemlerimizin, ön yargılarımızın, sorgulamaları mızın kaynağı nereden besleniyor? Özellikle toplum psikolojisiyle yakından ilgileniyorsaniz, toplumu oluşturan unsurları irdelemeyi kendinize görev bilmişseniz bunlara kafa yormamanız mümkün değil.
Burada yetkinlik ve bilinç devreye giriyor. Tabii ki insan psikolojisiniin ve toplumsal yaşamın insan davranışları üzerinde ne kadar etkin olduğu üzerine de iyi bir gözlem ve yaşantı olması gerekir.
Kendimi bildim bileli insan ilişkileri, toplumsal statüler, toplumsal hiyerarşi, geleneksel aile yapısı ve post modern yaşamla, modern yaşamın kesitleri üzerine oldukça kafa yordum. Yaşama amaçlarımdan biri desem yeridir, abartmış olmam. İnsan davranışlar-ini ve insanin insan üzerinde bilinçli olsun, bilinçsiz olsun kurmaya çalıştığı hakimiyeti her zaman merak etmişimdir.
Gerek mesleki alanda gördüklerim, deneyimlediklerim, gerekse özel ilişkilerimde insan dokusunun naif ve ince noktalar-ini görmenin getirdiği bir bilgi birikimiyle hep daha içlere iç odalara yürüdüm. Bu merak tamamen kişi ve kişiler üzerinden değil, bütünü kapsayan bir sorgulama ve anlamadan yargılamama üzerine kurulu idi.
Yaşadıkça;
Sevgiyi, aşkı, özlemi, insanı duyguları kapalı yaşayan insanların tutkulu olamayacaklarını gördüm.
Sevdiklerinin peşinden gidecek, mücadele edecek, köprüleri yakacak kadar yüreklerinin büyümediğini gördüm. Değişmekten, yeniliklerden, tutkunun iç yakan tutkusundan pek çok şeyden korkarlar.
Mücadele etmekten korkarlar, değiştirmeyi düşünmezler. Duygularında derinlik yoktur, kendi içlerinde, kendi duvarlarına çarpa çarpa kendilerini yaşarlar. Her zaman anlaşılmayı beklerler. Karşılarındaki kişileri, olayları anlamayı hiçbir zaman düşünmezler. En küçük bir fırtınada arkalarına bakmadan kolayca vazgeçerler. Hatta sevgilerinden, dostlarından bile. Kendileri için yaşamak, kalıplaşmış düşünceleri her zaman daha önemlidir. İçlerindeki sevgi kırıntılarını çoğaltıp paylaşmayı düşünmezler. Sadece kendine namuslu olmakla namuslu olunmayacağının farkında bile değildirler. Emek vermeden emeksiz sevginin gün gelip yitip gideceğinden, sevginin koşulsuz olması gerektiğinden, emek istediğinden bi haber yaşamanın yaşam olmadığını sadece bir nefese bekçilik ettiğini, bilmeden göçüp gidecekler dünya zamanından.

Oysa insan;
Yetmezlik içinde bile mutlu ve dingin olabilir. Her şey, doymazlık da gizlidir. Büyük irdeleme ve küçük yürüyüş başlamasın bir kere, her an yaşam fışkırır hücrelerimizden; en kırılgan zamanlarda,en puslu havalarda bile. Yaşamı tekdüze yaşayanlar ve bunları 
yazgı, töre diye savunanlar yaşamı  sadece yaşamış olmak için harcarlar. Bu insanlara yak desen yakarlar, yık desen yıkarlar.  Soluk katmak, düşlerin terzisi olmak, toprağın gerinmesine, sabah şafağına  şahitlik edip,  onlarla yenilenmek ve  yaşam sofrasında anlamlı yaşamak her sağlıklı insanin isteği olmalı. 
Başkalarının gözlerinde aramamak düşlerini. Hayata ve insanlara beklentisiz bakmak ne kadar önemli. Pek çok insan yalnız gördüğüyle dünyayı algılar, aldığı kadarıyla yorumlar. Aslında her şeyin kendi içinde bir dili vardır ve her şey bir o kadar doğurgandır yaşamda. İnsanca yaşamak, doğaya, yaşama  saygılı davranmak, bu dünyadaki konukluğumuzu güzelliklerle taçlandırmak akıllı insan işi.  Genel olarak, ruhunu huzura kavuşturmayı bilen, iç dünyasında kendisi ile barışık olmayı seçen ve düşünce biçiminde pozitifliği benimsemiş kişiler 
 dışarıda gürül-gürül akan bir dünyanın farkında. Dünya büyüleyen bir zekanın tasarladığı, üstün yetenekli bir ressamın her sabah tekrar çizdiği, dünya ölçekleriyle kabul görmüş bir tablo gibi mucizevi güzellikte gözlerimizin önünde duruyor. Bu tablonun tadına varabilmenin vahasına çıkabilmek için, aşk ve samimiyet kaynaklı bir zarafet koridorundan süzülmek-çözülmek gerekiyor...
Yoksa; ''Bir dostun muhabbetinden, bir aşkın nefesinden düştüysen uzağa;.. pırıltısız,kanatsız, çığlıksız bir kuytudan öte bir şey değildir dünya.''

Harika bir dünya sahnesi var ve herkese yetecek kadar görev dağılımı; ister seyirci ol, ister yönetmen veya oyuncu;yeter ki insan olalım. 'İnsan olmak' en mühimi  sevmek, sevgiyi seçmek en güzeli ! Yeter ki öze dokunsun, candan olsun. Hakka, adalete, sevgiye ve demokrasiye inanalım.
''Limon ağacıyla limonlar, nar ağacında nar ve illaki güneşte kızarmak isteyen üzümler. Sonra yukarıda başımızın değmediği gök, ayağımızın bir basamadığı toprak ve denizler uçsuz bucaksız. Gerisi boş, yalan, insana ait olan. Gerisi boş, biz geçerken var hepsi..'
Hayat bizi yargılamaz, kendi içinde ki öze ulaştırmak için, bütün evreni kalbimizle dinlemeye davet eder.  
Hayatin  hiç birimizle derdi, tasası yok. Yaşamı, kuru söylemlerle, nutuklarla, siyasi argümanlarla al aşağı eden insanin kendisi. Yeryüzünde  yeterince insan kani akıyor,  yeterince silah tüccarları paranın kölesi ve bir o kadar da çarkı bozuk düzen de insan kendini pazarlıyor. Bu düzenin devam etmesi için gerekli şaklabanlığı yapıyor. Geriye sadece ve sadece sevgiyle taçlandırılmış vicdan ve merhamet kalıyor. Bunun da okulu yok. ne diplomalar ne saraylar, şatolar insani insan etmeye yetmiyor.

''21. Yüzyıl insani çiğ. Ruhsal (can) tarafına değil, bedene yatırım yapıyor.  İnsanlar ve evren(doğa) ile bağlantılı olumlu duygular üzerine yoğunlaşmak yerine, nasıl daha çok para kazan-irim telaşına düşmüş. Yaşamla ilgili sahip olduğumuz değerler yerine  maddiyata kafa yoruyor.
Yaşamdan zevk alma yetisini kaybediyor. Anlaşmazlığı, çatışmaları kanıksıyor. Eylemleri yorumlama, sorgulama ve anlam yetisini kaybediyor. Sevgiyi koşullara bağlıyor. Koşulların  niteliği hakkında belli bir  fikri bile yok. Bencil,peksimet, özgürlüğün, samimiyetin, doğallığın ne olduğunu bile bilmiyor. En acısı da bildiğini sanıyor. Ahkam kesiliyor. Sevme yetisini kaybediyor. 
Kendini bilmeyen, hatta aramayan kişi, yaşamını boşa geçirmiş, eserini verememiş ve kendini gerçekleştirememiş oluyor. İnsanın hayattaki en büyük başarısı kendini bilmesi ve yaşamın anlamını keşif etmesidir. Bilgi, her şeyden önce insanın kendini bilmesini sağlar, önümüzü aydınlatır.''

Olcay Kasımoğlu